“Yeniden giriyorum yazıya. Ülkeme, çocukluğumun kentine döner gibiyim. Kâğıtların ak denizine, esinlerle ürperen çayırına harflerin, anlamın derin vadilerine, kitapların kalabalık sokaklarına… Doyulmaz bir rahatlık, güven. Kendi dilimi konuşuyorum çünkü. Küçük bir kaygı yok değil. Müsrif oğlunu nasıl karşılayacak yazının pîri?”
Tam on yedi yıl sonra, İshak’ın ikinci basımının ön sözüne böyle yazmış Onat Kutlar. One For The Road şiirinin son mısralarında ise “Hiçbir şey yazmaksızın, nicedir / geliştirilemeyen bir şiir / yaşam tutkusu” diye dillendirmiş yazıya verdiği uzun soluklu molaları. Zaman zaman yazıya küsse de dostlarının teşvik edici tutumu, aradan geçen onca yıla rağmen, kaleme kâğıda aynı hevesle sarılmasına vesile olmuş. Yazıdan uzak kaldığı dönemlerde ise yazdıklarını yayımlatma düşüncesinde olmadığını yine kendi ifadelerinden öğrenmekteyiz. İshak’ın Ülkü Tamer’in ısrarlı teşvik ve gayretleri neticesinde tekrar okurla buluştuğunu bilmek, yayımlatma konusundaki isteksizliği bir kez daha göstermesi açısından önemlidir.
Çocukluğunu Gaziantep’te geçiren Kutlar için bu şehir önemlidir. Şehri tanıma ve şehrin insanını anlamaya uğraşı, öykülerine hem tema hem de dil yönüyle yansır. Bilhassa İshak’taki öykülere bu minvalde bakılması, Antep’in, dahası Anadolu’nun bir fotoğrafı olması yönüyle önemlidir. Sofrada ezanı bekleyen oruçlular, akan bir çatı ve kiremitli suyun doldurduğu çanak çömlekler, sedirler, duvarlara gerilen küçük halılar, kahveler, at cambazları, sele karışan buğdaylar, ölümler, ölümün düştüğü evler… Hep bir Anadolu fotoğrafı sunar okuyucusuna. Bu yönüyle Kutlar’ın burnunun ucundaki gerçekliği anlatan bir yazar olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu, tıpkı büyülü gerçekçilikte olduğu gibi, değiştirilmiş bir gerçekliktir. Günlük hayatın realitesine ait bir anlatı okurken birdenbire gerçekliği yansıtmayan, hayal gücü ve imgeyle sıradan gerçekliğe farklı bir boyut getirerek okuyucuyu reelin içinde düşle bırakan bir anlatı evrenine gireriz. İshak’taki bazı öyküler işte bu havayı içinde barındıran metinlerdir.
Türk edebiyatının önemli eleştirmenlerinden Fethi Naci'ye göre de İshak, dünya edebiyatında büyülü gerçekçilik akımının ilk örneklerinden biri olarak değerlendirilmelidir. Gerçekten de öykülerdeki realite, nesnelliğin değiştirilmesiyle büyülü gerçekçiliğe yaklaşan bir havaya bürünmüştür. Kediler isimli öyküsü bu akımın izlerinin en net hissedildiği öykülerden biridir.
Karakter ve yer isimlendirmelerinin yapılmadığı Kediler öyküsü, İshak’ın en muğlak ve en rahatsız edici öykülerden biri. Üstelik biçim ve zamanın işlenişi yönüyle okura kusursuz bir iskelet sunuyor, desek abartmış sayılmayız. Zamanlar arasındaki geliş gidişler öyle hissettirilmeden ve öyle yumuşak bir şekilde yapılmış ki öykü, tek bir anın içindeymiş hissi uyandırıyor.
“Bir sürü ölmüş kedi ile bir arada yaşamayı seven o eski dostumuzu uzun uzun hatırlatmakta ne yarar var,” cümlesiyle birlikte büyülü gerçekçiliğin ayak seslerini ilk andan itibaren hissedebiliyoruz. Okuma sürdürüldüğüneyse, gerçeğin değiştirilmiş hali büsbütün açığa çıkıyor. Uda gömülen ölü kediler, bakınca dağılan, tavanda garip şekiller çizerek uçan kediler, yıllardır güneş yüzü görmeden yaşamış ve hınçla bilenmiş kediler… Esasında bu tuhaflıklar, dokuz yıldır uysallıkla gittiği memuriyetine o sabah gitmek istemeyen birini ve onun ölmüş kedilerle birlikte yaşayan dostunu anlatmak için kurgulanmış detaylar olarak görülmelidir. Hemen soralım: Gerçekten böyle mi görülmelidir? Öykülerde özellikle işaret edilen belli bir nokta var mıdır?
Onat Kutlar’ın öykülerini izah etmeye çalışmak ve görünenin altında farklı bir gerçeklik aramak, yalnızca okuru yanıltmış olmakla kalmaz; öykülerindeki imgesel dilden ve var olan gerçeklikten de okurunu uzaklaştırır. Kutlar’ın öyküleri imgenin, dilin, metaforun öyküleridir ve bunlar, öykülerde tek gerçekliğe dönüşmüştür. Okunan üst metinler, aslında onun öykülerinde var olandır. Bunun altında farklı alt akışlar arama uğraşı, Onat Kutlar öykülerinden uzaklaşmak anlamına geleceği için beyhude bir çabadan ibarettir.
Kediler öyküsündeki isimsiz karakter, her gün alışılmış düzen içinde işine gidip gelirken bir gün bir şey olur ve dostunun evinde yaşamaya başlar. Bu yeni hayata çok çabuk adapte olur ve bu kez de oradan ayrılmak istemez, başka bir düzene uyum sağlar. Kahraman artık farklı bir mekân ve başka başka alışkanlıklar içindedir. Öykünün finalinde ise kahramanı yine farklı bir mekânda görürüz, bir kır kahvesinde. Onu peyderpey bitirecek bir bekleyişin ve alışkanlıkların ağındadır. Kaçıp kurtulmayacak hatta denemeyecektir bile. Böylece kurmaca, farklı mekânlarda farklı gerçeklik boyutları yaratan bir sanata dönüştürülür. Öyküdeki udcunun tutkuyla bağlandığı kedilerinin ölmesiyle birlikte kendisinin de ölüşü, Gogol’ün meşhur kahramanı Akaki Akakiyeviç’i ve onun tutkuyla bağlandığı paltosunu anımsattığı; yer yer Kafka’nın Gregor Samsa’sına göz kırptığı düşünülse de Kutlar’ın buna cevabı net, “Alabeyi’nin udcusunu Kafka’nın Prag’ından, Horozlar’ın büyükannesini Mansfield’nin Yeni Zelanda’sından, Hacıköprü’nün çiftçisini Camus’nün Oran’ından getirilmiş sandılar. Ne kadar kötü okuyorlar Yunus’u; Orhan Kemal’i Yaşar’ı…”
ABD’deki Grand Street dergisinde de yayımlanan Yunus’ta ise karanlık ve uyku imgelerinin içine yerleştirilmiş ölüm, daha ilk satırlardan itibaren kendini hissettirir. Ay ışığı, uykulu iki kürek, uyku cinlerinin uçuştuğu mermer denizlik ve ölüm kuşları… Hepsi ölümün ayak seslerinin doldurduğu bir evi ve dört insanı anlatmak için yan yana getirilmiş imgelerdir. Bunu, “Yunus amcam hâlâ öksürüyordu. Uzun donunu çekerek kalktı. Tam lamba düğmesine uzanırken gözümü kapadım. Açtığımda o tuhaf sınır geçilmiş, sabah başlamıştı. İşte ölümü gömdük,” sözlerinden anlayabilmekteyiz. Öykünün sonuna doğru ölen amca, sabahın ölümü gizleyen ışıklarından hemen önce, karanlıkta ölür. “Mum eriyip sonuna kadar yandı,” diye ifade eder Kutlar ışığın uzağındaki ölümü. Okur, kısacık anlarına şahit olduğu kahramanlara ve onların hikâyelerine dair sorularla başbaşa kalır. Belirsizlikler, sorular, imgeler, yanılsamalar, kırılmış gerçeklikler Onat Kutlar öykülerinin kimliğidir bir bakıma.
Öykülerinin yanında yazdığı denemeler ve mektuplarla da anmak gerek Onat Kutlar’ı. 1982’den itibaren yazdığı mektup ve denemeler, bir ozanın gözünden doğuya, içinde bulunduğu çağın gerçeklerine bakışı yansıtan metinlerdir. Ancak okur; umudu, mücadeleyi, sinemayı, yoksulluğu, hayatı ve edebiyatı ihtiva eden bu yazıları özümseyebilmek için yoğun ve katmanlı bir dilin kapılarını aralamalıdır ilkin. Kısa cümleler, nesrin içindeki şiir, sözcüklerle çizilen resim hep bu kapının ardındadır. Kutlar, dilin merdivenlerine tırmanabildiği kadar tırmanmış ve ne yazdıysa şair kimliğinin içinde, şiire yaslanarak yazmıştır. Hadiselere bir ozan gözüyle bakış onun metinlerinin birincil özelliğidir. Yusuf ile Kenan, Hakkâri'de Bir Mevsim, Deli Kan ve Hazal isimli filmlerin senaryolarını yazan ve pek çok ödüle layık görülen Kutlar’ın sinemaya dair yazıları Sinema Bir Şenliktir’de toplanmıştır. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi sinemaya bakışı da yazdığı senaryolar da şiirinden ve şair kimliğinden parçalar taşır. Kutlar’a göre yaşamın gizlerine bile şiirle ulaşılır, “Unutulmuş ozanlara ulaşmanın şiirden başka yolu yoktur. Herhangi bir şiirden. Çünkü her şiirde biraz aşk vardır ve biraz isyan. Kim bilir, belki bir gün biri, şiirler okuya okuya, unutulmuş on iki ozana ulaşır. Hatta yaşamın gizlerine bile.”
Feyza Kartopu
twitter.com/feyzakartopu
twitter.com/feyzakartopu