İstanbul: Medeniyetlerin Başkenti etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İstanbul: Medeniyetlerin Başkenti etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Aralık 2016 Pazartesi

Başka bir İstanbul yok

"Hayali kafamda hükümler süren
Görmez gözlerime görün İstanbul."
- Âşık Veysel

Şehir bize kendimizi hatırlatır. Bu hatırlatıcılık vasfı İstanbul gibi kadim şehirlerde daha yoğun tebarüz eder. Batı Roma, Doğru Roma, Osmanlı medeniyetlerini bünyesinde eritip, kendince bir potaya sokmuş ve oradan tüm dünyaya mesaj yollamış bir şehirdir İstanbul. Nedir bu mesaj? Şudur: Medeniyet mirastır ve elden ele yaşatılır, yaşatılmak zorundadır.

İbrahim Zeyd Gerçik'in Büyüyenay Yayınları tarafında neşredilen 96 sayfalık "İstanbul: Medeniyetlerin Başkenti" adlı kitabı, kısa sürede İstanbul'un hassas noktalarını öğrenmek için oldukça ideal metinler içeriyor, bu vesileyle kitapçık da diyebiliriz. Eserini; "kendine, insana, tarihine, toprağına, medeniyetine, İstanbul'a dost olan; koruyan, güzelleştiren ve iyiyi diri kılmanın mücadelesini veren insanlara" adayan Gerçik, çok fazla romantizme girmeden nostaljik bir belgesel tadında ama şiirsel bir dille adımlıyor İstanbul'u. Evlerden, mahallelerden, hayvanlara ve çevreye gösterilen özenden bahsediyor. Tüm bunları yaparken düşüncesinden tarihî mirası asla çıkarmıyor. Camileri, medreseleri, külliyeleri, tekkeleri, türbeleri, mezarlıkları unutmuyor. Medeniyetin emanet ettiği içinden deniz geçen şehir İstanbul'u "ölümle barışık şehir" olarak ilan ediyor. Yazarın nezdinde varlığını sonsuzluğa adayanların şehri olan İstanbul'a dair söylenecek şeylerin gittikçe azaldığı zamanlardayız. Gün geçtikçe üzüldüğümüz ve hatta kahrolduğumuz şeyler fazlalaşıyor. En başta da çocuklar bundan nasibini alıyor:

"İstanbul bahçelerinden, çiçeklerinden geriye çok az şey kaldı. Çiçeklerin isimleri gitti, çocuklar çiçekler görmeden yaşadılar ve büyüdüler. Sayabileceğimiz çiçek isimleri bir kaçı geçmez oldu. Çiçeklerin görüntüleri, kokuları gitti, isimleri sokak tabelalarında asılı kaldı."

Malum, İstanbul'un ahşap evleri Bosna'dan Şam'a kadar tesir etmiş, üslubuyla vazgeçilmez olmuştur. Öyle ki bugün bile Saraybosna'daki yapılarla Bursa'daki yapıların benzerliği birçok sempozyumda konuşulmuş, üzerine tezler dahi yazılmıştır. Ahşap ev; sürekli yaşayan bir yapıya sahip. Esnek olduğu için aile nüfusuna göre şekil alabiliyor. Bahçesiyle iç açarken yazın ve kışın sağladığı ısı dengesiyle sağlığı da koruyor. Artık ahşap evler ya birer müze ya da metruk bir hâlde, yenilenmeyi bekliyor. Bu yenilenme de betonla oluyor. Soğuk, sevimsiz ve uhrevî değil dünyevî.

"Ahşap evler içinde yaşayan İstanbul insanının ilişkileri güven, saygıya ve mahremiyete dayanırdı. Bir mahalleye sonradan gelenler, ilk yerleşenlere saygı göstermek zorundaydı. Sonradan gelen onun manzarasını kapatamaz, evinin içine bakan bir pencere açamaz, bir balkon yapamaz ya da kapısına ulaşımı engelleyemezdi. Dolayısıyla evini ilk yapanla sonradan yapanlar arasında her zaman bir anlaşma, karşılıklı bir rıza olması gerekiyordu. Her ev bir özel dünyaydı. Mahremiyet temel esastı. Evlerin ses geçiren ince duvarlarından dolayı yüksek sesle konuşmak, tartışmak pek adet değildi. Dedikoduya fırsat vermeyecek biçimde yaşamak, hareket etmek ve konuşmak İstanbul halkına bu evlerin getirdiği bir alışkanlıktı."

Yazarın, 'boğazın yeşil tacı' olarak anlattığı Emirgan, ismini Emirgune Han'dan alıyor. Erivan Kalesi'ni Osmanlılara savaşmadan teslim ettiği için Sultan IV. Murad tarafından kendisine boğazdaki bir bölge verilmiş, o bölgeye de halk zamanla Emirgan demiştir. İstanbul yalnız Emirgan gibi yeşili bol ve denizle iç içe yerlerden oluşmuyor elbette. Tarihi eserleriyle ve mezarlarıyla daima yaşayan bir şehir özelliği taşıyor. Eskiden mezarlıklar evlerimize, dolayısıyla bize daha yakındı. Yürürken muhakkak sikkeli yahut serpuşlu bir mezar taşına rastlar, adını sanını bilmediğimiz o zata bir fatiha okurduk. Artık mezarlıklar bizden, biz mezarlıklardan uzaklaştık. Bu rızasız uzaklaşma, peşinden dünyaya daha çok bağlanmayı ve ölümü unutturmayı da getirdi.

"Ölüm yaşayanları korkutmaz, yaşanılan mekanı güzelleştirirdi. Ölüm, hayat kadar doğal olandı. Bir zıtlık, bir çatışma değildi. Hayat ve ölüm bir bütündü. İnsanlar ölümü hayatlarından koparmadıkları için, hayat daha bir anlamlı yaşanıyor, ilişkiler daha sağlam tutuluyordu. Çünkü perdenin ne zaman kapanacağı, oyunun ne zaman biteceği bilinmiyordu... İstanbul'da mezarlıklar yolların kenarlarında, camilerin bahçelerinde, bir çeşmenin yanı başındaydı... Bu bir ölü sevicilik değildi. Hayatla ölümün bütünlüğü, ölümü tevazuyla kabulleniş, ölümle çatışmama, ölümle savaşmamaydı. Ölümle savaşmak, ölümle çatışmak Yaratıcıyla savaşmaktı. Ölümle çatışmak hayatla çatışmaktı. Ölüler geçmiş, ölüler kökler, ölüler dostlardı."

Bu yüzden de 1874 yılında İstanbul'a gelen ve bu şehir üzerine en önemli eserlerden biri olan İstanbul'u yazan Edmondo de Amicis, Eyüp mezarlığını şöyle anlatmıştı: "Ölüm tasvirini güzelleştiren ve korkmadan seyrettiren Müslüman sanatı bu kadar zarafetle gözler önüne serilmez. Dudaklarda hem dua hem tebessüm uyandıran hüzün ve zarafet dolu bir kabristan, bir saray, bir bahçe, bir mabeddir bu."

Sirkeci, Bab-ı Ali Caddesinin başlangıcından itibaren gözümüze bir cadde adı çarpar: Klodfarer. Çemberlitaş'a kadar uzanan bu cadde, ismini İstiklâl Savaşı'nda Türklerden yana destek veren yazılar kaleme almış Fransız yazar Claude Farrère'den almıştır. Bir jest olarak, İstanbul'un bu en güzide caddelerinden birine yazarın adı verilmiştir. İbrahim Zeyd Gerçik, Claude Farrère'den bir İstanbul alıntısı yapar: "İstanbul, yalnız genişliği, zenginlikleri, ihtişamı ve kudreti ile büyük değildi. O, eski ve köklü bir medeniyetin verdiği kendine güvenle eski ve soylu ruhuyla, enerji ve cesaretiyle de gelişken, değişik ve büyüktü. Bütün bunlar içlerinde milyonların uyuduğu mezarlardan ve içlerinde hâlâ milyonların yaşamakta olduğu eski konaklardan sezinleniyordu."

Fransızların İstanbul'a düşkünlüğü bir hayli fazladır. Bu durum bazen kuşkulara sebep olsa da birçoğunun sevgisi samimidir. Birçok yayınevi tarafından neşredilen "İstanbul: Dünyanın En Güzel Şehri" kitabında Fransız şair, oyun yazarı, ressam ve sanat eleştirmeni Théophile Gautier şöyle der: "İstanbul bütün güzelliği ile bütün haşmeti ile Türk'e yaraşır. Zarf ile mazrufun bu kadar uygun düştüğü bir yer kürenin başka hiçbir tarafında görülemez."

"İstanbul: Medeniyetlerin Başkenti" özellikle gençlerin muhakkak ve acilen okuması gereken bir başlangıç kitabı. Bu yönüyle okullarda kısa İstanbul tarihi göreviyle bir rehberlik görevi bile üstlenebilir. Şiirsel anlatımıyla, yalın Türkçesiyle ve içindeki siyah-beyaz fotoğraflarıyla okuyanı hem düşündüren hem de hüzünlendiren bir kitap. En önemlisi de insanda kitabı bitirdikten sonra İstanbul için küçük de olsa bir şeyler yapma isteği uyandırıyor. Yazar, kitabı bitirirken şöyle sesleniyor: "İstanbul'a dostluk, Türk Milleti'ne dostluktur. İstanbul'u sevmek, bu şehri tanımak ve çocuklarına tanıtmaktır. İstanbul'u sevmek, bu şehirdeki medeniyete ve tarihe karşı sorumlu olmaktır. İstanbul atalarımız, İstanbul tarihimiz, İstanbul bizi var eden değerlerimiz. İstanbul'u sevmek; onunla harman olmak, onunla yoğrulmak, kendini onunla tanımlamaktır."

Şehir bize kendimizi hatırlatır, diyerek başlamıştım. Bir şehri tanımak bize kendimizi de yeni baştan tanıma imkânı sağlar. Her şehir tıpkı her insan gibi biriciktir çünkü ve bu biriciklik hâliyle buluşmak, sorumluluk duygusunu da artırır. Yükleneceğimiz bir yük, kenara çekeceğimiz bir taş, söyleyeceğimiz bir söz hem bize hem bu şehre çok şey kazandırır. Umutsuz olmaz. Umutsuzluk insanı da şehri de bitirir.

İstanbul'u tanımadan sevmek hamasetten başka bir şey getirmez. Önce tanıyalım, iyice tanıyalım. Ve ona sahip çıkalım. Başka bir İstanbul yok.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf