Ölüm Terbiyesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ölüm Terbiyesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Ocak 2021 Pazartesi

Yerinden edilmiş gölge oyununun terbiyesi:
ölüm ve kirli eller

"Hüve'l-bâkī" 

Muadillerinden farklı olarak ölüm, mevcudunu yaşamakla tasdik eden bir oyundur. Oyunlar arasındaki bir oyun, bir gölge, kendisini aştıktan sonra da varlığını sürdüren, kabına sığan, endişeyi makul gösteren bir gölge. Öyle bir gölge-oyun ki, ona varanların, kaybettikleri anda kazanmaya da başladıkları, imgeler üzerinden devam eden, hepimizi yerin altında aynı hizaya getiren bir imge. Ne var ki ölümün endişesi ayak tabanlarımızda atarken bir de ölümün kamusallaştırılması, hem de birçok kurum eliyle, soylulaşmaya gidilirken bir terbiye yoksunluğuna da ulaşmış durumda. Bu da ölümü, gıyabında yaşamayı, devleti, kural ve başsızlığı, rutini, hafıza ve ifadeleri, siyasallaşmasını, iknayı ve lütfu ele almayı gerektiriyor. Dahası, ölüm kendi hâlinde zaten cereyan edecek bir olgu olduğu için, herhangi dışsal bir müdahalenin de aynı terbiyeden yoksun olduğunu ilan ve itiraf etmeye varıyor. Yani ölüm tek başına bilge bir ihtiyar iken kıyısından köşesinden törpülenmesini, bir kahır ve lütuf düzleminde başkalarınca verilen bir imtiyaz haline getirilmesini redde soyunuyor.

İsterdim ki yaşamın olmasa bile ölümün kendisi üzerinden bir zımparayla geçeyim, fazlalığından, ağırlığından, teni pütür pütür eden tanımsızlığından kurtulayım. Ama olmadı. Tereyağından kıl çeker gibi yaşayıp ölseydim, alan aldığıyla ben de sattığımla kalırdım. Bu da olmadı. Dünyada kalan, dünyaya kalırdı. Kural buydu. Kural buyken ölümün de tıpkı yaşamak gibi zaruri bir meslek haline gelmesi kirli eller problemini de yeniden gündeme getirdi. Ölümü terbiye etmek, ölümden ziyade, bu terbiyeyi ölümü hizaya getirmek için kullananlara da uygulamayı makul kıldı. Çünkü makul olan ölüm, tarihin seyri içerisinde makul-ölüme evirildi, bir kuruma, aksi düşünülemez bir nesnenin kendisi haline geldi. Üstelik edinilen değil, verilen, lütfedilen, öyle olması murat edildiği için ulaşılan bir nesne olup çıktı. Nasıl yaşanacağına olan müdahale yerini bir de nasıl ölüneceği, ölündüyse nasıl gömüleceği, gömülmek hakkı verildiyse cesedin hangi rutinlere göre hazırlanacağı gibi artçılar da artık birer hak oldu. Verilecek, makbul olması karara bağlanacak kamusal-ideolojik bir hak. Zeynep Sayın, Ölüm Terbiyesi kitabında bu minvaldeki çıkmazları ele alarak ölüme, ölenlere, geriye kalanlara ve bunların kendilerini imgeler üzerinden var etmesine çok katmanlı, ifadenin gramatik ayrımını da es geçmeden değiniyor. Mülk edinmenin fenalık olması kadar, bu fenalığın en büyüğünün de insanın kendi bedenini temellük etmesi olduğunu söylerken bunu, ölümün dinamik bir var oluştan mutlak bir yok oluşa, o yok oluşun özündeki aslî var oluşa dayandırıyor. Yani geç kalınmış bir randevuya yetişmeyi, hiç olmazsa gölge oyunun kurallarını yeniden hatırlatarak rövanşı kazanmayı deniyor.

Ölüm Terbiyesi, temelde ölenin kimliğini öncelemeden, onun öldükten sonra da anılması şartının makul birey olması tezatından yola çıkıyor. Yani ölümü kurtarmak, en nihayetinde ölenin de paçayı kurtarmış olması anlamına geliyor. Toplumsal kaidelere -ki her devrin kendi ahlâki yansımalarından oluşan kaidelere uymayan, öteki, lanetli veya dünyanın fazlalıkları olarak mimlenenleri tekmelemenin ya da aziz kılmanın nerelerden geçtiğine ışık tutuyor. Kendi başına oldukça disiplinli bir kazı sürecini gerektiren bu çaba kitabın nezdinde ölüme yeni libaslar giydirmenin de mücadelesi. Belki de bir süredir çıplaklığa mahkûm edilen ölüme kendi libasını yeniden giydirmek, hakiki manada üstsüz olan ölümün şanını teslim etme mücadelesi. Bilinmez. Ancak ölüme ve imgelere karşı bu denli kuvvetli tasavvurlar başıboş değil. Bilindiği gibi, yakın zamanda Atina’da kurulan temsili bir mahkeme, Tanrılara saygısızlık ettiği ve gençleri baştan çıkardığı gerekçesiyle ölüme yollanan Sokrates’in masum olduğuna hükmetmişti. Bundan yirmi beş asır önce cereyan eden olay, yirmi beş asır sonra Sokrates’in beraat niyazına dönüştü. Şaşılacak bir şey olması gereken bu durum hem Ölüm Terbiyesi’nin hem de onun nezdinde yaşamın olağan akışında sıklıkla ortaya çıkan bir sonuç. Birisi ölür, tekmelemek için ayağa, okşamak için başa bakılır. Nokta. Diğer yandan, doğruluk hakkında konuşmak bireylerin değil, kurumların edindiği bir hak olarak görüldüğünden, bugün böyle yarın da şöyle hükümler vermek hayrete kapalı bir duruştur. Kitabın yazarı, bütün anlatı boyunca kavramların özüne inerken totalde devlet erkine atıfta bulunmayı ihmal etmediğinden ölümün terbiye sosuna tadını da yine devletin kendisi vermiş oluyor. Dolayısıyla iki şeyi daha karara bağlamak yerinde olacak. Birincisi, devlet, edinilen tüm sermayelerin toplamına denktir. Kudret, imtiyaz ve beraat hakkı dahil. Yani söylediklerinin teferruatı değil, esası baki. İkincisi ise, metnin girişince peşinen söylediğim şey: Hüve'l-bâkī.

Kalenderilerden, Babailerden, Celâlilerden yola çıkıp Bedrettinlerin, Şahkuluların isyan ahlâkına teşne Ölüm Terbiyesi, kelleyi koltuğa alanların mottolarını kitap boyunca hatırlatıyor: ser-bürîde mürde. Ölmeden önce ölmenin yolu. Kalenderilerin dünyaya çer çöp muamelesi yapmalarını onların başsız, kuralsız olmalarına bağlayan kitap, evvelce de belirttiğim gibi yüzünü dünyadan dönen, coşku ile Allah’a yönelenlerin dünya ve dünyadakilere tamah etmemelerini ölüme saygılarından, ölümü soylulaştırmışlarından aldıklarıyla ilintiliyor. Bunun karşısına ise yaşama hakkını elinde tutan erklerin bir de ölüm hakkını sahiplenmesindeki yozlaşmayı, tahribat ve bugünlere değin gelen yerleşik bir inanç kaidesi olmasını koyuyor. Burada açık bir devlet tartışması yürütülebilir, fakat bu da anlatımı gittikçe didaktikleştireceğinden, kitabın künhü ve üzerine eklemlenecek üç beş notla yetinmek gerekir. Ölümü ve terbiyesini konuşmak, kavramlara kalıcılık yüklemek isterken onları özlerinden saptırma tehlikesini de doğurduğundan bir Hegelci duruşu öncelemeyeceğim. Fakat, varlığa “fırlatılmışlık” yükleyen Hegel’in, burada ölümü terbiye etmediği gibi, ucu açık kavramsallaştırmalarla bir tık daha bulandırmaya memur olduğunu demeden de edemeyeceğim. Yine de bu kavramsallaştırma ve içini boşaltma, aynı anda doldurma merasimi, yaşamı ölümden koparmak isteyen güçlerin bilindik taktiğidir. Sayın, kudret ve iktidarı merkezileştirmeyi yeğlediğine kanaat getirdiği Osmanlı’nın da fetvalar, imgeler (cami, medrese, kitabe veya fetihlerle) gücü yekûn hale getirdiğini anlatırken iddiasını da kitap boyunca verdiği örneklemeler, kavramsal derinliklerle güçlendiriyor. Anlatı, dünü, günü içerdiği gibi kendine içkin bir yarın tasavvurunu da geliştirmeyi ihmal etmiyor. Hülasa, eğer bugün Batı, moderniteyi inşa ederken kötülüğün sıradanlaşmasını insana fatura etme yolu olarak Tanrı’yı öldürmekte bulduysa, ölümü tanrılaştıran, ona da dünyevi komutlar yükleyen yerli erkler de ölümün haysiyetini, cesetin hakkını gasp etmeyi benzer yolla buldu. Bu iddia, kitabın uzun uzadıya tartıştığı bir sav.

Kendisini yapıda, mimaride, müzikte, sanatta, yasada, coğrafyada, tarihte, bilim ve edebiyatta bir şekilde var eden ölümün saltanatına göz dikenlerin onu alaşağı etmek, haysiyetinde tahribat oluşturmak için başvurduğu yollar anlattıklarımız -dahası hâlâ duran anlatamadıklarımız kadarıyla kitabın içerisinde mevcut. Çokkatmanlı, anlaşılır izah ve hemen her alandan örneklem ile kabul edilsin ya da edilmesin, ayrı, sıklıkla düşünmeye sevk ettiren değerli bir eser, Ölüm Terbiyesi. Başta da belirttiğim üzere, makul bir ölümü tekelleştirip makul-ölüm statüsüne geçirenlere reddiye kitabı. Bu yüzden tekrar etmek gerek: Hüve'l-bâkī.

Hüseyin Hakan
twitter.com/huseyinhakann

6 Şubat 2018 Salı

Ölüm vardır, hayattadır ve unutulmazdır

"Bize ne başkasının ölümünden demeyiz 
çünkü başka insanların ölümü
en gizli mesleğidir hepimizin
başka ölümler çeker bizi
ve bazan başkaları
ölümü çeker bizim için."

- İsmet Özel, Üç Frenk Havası (1980)

Bir ağacın sökülmesine şahit olduğumuzda ne hissederiz? Yolda yürürken, yerde süzülmüş bir serçe neler düşündürür bize? Peki hiç tanımadığımız üst komşumuzun ölümünü duyduğumuzda ya da gördüğümüzde duygularımız nasıl ifade bulur? Hatta bir eşya da bize ölümün haşmetinden bahsedebilir. Bir sandığın küf tutmaya başlamış tabanında, bir halının aşınmış köşesinde ölüme doğru gidişe dair izler yok mudur? Bu sorulara verilecek cevaplarda ayrıymış gibi görünen aynı iki meseleyle karşılaşırız: ölenin varlığının ortadan kalkması ve ölüm eyleminin ortaya çıkması.

İnsanın ölümü ayrı bir mesele, ölüm eylemi apayrı bir mesele. Haberleri izlerken bir katilin ölümünü anlayabildiğimiz anda ölüm eylemi bilincimizde safdışı kalır. Bir babanın iş yerinde kalp krizi geçirip ölmesi ise hem baba hem de iş yerinde olması sebebiyle farklı duyguları ortaya çıkarır. Bu yoğunlukta elbette ölüm eylemi yine bilincin dışında sırlı kalır. Ölüm eylemini düşünmek, bambaşka bir düşünce sistemini gerektiriyor belki de. Hani "ölüm var" diyoruz ya, evet işte ölüm var. Üstelik bu ölüm insanın, hayvanın ve hatta eşyanın ölümlerinin de üstünde. Ölüm var ve biz ölümün varlığından çok ölenin yok oluşu üzerine düşünmeye meyilliyiz.

Zeynep Sayın, Ocak 2018'de Metis Yayınları tarafından neşredilen Ölüm Terbiyesi kitabının kapağından itibaren bizi ölüm denen o rüyaya götürüyor. Rüya nedir? Bilinçdışının harekete geçtiği an. Bastırılmış olanın geri döndüğü anlar. Kapakta Cihat Burak'a ait, "Ahmediye" ve "I. Ahmet'in Rüyası" adlarıyla bilinen tabloyu görüyoruz. I. Ahmed bir gece rüyasında kendisini, adına yaptırdığı caminin teneşirinde yatarken görür, ölmüştür. Bir taraftan mehteri diğer taraftan da kûsi harbilerin dövülürken çıkardığı sesleri duyar. Yeniçeriler mahzun, Sedefkâr Mehmed Ağa üzgün. Birden caminin içini ışık kaplar ve padişah, çok sevdiği birini görür. Burak'a binmiş, ardına kuşları ve çocukları almış bu kimsenin peşinde tüm cami takılır ve kimilerine göre bilinmeze kimilerine göre de hakikate doğru süzülürler. Sayın burada ölümü hatırlatır. Herkesin gideceği o ulu ülkeyi.

Sayın kitabına epigraf olarak, benim bu yazıya giriş için kullandığım dizeleri alarak aslında niyetini de ortaya koyuyor. Ülkemizin her yanını kaplayan ölüm, hakiki hâlinden uzaklaşmış ölüm, damgalanmak için beklenen ve yok sayılan ölüm. "Memleketimde sadece yaşam değil, ölüm de siyasallaşmıştır" diyor yazar ve bu durumun bir neticesini vurguluyor: "Mezarı olmayanın ruhu belki huzur bulmayacaktır, ama asıl önemlisi, mezarda yatmayanın imgesi ve hatırası belleklerden kazınmakta, bir süre sonra unutulmaktadır."

Okuru ölüm ahlâkının içine çekmeye çalışan metinlerinde Zeynep Sayın; Freud'dan Lacan'a, Walter Benjamin'den Maurice Blanchot'a kadar birçok ismin metinlerinden ve bakış açılarından yararlanıyor. İmgeleri konuşturuyor. Bu imgeler mezar taşları, semboller ve harfler olabiliyor. Mesela bir Bektaşî kavuğunu şöyle açıklıyor: "Kelleyi koltuğa almak ölmeyi göze almak demektir. Bektaşi kavuğundaki düğmenin, insan başı simgesi olmasının da bu söylenceklerden kaynaklandığı tahmin edilmektedir. Bektaşiler kafaları kesik ölülerdir: ser-bürîde mürde - ölmeden önce ölmüşlerdir."

Ölüm tüm insanlığın ortak yazgısıdır. Ölüm gerçekleştiğinde her şey birleşir, tevhid bir kez daha yüzünü gösterir. Hakikat çoğu zaman insanın ölümle yüzleşmesi neticesinde kendinden konuşturur. Ancak Sayın; mezarları tahrip ettiren, cesedi gömüleceği sırada saldırıya uğratan, mezar taşlarına isim yerine numara koyduran, ölüyü ele güne gösteren (sürükleme, teşhir etme, çıplak tutma) politikalardan karşısında devletin hatırlamayı yok ettiğini, ölü yakınlarının bilincine saldırarak yeniden bir bellek inşasına giriştiğini vurgular. Bunun neticesinde ölüm ahlakı yeryüzündeki en büyük saldırılardan birine maruz kalır. Halbuki Anadolu'nun yüzyıllara uzanan Kalenderî, Melamî ve Bektaşî geçmişinde, ölüm bir nezaket ve terbiye geleneğinidir. Kimsenin tasarruf sahibi olmadığı ölüm, daima hürmet gösterilmesi gereken bir ahlak olması gerekirken, neden ölüye ve ölüme saygı gittikçe kaybolmakta sorusunun peşinden gidiyor Sayın: "Kendi içkinliğimizin dışına çıktığımızda, çıkabildiğimizde, henüz hayattayken, birbirimizi ve sınırı paylaşabileceğimiz yegâne ortaklık: ölüm ortaklığı. Ötekine, büyüyen çocuğa, oynayan genç hayvana, son nefesini veren yaşlıya duyabileceğimiz en büyük duygu olan şefkat. Ötekinin ölümlülüğünü korumak, gözetmek, güzelliğinin buyurgan bir kalıcılıktan değil, geçicilikten geldiğini teslim etmek... Hiçbir ortaklığı olmayanların cemaatine, ölüm cemaatine hakkını vermek... bu cemaatin olmasına izin verenlerin ahlakıyla, ölüm ahlakıyla ahlaklanmak... Ahlaki erozyon belki sadece böyle aşılır, içtihat kapısını aralayan bir ahlak belki sadece böyle açılabilir."

Tarihimizin bir yanı ölmeden önce ölenlerle, ölümü dost bilenlerle, başı koltuğunun altında yaşayanlarla, geçiciliğinin farkında olmanın minnetsizliğiyle etrafa hakiki kulluk bilinci aşılayanlarla, ölüm karşısında hiçbir makamın, mülkün, ismin, cismin var olmadığını hatırlatanlarla doluyken diğer yanında ölümü bir tehdit olarak görenler, ömrünü öldürmekle var kılanlar: kafa kesenler, kelle götürenler, kana susayanlar, cesetlerle yaşayanlar. Artık devletler ve politikalar bu karmaşıklıktan hep sağ çıkan taraftayken ("unutturma, bilinçaltı politikasıdır") ölüm ve ölüler üzerine de bir unutturma telaşında. Bir tarafta sağ kaldıkça diğer taraf ölmekte ama bu ölüm derhal unutturulmakta. Oysa kıyametin, o mahşer gerçeğinin farkında olmak, her şeyin ortaya çıkacağı o günün varlığını tanımak yetmez mi ölümü ve ölüyü hatırlatmaya? Sayın şöyle diyor: "Kıyamet günü, ölülerin dirildiği gün ise haşr etmek, ölüleri toplayıp mahşere çıkarma demektir. Eğer şehadet etmek, bu bağlamda senden gayrısına ne eğilirim ne de boyun eğerim, kulluk ancak sanadır anlamına gelecekse, kıyam ile kıyamet arasında derin bir bağ vardır... Kıyametin kopması aslında insanlığın doğrulmasına, uyur iken uyanmasına, uyur iken uyarılmasına, isyan etmesine bağlıdır. İsyan eden, bu dünyayı ve ahireti temellük ve temsil etmeyi bırakacak, tiğ u teber şah- merdan olacaktır. Hiçbir kusur, mülkiyetçilik kadar kötü değildir ve bu mülke, en başta kişinin kendi başı ve kimliği dahildir."

Zeynep Sayın, Yeni Osmanlıcılık adı altında yapılanları eleştirirken ilk sırayı ölüme ayırır. Yeni üniformalar, yeni arabalar, yeni konutlar, yeni unvanlar ve hatta jestler, şölenler, festivaller bize eskiyi unutturmak için yapılır. Bu sebeple Yeni Osmanlıcılığın geçmişle ve gelecekle hiç işi yoktur. Onun işi geleneğin diline eklemlenerek gelen'in peşinden gitmek, sürüklenmek. Hayali bir geçmişin hareketiyle kıvranmak ve belki de sürünmek: "Aslında Yeni Osmanlıcılık Cumhuriyetçiliğin simgesel dilinin bizatihi kendisidir, sadece tersyüz edilmiştir. Muhafazakârlık, geleneğin muhafaza edilmesine değil, katledilmesine bağlıdır. Peygamberin yüzyıllardır peçesiz resmedilmiş yüzüne peçe takılmalı, Mimar Sinan camilerine çıkılan alüminyum balkonlar derinlikten noksan bir kayganlıkla parlamalı, Sinan'ın cami içinde bir tür boşluk rezenatörü olarak kubbelerin köşelerine gömdüğü testilerin üstü sıvanmalı, rüyalardan, nakkaşlardan ve arslanlardan kurtulunmalı, hayalî bir kostüm filmi Osmanlısı'ndan başka herhangi bir şeyi çağrıştıran geçmişin izi, tüm dünyaların fazlalığı olarak fırlatılıp atılmalıdır. Kalenderilik, mezhebi geniş bir fazlalıktır."

Mülk suresinde inananlara, hangimizin daha güzel amel yaptığının sınanması için hayatın ve ölümün yaratıldığı buyurulur. Bu yarış yalnızca O'nun görebileceği, yargılayabileceği ve ödüllendireceği bir yarıştır. Diğer bütün hayat ve ölüm yargılamaları bir toplumu helak ile buluşturur. Önce ruhsal olarak helak. Hakikate dair hiçbir şeyin kalmaması ve hakiki her şeyin ölümün koyuluğuna bürünmesi. Rüyalarımız bile işgal altında değil mi? Politiğin, güncelin, siyasetin, öfkenin, şiddetin. İbnü'l-Arabî hatırlatır ki rüyalar, peygamberliğin bir parçasıdır çünkü vahyin başlangıcıdır. Freud ise bize rüyaları hazırlayan bilinçaltının, unutmak üzere olduğumuz şeyleri hatırlattığını vurgular, ikaz eder.

Ölüm insan ayırmadığı gibi, insan da ölümü hayattan ayıramaz. O vardır, hayattadır ve unutulmazdır. Onun daima terbiye eden kuvveti tüm insanlar için hayırlıdır. Ölüm Terbiyesi de bunu hatırlatıyor...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf