12 Şubat 2019 Salı

Bitmemiş bir macera: Avrupa

Avrupa tam olarak neyi ifade ediyor? Özellikle Avrupalı olmayanlar için ne anlama gelir? Avrupa’nın, zihnimize kodlanan tarihsel strüktürün omurgasını oluşturmasını hem geçmişi anlama hem de geleceği görme açısından nasıl yorumlayabiliriz? Avrupa-merkezcilik, gıyabımızda içselleştirdiğimiz, determinist bir anlayışla kanıksadığımız ve farkında olmadan doğru kabul ettiğimiz bir olgu. Bu durum sadece bize özgü değil; küresel bir durum. Dolayısıyla, bu bir sorunsa eğer küresel bir sorun, yok değilse küresel bir ‘ne’dir?

Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan Zygmunt Bauman’ın (1925-2017) Avrupa isimli kitabınını okurken Avrupa denen şeyin ne olduğunu tekrar tekrar sordum kendime. Atıf, alıntı ve yorumlamalarla olabildiğince zenginleştirilmiş bir metinle karşı karşıyayız. İçerikte tarihten ekonomiye, felsefeden sosyolojiye, siyasetten metafiziğe kadar birçok disiplinin izleri görülüyor. Evvela söylemek gerekir ki, Zygmunt Bauman ne yazsa hakkını vererek yazıyor. Okuyucuya da şevkle okumak ve nasiplenmek düşüyor. “Bitmemiş Bir Macera” alt başlığını taşıyan Avrupa bunun Türkçeye tercüme edilmiş son örneklerinden. Yüz altmış sayfalık kitabın çevirisi Akın Emre Pilgir tarafından yapılmış.

Dört bölümden oluşan kitabın ilk bölümü Avrupa İsimli Bir Macera başlığını taşıyor. Zygmunt Bauman bu bölümde Avrupa kelimesinin kökenini ele alarak giriş yapıyor. Batı medeniyetinin temelinde Hıristiyan ahlâkı, Roma hukuku ve Yunan felsefesi olduğu, ‘ilerlemenin’ bu sacayağı üzerinde meydana geldiği söylenir. Bu bağlamda, Avrupa isminin ortaya çıkmasında direkt Yunan kültürünün/mitolojisinin etkisi kendini gösteriyor. Açıkçası söylemeden geçemeyeceğim: Batı medeniyetine (Avrupa ismi haricinde) felsefi açıdan yaptığı katkı düşünüldüğünde ‘Yunan kibri’ denilen olguyu anlamlandırmak zor değil. Hele de bizim medeniyete katkımızla ulusal kibrimizi oranladığımızda Yunan kibrinin mütevazı kaldığı bile söylenebilir. Bu düşünceye sahip olmamın kesinlikle bir kompleks olmadığının da altını çizmek isterim.

Bauman gerek antik döneme gerekse ortaçağa ait mitolojik ve masalsı değinilere dayanarak Avrupalılık ruhunun macerayla özdeşleştiğini belirtiyor. Avrupalılık, savaşın, kendini ispatın ve kazanmanın özetlenmiş hâlidir. Efsanelerin içinden korku ve saygıyı çıkarak gerçek hayata katma çabasıdır. Avrupalılık ruhunun kendini böyle yansıttığını belirten Bauman, gerçeklerin çok daha farklı olduğunu söylüyor. Her ne kadar elit Avrupalı zihniyeti kabul etmese de, Avrupa tarihi bir barbarlık tarihidir. Saldırganlığın, ölümlerin, tecavüzlerin kök saldığı bu oluşum yayılmacı, yağmacı, zor kullanan, sınır tanımayan ve benmerkezci bir barbarlık ‘medeniyetidir’. Öte yandan Avrupalılık, diğer toplumların kendilerini onsuz düşünememesine sebep olan bir kültür üretimidir. Keşifler dönemi sadece coğrafyayla sınırlı kalmamıştır. Kültürü ve etkisini de keşfeden Avrupa, ‘üstün’ kültürünü diğer toplumlara ekmeyi ve yetiştirmeyi de keşfetmiştir. Keşfeden, zapteden, kontrol altında tutan benmerkezci anlayış tüm dünyanın Avrupalaşması anlamına gelmektedir ve bu doğal olarak huzursuzluğun da büyümesi demektir.

Bauman’a göre Avrupa’nın coğrafi keşifler sonrası yükselen kolonyal anlayışı artık geri tepmiştir. Bugün diğer coğrafyalardan Avrupa’ya olan gitme/göçme isteği bunun göstergesidir. Göçmenler Avrupa’nın onlardan çaldıklarını almaya gelmektedirler. Bunda Avrupa’nın yaymaya çalıştığı modernleşme paradigmasının da büyük etkisi vardır. Avrupa, öngördüğü ve/veya vaat ettiği şeyleri yapamamıştır. Diğer toplumlar Avrupa gibi olamamış, o seviyeye çıkamamıştır. Çünkü onların sömürerek zenginleşecekleri bir ‘ötekiler’i yoktur. Dolayısıyla, Avrupalaşamamakta kültürün yanı sıra sömürgeleştirilerek ekonomik kazanım elde edilecek oluşumdan yoksun olmak da etkilidir.

Bugün artık Avrupa gerilemektedir ve bunun esas nedeni nüfusunun yaşlanmasının yanında kazanımlarını korumak için kendini dışarıya kapatmasıdır. İşgücü olarak gerilemesi ve coğrafi sınırlarını tamamlaması çöküşün habercisidir. Çözüm içinse Avrupa’nın bu iki parametreyi yeniden ele alması gerekmektedir. Avrupa’nın bu güç kaybı diğer toplumlar için ümit olma vasfını da ortadan kaldırmaktadır. Zira diğer toplumlara sunduğu gelişme ve ilerleme menzilinden kendisi de uzaklaşmaktadır. Hayranlık dönemi hızla düşmanlığa evrilmektedir. Avrupa kazanımlarını paylaşarak ve ihraç ederek ümit olmayı vaat etmiştir. Oysa gelinen noktada güvenlik (daha doğrusu güvensizlik) ve ekonomik gerekçeleri öne sürerek içe kapanmaktadır. Güvensizlik ortamı bir yerden sonra yönetimlerce üretilen bir şey hâline gelmiştir. Ekonomik alanda ise neoliberal anlayış iktidarı sermayenin kontrolüne vermiştir. Sistemde etki ve güç alanını kaybeden devletin kendine meşruiyet oluşturacak ve güç devşirecek yöntemleri bulması gerekmektedir. Toplum, küresel terör, risk toplumu, potansiyel suçlu gibi kavramlarla paranoyaya sevk edilerek devlete mecbur kılınmaktadır. Bauman, Avrupa’nın Kantçı anlayış yerine Hobbesçu anlayışı tercih ettiğini belirtiyor. Aklı önceleyen Kantçı anlayışın “evrensel insanın birlikteliği” tarifinden ziyade güvenliği önceleyen Hobbesçu anlayışın “herkesin her şeye karşı savaşı” kabul görmektedir. Toplumsal bir varlık olan insanın güvenlik nedeniyle kabul ettiği ve yetkilerini devlete devrettiği toplumsal sözleşmenin devlet eliyle güvensizlik ortamı oluşturmada kullanılması meselenin ironik tarafıdır.

İmparatorluğun Gölgesinde başlıklı ikinci bölümünde Avrupa’nın ABD karşısındaki durum ve tutumu ele alınıyor. Zygmunt Bauman, Avrupa’nın daha önce başka bir kıta tarafından ‘fethedilme’ tehdidiyle hiç karşılaşmadığını fakat yirminci yüzyılın ikinci çeyreğinden sonra yükselen ABD etkisinden de kurtulamadığını belirtiyor. ABD, klasik imparatorluğun modern şekilde revize edilmiş hâlidir ve tüm dünya üzerinde hegemonyasını kabul ettirmiştir. Artık Avrupa’nın ve Avrupalılık tanımının tarihsel misyonu etkisiz hâle gelmiştir. Bu bağlamda özgürlük ya da serbesti denilen şeyler aslında bir denetim ve kontrol mekanizmasıdır.

Dünyanın jandarması gibi davranan ABD, istediği zaman istediği yeri kontrolü altına alabilme şımarıklığına sahiptir. ABD’nin tavrının rasyonel hiçbir tarafı yoktur. Küresel terör savaş açmanın ya da yaptırımlarda bulunmanın meşruiyetini sağlamak amacıyla oluşturulmuş bir retoriktir. ABD uyduruk gerekçelerle toprakları işgal etmekte ve zenginliklerini sömürmektedir. En önemlisi bu işgaller klasik dönemdeki gibi değil, post-mekân (mekân ötesi) şeklinde yapılmaktadır. ABD kendi topraklarıyla alakası olmayan coğrafyalarda savaş çıkararak ve fakat sınırlarına dâhil etmeyerek işgal etmektedir. Daha ilginci ise, savaş alanının (fizikî toprağın) bir cezalandırma yöntemi olarak kaybedene bırakılmasıdır. Kaybeden hem ABD’nin isteklerini karşılarken hem de kendi toprağını imar etmeye mecbur bırakılmaktadır.

Bauman 1970’lerden sonraki süreci ulus devlet anlayışının çöktüğü ve ulus-ötesi oluşumların, bir başka deyişle uluslararası sermayenin iktidarı devraldığı dönem olarak değerlendiriyor. Bu iktidarın en önemli gücü küresel ekonomik faaliyetlerden/yaptırımlardan gelmektedir. Sermaye iktidarı ABD’nin küresel imparatorluğunun bir yansımasıdır ve dünyanın en ücra köşelerini bile etkilemektedir. ABD, gezegenin geri kalanını sömürerek ekonomisini ayakta tutmaktadır ve gücünü devşirdiği yalnızlık imparatorluğunu dünyaya karşı koyuş üzerine kurmuştur. Avrupalılık olgusunun yıllar önce dünyaya yaptığını şimdi Amerikalılık daha etkili şekilde yapmaktadır ve Avrupa bundan muaf değildir.

ABD karşısında güçsüz düşen Avrupa, içinde olduğu ahlâki çöküntü ile içe dönük güvensiz ve dışa dönük adaletsiz uygulamalarından dolayı prestijini kaybetmektedir. Sonuç itibariyle güç kaybeden Avrupa, ABD karşısında alternatif olmaktan uzaklaşmaktadır. Zamanında Avrupa’yı güçlü hâle getiren coğrafi keşiflerdir ve hemen arkasından yeni dünyayı boyunduruğu altına alan ‘fetihler’ başlamıştır. Avrupa yeraltı ve yerüstü zenginliklerini bedelsiz ithal ettiği sömürgelerine kültür ihraç etmiştir. Bugün ABD bunun bir benzerini küreselleşme üzerinden yerküreyi ‘fethederek’ yapmaktadır.

Avrupa’da Westphalia Anlaşması (1648) ile başlayan yapısal değişim (ulus anlayışı) yirminci yüzyıl ile yeni bir boyut kazanmıştır. Ulusçuluğun kısmen rafa kaldırıldığı İkinci Dünya Savaşı sonrası yükselişe geçen ‘sosyal adalet’ ve ‘refah toplumu’ anlayışı çok geçmeden neoliberal akımın ekonomik salvolarına maruz kalmış ve pasif hâle gelmiştir. Toplumu saran kaygı ve korkular sebebiyle çöken sosyal devlet anlayışı yerini güvenlikli devlet anlayışına bırakmıştır. İlk bakışta toplum içinmiş gibi görülen güvenlik olgusu gerçekte sermaye sahipleri ve güç odaklarının istikrarı içindir.

Modern anlayışın amacı zenginliği yaymak değil, mevcut zenginleri korumaktır. Özelleştirme adı altında yapılan uygulamaların geneli yerli sermayenin uluslarası dolaşıma açılarak mülksüzleştirilmesidir. Dış yatırım adı altında yapılan bu işlemlerle sıcak paranın kolayca giriş çıkışı sağlanarak savaş ekonomik alana çekilmektedir. Özelleştirme operasyonları ekonomik ‘vur-kaç’ eylemleridir. Mekân-ötesi savaşlarda olduğu gibi ekonomik savaşlarda da savaş alanının enkazını kaldırma/temizleme görevi mülksüzleştirilmiş yerlilere bırakılmaktadır.

Sosyal Devletten Güvenlik Devletine Geçiş başlıklı üçüncü bölümde, post-modern toplumun yaşadığı suni güvensizlikler ile bu güvensizlik ortamını bahane eden devlet ve sermayenin icraatleri değerlendiriliyor. Devlet eliyle oluşturulan korku endüstrisi sermaye tarafından da kullanılmaktadır. Büyük bir pazar hâline gelen güvenlik sistemleri devletin zaten daralmış y/etki alanını daha küçültmektedir. Bu aşamada devletlerin imdadına ‘küresel terör’ kavramı yetişmiştir.

Modernist zihin bireyselliği teşvik ederek alt zemini hazırlamıştır. Bireysellik güvensizliği tetikleyerek kaygı ve korkuyu arttırmaktadır. Zira bireysellik kırılganlık ve yetersizlik hissini beraberinde getirir. Akrabalık, komşuluk gibi doğal ve geleneksel bağlardan arındırılan birey için dernek, sendika gibi suni oluşumlar meydana getirilmiştir. Bu yapıların ortak noktası düşünsel plandaki ayrışmalardır ve kişi kültürel anlamda yalnız/ca bireydir. Modern hayat coşkusuyla bireyselleştirilen insanın kolektif hareketi daha başlamadan bastırılmıştır. Sonuç olarak bireyin güvenlik korkusu ve gelecek kaygısı yaşamasının önünde hiçbir engel kalmamıştır. Sosyal devletin alandan çekilmesiyle birlikte onun yerini dini yapılar ve cemaatler geçmiştir fakat dinsel yaklaşımlar iktidar ve sermayenin de kullanım alanına girmektedir.

Sosyal politikalar açısından sıkıntı yaşayan Avrupa, coğrafi keşiflerden sonra olduğu gibi fazlalık olarak gördüğü nüfusunu bugün bir yerlere gönderememektedir. Hem yaşlanan hem de artan nüfusuyla başı derttedir. Bir anlamda safrasını atamayan kıta kendini zehirlemektedir. Diğer taraftan ucuz emek ihtiyacını ise dışarıdan sağlamaya çalışmaktadır. Talebi gören bir zamanların sömürge toplumları ‘ölümüne’ Avrupa’ya göç etmeye çalışmaktadır. Yolda ölenler bir yana taleplerine karşılık bulamayan insanların hayatlarını katlanılır kılmak için ‘anlamlı ölüm’ü seçmeleri ve şiddete meyletmeleri yadırganmamalıdır. Bu yolu onlara açan bir anlamda Avrupa’dır.

Dördüncü ve son bölüm Avrupa’nın Yaşamasına Elverişli Bir Dünyaya Doğru başlığını taşıyor. Bauman, Avrupa’nın Avrupalılık kimliğini korumak için güce ihtiyaç duyduğunu belirtiyor. Avrupalılık kimliği diğerlerinden üstün tutulan bir değerler bütünüdür ve kriterlerini de belirleyen Avrupa’dır. Avrupa’yı Avrupa yapan değerlerin başında ussallık, adalet, ve demokrasi gibi kavramlar gelmektedir. Fakat uygulamada paradoksal bir görünüm ortaya çıkmaktadır. Avrupa, kendi içindekiler de dâhil marjinal olarak tanımladığı kişi, grup ya da toplumlara çifte standart uygulamaktadır. Zygmunt Bauman döndüncü bölümde baştan beri eleştirdiği konularda çözüm önerileri sunuyor. Birkaçını kısaca buraya aktarmak gerekirse; öncelikle uygulamadaki tezatlıkları gidermek için çözüm üretilmelidir. Ortak aidiyet, ortak hissiyat, ortak hareket edebilecek bir zemini oluşturmak için çalışılmalıdır. Farklı yönlere gittiği görülen iktidar ve siyaset kurumlarını bir araya getirilmelidir. Sermayeyle masaya oturarak yeni ve insaflı bir ekonomik model oluşturmak için çaba gösterilmelidir. Vatandaş olmadan demokrasinin ve devletin bir anlam ifade etmeyeceğinden devlet ve vatandaş arasındaki bağ olması gereken zemine çekilmelidir. En önemlisi, Avrupa artık maymun iştahını bırakıp küresel sorumluluğunu üzerine alarak gezegenin tamamı için ilkesel bir çerçeve hazırlamalıdır.

Zygmunt Bauman bir taraftan Avrupa’yı ve Avrupalılık olgusunu eleştirel bir bakışla ele alırken bir yandan da çözüm önerilerini sıralıyor. Ona göre, Avrupa neresidir ve Avrupalı kimdir soruları ötekileştirme, ayrıştırma ve yüceltme bağlamından çıkarılarak kültürel bir tanım ve zenginlik unsuru olarak cevaplandırılmalıdır. Bir zamanların kurtuluş formulü olan ulusçuluktan artık insancılığa geçmelidir. Bu, ulusçuluk öncesi hümanizm hareketine dönüş şeklinde de değerlendirilebilir. Avrupa, evvela her şeyi ben bilirim anlayışını terk ederek öğrenmeyi öğrenmelidir. Benmerkezciliği bırakarak diğer toplumları ve değerlerini dikkate almalıdır. Tüm olumsuzluklara rağmen Avrupa’nın oluşturduğu dilsel birikim dünyayı yorumlama ve ABD’nin yalnızlık imparatorluğuna karşı alternatif oluşturma konularında potansiyele sahiptir. Bu bağlamda Avrupa’nın Hobbesçuluk’tan Kantçılığa geçip geçmeyeceğini zaman gösterecektir.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder