"Bir şehrin urgan satılan çarşıları kenevir
Kandil geceleri bir şehrin buhur kokmuyorsa
Yağmurdan sonra sokaklar ortadan kalkmıyorsa
O şehirden öcalmanın vakti gelmiş demektir."
- İsmet Özel, Esenlik Bildirisi
Şehirlerin ruhu vardır, kentlerin yoktur. Şehirler evlerden oluşur, kentler konutlardan. Şehirlerde insanlar sabahları rızıklarını temin etmek için işlerine giderler, kentlerde para kazanmak için plazalara. Şehirlerde insanlar istediklerinde hayatlarını yavaşlatabilirler, kentlerde yavaşlamaya yer yoktur. Durursan ezilirsin. Şehirler Mustafa Kutlu’dur, kentler Elif Şafak’tır, Noam Chomsky’dir. Ahmet Hamdi Tanpınar “şehir inşa eder, kent ise imha” der.
Ben şehir ve kent ayrımını böyle yapıyorum. Sözlükler bize bu kelimelerin aynı anlama geldiğini söylese de farklı bir ‘şey’ olduğunu düşünüyorum bu ikisi arasında. Biri kanlı canlı, ruhu olan bir şey. Öbürü makineli, tuşlu, mekanik bir alet sanki.
Biz uzun süredir kentlerde yaşıyoruz çünkü şehirlerimizi elimizden alıyorlar. Şehri sadece nüfusu belli bir sayıdan fazla yer olarak düşünmeyin. Ben de zaten bu anlamda kullanmıyorum. Bir köy de şehirleşebilir ya da kentleşebilir. Bizim köylerimiz bile kentleşiyor artık. Mustafa Kutlu bu konuda “Evet dostlar, gayet yavaş seyretse de köylülük ülkemizde folklor gibi tükenme süreci yaşıyor” diyor. (Son düzenlemelerden sonra elimizde köy de kalmadı ya, hepsi ‘mahalle’ oldu.) Elimizde kalan küçük alanlara dahi saldırıyoruz, orayı refaha (!) erdirip kalkındırmak (!) için. Uzun mesele bunlar. Uzun uzun ve gönülle düşünülmesi gereken şeyler. Zaten gönülsüz, düşünmeden yapınca da durum böyle vahimleşiyor. Biri insanlarımızın, yöneticilerimizin gönlünü kapatmış sanki. Neyse...
Mustafa Kutlu bir gönül adamı. Hemen hemen bütün kitaplarını okuduğum yazarı bana birkaç kelimeyle tanıt deseler önce ‘gönül’ sonra ‘kanaat’ derim. Zaten bu ikisi de bağlantılı şeyler değil mi? Gönülsüz kanaat, kanaatsiz gönül olmaz.
Mustafa Kutlu birçok şeye bu iki kavramla bakan biri. Yollara, ağaçlara, hayata… Bu kitabında da özelde İstanbul’u genelde Türkiye’yi anlatıyor yazar. Seçtiği konularla ilgili bize birer mektup gönderiyor. Kendisi bu kitabın ‘insan-şehir-mekan’ ilişkilerini okuyucularla paylaşan denemelerden oluştuğunu söylüyor. Bu kadar olumsuz tablo içinden bize bazen karamsar yönlerini gösteriyor, bazen içimize sevinç salan şeylerden bahsediyor kentleşmeye başlayan bu şehirle ve Türkiye’yle ilgili. Bazen yazılarını olumsuz sonla bitiriyor bazen çözüm reçeteleri söylüyor, kanaat ekonomisi diyor, tarım diyor, gönül diyor, maneviyat diyor. Bize de tüm bunlardan sonra okuyup bol bol düşünmek kalıyor.
Kitap yazarın her kitabı gibi Dergâh Yayınları’ndan çıkmış. Bendeki baskısı 2004 tarihli. İlk baskısını 1994’te yapmış. Bir gazetede yayımlanmış köşe yazısı dizisinin derlenip toparlanıp kitaplaştırılmış hali. İsmet Özel "Üç Zor Mesele" kitabında fıkra yazarının özelliklerinden bahsederken “Yazar kendini okuyucunun kabul edeceği şeyleri söylemekle sınırlandırmış, kendini alkış sağlayacak bir alana hapsetmişse sahte bir yazardır” diyor. Kutlu tam da gerçek bir yazarda olduğu gibi ne gördüyse neye inandıysa onu yazıyor. Lafı gevelemeden, kendisi hakkında insanların ne düşündüğünü umursamadan yazıyor yazılarını. Bazen acı gerçekleri bazen kıyıda köşede kalmış güzellikleri. Yüz küsur yıl önce Ahmet Rasim’in "Şehir Mektupları" başlığını ondan ödünç aldığını söylüyor ve bu mektupları sadece İstanbul’da yaşayanlara değil, tüm Türkiye’ye gönderdiğini belirtiyor. İstanbul hakkındaki acı gerçeği ise daha kitabın başındaki şu bölümde gözler önüne seriyor: “Dikkat ediyorum da neredeyse yüz yıl sonra gözlemlediğim İstanbul’un sanki tasvire değer bir yanı kalmamış gibi yazılarımda tasvirden ziyade duygu ve düşünceler yer aldı. Bu, belki artık İstanbul’un birörnek yapılar, birörnek bahçeler, birörnek davranışlar ile modern olduğu kadar silik ve şahsiyetsiz mekanlar-unsurlar ile dolmuş olmasından kaynaklanmaktadır.”
Yine İsmet Özel bu bir örnekleşmeyi "Üç Zor Mesele" kitabında ‘Bölünmek, Tektipleşmek’ başlığı altında “… dünyada birbirine benzeyen fakat birbirinden sürekli uzaklaşan insanlar durmadan çoğalıyor. İnsanlar aynı şeyleri elde edebilmek için birbirlerine düşman kesiliyorlar. Şartlanmaları müşterek, fakat müşterekliği birbirlerini anlayışla kabul etme yolunda değil, ferdiyetlerini kıskançlıkla korumak yolunda kullanıyorlar” şeklinde inceliyor.
Yazarın kitaplarında dikkatimi çeken başka bir durum bu kitapta da karşıma çıkıyor: turizm. Turizm deyince herkesin aklına dolar, ekonomiye katkı gibi ülke için olumlu görünen şeyler geliyor. Fakat Kutlu bu konuya, turizm deyince çizgi filmlerdeki gibi gözlerinde dolar işareti olanlar yönünden değil bir memleket insanı sevdalısı gibi bakıyor: “İnsanlarımızın ‘turizm’ uğruna kendi vatanlarında garip kalmaları veya ‘dolar’ karşısında bu kadar boyun bükmeleri üzerinde düşünülecek bir olgudur.”
Bu konuda da İsmet Özel’in “Turizm dediğiniz şey, XX. asrın kolonyalist yaklaşımının en bariz tezahürüdür.” şeklinde bir düşüncesi var. Bunların düşünmeye değer şeyler olduğunu insanların görmesi gerekiyor. Ülkece en büyük hatalarımızdan biri bazı konuların Allah'ın emriymiş gibi tartışmaya kapalı olduğunu düşünmemiz. Misalen insanlar kalıplaşmış tarih bilgilerini nasıl sorgulamadan doğru kabul edip bunlarla ilgili bir ideologi bile benimsiyorlarsa turizm konusunda da belleklerinde bir ‘iyidir’ olgusunu geliştirmişler, gerisini sorgulamıyorlar. Ama Mustafa Kutlu ve İsmet Özel sorguluyor. Bu yüzden de Mustafa Kutlu ve İsmet Özel oluyorlar zaten.
İnsanlar özellikle son yüzyılda inanılmaz bir boşluktalar. Bu boşluk düşüncesinin nedeni niçini herkese göre farklılık gösteriyor. Çok parası olan da, yoksul olan da boşluğa düşüp psikolojik rahatsızlıklarla cebelleşiyor. -Kapitalizm her yanımızı sardı. Mezarlarımızı bile şehir dışına çıkartıp bizden ölüm duygusunu çaldı. İnsanın kendisini ölümsüz bir varlıkmış gibi kabul edip öyle yaşamasına zemin hazırladı. “İnsanlar sanki ölümü kanıksadı” diyor yazar bir denemesinde. Düşününce ne kadar ağır bir kavram ölümü kanıksamak. Yahya Kemal bu konuda “Kaybetti asrımızda ölüm eski hüznünü / lakayd olan mühimsemiyor gamlı bir günü” diyor. Kutlu’nun özellikle manevi-mücerret konulardaki düşünceleri okunmaya, hatta ezberlenmeye değer.- İnsanlardaki boşluk duygusunun sebebini kitapta “İnsanlara musallat olan ‘boşluk duygusu’ pek çok sebep ile birlikte, bir nebze de ayağını basabileceği sağlam bir toprak bulamamaktan ileri geliyor. Bu toprak inanç, dünya görüşü, fikir ve sanat planında algılanacağı gibi, bütün bunların şekil verdiği reel hayat planında da algılanabilir” şeklinde belirtiyor.
Mustafa Kutlu, rahatsızlık duyduğu ve -az da olsa- beğendiği bazı konulardaki fikirlerini yazmış Şehir Mektupları’nda. Yazının başında belirttiğim gibi İstanbul değil tüm Türkiye var bu kitapta. Belediyenin çalışmalarından tutun insanın yalnızlığına, bir mevlevîhâneden Sultanahmet’e, gökdelenlerin oluşturduğu tahribattan lüks yaşama, köyden kente göçün sonuçlarından, insanımızın ‘tatil’ anlayışına kadar. Ayrıca yakın zamanda açılan 3. Boğaz Köprüsü ile ilgili de fikirleri var yazarın daha 90’lı yılların başında yazdığı bu yazılarda. Bunun okunmaya değer olduğunu düşünüyorum. Aslına bakılırsa yazarın tek derdi -kanaatimce- kapitalizmle birlikte kentleşen vatanımızın ve insanımızın çürümeye başlaması. Okurun bu çürümeye dahil olmamak için gerekli olan reçeteyi fikri anlamda da olsa kitapta bulabileceğini düşünüyorum. Ancak üzülerek görüyorum ki 22 yıl önce ilk baskısını yapan bu kitaptaki durumdan çok daha kötü durumdayız. Yine de yazara kulak verelim: Umut dağın ardında değil elbet, umut bizimle.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10