Kısa süre önce ebediyete uğurladığımız Fuad Sezgin (1924-2018), Buhari’nin Kaynakları adlı eserinde, "sanıldığı gibi İslami literatürün az olmadığını ve fakat araştırılarak istifadeye sunulmadığını" söylüyor. Müslümanların bu konuda yetersiz kaldığını belirtiyor. Konuya her ne kadar Hadis külliyatı özelinde yaklaşmış olsa da genel eğilimimizi gösteriyor Fuad Sezgin.
İhsan Fazlıoğlu bir konuşmasında, "konuşmaktan başka bir şey yapmadığımızı, okuyup araştırmadığımızı" yaşadığı bir örnekle şöyle somutlaştırıyor: “İbn-i Sina (980-1036) ile ilgili bir panel yaptık. İbn-i Sina’nın felsefi tarafını konuşacak adam var. Batı’ya etkisini konuşacak adam da bulduk. Tıbbını konuşacak bir tane uzman aradık Türkiye’de... Tıp tarihçimiz var ama tıp bilmiyoruz. Bir tane bulamadık. Dedim ki, yurt dışından getirtelim. Sadece Tel Aviv Üniversitesi’nde dört tane İbn-i Sina tıp uzmanı var. Dünyadaki İbn-i Sina tıbbı çalışanların yüzde doksan beşi Yahudi. Çünkü İbranice’ye yüz on kez tercüme edilmiş ‘el-Kanun Fi’t Tıbb’. Türkçe’de var mı? Hayır!”. İhsan Fazlıoğlu konuşmasına “e ne konuşuyorsun” diye sorarak ahvalimizin cevabını veriyor. Bin yılda yüz on kere tercüme demek her asırda on bir yeni çalışma anlamına gelir. Yani kabaca her on yıla yeni bir çalışma düşüyor. Entelektüelite ve bilimsellik açısından korkunç bir rakam.
Mehmed Said Hatiboğlu yeniden basılan eserlerinin ‘Önsöz’ yazılarında yazmak yerine okumayı tercih edişini, “Okumayı yayın hayatına tercih ediyor oluşumu lütfen fazla görmeyiniz. Benim inancım, devrimiz müslümanlarındaki kültürün İslam’la ne kadar kabîl-i telif olduğunu tesbit edebilmek için, on küsur asırdır kitabla haşir neşir olmuş bir İslam dünyasını bütün mezheb ve fırkalarıyla tanıma zaruretinin bulunduğudur. Devirler boyu müslüman âlimlerin yazıp bizlere bıraktıkları eserler, yok edilmişleri dışında, maalesef aydınlarımızı aydınlatmaktan uzak kalmış, bunlardan bazıları daha yenilerde istifadeye sunulabilmiş hâldedir. Müslüman kültürü ile meşgul olanların bunları okuma vazifeleri vardır. Abd-i âcizleri de bu zaruretin şuurunda olarak, yazmaktan ziyade okumayı tercih etmişimdir” diyerek açıklıyor. Mehmed Said Hatiboğlu’nun ilmi vukufiyetini bilenler keşke daha fazla yazsa de istifade etsek der. Yalnız burada daha dikkat kesilmemiz gereken şey, eserlerinin yetkinliğinin yanında hocanın verdiği ilkesel ders olsa gerek.
Alanlarında uzmanlıkları tartışılmaz bu üç hocanın söyledikleri hâl-i pürmelalimizi açıkça gösteriyor. Çalışmıyor, okumuyor, düşünmüyor, üretmiyoruz ama konuşmaktan da geri durmuyoruz. Diğer yandan yukarıdaki örnekler hatırı sayılır bir İslami literatür olduğu noktasında kesişiyor. Şahsen meselenin buradan başladığını düşünüyorum. Evet, belirli bir literatür bulunuyordur muhakkak ve evet ne yazık ki tembelliğimizden dolayı bu birikimi kullanamıyoruz. Fakat İslami ya da Müslüman kültürüne ait literatürün çokluğundan (-ki tartışılabilir) ziyade ortaya konulan çalışmaların nitelik ve süreklik meselesini nasıl hâlledeceğiz? Bu eserlerin bir kısmı yazıldıkları günün şartlarında evrensel ölçülerde olsa ve/veya o günün toplumuna yarar sağlasa bile devamlılık sağlanamadığından kadük (hatta absürt) kaldığı görülüyor. Asıl mesele söz konusu literatürün güncellenerek bugünün dünyasında bir karşılığı bulunup bulunmadığı ve kullanılabilirliği olan bir bilgiye dönüştürülüp dönüştürülemediğidir diye düşünüyorum. Yoksa mevzu "benim oğlum bina okur, döner döner yine okur"dan öteye gidemeyecektir. Gidemiyor da. Daha acısı, çoğunluğumuzun o kerteye bile gelemediği başka bir gerçek olarak karşımızda duruyor.
Benzer konularda yukarıda adı geçen hocalar kadar iyimser olamasam da akıntıya karşı kürek çeken kişi ve kurumları takdir ediyorum. Kronik Kitap küçük de olsa bu çabanın ucundan tutanlardan. Kültür dünyamıza kazandırdığı seyahat üçlemesinden biri olan İran Seyahatnamesi söz konusu çabanın ürünlerinden. Şimdilik üçleme olan bu serinin diğerleri Doğu Seyahatnamesi ve Moğolistan Seyahatnamesi. Benzer çalışmaların üslubu bugünün dili yanında sığ kalsa da tarihsel perspektif açısından bir gediği kapattığını söylemek gerekiyor. O yüzden dikkate almakta fayda olduğunu düşünüyorum.
“10. Yüzyılda Kafkasya’dan Fars Körfezi’ne Yolculuk” alt başlığıyla sunulan İran Seyahatnamesi Arap şair ve yazar Ebu Dülef’e (X. yüzyıl) ait. Yüz kırk dört sayfalık çalışmanın tercümesi Serdar Gündoğdu tarafından yapılmış. Dönemin İran coğrafyasını konu alan çalışma akademik yöntemle ele alınmış. Eserin hikâyesi biraz tuhaf biraz da karışık diyebiliriz. Zaman içinde Ebu Dülef’in seyahatnamesine refere edilerek yapılan çalışmalardaki farklılıklar, çelişkiler ve tahmin edilen eklemeler sorunlu bir durum oluşturmuş. Zeki Velidi Togan’ın (1890-1970) 1922 yılında Horasan’a yaptığı bir seyahat sırasında Meşhed’de bulduğu nüsha bu konuda belirleyici olmuş. Serdar Gündoğdu bu nüshayı baz alarak yaptığı çalışmada Ebu Dülef’in seyahatnamesine atıfta bulunan farklı eserleri, farklı dillere yapılan çevirileri ve aynı güzergahla ligili başka seyyah/yazarların eserlerini karşılaştırarak daha net bir görüntü ortaya çıkarmaya çalışıyor. Bu yönüyle dipnot açısından oldukça zengin bir metin kotarıldığı görülüyor. Ayrıca bu yöntem Ebu Dülef’in eserindeki tutarsızlıklara dikkat çekerek daha gerçekçi sonuçlar elde etmeye de yardımcı oluyor.
Onuncu yüzyılda oldukça önemli olan ve devlet büyüklerine ithaf edilen ‘seyahatname’ veya ‘sefername’ olarak adlandırılan bu eserler konu ettikleri bölgelere dair ekonomik, siyasi, toplumsal, tarihi, coğrafi ve kültürel bilgilere yer vermektedir. Bu bağlamda İran Seyahatnamesi de o bölgedeki toplulukların durumuna dair bir kesit sunuyor. Bu bölgeler, demografik yapı, madenler, ormanlar, su kaynakları, iklim, yeryüzü şekilleri, üretilen ürünler, mimari durum gibi konular üzerinden değerlendirilmiş. Ebu Dülef’in seyahati Gürcistan’dan başlayarak başlayarak Basra Körfezi’ne doğru bir çizgide gerçekleşiyor. Metin dikkatli okunduğunda bölge halklarının yaşam biçimi ve dünyaya bakış açısının Pers kültüründen, Hint felsefesine, Zerdüştlük’ten İsrailiyyat’a kadar bir çok faktörden etkilendiği görülüyor. Yalnız yazar seyahat güzergahında yaşayanların karakteristik özellikleri anlatırken ya da o bölgenin tarihinden bahsederken abartılı söylemlerde bulunuyor. Yer yer gerçeklikten kopan masalsı/fantastik bir anlatım göze çarpıyor. Bu gerçeküstü üslup mitoloji-inanç arasında gidip geliyor. Serdar Gündoğdu farklı seyyahların notlarından faydalanarak Ebu Dülef’in çelişkili ve abartılı gözlem ve yorumlarını dengelemeye çalışmış diyebiliriz.
Eserde çok çarpıcı bilgiler yok lakin önemini bin yıl önceki bir dönemle bugünü birbirine bağlayan bir metin olmasından alıyor. İran Seyahatnamesi tarihi su katılmamış kahramanlık ve öz eleştirisiz hamaset üzerinden okumayı yeğleyenler için pek bir şey vaat etmiyor. Asırlardır etkileşim içinde olduğumuz ama bir türlü iletişime geçemediğimiz İran’a dair bilgiler içeren eser, akademik tarih okuyucularının ve kültür tarihi sevenlerin ilgisini çekecektir.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp