"Bir başka hava soluyor, kendimden kaçmak, kaderimi değiştirmek ister gibi uzaklara gidiyordum."
- Sadık Hidayet, Kör Baykuş
Bir kitabın tekniğini konuşmak ayrı, duygusunu konuşmak ise ayrı bir mevzu hiç şüphesiz. Okurken ağır basan tarafla alakalı olsa gerek. İçimize ne kadar gömülüyor cümleler, kurgu ne kadar etkiliyor kitaba ayırdığımız zamanı... Öyküleriyle tanıdığımız Behçet Çelik, yaz sıcaklarında zihnin sınırlarına ve pek tabii sınırsızlığına çağırıyor romanıyla bizi.
İletişim Yayınları tarafından Haziran 2019'da neşredilen Belleğin Girdapları, insanın kendinden kaçamayacağını anlatıyor esasında. Çünkü insan nereye giderse gitsin kendini, zihnini ve belleğini de yanında götürüyor. Bu durumda nasıl kaçacak kendinden? Sadece hatıraları bile yetmez mi yalnız kal(a)mamasına? Peki hatıraları hatırlarken, hatırlanma zamanları da akla gelince ne olacak? Belleğin birbirine açılan odaları içinde kaybolmak bu kadar mümkünken, insanın tek başına kalması için göstereceği çabalar ne kadar etkili olabilecek? İşte tüm bu sorular, adsız bir roman kahramanı ve onun sıradanlığıyla sarsan üslubu tarafından cevaplanıyor. Aslında cevap da sıradan, tanıdık. İnsan hiçbir yere kaçamaz, her yerde kendiyledir.
Yer demişken, romanın bir semti var: Serpmetepe. Romanın adsız kahramanının çocukluğundan, askerliğinden, terk ettiği şehirden parçalar ve insanlar serpilmiş bu semte. O sebeple adı da Serpmetepe. Kahramanın öyle bir belleği ve o belleğin öyle girdapları var ki bu serpme hafif kalıyor. Onun eski hayatını da yeni hayatını da birbiriyle içli dışlı okuyoruz roman boyunca. Eski hayatı demişken, bu hayatta en çok da yakın dostları ön plana çıkıyor. Geride bırakmak zorunda olduğu, hiç değilse kendini buna inandırdığı yakın dostları. Her ne kadar yeni geldiği bu semtte insanarla olabildiğince az ilişki kurmaya gayret etse de insandır bu, ya kendi destursuz girer hayatına yahut sen hiç farkında olmadan bir alışkanlık bile geliştirebilirsin insana dair. Not defteri almak için gittiğin kırtasiyeci bir anda alışkanlığın oluverir, tıpkı romandaki gibi. Derken eski ve yeni insan ilişkileriyle birlikte romanın adsız kahramanının hatıralarıyla şimdi'si arasında okuyucuyu sıkıştıran anlatım iyice ortaya çıkar. Nuray, Serhat, Eylül, Kırtasiyeci, Selma, üst komşunun kızı Nazlı...
İşte burada, romanın oldukça sıradan gibi görünen ama aslında en sıra dışı özelliği ortaya çıkıyor. Birbirleriyle ilişkilerini bilmediğimiz insanlar, terk edilen şehir ile şu an yaşanan ama ne idüğü belirsiz semt, ilk cümleden son cümleye kadar belirsiz olan zaman ve teferruatını bir türlü öğrenemediğimiz olaylar (küsmeler, barışmalar, sevdalar, özlemler) zihnimize yağıyor ve bu anlamsızlık içinden okuyucu kendi anlam arayışıyla karşılaşıyor. Bir bakıyoruz ki şu anlatılan onca belirsizlikte, onca karmaşıklıkta, kalabalıkta ve yalnızlıkta biz varız. Paramparça gibi görünen ve okunan metin bir anda parça parça tamamlanıyor. Karakterler arasındaki bağ, olaylar arasındaki ilişki belirmeye başlıyor iyice. Bu belirmenin aralarında, sık sık adsız karakterin şahsi ve haklı isyanlarına da tanıklık ediyoruz: "Herkes her şeyi biliyordu, daha önemlisi bildiğinin bilinmesini istiyordu; herkes haklıydı, ama bu yetmiyordu hiçbirine, başkaları da kendilerine hak versin diye tutuşuyorlardı, çıldırmak üzereydiler. Kalabalıklara haykıramayacakları için milim milim, santim santim mücadele ediyor, karşılarına çıkana haldır huldur anlatıp duruyorlardı. Kulaktan kulağa yayılırdı böylece haklılıkları, işitenler, öğrenenler başkalarına anlatmasalar da, birer birer çoğalacaktı sayıları, onlara haksızlık edenler tek başlarına kalacak, utanacaklardı."
Sokaklarda yürürken içi kararan bir insan, yazarak ne kadar aydınlatabilir geleceğini? Geçmişinden kurtulmak için mi koyulur yazmaya yoksa bu bilinmezliği bilinir kılmak için mi? Yazmak insanın şu meşhur onaylanma hastalığına bir çare olabilir mi? Başkalarından alamadığı sevgiyi, bulamadığı ilgiyi, hasretine düştüğü şefkati verebilir mi yazmak? Böylesine karışık bir ruh hâlindeyken yazmak belki de sadece, nefes aldırıyor. Bir şey yapmanın, bir şey üretmenin verdiği nefes, bir soluk.
"Biz ancak maruz kalırız hatıralara" diyor belleğin girdaplarında yaşayan adsız karakter. Parça parça yaşıyor hayatı. Her parçayı yeni parçalara bölüyor belki isteyerek belki istemeyerek. Niyeti, olanı biteni farklı duygularla göğüslemek belki. Yahut, varsa eğer yeni yollara düşüp ve yeni kapılara varmak. Orada kendini yeniden bulmak. Geçmişi geçmişte bırakmak. Ama olmuyor, çoğu zaman bunu başaramıyor. Zira 'şimdi ve burada'nın hakimiyeti her seferinde yepyeni bir sayfa gibi açılıyor, geçmişi geride bırakarak. Geleceği ise unutturuyor 'şimdi'nin ve 'burada'nın kuvveti. Peki bu durumda hatırlamak nerededir? Belki şurada: "Kederle sevinç el ele, durup dururken, yalnızken, yokluklara, boşluklara kahrolurken çoğaldığını hissetmenin şaşırtıcı iç huzuru. Yoklukla sonsuzluğun bıçak sırtı yakınlığını sezmek, iki ucunda birden olmak aynı anda, iki uç arasındaki her şeyin bir parçası duymak kendini, her şeyi kendi parçan bilmek. Ben de mırıl mırıl seslenmek istedim 'vardık ki artık yokuz' türküsünü mahallemin (evet ya, mahallemin) insanlarına, geveze sığırcıklarına akşamüstünün, kedilerine ve köpeklerine, onlar duymazdan gelirse sokak lambasının pırpırındaki börtü böceğe, döküntü binalara, önlerindeki parlak arabalara, çere çöpe, küncüden ufağına, hızla yaklaşan kedere, iç sıkıntılarına ev içlerinin."
Sonra bir bakıyor ki adsız kahraman, aslında niyeti ya da niyetleri içinde değişmek, dönüşmek yok. Yenilenmek belki de bu hayatta hatırlamayı da unutmayı da bir yere koy(a)mayanların işi. "Yine de hoşuma gidiyor bu sonu boş çıkacak, yanılgıya yazgılı çaba. Buraya gelmeden önce saatlerimi, günlerimi, aylarımı verdiğim onca uğraş, kafa yorduklarım, kestiğim ahkâmlar, üst perdeden sarf ettiğim sözler, fısıldadıklarım, hecelediklerim, sayıkladıklarım, üzüldüklerim ve sevindiklerim pek mi kayda değerdi sanki? Öyleyse denemeye devam edebilirim. Becerebilirsem." diyordu zaten hikâyenin başında. Yazmak hikâyenin sonlarına doğru onun yoldaşı oldu mu olmadı tam manasıyla cevap vermek mümkün değil. "Şefkati pek azdır kendine acımanın (en azından bende öyledir), silinmek istemek gibidir, hiç olmamış olmaya birkaç adım daha, birkaç adım kala; oysa başkasına acırken, tam tersine kelimelerle, dokunarak ya da bakışlarımla, büyücüymüşüm gibi, elimden, gözümden, sözümden gelirmiş gibi, silindi silinecek siluetinin üzerinden geçmek isterim, bir parça dirim üfler gibi. Becerdiğim, başardığım vaki değildir, bu kez de olmadı, ama öyle bir şeydi kuyunun kokusunu soluduğumda, çıkmak değil çıkarmak istedim onu gün ışığına, biraz daha renk vermek, yeni bir boyut eklemek. Gözüm kaleme kaydı, gözlerimi kaçırdım, yaşlı." diyor çünkü gölgesi bile kendinden kaçmaya yer arayan kahraman.
Behçet Çelik, bunca yıldır öykücülüğü sebebiyle üslubuna ve kurgularına alışık olma ihtimallerimizi dahi kenara iterek bize kuyu gibi bir roman sunuyor. Bunu yaparken okuyucusuna kıyamıyor ve bölüm başlıklarını o bölümün ilk cümlesinden bir iki kelimeyle yapıyor ki buradan bile hatırlamaya nasıl muhtaç olduğumuz anlaşılıyor. Diğer yandan bu hareket türküleri de hatırlatmıyor değil. Romanı okurken, "keşke biraz da türkü söyleyeydi kendi kendine" dedim zaman zaman kaçak karakter için. Kendinden kaçak, keskin bıçak ama biricik, daima biricik olan insanın hem en doğal hem de en tuhaf hâlleri var romanın damar damar atan sayfalarında. Çünkü bellek acımasızdır.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder