"Hüve'l-bâkī"
Muadillerinden farklı olarak ölüm, mevcudunu yaşamakla tasdik eden bir oyundur. Oyunlar arasındaki bir oyun, bir gölge, kendisini aştıktan sonra da varlığını sürdüren, kabına sığan, endişeyi makul gösteren bir gölge. Öyle bir gölge-oyun ki, ona varanların, kaybettikleri anda kazanmaya da başladıkları, imgeler üzerinden devam eden, hepimizi yerin altında aynı hizaya getiren bir imge. Ne var ki ölümün endişesi ayak tabanlarımızda atarken bir de ölümün kamusallaştırılması, hem de birçok kurum eliyle, soylulaşmaya gidilirken bir terbiye yoksunluğuna da ulaşmış durumda. Bu da ölümü, gıyabında yaşamayı, devleti, kural ve başsızlığı, rutini, hafıza ve ifadeleri, siyasallaşmasını, iknayı ve lütfu ele almayı gerektiriyor. Dahası, ölüm kendi hâlinde zaten cereyan edecek bir olgu olduğu için, herhangi dışsal bir müdahalenin de aynı terbiyeden yoksun olduğunu ilan ve itiraf etmeye varıyor. Yani ölüm tek başına bilge bir ihtiyar iken kıyısından köşesinden törpülenmesini, bir kahır ve lütuf düzleminde başkalarınca verilen bir imtiyaz haline getirilmesini redde soyunuyor.
İsterdim ki yaşamın olmasa bile ölümün kendisi üzerinden bir zımparayla geçeyim, fazlalığından, ağırlığından, teni pütür pütür eden tanımsızlığından kurtulayım. Ama olmadı. Tereyağından kıl çeker gibi yaşayıp ölseydim, alan aldığıyla ben de sattığımla kalırdım. Bu da olmadı. Dünyada kalan, dünyaya kalırdı. Kural buydu. Kural buyken ölümün de tıpkı yaşamak gibi zaruri bir meslek haline gelmesi kirli eller problemini de yeniden gündeme getirdi. Ölümü terbiye etmek, ölümden ziyade, bu terbiyeyi ölümü hizaya getirmek için kullananlara da uygulamayı makul kıldı. Çünkü makul olan ölüm, tarihin seyri içerisinde makul-ölüme evirildi, bir kuruma, aksi düşünülemez bir nesnenin kendisi haline geldi. Üstelik edinilen değil, verilen, lütfedilen, öyle olması murat edildiği için ulaşılan bir nesne olup çıktı. Nasıl yaşanacağına olan müdahale yerini bir de nasıl ölüneceği, ölündüyse nasıl gömüleceği, gömülmek hakkı verildiyse cesedin hangi rutinlere göre hazırlanacağı gibi artçılar da artık birer hak oldu. Verilecek, makbul olması karara bağlanacak kamusal-ideolojik bir hak. Zeynep Sayın, Ölüm Terbiyesi kitabında bu minvaldeki çıkmazları ele alarak ölüme, ölenlere, geriye kalanlara ve bunların kendilerini imgeler üzerinden var etmesine çok katmanlı, ifadenin gramatik ayrımını da es geçmeden değiniyor. Mülk edinmenin fenalık olması kadar, bu fenalığın en büyüğünün de insanın kendi bedenini temellük etmesi olduğunu söylerken bunu, ölümün dinamik bir var oluştan mutlak bir yok oluşa, o yok oluşun özündeki aslî var oluşa dayandırıyor. Yani geç kalınmış bir randevuya yetişmeyi, hiç olmazsa gölge oyunun kurallarını yeniden hatırlatarak rövanşı kazanmayı deniyor.
Ölüm Terbiyesi, temelde ölenin kimliğini öncelemeden, onun öldükten sonra da anılması şartının makul birey olması tezatından yola çıkıyor. Yani ölümü kurtarmak, en nihayetinde ölenin de paçayı kurtarmış olması anlamına geliyor. Toplumsal kaidelere -ki her devrin kendi ahlâki yansımalarından oluşan kaidelere uymayan, öteki, lanetli veya dünyanın fazlalıkları olarak mimlenenleri tekmelemenin ya da aziz kılmanın nerelerden geçtiğine ışık tutuyor. Kendi başına oldukça disiplinli bir kazı sürecini gerektiren bu çaba kitabın nezdinde ölüme yeni libaslar giydirmenin de mücadelesi. Belki de bir süredir çıplaklığa mahkûm edilen ölüme kendi libasını yeniden giydirmek, hakiki manada üstsüz olan ölümün şanını teslim etme mücadelesi. Bilinmez. Ancak ölüme ve imgelere karşı bu denli kuvvetli tasavvurlar başıboş değil. Bilindiği gibi, yakın zamanda Atina’da kurulan temsili bir mahkeme, Tanrılara saygısızlık ettiği ve gençleri baştan çıkardığı gerekçesiyle ölüme yollanan Sokrates’in masum olduğuna hükmetmişti. Bundan yirmi beş asır önce cereyan eden olay, yirmi beş asır sonra Sokrates’in beraat niyazına dönüştü. Şaşılacak bir şey olması gereken bu durum hem Ölüm Terbiyesi’nin hem de onun nezdinde yaşamın olağan akışında sıklıkla ortaya çıkan bir sonuç. Birisi ölür, tekmelemek için ayağa, okşamak için başa bakılır. Nokta. Diğer yandan, doğruluk hakkında konuşmak bireylerin değil, kurumların edindiği bir hak olarak görüldüğünden, bugün böyle yarın da şöyle hükümler vermek hayrete kapalı bir duruştur. Kitabın yazarı, bütün anlatı boyunca kavramların özüne inerken totalde devlet erkine atıfta bulunmayı ihmal etmediğinden ölümün terbiye sosuna tadını da yine devletin kendisi vermiş oluyor. Dolayısıyla iki şeyi daha karara bağlamak yerinde olacak. Birincisi, devlet, edinilen tüm sermayelerin toplamına denktir. Kudret, imtiyaz ve beraat hakkı dahil. Yani söylediklerinin teferruatı değil, esası baki. İkincisi ise, metnin girişince peşinen söylediğim şey: Hüve'l-bâkī.
Kalenderilerden, Babailerden, Celâlilerden yola çıkıp Bedrettinlerin, Şahkuluların isyan ahlâkına teşne Ölüm Terbiyesi, kelleyi koltuğa alanların mottolarını kitap boyunca hatırlatıyor: ser-bürîde mürde. Ölmeden önce ölmenin yolu. Kalenderilerin dünyaya çer çöp muamelesi yapmalarını onların başsız, kuralsız olmalarına bağlayan kitap, evvelce de belirttiğim gibi yüzünü dünyadan dönen, coşku ile Allah’a yönelenlerin dünya ve dünyadakilere tamah etmemelerini ölüme saygılarından, ölümü soylulaştırmışlarından aldıklarıyla ilintiliyor. Bunun karşısına ise yaşama hakkını elinde tutan erklerin bir de ölüm hakkını sahiplenmesindeki yozlaşmayı, tahribat ve bugünlere değin gelen yerleşik bir inanç kaidesi olmasını koyuyor. Burada açık bir devlet tartışması yürütülebilir, fakat bu da anlatımı gittikçe didaktikleştireceğinden, kitabın künhü ve üzerine eklemlenecek üç beş notla yetinmek gerekir. Ölümü ve terbiyesini konuşmak, kavramlara kalıcılık yüklemek isterken onları özlerinden saptırma tehlikesini de doğurduğundan bir Hegelci duruşu öncelemeyeceğim. Fakat, varlığa “fırlatılmışlık” yükleyen Hegel’in, burada ölümü terbiye etmediği gibi, ucu açık kavramsallaştırmalarla bir tık daha bulandırmaya memur olduğunu demeden de edemeyeceğim. Yine de bu kavramsallaştırma ve içini boşaltma, aynı anda doldurma merasimi, yaşamı ölümden koparmak isteyen güçlerin bilindik taktiğidir. Sayın, kudret ve iktidarı merkezileştirmeyi yeğlediğine kanaat getirdiği Osmanlı’nın da fetvalar, imgeler (cami, medrese, kitabe veya fetihlerle) gücü yekûn hale getirdiğini anlatırken iddiasını da kitap boyunca verdiği örneklemeler, kavramsal derinliklerle güçlendiriyor. Anlatı, dünü, günü içerdiği gibi kendine içkin bir yarın tasavvurunu da geliştirmeyi ihmal etmiyor. Hülasa, eğer bugün Batı, moderniteyi inşa ederken kötülüğün sıradanlaşmasını insana fatura etme yolu olarak Tanrı’yı öldürmekte bulduysa, ölümü tanrılaştıran, ona da dünyevi komutlar yükleyen yerli erkler de ölümün haysiyetini, cesetin hakkını gasp etmeyi benzer yolla buldu. Bu iddia, kitabın uzun uzadıya tartıştığı bir sav.
Kendisini yapıda, mimaride, müzikte, sanatta, yasada, coğrafyada, tarihte, bilim ve edebiyatta bir şekilde var eden ölümün saltanatına göz dikenlerin onu alaşağı etmek, haysiyetinde tahribat oluşturmak için başvurduğu yollar anlattıklarımız -dahası hâlâ duran anlatamadıklarımız kadarıyla kitabın içerisinde mevcut. Çokkatmanlı, anlaşılır izah ve hemen her alandan örneklem ile kabul edilsin ya da edilmesin, ayrı, sıklıkla düşünmeye sevk ettiren değerli bir eser, Ölüm Terbiyesi. Başta da belirttiğim üzere, makul bir ölümü tekelleştirip makul-ölüm statüsüne geçirenlere reddiye kitabı. Bu yüzden tekrar etmek gerek: Hüve'l-bâkī.
Hüseyin Hakan
twitter.com/huseyinhakann