Yerinde durmamanın, bir yere ait olmamanın, imkân oldukça yer değiştirmenin öneminden bahsedilir hep. “Tebdil-i mekânda ferahlık vardır” denir, doğrudur ama kesin değildir. Yeryüzünü at sırtında gezip tozmak ister insan çoğu zaman. Şairler söyler, ressamlar çizer, neyzenler üfler. Tüm bunlar ruhun dalgalanması, kalbin konacak bir yer bulması içindir elbette. Ama olmayabilir de. Çünkü beklemek de en az yerinde durmamak kadar muhteşem bir şeydir. İnsanın aşkı, sadakati, vefası ne kadar beklediğiyle ölçülür. Bir şey isteyebilmek için beklemeyi bilmek gerekir. Şu yeryüzü ne aramakla ne de yürümekle çözülür. İnsan yorulur, şair “ben bu dolaşıp durmalardan yoruldum” der. Beklemek hem söze hem de sessizliğe dayanmaktır. İkisi arasında orta bir yol tutturmaktır. Pek kıymetlidir ve pek zahmetlidir.
Bir de saf tutmak vardır. Bir safta, gerekirse tek başına olmak ama muhakkak olmak, başına gelecek her şeyi tam da orada beklemek, bekleneni de isteneni de orada görmek, yaşamak, saf tutmaya dairdir. Saf tutmayı bilenler, beklemeyi de bilirler. Saf yalnızca birilerinin yan yana dizilmesiyle tutulmaz, tek başına da saf tutulur ve tutuşun adı beklemektir. İnsan “ne bakıyorsun saf saf?” diye sorar, şair “sesim kurudu ipe asılan çamaşırlar gibi” der.
Oyunbozan (2010) ve İzinsiz Gösteri (2016) kitaplarından nizami bir mesafe sonrasında Ahmet Edip Başaran bekleyişinin, saf tutuşunun meyvesini verdi. Yirmi iki şiirden oluşan ve Muhit Kitap’ın on dokuzuncu şiir kitabı olarak ortaya çıkan Hızır’ı Beklerken, pandemi günlerindeki sıkışıklığa inat “dünya bir odadan daha büyük değil, buna inan” diyerek teskin ediyor okuyucusunu. Bu teskin edici dizeler ve hâller, kitabın genelinde görülebiliyor. Malumdur ki teskin, sükûnet ile aynı köke sahip. Sükûn çok acayip bir kelimedir, insanın kendine çekidüzen vermesi gerekir. Şuncacık kelimede durgunluk, sessizlik, iç huzuru, dinginlik gibi nice güzel anlamlar vardır ve akıllara evvela mezarı getirir. Çünkü mezar da bekleyişin ve saf tutuşun yeridir. İnsan orada “kayboldum” diye üzülür ama şair için “belki de adsız bir mezarlıktır insan / er ya da geç kendine gömülür”.
Çocuklar, meczuplar ve şairler "kendilerini dinleyenlerle" yol yürürler. Haklarında konuşup yazmayı sevenlerin pek de kulak verip onların dertlerini merak ettikleri görülmemiştir. İşin güzel tarafı bu hâl de çocukların, meczupların ve şairlerin pek umurunda değildir. Ahmet Edip Başaran’ın dizelerinde de bu etkiyi görüyoruz. O bir taraftan “hangi sesler hangi kulaklardan kovulmuşsa ordaydım” diyerek şairin yalnızlığını dile getiriyor, diğer taraftan da “nerden kanıyor birbirimizi görmemenin kanı” dizesiyle ancak bir başkasıyla anlam bulabilen insanı tarif ediyor. Yalnızlığın dostu unutmaktır. Hatırlamak? O da başka bir dosttur. Şair “ben çok eski bir hatırayım kendime kendimden” derken insanın her koşulda evvela kendisini hatırlamasını gerektiğini öğütlüyor sanki. Bu kendini hatırlayış, nihayet yaratıcıyı da hatırlayış olması gerekir ki İbn Arabî, vefanın yalnızca Allah’a olması gerektiğini söyler. Başaran’ın bu vefakâr dizelerini bencilce bulanlar olabilir fakat ona bir örnek vermek gerekirse Türkçe sözlü rap müziğin önemli şairlerinden Sagopa Kajmer’in şu dizelerini hatırlamak yeterlidir: “Sakladım benim için beni bana, hatırlatır zor zamanda beni bana diye.”
Şair, kendini bilme yolunun yolcusu oldukça dili güzeli söyler ve bu yol düşe kalka yürünür. “Bir kalp verdin, dedin durma bunu aşkla boya / bir dil verdin, buna bal ağacından sözler” dizeleri, bir bilincin, geleceğe taşınan bir umudun ifadeleridir. Ancak gün gelir, “gözlerim soğuk sulardan, muskalardan bir alıntı / kime bırakıp da gittim göğsümde tuttuğum nefesi” dizeleri dökülür. Çünkü yolcunun seyri ümit ve korku arasındadır. Tüm bu gidip gelmeler, coşup durulmalar, kabarıp solmalar bundandır. Nihayet o, Hızır’ın geçtiği yolları geçip Hızır’ın beklendiği yollarda bekleyecek ve “beni gürül gürül bir beyazlık çağırıyor / beni bir siper bellediğim o dipsiz ürperti” diyecektir. Peki ya sonrası? İşte orada ne gündüzün sarmal politikası ne de gecenin kuşkucu felsefesi olacaktır. Orada psikoloji yavan, sosyoloji dilsiz ve istatistikler arsızdır. “Ama inandım serçelere, kalbe ve mezarda açan çiçeklere” deyip sulamalıdır gönül bahçesini. O bahçeden nice canlar yürüyecektir kâinata. Sonra şairin diline o canlar eşlik edecektir. “Kafkasya’da bir kırlangıçla uçar ruhum / canım bir kısrak gibi debelenir vaktin ağzında” diyecektir. Kalp, elbet konacağı yeri bulacaktır ve o artık fetvasını bu yeniden doğmuş kalbinden alacaktır. “Hiç kimse bıraktığı yerde bulamaz kendini” çünkü “yaşamak bir uçuruma yol sormak gibi”.
Neden şiir okuruz? Kendimizde tadilat yapmak için. Aksayan yanlarımızı görmek, gevşeyen yerlerimizi sıkmak ve kirlenen zihnimizi temizlemek için. Düşmesiyle, kalkmasıyla, kaygısıyla, kırılganlığıyla, yarasıyla, yasıyla hiç kimse her zaman dimdik yürüyemez, dümdüz ilerleyemez. Yoldan da çıkılır, tekrar yola da girilir. Her nefeste bir şeyler olur, bir şeyler biter. Çünkü insan olmak bir inşa sürecidir, bitmez bu tadilat. Çocukluk ağrıları kemiklerde sabittir mesela, sık sık kendini hatırlatır. “Kemikler ve şiirler ezelden kardeştir” çünkü ve “yürümeyi öğrenen bir çocuktur” her şairin sesi. Bazı ağrılar dile gelmez, dize gelir, “bir sevabın dökülüşüne karışıp, sustum” olur. Safı terk etmeden beklemenin neticesi böylece alınır: “Kalbimde onarılmanın meleksi sesi.”
Octavio Paz’a göre şiir, masumiyetin yeniden kazanılmasıdır. Kabalığın ve hoyratlığın gölgelenmesi, yerini güzelin ve iyinin almasıdır. Ahmet Edip Başaran’ın son şiirleri, iyinin safında durup güzelliği bekleyen bir kimseyi çağrıştırıyor. Bu kimse, kendi bünyesinde topladığı iyiliği ve güzelliği başkalarına yaymak için de zamanını bekliyor. İzinsiz Gösteri’de “Bir ev resmi çizerken herkes masumdur” diyen şair, o evin insan kalbiyle rabıtasını işaret ederek “insan en az bir kez görmeli kendini” hatırlatması yapıyor. Netice-i kelam; dünya küçüktür ama insan, âlem-i kübrâ’dır, büyük âlemdir. Bu âlemin ne devri ne de seyri biter. Seyir vardır seyir içinde. Bekleyerek, saf tutarak ve şiir söyleyerek elbet yırtılır perdeler. Dışarısı anlamsızlaşır, içerisi gümbürder: “Merhaba içine çevirmen bulamayınca / dağılıp giden bütün dışarılar...”
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Muhit dergisinin 20. sayısında yayınlandı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder