"Bizim ıstılahlarımızı ve kitaplarımızı anlamayana kitaplarımız haramdır."
- İbnü’l- ArabîHakkında en çok konuşulan şahsiyetler, anlaşılamayan ya da yanlış anlaşılan şahsiyetlerdir. Mesnevi’de yer alan filin hikâyesindeki hikmet, olayların ya da şahısların mahiyetini tek boyutlu bakışlarla değerlendirmenin yanlış olacağıdır. İslam düşünce tarihinin üzerinde en çok konuşulan isimlerinden biri de İbnü’l-Arabî’dir. “Şeyhü’l- Ekber” unvanı atfedenler olduğu gibi küfre düşmekle itham edenler de olmuştur. Mahmut Erol Kılıç’ın İbnü’l-Arabî adlı kitabı onu bütün yönleriyle tanımamızı sağlayan oldukça başarılı bir çalışma. Onu eleştirenler de savunmaya çalışanlar da İbnü’l-Arabî’yi bütün yönleriyle tanıyabilmiş değildir zira özellikle Fütûhat-ı Mekiyye ve Fusûsü’l- Hikem başta olmak üzere kaleme aldığı eserleri İlahî bir keşf ve feyz yoluyla kaleme aldığını dile getirmiştir. Pek çok İslam âlimi de İbnü’l- Arabî’nin eserlerinde dile getirdiği birtakım düşünceleri anlamak için kendisinin manevi ruhsatına ihtiyaç duyulduğunu ifade etmiştir.
İbnü’l-Arabî, Selçuklu sultanlarına mektuplar yazmış ve onlara çeşitli konularda yol göstermiştir. Bununla beraber İbnü'l- Arabî ve öğrencilerinin Osmanlı’nın kuruluşunda da manevi tesirleri vardır. Mahmut Erol Kılıç, Osmanlı Devleti’nin doğuşunu ve çöküşünü önceden haber verdiğine dair rivayetin oldukça ilgi gördüğünü belirtiyor. Yine Mahmut Erol Kılıç’ın ifadesiyle Şeyh Edebâlî’nin Dımaşk’ta öğrenim görürken İbnü’l-Arabî’nin sohbetlerine katılmış olması, Fusûsü’l- Hikem'i şerh eden Dâvûd-i Kayserî’nin devletin ilk şeyhülislamı olması da İbnü’l Arabî mektebi ile Osmanlılar arasındaki manevi bağı gösteren örneklerdir. Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi dönüşünde Şam’a uğraması ve burada İbnü’l-Arabî’nin mezarını buldurup mamur etmesi de Osmanlı Devlet erkânınca İbnü’l-Arabî’ye verilen ehemmiyeti gösterir.
Mahmut Erol Kılıç, Osmanlıların gerileme ve çöküş dönemine girmeleriyle İbnü’l-Arabî ekolünden uzaklaşılmış olması arasında da bir ilişki bulunduğunu ifade ediyor. İbnü’l-Arabî hakkında uzun yıllar, ciddi bir çalışma yapmış olan Mahmut Erol Kılıç, Şeyhülislam İbn Kemal’in gerileme döneminde İbnü’l-Arabî’nin eserlerine dair yapılan olumsuz eleştirileri durdurmak üzere bir fetva verdiğini söylüyor. Bu fetva, esas itibariyle günümüzde de İbnü’l-Arabî’nin eserlerine nasıl yaklaşılması gerektiğine dair bir reçete özelliği taşıyor. Fetvanın içeriği şöyle: “İbnü’l-Arabî’nin birçok eseri mevcuttur. Bunların içerisinde ‘Fusûsü’l- Hikem’ ve ‘el- Fütûhatü’l- Mekiyye’ de vardır. Bu eserlerdeki meselelerin bir kısmının sözü ve manası belli, İlâhî buyruğa ve şer’-i nebevîye uygundur. Bir kısmı da zâhir ehlinin anlayışına kapalı, gizli olup keşif ve bâtın ehlinin anlayışına açıktır. Meramını anlamayana susmak lâzımdır. Zira Allah’Bilmediğin şeyin ardına düşme.' buyurmaktadır. Allah doğru yola götürür ve dönüş O’nadır.” Bu fetvada önerilen düstur, ehli olmayana kapalı olan manalar için susulmasıdır zira İbnü’l-Arabî. “Bizim ıstılahlarımızı ve kitaplarımızı anlamayana kitaplarımız haramdır.” diyor.
İbnü’l-Arabî, varlığın ancak keşif yoluyla bilinebileceğini ve bunun da nebilere ve seçkin velilere has olduğunu belirtir. Mahmut Erol Kılıç bu konuyla ilgili şu tespiti yapıyor: “İbnü’l-Arabî ‘feth’ ve ‘fütûhat’ kelimeleriyle, keşf kabiliyeti açılan kalbin İlâhî feyze nail olması ve ilham almasını kastederek peygamberlerin ve velilerin Allah hakkında akıl ve fikir yoluyla oluşturulan bir bilgiye sahip bulunmadıklarını, Allah’ın onları bundan uzak tuttuğunu ve keşflerinin açılmasıyla Hakk’ın bilgisini elde ettiklerini söyler.” Bu ifadeden bilginin insan tarafından üretilen bir şey olmayıp insana vahyedildiğini anlayabiliyoruz. Ancak velilere vahyi elbetteki nebilerin vahyi gibi değildir. Onlar daha ziyade ilham ve keşif yoluyla bilgiye ulaşırlar. Mahmut Erol Kılıç’ın ifadesiyle İbnü’l-Arabî, bütün eserlerinin Kur’an’ın hazinelerinden olduğunu, kendisine Kur’an’ın fehminin ve nusretinin bahşedildiğini söyler. Bundan dolayı el-Fütûhat'a tasavvufî bir Kur’an tefsiri demek mümkündür.
Mahmut Erol Kılıç’ın tespitine göre Abdülvehhâb eş-Şâ’rânî, Fütûhatü’l- Mekiyye ile ilgili “Bu eserde şeriatın sır ve hikmetlerine, müçtehitlerin içtihatlarını ortaya koyarken dayandıkları esaslara yer verilmiştir. Bir müçtehit bu eseri inceleyecek olursa bilgisi artar, daha önce bilmediği istidlâl şekillerini ve bunların sırlarını öğrenir. İsabetli bir şekilde gerekçe tespit etme imkânını kazanır. Bir müfessir, bir hadis yorumcusu, bir kelâmcı, bir dil veya kıraat âlimi hatta rüya tabircisi bu eserden kendi alanıyla ilgili pek çok yeni şeyi öğrenir.” diyor. Bu sözden otuz yedi ciltlik bu eserin çok geniş bir konu dağarcığının olduğunu ve ele aldığı konuları derinlemesine işlediğini anlıyoruz.
el-Fütûhatü’l- Mekiyye hakkında lehte ve aleyhte pek çok eleştiri yapılmış olmasına rağmen aleyhte yapılan eleştirilerin ekseriyeti İbnü’l-Arabî’nin üslubunun anlaşılamamış olmasıdır. Pek çok mutasavvıf, İbnü’l-Arabî’nin eserlerini seçkin bir azınlıkla okuyup ders etmeyi tercih etmiştir zira onun eserlerindeki sırları çözmek ehil olmayanlar için mümkün değildir.
Mahmut Erol Kılıç, İbnü’l-Arabî’nin eserlerinin muhteviyatına dair şu değerlendirmeyi yapıyor: “İbnü’l-Arabî bütün eserlerinde “marifetullah”ı ilimler dairesinin merkezine almış ve bu noktadan hareketle hakikâte dair ilimlerin çeşitli konularına açıklamalar getirmiştir. Tasavvuf, tefsir, hadis, fıkıh, tarih, ilm-i havas gibi çok geniş bir alanda yazdığı yüzlerce eserin hareket noktası hep 'marifetullah'tır.” Her ne kadar İbnü’l-Arabî “vahdet-i vücut” kavramını bizzat kullanmamış olsa da onun öğretileri ve varlık konusundaki fikirlerinden ötürü kendisine bu kavram atfedilmiştir. Var olan sadece Allah olduğuna göre ilimlerin temeli de onu bilmeye yönelik olmalıdır. Burada vahdet-i vücutla panteizm arasındaki farka özellikle dikkat çekmek gerekir. Panteizm tabiatın Tanrı olduğunu iddia ederken vahdet-i vücut bütün kâinatın tek bir yaratıcının yansımasından ibaret olduğunu söyler.
İbnü’l-Arabî’nin eserlerinde dil de sırlı bir şekilde kullanılmış ve kendisine keşf izni verilmeyenlerce bu sırrın çözülmesine de izin verilmemiştir. İbnü’l-Arabi eserlerindeki dile dair şunları söylüyor: “Biz bir şeyi remzederiz, lugazlaştırırız… ama bizim bundan kastımız bir başka şeydir. Bizim şiirlerimiz ister sevgiliye hasbihalle başlasın ister bir methiye olsun isterse de kadın isimleri ve sıfatlarıyla ırmak, yer, yıldız isimleriyle dolu olsun hepsi de bütün bu suretler altındaki maârif-i İlâhiyyeden ibarettir.”
İbnü’l-Arabî’nin yaratma sürecine dair görüşlerini şöyle açıklıyor Mahmut Erol Kılıç: “Ona göre vücut bir dairedir. Bu dairenin başlangıcı ilk aklın varlığıdır. Yaratılış insan cinsiyle son bulmuş ve vücut dairesi tamamlanmıştır; dairenin sonunun başlangıcına ulaşması gibi insan da bu ilk akla ittisal etmiştir.” Burada tasavvuftaki devir düşüncesinin fikrî alt yapısını görüyoruz. İbnü’l-Arabî’nin “ilk akıl” dediği kavram “hakikât-i Muhammedî” olarak da karşımıza çıkıyor. Hakikât-i Muhammedî veya insan-ı kâmil, tasavvufta ulaşılabilecek son mertebedir ki yaratılmış olanın yaratıcıya ulaşmasını ifade eder.
Şeyhü’l-Ekber olarak nitelendirilmesine rağmen sistematik bir tarikat kurucusu değildir. Pek çok şeyhin sohbetine katılmış, onlardan feyz almış hatta bir kısmından hırka dahi giymiştir ama onun belli bir tarikata mensup olduğunu gösteren bir kanıt da yoktur. Mahmut Erol Kılıç bu konuya dair şunları söylüyor: “Kalbinde İbnü’l-Arabî’nin fikirlerine bir meyil ve muhabbet duyan herkes onun yolundan sayılır. Onların bu adla anılan bir zaviye veya dergâhları yoktur. Nitekim İsmail Hakkı Bursevî, İbnü’l-Arabî’nin yolunun bütün tarikatları ihtiva ettiğini, zevki eksik, yolculukta sebatsız olanlar dışında onun yolundan gitmeyen, ilminden istifade etmeyen hiçbir Allah yolcusunun bulunmadığını ve onun da istidat sahiplerinden himmetini esirgemediğini söyler. Hangi tarikata mensup ve hangi neşveye sahip olursa olsun herkesin ondan feyiz alması mümkündür.” Pek çok mutasavvıf, İbnü’l-Arabî’ye atfedilen Ekberiyye'nin entelektüel veya felsefi bir tasavvuf olduğunu ve tarikat yerine mektep olarak görülmesi gerektiğini vurgulamıştır.
Bugün karşımızda iki ayrı İbnü’l-Arabî var. Mutasavvıfların “şeyhü’l-ekber” olarak niteledikleri İbnü’l-Arabî portresi ile araştırmacıların sadece eserleri üzerinden çıkardıkları İbnü’l-Arabî portresi elbette aynı değildir. Tarih biliminin metodlarından biri, olayları yaşandıkları dönemin şartları içerisinde değerlendirmektir. Benzer bir yöntem şahsiyetler için de geçerlidir. İbnü’l-Arabî’yi anlamak, eserlerinde dile getirdiği tasavvufi sırları anlamakla mümkündür. Bu da kalbi İlahî keşfe açılmış olanların ayrıcalığıdır.
Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder