"Günlerdir kapımı kimseler çalmıyor
Göğsümden içeri yokluğun sızıyor
Bir demlik çayım var tütünüm de geçiyor."
- Nazan Öncel, Geceler Kara Tren
İlginç bir yazarla karşı karşıyayız. 1980'de ülkemizin en ilginç şehirlerinden Adana'da doğmuş Ömür İklim Demir. Yedi yıl ceza avukatı olarak çalışmış fakat bıkmış olacak ki içi dışı bambaşka bir âlem olan reklam yazarlığını da üç yıl kadar sürdürmüş. Fanzinlerde, teknoloji dergilerinde yazmış. İlk öyküsü 2010'da Varlık'ta yayımlanmış. Muhtelif Evhamlar Kitabı, ilk kitabı. Yapı Kredi Yayınları'nca ilk baskısı Haziran 2015'de yapılmış. Bendeki ise ikinci baskısı, Ocak 2016. "Şimdilik var olmakla meşgul" yazıyor biyografisinin sonunda. Şu da var: 2015 yılında yazdığı öykülerden biri İtalyan asıllı yazar Giovanni Scognamillo adına verilen GİO Ödülleri'nde "Yılın En İyi Öyküsü" olarak seçilmiş.
Birbirinden çok farklı ortamlar ve insanlar şüphesiz öykülerine sirayet etmiş Demir'in. “Ne diyeyim, huzur tuhaf şey arkadaş, ancak kaybedecek bir şeyin kalmadığında gelip seni buluyor.” cümlesi bile bunun tek başına ispatı. Çünkü huzur denen şey, hiç beklenmedik anlarda ortaya çıkıyor ve bu anlar genellikle yalnızlık, parasızlık, borçsuzluk gibi hâllerde oluyor. 105 sayfalık kitapta 10 öykü var: İçler Dışlar Çarpımı, Vasati 40 Yaş, Tuz, Sonsuz Rasim Abi'ler Diyarı, Dün Gece Ansızın, Kartela, Saraylı'nın Üç Ölümü, İki Oda Bir Salon Yarım Hayat, Uzun Uzun Çalan Ziller ve Bir Mutfak Kapısı Hakkında, Sessizliği Öldüren Tuzluk. Öykülerin birbiriyle alakaları hem var hem de yok. Bu yazarın başarısı zira kurgusuz kurgu denebilir buna. Günlük dile çok yakın ve ne eksik ne fazla olan üslubu ise okurken hiç yormuyor, kitabın kolayca okunmasını sağlıyor. İlk ve son öyküde Edip Cansever epigrafı var, aradaki öykülerde ise Onat Kutlar, Ahmet Hamdi Tanpınar, Led Zeppelin, Didem Madak tercih edilmiş.
Ömür İklim Demir'in öyküleri belirli bir duygu üzerinden yürümüyor. Hepsi farklı, hepsi kendinden biraz biraz bahsettiren ama bize kalsın istediğimiz bir dost sıcaklığında. Bazen gülen, bazen homurdanan, bazen de kısık sesle bir sırrını paylaşan öyküler bunlar.
"Bir tarafta, bıyıklı hoyrat adamlardan müteşekkil biz, diğer tarafta bütün zarafetiyle, ismini kendimizden her daim 've' ile ayırdığımız Emel... Gizliden gizliye hayrandık ona. Konuşmasını, bağırmasını, fısıldamasını, gülmesini, sigara içmesini izlemeye doyamazdık. Düşünürken sol elini çenesine koyardı, ben ona da doyamazdım."
Edebiyatımızın 1980 doğumlu olan kuşağı, "kentsel dönüşüm" denen yozlaşma aracının en büyük tokadını yemiş bir kuşak. Şüphesiz bu durum edebiyatçıların öykülerine de şiirlerine de yansıyor. Bu tip meselelere temas edilmezse o eser kof, geleceğe bir şey söylemeyen, geçici bir metin olarak kalıyor. Yazar kitabındaki öykülerin çoğunda modern günlerin çürümüşlüğü üzerine de karakterlerini konuşturmuş.
"Her şey daha da tatsızlaştı. Top oynadığımız arsayı inşaat için dikenli tellerle çevirdiler; Musti'nin sigaraya başladığı, benimse hem sigaraya başlayıp hem Ayşen'e âşık olduğum yıldı. Önce tuğlalar ve tahtalar ve keresteler ve demirler yığıldı öbek öbek. Kale kurduğumuz taşlar, kum tepelerinin altında kaldı. Kazmalar, kürekler, elekler yayıldı sağa sola. Sonra da en irisinden iki kangal bağladılar çantalarımızı bıraktığımız ağacın altına. Daha da kimse giremez oldu. Yıldızların oraya. Bizim maçlar kömür deposunun ardına, yukarmaaledeki küçük arsaya taşındı. Herkes o tarafa gitti. Tek ben gitmedim. Gidemedim."
Aslında kitabın ismi, öykülerin genel tarzını da açık ediyor. Yazardaki muhtelif evhamlar, hepimizin içinde kalanlarla birlikte öykülere dönüşmüş. Böylece ortaya içli dışlı olunacak, kısa zamanda bitirilecek, geriye dönüp bakıldığında yer yer tebessüm, yer yer acınma halleri hissettirecek metinler hatırlanacaktır. Her yazar kendi kendine konuşur çünkü hiçbir yazar normal değildir. Normal insandan yazar olamayacağı da daima söylenmiştir ve söylenmelidir. Demir'in yaptığı ise hem kendi kendine konuşmak hem de karakterlerini kendi kendilerine konuşturmak bazen. Üstelik bunu yaparken de son derece samimi, doğal.
"Derin bir nefes aldı Selim, bardağın dibindeki soğuk çayı tepesine dikti ve aslında ölümden değil de yaşamdan korktuğunu ilk o zaman anladı.
İki hafta sonra bir çilingir sofrasında, "Ölmek istiyorum abi. Kendimi bırakıp gitmek istiyorum" dedi bir arkadaşına. Arkadaşı da, "Lan oğlum saçmalama" dedi çatalını köpoğluna daldırırken. "Ölecen de ne olacak?"
İşte o sırada, "Ömürden öte dert yok" dedi içindeki ses. "Bu masa, bu haydari, bu adam, bu birbirine yapışmış buzlar, bu anason kokusu, hepsi ölümden korkman için. Korkma Selim. Dert dediğin her şeyin ötesindeki yerdeyim, gel" diye fısıldadı.
Selim arkasına baktı, Orhan Gencebay posteri dışında kimsenin olmadığını görünce güldü."
Sonbaharda öykü okumak, öyküye vakit ayırmak çok güzel. İnsan yaşamın içinde olduğunu yeniden anlıyor. Yaşamın bir anlamı olduğunu yeniden düşünüyor. Öykülerin en hoş tarafı da bana kalırsa bunlardır: Düşler ve düşünceler.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder