Marcel Proust'un psikolojik bir edim olarak okumayı irdelediği bu anlatısının aslında Ruskin'in Susam ve Zambaklar’ı için kaleme alınmış bir ön söz olduğu hepimizin malumudur. Yazar bu metni her ne kadar ön söz mahiyetinde yazmış olsa da fikirlerinin derinliği neticesinde ortaya müstakil bir eser çıktığını görüyor; keşke tüm önsözler bu ciddiyetle kaleme alınabilse diyorum.
Bilindiği gibi Proust 1871-1922 yılları arasında yaşamış, Fransız edebiyatına roman, deneme ve eleştirileriyle büyük katkıda bulunmuş bir yazardır. Biz onu daha çok 1913-1927 yılları arasında yayımlanmış 20. yüzyılın en büyük eserlerinden biri olarak kabul edilen 7 ciltlik A La Recherce Du Temps Perdu yani Kayıp Zamanın İzinde ile tanıyoruz.
Tarihte okumak ve yazmak üzerine elbette ki pek çok eser kaleme alınmıştır fakat böylesine büyük bir romancının okumak üzerine söyledikleri, bize bir yazarın gözünden “okuma” eylemini ele alma imkânı sunması bakımından oldukça önemlidir. Proust diğer pek çok yazar gibi okumayı en önce dostlukla özdeşleştirmiştir: “Okuma bir dostluk biçimidir. Dahası o, öteki bütün dostluk biçimlerini çirkinleştiren her şeyden bağımsız bir dostluktur.”
Osmanlı şairi Abdüllatif Çelebi’nin, kütüphanesinde ağırladığı her kitabını “bütün dertleri def eden hakiki ve müşfik dost” olarak görmesi de buna benzerdir. Yahut Cemil Meriç’in “Okuma iki ruh arasında âşıkâne bir mülâkattır” ifadesinin aynı hissiyatla sarf edildiği aşikardır. Aynı bakış, aynı ünsiyet... Dikkatlice bakın, değişen zamana ve mekâna rağmen kitaplarla ünsiyeti olan pek çok kişinin; okumayı yakınlaşma, mülaki olma, iç içe geçme, karşı karşıya gelme eylemleriyle bir tuttuğunu fark edeceksiniz.
Proust’un okumaya dair daha derin ifadelerine bakacak olursak “…okuma, insanların en bilgesiyle bile olsa, bir konuşmaya indirgenemez; bir kitapla bir dost arasındaki asıl farklılık, bilgeliklerinin büyüklüğündeki farklılık değil, onlarla iletişim kurma biçimidir; okuma konuşmanın tersine, yalnızlığımızı sürdürürken, yani yalnızken sahip olunan ve konuşunca çabucak dağılan entelektüel güçten yararlanmaya devam ederek, esinlere açık olmaya ve zekanın kendi kendisi üzerindeki çalışmasını bütünüyle verimli kılmaya devam ederek, her birimizin önceden iletilmiş bir başka düşünceyi edinmesidir.” sözlerini hemen fark ederiz. Çarpıcıdır çünkü. Okuma ve konuşma eylemlerini kıyaslamaktadır yazar. Konuşmaktan kastı elbette ki -konuşulanı- dinlemedir. Ona göre pek çok anlama gebe olan kelimeleri sessizce anlamlandırmak ancak satırların okuyucunun zihin ve gönül dünyasında açtığı esin yolu ile mümkündür.
Proust’un bu sözleri bize Schopenhauer'un “…kitaplar bir zihnin, en saf özü, en mükemmel suretidir ve bu yüzden her zaman karşılıklı konuşmadan, hatta en büyük kafanın sohbetinden bile çok daha büyük bir değere sahiptir.” satırlarını anımsatır.
Evet, Proust’un dediği gibi okumak inziva gerektirir. Günümüz insanının okumaya karşı gösterdiği mesafeli duruşun arkasında belki de “kendiyle baş başa kalmak korkusu” bulunmaktadır. Modern çağın sanal bağlanmalar yoluyla dayattığı kurmaca karakterler, kurmaca hayatlar insanların durup, dinlenip, soluklanmasına imkân tanımamaktadır. Dahası cevaplarını aradığı soruların peşinde attığı voltalar, sağlıklı ve dingin bir hayat sürmesine olanak sağlaması yerine insanı melankoliye sürüklemektedir. Öyle ki kendisini kan ter içinde bırakacak bir macera yerine simülasyonu tercih etmektedir insan. Onun tercihi artık, kendisiyle karşılaşma ihtimaline karşı sanal bağlanmalar yoluyla mücadele göstermektir.
Başkaları için konuşup kendimiz için sustuğumuzu söyleyen Proust’un bu düşüncesinde Schopenhauer’un etkileri tecessüm etmiştir belki de. Ona göre “Akılllı adam her şeyden evvel ıstıraptan ve tacizden azade olmak için çabalayacak, sessizliği ve boş vakti, dolayısıyla mümkün olan en az sayıda beklenmedik ve tehlikeli karşılaşma ile birlikte sakin, mütevazı bir hayatı arayacaktır ve böylelikle sözüm ona hemcinsleriyle çok az bir ortak tecrübeyi paylaştıktan sonra, münzeviyane bir hayatı tercih edecektir, hatta eğer büyük bir ruha sahipse büsbütün yalnızlığı tercih edecektir.”
Yalnızlığın iç dünyayı zenginleştireceğine inanan iki yazara göre de bir insanın olabileceği ya da başarabileceği en iyi ve en büyük şeyin kaynağı kendisidir. Okumak eylemi, insanı kendini keşfetme serüveninde derinleştirecek bir gizilgüce sahiptir. Okumanın insanlık için kendisinden beklenen en faydalı mesuliyeti de belki de budur. Okumak insana sorgulamalarla, düşünüşlerle ve hayallerle örülü “tinsel bir hayat” sunmaktadır ama onun araladığı kapıdan içeri girme iradesini göstermek yine kişinin kendisine bağlıdır:
“…Bir okuma disiplini yaratmak, sadece teşvik edici bir şeye fazlasıyla rol yüklemektir. Okuma tinsel hayatın eşiğidir, oradaki yolu bize gösterebilir, yolu oluşturmaz.”
Proust’un okuma üzerine sahip olduğu fikirleri ifade ederken köyünün çiçekli yollarından evinin yakınlarındaki parka, parktaki kuğulara, ikindi vakti kurulan sofralardan büyük halasının tutumuna kadar pek çok konuya değindiği görülür. Konu çocukluğuna geldiğinde onu durdurmak mümkün değildir. Tıpkı 1908 yılında Kanadalı yazar Lucy Maud Montgomery tarafından yazılan Anne of Green Gables romanının başkahramanı Anne gibidir. Daldan dala atlarken sıraladığı sayısız cümlenin müthiş uyumuyla kendisini dinleyen insanları düşünme hızına ve ifade biçimine hayran bırakır. Okuyucu, yazarın çocukluk anıları ile ilgili verdiği yerli yersiz malumat arasında kaybolduğunu düşünürken o, “Okumadan söz etmek isterken, kitaplardan başka her şeyden söz ettim” diyerek sanki bir kusurunu itiraf etmektedir. Siz, yazarın ses tonuna mahcup bir edanın yerleştiği zannına kapılmışken Proust bu kez, “Çünkü okumalarım sırasında benimle konuşanlar kitaplar değildi. Ama belki okumaların bende birbiri ardına bıraktıkları hatıralar, benim okurumda da uyanacaktır. Bu çiçekli ve sapa yollarda zaman kaybetse de okuma adı verilen özgün psikolojik edim, zihinde yavaş yavaş yeniden yaratılacak ve böylece benim belirtmem gereken kimi düşünceleri şimdi kendine aitmiş gibi izleyebilecek güce sahip olacaktır.” sözlerine ifadelerini ekler. O kadar haklıdır ki az evvel yazarın boşboğazlığına maruz kaldığını düşünen okuyucu buz kez ona hak verecektir. Yazarın üslubundaki bu manevralar, Proustyen anlatımın tipik bir örneğidir denilebilir. Bu, yazarın kasıtlı olarak yaptığı bir şeydir. Onun ne düşündüğünü öğrenmek isteyen okuyucunun kendisine gösterilen işaret levhalarını dikkatle takip etmesi gerekmektedir. Yazar okuyucusunu kendine has bir yöntemle adeta yetiştirir.
Sözünü hiç tökezlemeden uzata, devire, yuvarlaya başladığı yerden çok uzaklara taşır ama şaşırtıcı biçimde onca uzatma, devrilme ve yuvarlanmadan sonra onun okuyucusunu yine sözün başladığı yere götürdüğünü görürsünüz. Proust, satır aralarını birbirine bağlayan incecik bir ipte yalpala yalpalaya ilerleyen ama dengesini hiç kaybetmeyen bir kelime cambazdır adeta.
Proust’un üslup ve tarzını “çalçene kadınefendi” tabiriyle tanımlayan Samuel Beckett, Proust adlı eleştirel çalışmasında onda kimseyle karşılaştırılmayacak kadar harika şeyler olduğunu, bazı benzetmelerinin parlak bir infilak gibi tüm sayfayı aydınlattığını, bazılarının ise donuk, mat hatta aşınmış olduğunu, ama bu durumun incelikli, büyüleyici ve titreşen bir denge yarattığını ifade etmekten geri kalmaz.
Becket gibi Proust’un okuyucusuna üst perdeden seslenişini garipseyenler olsa da onun sözüne ve yazısına yerleşen sivri dillilik ve muzipliğin kendisine hayranı olduğu İngiliz eleştirmen Ruskin'in bir mirası olduğu ifade edilir. Kim bilir belki de gerçekten öyledir. Umberto Eco’ya kulak verecek olursak;
“Son saatlerinin gelip çattığını anladıklarında, Proust’u hala okumadıklarını fark eden o ölüm döşeğindeki insanların sızlanması korkunçtur.”
O halde, okuyalım derim.
Firdevs Kapusızoğlu
twitter.com/FirdevsKap
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder