Bekleyen, Ama Erteleyen 'İslamcı': Rasim Özdenören başlıklı ilk bölümde, Rasim Özdenören ortaya koyduğu metinler üzerinden İslamcı/lık kavramı ekseninde değerlendiriliyor. Özdenören’in diğer eserlerine değinilmiş olsa da ana metin olarak Gül Yetiştiren Adam seçilmiş. Demirhan, Özdenören’i konu ettiği yazıyı ‘bekleyen’ ve ‘erteleyen’ sözcükleri üzerine inşa etmiş. Demirhan’a göre Özdenören sorunları çözmüyor ve pasifliği seçerek bir taraftan beklerken bir taraftan da ertelemiş oluyor. Beklemek ve ertelemek kendi içende tezatlık taşır: O an için var olan şey ertelenirken beklenen şey o an için var olmayandır. Yazara göre, Gül Yetiştiren Adam’ın bu dünya için bir şeyler yapmayı bırakarak ölümü dolayısıyla öteki dünyayı beklemesi, bir anlamda çözümü ertelemesi İslamcılık bağlamında ideolojik ve/veya siyasi duruş açısından kabul edilemez. Buradaki sorun sadece metafiziksel değil ayrıca Rasim Özdenören’in düşünsel yönelimiyle de ilgilidir. Demirhan’ın kilit kavramları olan bekleyiş ve erteleyiş, pasif tutum bağlamında değerlendirildiğinde gerçekleşmeyecek bir vaadin çaresizliğinin yansımasıdır ve muhataplarına bunu telkin etmektedir. Demirhan’a göre Özdenören’in dili siyasi bir dil değil ‘yazı’nın kendi dilidir ve kendisi daha çok deneme yazarı olduğundan öykü ya da romanlarında estetiği dikkate almadığı için vaadini yerine getirememektedir. Müellifin buradaki itirazının ana noktası Özdenören’in İslamcı olarak adlandırılıp adlandırılamayacağı. Zira İslam pasifliği kesinlikle reddederek her halükarda aktif olmayı emreden bir dindir. Buradan, İslam ile irtibatlandırılacak bir oluşumda pasifliğe yer olamayacağı anlamını çıkaran yazar, Özdenören özelinde toplumdaki belirli bir algının bu tutumu sergilediğini belirtiyor. Özdenören’in tutumumun İslamcılık olarak değerlendirilmesi halinde İslamcılığın kolaylıkla sağcılık ya da muhafazakârlığa indirgenebileceğini söyleyen müellif, zaten mevcutta böyle yapıldığı için İslam adına İslam dışı bir anlayış ortaya çıkmıştır diyor. İslamcılık ile tam olarak örtüşmeyen bu algı/anlayış üzerinden hareketle ortaya konulan tutumun “takiyye” ile irtibatlandırılabileceğini belirten Demirhan, bu tutumu daha çok mistik/metafizik bir alanla ilgili görüyor. Burada belirtmekte faydalı olacaktır. Sunuş kısmında konuyla ilgili olarak Rasim Özdenören’le olan diyaloğuna değinen Demirhan, Özdenören’in “kendisini anlamadığını” söylediğine yer veriyor. Bu bağlamda Demirhan’ın kendi İslami algısını Rasim Özdenören (özelinde benzeri tutum sergileyenlerin) üzerine giydirme gayretinin olumsuz bir yansıması olarak okumak da mümkün.
Kitabın ikinci bölümünde püriten kavramı ekseninde iktisat profesörü Sabri Ülgener değerlendiriliyor. Hatlar, Portreler, Çehreler ve Renkler Ortasında 'Püriten' ve Ülgener başlığını taşıyan bu bölümde öncelikle püriten/püritenlik kavramının ‘ne’liği üzerinde duruyor Demirhan. Oldukça geniş bir değerlendirme çizerek evvela bir metnin (dilden dile) çevirisinin mantığını çözümlemeye çalışan Demirhan, Jacques Derrida’dan (1930-2004) aldığı ‘ek’ ve ‘erteleme’ kavramları üzerinden Şerif Mardin’in (1927-2017) çeviri üzerine sosyolojik çıkarımlarını irdeliyor. Mardin’in yer yer çeliştiğini ortaya koymaya çalışan yazar aslında çevirinin tam anlamıyla ortaya konulamayacağını da göstermeyi amaçlıyor. Makalenin ilerleyen bölümlerinde, püritenliğin tarihsel açıdan ele alındığından (salt dinsel olmanın ötesinde) farklı anlamlandırılabileceğini belirtiliyor. Bu bağlamda Max Weber’e (1864-1920) göre “ideal tip” olan püriten/lik kavramı Batı’da kapitalizmin ortaya çıkmasında etkin olmuştur. “Püriten/lik kapitalizme sadece başlangıcında katkı sağlamıştır, sonrasında aralarındaki bağ kopmuştur” diyen Weber, ‘püriten ahlak’ görüşlerini realist bir düşünür olan Richard Baxter’in (1615-1691) çalışkanlığı teşvik eden ‘dindar’ yazılarına dayandırmaktadır. Söz konusu çalışmaya teşvik ‘vaazlar’ kapitalizmin başlangıç dönemine denk gelmektedir ve buradaki anlatım kapitalizm ruhundan ziyade püritenliğin mantıksal örüntüsüdür. Kapitalizm ve püritenlik arasındaki bağ çalışma kavramının tümüyle sekülerleşmesi sonucu kopmuştur. Diğer yandan Weber’e göre kanlı-canlı bir insan olmaktan çok muhayyel (ideal) bir tip olan püriten Zygmunt Bauman’a (1925-2017) göre hiç var olmamış hatta entelektüeller tarafından idealize edilmiş olan bu temsil yerini farklı bir karaktere bırakarak ölmüştür. Kolonyal dönemin mantıksal yaklaşımını ideal tip olarak sunmanın tutarlılığı üzerinde duran Demirhan, hiç var olmayan bir şey nasıl ölebilir diyerek hem Weber’in hem de Bauman’ın konu hakkındaki görüşlerini irdeliyor.
Makalenin başında püritenlik kavramına tarihsel ve sosyolojik açıdan değinen Demirhan’ın asıl amacı Ülgener’in Weber’den ne ölçüde etkilendiğini sorgulamak. Bu sorgulamanın sebebi, Ülgener’in, Weber’in buradaki görüşünü her ne kadar eleştirerek de olsa Osmanlı (Türk) toplumuna uyarlamasıdır. Osmanlı ve/veya Cumhuriyet toplumunun dinamikleri, farklı portreleri, sınıfsal tabakaları üzerinde duran Ülgener’in, tasavvufun etkilerini, dinin önemini ve ahlakın oluşumu ile toplumsal yansımalarını Batı toplumlarıyla karşılaştırmalı olarak açıklamaya çalıştığını belirtiyor. Sonuç olarak Ülgener’in Weber’den gerekenden ya da bilinenden fazla etkilendiğini söyleyen eden müellif, makalenin başına atıf yaparak kavramların net olarak çevrilemeyeceğinden hareketle her şeyi yeniden sorgulamanın gerekli olduğunu belirtiyor.
Açıkçası kitabı elime ilk aldığımda zihni bu kadar tahrik edici bir çalışma beklemiyordum. Bu bakımdan beklentilerimin üzerinde bir etkiye sahip diyebilirim. Rasim Özdenören’in İslamcı/lık ekseninde konu edildiği ilk bölüm biraz abartılı. Özellikle tespit anlamında varılan sonuç epey acımasızca geldi. Bir yazarın şahsını ‘kurgusal’ metinleriyle aynı gerçeklik düzleminde ele alarak hüküm çıkarmak ne kadar doğrudur diye sormadan edemedim. Elbette yazar yazdıklarından tamamen soyutlanamaz lakin kurgusal metinle de yüzde yüz örtüştürülemez. Bununla birlikte Demirhan’ın bu çalışması ve ‘tespiti’ kültürel kodlarımıza dair etraflıca düşünmenin bir gereklilik olduğunu da gösteriyor diyebilirim. Diğer taraftan vaat edilmişlik üzerinden yapılan değerlendirmede, Özdenören’in veya metninin (ya da benzer kişi ve/veya metinlerin) sanki bir şeyleri vaat etmiş de yerine getirmekten imtina ediyormuş gibi lanse edilmesinin doğru bir yaklaşım olmadığını düşünüyorum. Demirhan’a göre Özdenören’in bekleyen ve erteleyen pasif görüntüsü bir başkası tarafından rahatlıkla aktif bir tevekküle yorulabilir. Geniş resimde bizim gördüğümüzden çok daha farklı bir sonuçla karşılaşacağımıza olan kanaat ve inanç bunu yaptırıyor olabilir. Aynı zamanda Rasim Özdenören daha çok edebiyatçı kimliğiyle ortaya çıkmış bir yazar/entelektüel. Özdenören konumunda olanların dini bir lider (imam) gibi algılama ya da yerine koyma sorunumuz ne yazık ki yeni değil. Üstelik bir türlü çaresini bulamadığımız bu hatalı algı dini anlayışımızdaki sorununu büyüttükçe büyütüyor. Necip Fazıl Kısakürek’te (1904-1983) en bariz örneğini gördüğümüz bu mesele ‘rahle-i tedrisattan geçmeden imamet makamına geçmek’ denilen durumun ayyuka çıkmış hali. En nihayetinde Rasim Özdenören Müslüman bir yazar ve bildiğimiz kadarıyla başka bir iddiası da yok.
İktisat profesörü Sabri Ülgener’in püritenlik ekseninde değerlendirildiği ikinci bölüm çok saçaklı ve haliyle oldukça kapsamlı. Birinci bölüme oranla daha başarılı bulduğum bu bölümde de ilk bölümdeki yöntem uygulanıyor. Daha açık söylemek gerekirse, Ülgener ortaya koyduğu metinler üzerinden değerlendiriliyor. İktisadi bir mevzunun sosyoloji, tarih ve dilbilimiyle harmanlandığı bir çalışma olarak oldukça ufuk açıcı bulduğumu söyleyebilirim. Eleştirinin temelini çevirinin yetersizliği ve anlam konusundaki duyarlılık olarak ele almak mümkün. Ülgener’in bazı kavramları Batı literatüründeki haliyle kullanması hem kendisinin hem de çalıştığı konunun farklı anlaşılmasına neden olmuş gibi gözüküyor. Püriten/lik kavramının yersiz ya da yetersiz kalması bir yana net bir anlamsal karşılığı bulunamayan alanın püritenlik kadar yetersiz gelen muhafazakârlık kavramıyla örtülmeye çalışılması başka sorunlara neden oluyor. Üstelik bu kavramsal sorun sadece püritenlik ile sınırlı değil. Batı’nın tarihsel sürecini tanımlayan ve açıklayan kavramların farklı dinamiklere sahip toplumlar için aynı anlamsal karşılığa sahip olmadığını görmek gerekiyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp