Modernleşme sorunu yaşayan toplumların gündelik hayatı absürtlüklerle doludur. İçinde yaşadığımız toplum geçmişte tüm katmanlarıyla bu sorunu dibine kadar yaşamıştır ve bugün de yaşamaya devam ediyor. Öncelikle söylemek gerekir ki, modernleşme evvela modernleşememe sorunudur. Toplumun değişime zihnen hazırlanması ve tasarlanan şeyleri pratize ederek yeniliklere alışması gerekir. Değişim ve dönüşümler teknik farklılıkların ötesinde politika, din, kültür gibi toplumsal dinamiklerle etkileşim hâlinde ilerleyen geçişken bir sürece yayılmalıdır. Süreç ancak bu şekilde gelişirse doğallaşarak aşırılıkları engellenebilir ve uygunsuzlukları törpülenebilir.
Batı toplumları modernleşme sürecini asırlar süren zaman dilimi içinde yaşayarak geçirmiştir. Dahası, sürecin belirleyicisi kendi değerleri olduğu için normallik eşiği tolere edilebilir boyutta yaşanmıştır. Yaşananlar belki bilinçli bir seçim değildi lakin söz konusu ayrıcalıklar süreci olağanlaştırmıştır. Bizim gibi modernizmle geç tanışan ve hemen dâhil olmak isteyen ‘acilci’ toplumlar içinse durum ironik bir hâl almıştır. Hayatı kolaylaştırmayı ve ilerlemeyi vaadeden modernizm, kısmen Batı toplumları da dâhil olmak üzere insanlığı bunalıma ve açmaza sevk etmiştir.
Gelinen aşama tam anlamıyla bir dramdır. Modernizm doğal seyrinde oluşmadığı için dram yer yer trajediye, zaman zaman ise komediye dönüşmüş, gelenek ve modernite arasında sıkışan toplumda biçimsiz savrulmalar başlamıştır. Sonraki aşamada ne olacağı ya da ortaya çıkan problemlerin nasıl çözüleceği kestirilememektedir. Bu durumu özetlemek istesem aklıma ilk gelen, birçok eserinde söz konusu absürtlüğü işleyen Aziz Nesin’in (1915-1995) Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz’ı oluyor. Aziz Nesin’in edebiyatta yaptığını Kemal Sunal (1944-2000) sinemada yapmış, oynadığı hemen hemen bütün filmlerde benzer anomali durumlara değinmiştir. Davacı filmi bu konuda muhteşem bir örnektir. Gündelik hayatta karşılaşılabilecek basit bir mevzuyu büyüten iki komşu aile sorunu devlet kanalıyla çözmek isteyerek yargıya taşımış fakat bürokrasi ve resmi prosedürlerin işin içine girmesiyle mesele içinden çıkılmaz hâle gelmiştir.
İlk baskısı 1992 yılında yapılar Örgütlü Ölüler benzer durumu konu ediniyor. Beyan Yayınları etiketini taşıyan yüz dört sayfalık eser Mustafa Everdi tarafından kaleme alınmış. Teknik açıdan zayıflıkları olsa da konu seçimi ve anlatım oldukça başarılı. Konuya aşinalık okuyucuyu içine çekiyor. Yazıldığı dönem itibariyle o günün siyasi, sosyal ve dini sorunlarına değiniyor fakat ortaya çıkardığı zihinsel harita geçmişin ve bugünün izlerini taşıyor. Herhangi bir meseleyi nasıl sorunlu hâle getirdiğimiz satır aralarında görülebiliyor.
Şehir merkezinde yaşayan Enver’i ziyarete gelen babanın ölümüyle başlıyor roman. Enver evde ölen babasına ölüm kağıdı çıkarmak için hasteneye götürür. Ölüm kağıdı alması için Enver’in sorguya çekilmesi, babasına da otopsi yapılması gerektiği söylenir. Evrakları tamamlaması istenen Enver hem kendinin hem de babasının cesedinin maruz kalacağı durumu kabullenemez. İşlemler maddi olarak da külfetlidir zaten. Bunalmış hâlde dolaşırken hastane hademesinin verdiği akılla cesedi kaçırır ve evine getirir. Şaşırmış vaziyettedir ve defin işlemleri için ne yapacağını bilmemektedir. Karısının ikazıyla cami imamlarına gider fakat yardımcı olmazlar. İmamların şahsi işleri vardır. Çaresiz eve dönen Enver’e komşuları yardım etmek ister. Yarım yamalak dini bilgisiyle biri yardıma koşarken bir başkası dine uygunluk açısından yapılması gerekenleri anlatır. Gömmeden önce cenazenin yıkanması gerekmektedir. Enver ve komşuları önce küvette yıkamaya çalışır. Komşulardan birinin durağan suda ölünün yıkanmayacağına yönelik ikazı üzerine apartmanın bahçesine örtü ve kilimlerle bir yıkama yeri kurulur. Ama ne var ki sular akmamaktadır. Belediye, müftülük, diyanet işleri başkanlığı aranır. Her kurum asıl görevini bırakmış ‘sudan’ meselelerle ilgilenmektedir. Sonuç olarak ne sular akmıştır ne de sorunu çözecek bir fetva alabilmişlerdir. Mahalleli elbirliğiyle cenazeyi yıkamak ister fakat evlerde de yeterli su bulunmaz. Aksilikler bitmez. Zabıta gelir ve uygunsuz durumdan dolayı ceza keser. Toplananlardan biri göle götürüp yıkamalarını önerir. Hem dinen de uygundur. İyiden iyiye sersemlemiş olan Enver bu öneriyi mantıklı bulur ve bir taksi tutarak cenazeyi göle götürürler. Tam yıkamak üzereyken polis tarafından fark edilirler ve yakalanarak terör örgütü olmakla suçlanırlar.
Harika bir hiciv örneği olarak göze çarpan roman, devlet ve vatandaş arasındaki ‘soğuk’ ilişki, resmi kurumların gerçeklikten kopukluğu, toplumun başta din olmak üzere öz değerlerine uzaklaşması ve bireyleşememe gibi temel sorunlar etrafında şekilleniyor. Yazar, kültürel, sosyal ve siyasal eleştirilerini romana aktarmış. Üstelik bu aktarımı gündelik hayatın akışı içinde var olan durumları örneklendirerek yapmış. Toplumsal gerçekliğin hicvedilerek anlatılması doğallığı bozmadığı gibi benzer durumlarla karşılaşmış olmamız inanılırlığı arttırmış.
Örgütlü Ölüler, gelenek ve modernite arasında sıkışan toplumun gerçekçi bir fotoğrafını çekiyor. Bürokrasinin toplumu görmezden gelerek işleyişini ve toplumun maneviyatla kestiği bağı gözler önüne seriyor. Ölüyle, ölümle olan ilişkimizi sorgulatarak kaybettiğimiz şeyleri hatırlatıyor. Modernizm ve medeniyet eleştirisini okurken beliren hüzünlü tebessüme engel olamıyorsunuz.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp