Herkesin bildiğinin ötesinde, gerçek bir Charles Bukowski okuyucusu bilir ki o, edebiyata şiirle girmiştir. Yeraltını önce şiirle aydınlatmıştır. Gerçi yeraltının aydınlanmaya ihtiyacı yoktur, karanlık daima olumlu karşılanır orada. Bu yüzden Bukowski de karanlık ama tamamen gerçek, samimi şiirleriyle görünür olmuştur dergilerde ilk önce. Nasıl mı?
24'lü yaşlarındayken Bukowski eline kalemi kağıdı alır ve kısa öyküler yazmaya başlar. Bu öyküler kimsenin ilgilenmediği, broşür bile denilemeyecek "şeylerde" yayımlanır. Hiç dikkat çekmez. Bukowski bunu sindiremez ve öykülerini dönemin iyi edebiyat dergilerine yollar. Birer birer yolladığı hiçbir öyküsü yer alamaz dergilerde. Sevilmez ve hatta aldığı cevaplara bakılırsa "yayımlanmaya değer" bulunmaz. İşte Bukowski'yi Bukowski yapan dönem bu reddedilişlerden sonra başlar. Sadece yazmaya değil, dünyadaki her şeye küser. İnsanları zaten sevmez ama şimdiden sonra çiçeklere, kaldırımlara ve toplu taşıma araçlarına bile öfke duyar. Hatta pek kalkmayı sevmediği yatağında, güneşle arasına giren perdeye bile.
10 yıl boyunca sürekli içer. Tercihi biradır çünkü diğer içkiler hem pahalıdır hem de lüzumsuz bir neşe verir. O ise tavrını koymuştur: bezmişlik. Bezgin insan hayatı tüm gerçekleriyle görür, rol yapmaz ve kimseye bir şey ispat etme derdinde değildir. İşte bu "ideal" uğruna barlardan barlara konar Bukowski. Artık bir lakabı da vardır: "Barfly". Bir gün aşırı alkolden soluğu hastanede alınca henüz ölmek istemediğini düşünür ve taburcu olur olmaz kendisine borç harç bir daktilo alır. Öykü değildir artık yazdıkları. Şiirle nefes alıp vermeye başlar. Üstelik her yazdığından tatmin olur ve kendine olan güveni geri gelir. Kısa bir süre sonra dergilerde şiirleri yayımlanmaya başlar ve "kim bu kendini bilmez deli?" sorularına kahkahayla karışık bir hınçla cevap verir: "Ben, Henry Chinaski. Aklınızı almaya, sizi suya götürüp susuz getirmeye geldim."
Bukowski'nin hayattayken yayımlanan 40'ın üzerinde kitabı mevcut ve bunların yarısından fazlası şiirlerinden oluşuyor. Birçok kitabı ise ölümünden sonra yayımlanmıştır. Yaşamının son yıllarında hazırladığı bir seri vardır ve adı da oldukça hüzünlüdür: "Dünyevi Şiirlerin Son Gecesi". Bu serinin ilk dosyası "Kapalı Bir Kapıdır Cehennem" adını taşır. Adından da anlaşılacağı gibi ölümü ensesinde hisseden pis moruk, hayattan intikamını şiirleriyle alır. Öfkelidir bu dosyadaki şiirlerinin hepsi. Dosyasını tamamlar ve daha yayınevine yollamadan aynı seri için ikinci bir dosya daha hazırlar. Adı bu kez daha derindir: "Gülün Gölgesinde".
Ölümünden sonra iki ayrı kitapta yayımlanan bu iki dosyası, Charles Bukowski'nin son şiirleri arasındadır. Zira daha sonra başka yazdığı şiirlere de ulaşılır. "Gülün Gölgesinde", kasım 2002'de Parantez Yayınları etiketi ve Avi Pardo çevirisiyle ülkemize girer. İlk baskısına sahip olmakla sevinç duyduğum Bukowski kitaplarından biridir diyerek havamı atmalıyım.
Kitabın hemen açılışındaki "Gösteri Dünyası" adlı şiir hem bir içerleme hem de tavsiyelerle doludur. Bukowski bu şiiriyle "Ne bana kalır / ne sana / bir türlü anlayamıyoruz / bunu" demiştir dünyaya. "IBM'in başında" adlı şiirinde daktilodan bilgisayara transfer olduğunu zannetmeyin Bukowski'nin. "Bir sıcak yaz akşamı daha / bir kağıt daha daktiloya takılı / daha çok sinek, daha çok / sigara bu odada" der, müzik ve şiirle yontar gecelerini. Kitabın sonlarındaki "İlk bilgisayar şiirim"de "ölümcül ölümün yoluna mı saptım yoksa?" dizesiyle giriş yaparak, "daktiloda yaşam var" der adeta. "Röportajcılar" şiiriyle ününden hâlâ şikâyetçidir şair, "Yabancılar" şiiriyle ise dünyanın rahat insanlarına geçirdikçe geçirir, ipliği. "Ama ben onlardan / değilim" der. Bunu iyi biliriz. "Elektroşok" şiiriyle modernizmi yumruklarken, "İki koşu arası" şiiriyle ise atlardan asla vazgeçmediğini söyler. Bu şiirinde Bukowski, kendini pazarlayan ve yazmaktan çok başarılı olmaya ruhunu ipotek ettirmiş yazarlara hoş sözler söyler. Onları sallamadığını söyler. Hiç sallamamıştır çünkü onun için yazmak bir meslek değildir, yakarıştır.
"Gülün Gölgesinde" kitabındaki şiirlerin isimleri Bukowski'nin yaşamındaki son yıllarında neler hissettiğinin ve nerede olduğunun göstergesi gibidir. Birkaçını sıralamalıyım: "Karanlık", "Ne fazla ne de az", "Yitik ve umutsuzlar", "Tanınmak", "Kıyak geçmedi talih", "Paramız yok, tatlım, ama yağmur sebil", "Suskun volkan", "Serin siyah hava", "Sıcak ışık", "Son tabure", "Mola vermek", "Yazık", "Şaşma zamanı", "Buk'un sonu", "Hava kapalı", "İhanete uğramak". Durum gayet açık. Bukowski çıkmazdadır, bundan mutsuz değildir aslında çünkü yazmaktadır.
Şiirlerinde, bu "son" dönemlerinde neler okuduğundan tutun da neler dinlediğini bile görebilirsiniz Bukowski'nin. Şairin hakkında bilgi edinmenizi sağlayan şiirler bu yüzden de çok lezzetli. Mesela yazarlardan kimler var? Hemingway, Faulkner, T. S. Eliot, Ezra Pound, Knut Hamsun, Wallace Stevens, Thomas Wolfe, Ivan Turgenev, W. H. Auden, Henry Miller, E. E. Cummings ve birçok şiirinde sıklıkla bahsettiği Louis-Ferdinand Celine. Özellikle bir şiirinde Celine hakkında şunları dizer: "Celine'in Gecenin Ucuna Yolculuk kitabını / yatakta kraker yiyerek / bir solukta okudum / okuyor ve kraker yiyor, kraker yiyor / ve okuyordum / içimden, nihayet benden / daha iyi yazan birini buldum / diye geçirip / kahkahayı basarak". Bukowski'nin kimleri okuduğunu öğrendiğimiz dizeler yığınla. Peki müzik? Evet o, klasik müziğe âşık. "Klasik müzik ve ben" şiirinde, bu müziği dinlemeye asıl başladığı konusunda bir fikri olmadığını ve hatta bu müziğin muhallebi çocukları için uygun olduğunu söyler. Ama sonra özellikle senfonik müziğin etkisine kapılır ve dükkan dükkan gezip plak alır, dinler. Kimleri mi? Beethoven, Brahms, Çaykovski, Chopin, Mozart, Smetena, Sibelius, Ives, Goldmark, Wagner, Haydn, Handel, Eric Coates, Rossini, Shostakovich ve Bach. Hepsi hakkında ne düşündüğünü "Klasik müzik ve ben" şiirinde bir anda okumak mümkün. Ben özellikle Bach'ı not etmiştim. Çünkü onun için "yeterince uzun dinlemişsen / Bach'ı / başkasını dinlemek istemezdin" yazmıştı. Ayrıca Wagner için yazdıkları da ilgi çekiciydi: "Wagner karanlık enerjinin / köpüren mucizesiydi."
Ezberimden çıkmayan birkaç dizeyi paylaşmak boynumun veresiyesi.
"Her şeyden vazgeçebilmelisin, fırlatıp atabilmelisin / her şeyi."
"Savaşın bir bedeli vardır ve barış sonsuza dek / sürmez."
"Hiçim bu gece / duvarlarla iletişimim kesik."
"Akşama doğru / suskunlaşırdık."
"Ben beyazdım hep / ve dünyanın beni mest ettiği / söylenemezdi."
Son olarak, kitabın sonunda yer alan ve kitaba adını veren "Gülün Gölgesinde" şiirini hep beraber içimizden okuyup, dışımızdan dinleyelim:
"budayarak, belleyerek,
cehenneme inen merdivenlerden,
yok olma noktasını yeniden
saptayarak,
yeni bir vuruş, yeni bir duruş
deneyerek, beslenme alışkanlığını
ve yürüyüşünü değiştirerek, sistemini
yeniden düzenleyerek, dinozor
düşüşünü fotoğraflayarak,
arabanı daha özenli ve zarif
sürerek, çiçeklerin seninle
konuştuğunu fark ederek,
su kaplumbağasının ıstırabını
idrak ederek,
bir kızılderili gibi
yağmur duasına çıkar,
otomatiğe yeni bir şarjör
takar, ışıkları söndürür
ve beklersin."
Şiirlerin pis moruğundan son söz niyetine: "Hiç bir şey değişmiyordu / her şey yerli yerindeydi / bir şey patladı, bir şey kırıldı / bir şey kaldı."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
*Daha önce Peyniraltı Edebiyatı'nın 5. sayısında (Ağustos 2013) yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder