5 Ocak 2018 Cuma

İnsanın altı içecek üzerinden varoluş hikâyesi

“İnsanlık tarihinden değil, insan yaşamının çeşitli yönlerinin tarihlerinden söz edilebilir sadece.”
- Karl Popper [i]

Giriş
Popper’in de dediği gibi tarih insanın hayatına temas eden çeşitli faktörler aracılığıyla incelenebilir. Bu faktörlerden birisi de içecektir. Ki insanoğlunun nereye yerleşip yaşayacağını belirleyen temel kıstas sudur. İnsan suyun bulunduğu çevrelerde bulunmuş; köyler, kentler buralarda gelişim sağlamıştır. Zamanla hayatın vazgeçilmezi olan suyun yerine alternatif içecekler ortaya çıkmıştır. Tom Standage[ii]’in kaleme aldığı “Altı Bardakta Dünya Tarihi” insanın varoluşundan bu yana geçen süreci 6 farklı içecek üzerinden incelemiş, değerlendirmiştir. Anlatımı bira, şarap, damıtık içkiler, kahve, çay ve kola üzerinden kurgulamış, bu ilgi çekici yönüyle akıcılığı sağlamıştır.

Mezopotamya ve Mısır’da Bira
Doğada yetişen yiyecekleri toplama, avcılık gibi uğraşlarla yaşamını sürdüren insanoğlu bir süre sonra dikkate değer bir değişikle beraber yerleşik hayata geçerek çiftçilikle uğraşmaya başladı. Verimli topraklara sahip olan Bereketli Hilal[iii]bölgesi insanlık için inanılmaz bir alandı. Bu yaşam tarzına geçişle bölgede yetiştirilen tahıllarla (arpa ve buğday) yeni bir içkinin farkına varıldı. Bu içki giderek sosyal hayatın merkezine yerleşti. Dolayısıyla göçebelikten köy yaşamına geçişte tanıklık gösteren ve insanların dini, ekonomik, toplumsal hayatına yer edinen biranın kökeni, bizzat uygarlığın kökeniyle iç içedir. Sümerler zamanında bira önemli bir işlevi üstlenir. Bu işlev Sümer betimlemelerine de yansımıştır. Ortak bir kaptan kamışla bira içmek yani birisiyle bir şeylerini paylaşmak konukseverliğin ve dostluğun simgesiydi. Sosyal hayatta önemli bir figür olan bira Mısırlıların ve Mezopotamyalıların tüm yaşamlarına sindi. Karmaşık toplumların ortaya çıkışı, yazılı kayıt tutma ve biranın popülerliği vs. tahıl fazlasının sonucuydu çünkü fazlalık-artık değer devamında üretmeyi, yeni şeyler ortaya koymayı getirmiştir.

Yunanistan ve Roma’da Şarap
Kuzeydoğuda dağlık diyarlardan ithal edilen şarap ilk zamanlar Mezopotamya kültürü için egzotik ve sadece seçkinlerin içmeye gücü yetebildiği bir içkiydi. Arkeolojik kanıtlara göre ilk kez Cilalı Taş Devri’nde Zagros Dağları[iv]’nda üretilmişti. Müttefikleri ve düşmanları sürekli değişen şehir devletlerinden oluşan ve çağdaş Batı düşüncesinin kökeni olan Antik Yunanistan’da şarap ile beraber tahıl çiftçiliğinin yerini yavaş yavaş asma ve zeytin yetiştiriciliği aldı. Şarap üretimi geçimlik olmaktan çıkıp sınai çiftçiliğe dönüştü. Çünkü artık şarap bir zenginlikti ve tahıldan kazanacağının daha fazlasını insanlar bağcılıktan kazanıyordu. Dahası sosyal ve kültürel çevrelerde de çok yaygındı şarap. Symposion[v] adı verilen ve katılanların şiirde, retorikte yarıştığı, tartışmaların gerçekleştiği bir ortamda şarap içiliyordu ve Antik Yunan’ın önemli filozoflarından olan Platon[vi] dersler verdiği Akademi’sinde öğretim tarzı olarak symposion’u model aldı. Derslerinden sonra öğrencileriyle beraber kendi belirlediği talimatlara göre “arkadaşlığın keyfini çıkarmak ve öğrenilenleri tazelemek” için birlikte yiyip içerlerdi. Önemli bir rol üstlenen bu içki, diğer bölgelerde de popüler olmuştu ve ticaret hayatının ciddi bir parçası haline gelmişti. Aslında gemilerde taşınan sadece şarap değil, aynı zamanda Yunan uygarlığı da taşınıyordu. Bu şarap nakliyatları sayesinde kültür de geniş iklimlerde dolaşıma girdi. MÖ ikinci yüzyılda Akdeniz’de dengeler değişmiş, Yunanlıların yerine orta İtalyan halkı olan Romalılar almıştı. Ama tarih gösteriyor ki bazılarına göre bu egemen değişimi zafer değil, yenilgiydi. Çünkü çoğu Avrupalının köken edindiği gibi Romalılar da gerek köken gerek kültür olarak Yunan’ı örnek almıştı. Roma nüfuz alanını genişlettikçe Yunan entelektüel ve sanatsal miras da geniş bir coğrafyaya ulaşıyordu. Meşhur bir söz olan “mīlle viae dūcunt hominēs per saecula Rōmam” yani bütün yollar Roma’ya çıkar deyimi şarabın zamanın toplumsal yapısına etkisiyle farklı bir varyasyona dönüşür: “Tüm bağlar Roma’ya çıkar.”. Çok geniş sınırlara sahip olmasına rağmen imparatorlukta üretilen şaraplar merkeze yani Roma’ya ulaşıyordu. Burada elden ele geçerek ticari yaşama sunulan yahut seçkinlerin sofralarında yer edinen şarabın sosyal statüyü-farklılaşmayı simgeleyen bir yönü de bulunmaktaydı. Öyle ki MÖ 87’de iktidar mücadelesinden galip çıkan Gaius Marius[vii] rakibi Sulla[viii]’yı destekleyenlerin peşine düşmüş. Bu durumdan dolayı statüsü düşük bir ahbabına sığınan Marcus Antonius[ix]şarabın bu sosyal farklılaşması yüzünden canından olmuştu. Ahbabı hizmetlisini gönderip üst sınıf, seçkin bir şarap almasını istemiş; bu durum dikkat çekmiş ve sonucunda Marius’un adamları Antonius’u yakalamış ve öldürmüştü. Görüldüğü üzere sadece zevk işlevi görmeyen şarap, bir yönüyle Romalılara göre üstünlüğün, gücün sembolüydü. İslam’ın yükselişiyle beraber ise Hristiyan Avrupa dışında kalan eski Roma dünyasında köklü bir değişim yaşanmış, şarabın toplumsal olarak üstlendiği bu durum zayıflamış, bir yönüyle güç dengeleri Roma’dan İslam devletleri tarafına doğru ağır basmaya başlamıştır.

Sömürge Döneminde Damıtık İçkiler
MS 1000’li yıllarda Avrupa’da kültür denilince akla gelen şehir artık Roma olmaktan çıkmış, İslam devletlerinden olan Endülüs’ün başkenti Cordoba[x] olmuştu. Sarayları, camileri, kapsamlı kanalizasyon sistemleri ve en önemlisi de yarım milyon kitap barındıran halk kütüphanesine sahipti. 10.yy Alman vakanüvis Hroswitha bu şehir hakkında dünyanın mücevheri olarak bahsediyordu [xi]. Cordoba, Şam, Bağdat gibi önemli kültür merkezlerinde bulunan Arap bilginler çeşitli kaynaklardan çeviriler yaparak bilimsel ilerlemeler kaydediyor, bu ilerleme sırasında bir tekniği de geliştirip popülerleştirdiler: damıtma tekniği. Cabir bin Hayyan[xii] damıtma tekniğini düzenli bir biçimde şaraba uyguladı ve şarap, damıtık içkilere dönüştürüldü. Bu içkiler eskiden bira ve şarapta olduğu gibi toplumda egemen duruma geldi ve önemli bir ekonomik ürün konuma dönüştü. Arap bilginler bu sonuca gündelik içki olmaktan öte simyasal bileşen-ilaç gözüyle bakmakta idiler. Fakat Hristiyan Avrupa’sında bu durum yaygınlaşmış. Hem içecek olarak tüketilip günümüzde tüketilen viskinin kökenini oluşturmuş hem de çeşitli vaka-hastalıklara karşı tedavi gözüyle görülmüştür. Şarabın damıtılmasıyla oluşan bu yeni maddeyi 12.yy da Arap metinlerden öğrenen Michael Salernus[xiii] ilaç olarak kullanmış, Latince tıp metinlerinde mucizevi bir ilaç “aqua vitae” yaşam suyu olarak anılmıştı. Çeşitli alanlarda önem kazanan bu damıtık içkilerin bir çeşidi olan eskiden “köpek öldüren” adı verilen zamanla rom diye anılan sert içki hafifletmek için denizcilerin su, limon vs. ile karıştırmasıyla grog adı verilen yeni bir karışıma dönüştü ve denizlerde içecek olarak bira yerine grog kullanılması fark edilmeden 17-18.yy da İngiliz üstünlüğünün kurulmasında rol oynadı. Çünkü denizci ölümlerinin ana nedenlerinden biri de C vitamini eksikliğinden kaynaklanan iskorbüt hastalığıydı ve biranın yerini alan grog C vitaminine sahipti. Önemli bir meta olan rom ilginç bir tarihsel gücün sonucuydu. Şeker Araplar vasıtasıyla Avrupa’ya girmiş, Kolomb Amerika’ya götürmüş, Afrikalı köleler tarafından yetiştirilmiş ve şekerin posasından damıtılmıştı. Yazarın ifadesiyle rom, Avrupalıların görmezden geldiği köle ticaretinin zalimliği olmadan varlığını koruyamazdı ve bir yanıyla rom birinci küreselleşme döneminin zaferinin ve baskıcılığının sıvı cisimleşmesiydi. Ayrıca siyasi bir boyutu da vardı. Amerika’da rom ticaretinin Fransa lehine olmasından dolayı kaygılanıp belli kalıplar çerçevesinde olmasını isteyen İngiltere’nin çıkarttığı Melas Yasası'nın[xiv] uygulanmaması, Amerikan bağımsızlığına giden yolda ilk kıvılcımdı. 1781 yılında Amerika’nın kurulmasından sonra John Adams[xv] şöyle demiştir: Melasın Amerikan bağımsızlığında önemli bir unsur olduğunu itiraf etmekten neden utanmamız gerektiğini bilmiyorum. Birçok büyük olay, çok daha küçük nedenlerin sonucu olmuştur.

Akıl Çağında Kahve
Diğer içkilerden farklı olarak arılığı ve kendindeliği arttıran, beynin kuvvetli besini, ayık içki, kahve; imgelemin bulutlarını ve kasvetli ağırlığını dağıtan, şeylerin gerçekliğini hakikat ışığıyla aniden aydınlatan kahve.Jules Michelet[xvi]

17.yy’dan itibaren düşünürler Yunan felsefesinin kesinliklerini sorgulamaya başladılar. Galileo[xvii], Bacon[xviii] gibi öncüler kör inancı reddedip, gözlem ve deneyden yana tavır aldılar. Bu yeni rasyonalizmin Avrupa’ya yayılmasıyla birlikte yeni bir içecek, kahve, yaygınlaşmaya başladı. Kahvenin zihinsel olarak bedene etkisini fark eden bilim insanlarının, entelektüellerin, kâtiplerin vs. vazgeçilmez tercihi oldu. Bir anlamda diyalektiksel bir madde haline dönüşerek alkolün anti-tezi konumunu aldı. Alkolün sarhoş edici, gerçekliği bulanıklaştıran etkisine karşın ayıltıcı, algılamayı yükselten bir içecek olarak görülmeye başlandı. Dahası, Yunanlıların ve Romalıların tanımadığı bir şey olduğu için bu içeceği tadıyor olmak bir bakış açısına göre eski dünyanın sınırlarının ötesine geçebildiklerini vurgulamanın yoluydu. Akıl çağı için idealdi. Kahveyi içecek olarak üretme, tüketme pratiği Yemen’e ait bir yenilik olduğu söylenir. Zamanla kahvelerin tüketildiği mekânlar olan “kahvehane” sosyal hayatın vazgeçilmezi olacak ve enerjisini kahveden alan bir iş ağı, platform konumunu alacak, hatta siyasi, dini, edebi, bilimsel çalışmaların merkezi olacak bir kültür haline dönüşecektir. Thomas Macauley[xix] bir kitabında şunları yazar: “Yabancılar Londra’yı diğer kentlerden ayırt eden şeyin kahvehane olduğunu söylüyorlardı. Kahvehane Londralının eviydi, bir beyefendiyi tanımak için Fleet Street’te ya da Chancery Lane’de oturup oturmadığı değil, Grecian’a ya da Rainbow’a düzenli gidip gitmediği sorulurdu.”. Çeşitli meslek gruplarının ilgisine göre farklı farklı kahvehane çevreleri oluşacaktır Avrupa’da. Kahvehaneler öyle bir toplumsal itibar belirleyicisi haline dönüşmüştü ki ticaret erbabı için mesken olan Jonathan’s Kahvehanesinden kovulmak önemli bir iş kaybı anlamına gelirdi. Önemli bir siyasal alan işlevini gören kahvehane kültürü, Voltaire’nin fikirlerinden dolayı İngiltere’ye gönderilmesiyle oradan gördüğü izlenim-tecrübeler yoluyla Paris’e girmiştir ki 89 devrimine uzanan süreçte önemli bir rol üstlenmiştir.

Çay ve İngiliz İmparatorluğu
Günümüzde insan hayatının vazgeçilmezi olan, her saat tercih edilebilen çayın kökeni Çin’e dayanır. Dünyaya yaygınlaşması ise güneşin batmadığı imparatorluk deyimiyle anılan İngiltere’nin doğuyla -masum ifadesiyle- etkileşimi sonucu olmuştur. Sudan sonra belki de en fazla tüketilen içecek olan çay, bir yönüyle, emperyalizmin, sanayileşmenin öyküsüdür. Doğu Hindistan Kumpanyası[xx] olarak bilinen şirket zamanla İngiliz gücünün doğudaki tezahürü konumuna geldi. William Playfair'e[xxi] göre bu şirket zamanla sıradan, sınırlı bir tüccarlar topluluğu iken Doğu’nun yargıcı haline geldi. İngiltere’ye ulaştığında ilk olarak seçkinlerin gözdesi olan çay, toplum genelinde pahalılığı yüzünden ulaşılamayan bir metaydı. Çayın yerine daha ucuz olan kahve tercih ediliyordu. Zamanla her eve giren çay İngiltere’de herkesin içtiği bir ürün haline dönüşmüş ve bu durum nedeniyle “İngiltere ve Çay” ayrılmaz bir ikili olmuştur. 18.yy sonlarına gelirken bir mucit olan Richard Arkwright[xxii] iplik eğirme tezgâhı geliştirdi. Bu gelişme ilk modern fabrikaya dönüştü ve İngiltere’yi sanayileşmiş ülkeye dönüştürdü. Diğer alanlara da yansıyan bu gelişme dizisi bireysel el gücünün işlevini makineye devretti ve sonuç itibariyle geleneksel olan işgücünü olumsuz bir şekilde etkiledi. Makineleşmeden dolayı süregelen İngiliz mallarındaki bolluk ve ucuzluk dış sermayeyi iflasa sürükledi. 17.yy’da kâtiplerin, işadamlarının vazgeçilmezi olan kahve gibi, bu yeni gelişmeler sonrası çay da fabrikalardaki işçilerin vazgeçilmezi haline dönüştü. Fabrika sahipleri işçilere “çay molaları” vermeye başladı. Doğu Hindistan Kumpanyası’nın yaptığı bu çay ticaretinde dış sebepler dolayısıyla dalgalanmalar yaşandı ve şirket İngiltere’ye karşı borçlu konuma düştü. Çayın yaygınlaşmasından dolayı değerinin azalması da bu borcun ödenmesini zora soktu. Bu sefer şirket afyon ticaretine başlayarak çaydan daha fazla kar sağladı. Afyon ticaretinden dolayı kötüleşen Çin-İngiliz ilişkileri artık öyle bir aşamaya gelmişti ki çeşitli nedenlerden dolayı savaş (1839-1842) patlak verdi. İngiltere teknolojik üstünlükten dolayı savaşı kazandı, savaş sonrası imzalanan Nanking anlaşmasıyla[xxiii] beraber İngiltere için egemenliğini genişleten, Çinliler için ise son derece alçaltıcı olan yaptırımlar geldi. İngiltere Çin’in limanları üzerinde söz sahibi olmuştu artık.

Coca-Cola ve Amerika’nın Yükselişi
Fastfood sektörünün temel ürünü olan kola Mayıs 1886’da bir eczacı olan John Pemberton[xxiv]’un ilaç denemeleri sırasında bulunmuş, ilk zamanlar tıbbi bir ilaç olarak satışı yapılmış daha sonra serinletici bir içecek olarak sektör değiştirmiştir. 2014 yılında en değerli 3. Marka olan Coca-Cola’nın yükselişi Amerika’nın yükselişi ve onun değerlerinin cisimleşmesiyle eşdeğer görülebilir. Tıpkı İngiliz imparatorluğunun serüvenini bir fincan çayda görebildiğimiz gibi, Amerika’nın küresel alanda yükselişini de kolayla beraber görebiliriz. Amerika’nın içe dönük politikadan küreselleşmeye yönelik politikaya yüzünü çevirmesiyle beraber Coca-Cola da küresel bir marka haline dönüştü. ABD dünyaya yayıldıkça Coca-Cola da onlarla beraber yayıldı. Öyle ki şirketin başkanı maliyeti ne olursa olsun Amerikan askerine 5 sente bir şişe Coca-Cola temin edebilir diye açıklama yaparak aynı zamanda markanın yurtsever, Amerika’nın savaş çabalarını destekler bir görünüm almasını sağladı. Artık Amerikan askerinin bulunduğu yerde talep üzerine kola üretim fabrikası da açılmaktaydı. 2. Dünya savaşı yıllarında bir reklamında geçen sözler “Amerika ve Coca-Cola” ilişkisini özetlemektedir aslında: “Bir ABD savaş gemisinin gittiği her yere Amerikan yaşam tarzı da gider… Doğal olarak Coca-Cola da.

Sonuç
Bu 6 içecek türüyle insanlığın geçmişi tanımlandı. İlk yerleşim yerleri insanların temel ihtiyacı olan su kıstas alınarak kuruldu. O vazgeçilemezdi çünkü. Geleceği anlatacak-tanımlayacak içecek de tekrar tarihin başından beri önemli rol oynayan su mu olacak acaba? Altın, elmas, petrol vs. gibi kaynaklar için yapılan savaşlar yerini suya mı bırakacak gelecekte? 1979’da Mısır devlet başkanı Enver Sedat[xxv] şöyle diyordu: "Mısır’ı tekrar savaşa sokacak tek konu sudur.

[i] Karl Raimund Popper, Avusturya kökenli Britanyalı felsefeci (1902-1994)
[ii] The Economist dergisi bilim ve teknoloji muhabiri olan İngiliz gazeteci, yazar.
[iii] Lübnan, Suriye, Irak, Türkiye’nin güneydoğusu ve Mezopotamya’yı içine alan verimli bir bölgedir. Ekvatora doğru bakan bir hilal şeklinde olduğu için Bereketli Hilal adını almıştır.
[iv] Zagros Dağları ya da Zağros Dağları, İran ve Irak topraklarında bulunan büyük dağ zinciri. İran’da uzandığı bölgeye ismini vermiştir. Uzunluğu İran’ın Irak sınırından Basra Körfezi’nin güneyine kadar 1.500 km’dir.
[v] Antik Yunan’da erkeklerin toplanıp şiir okuduğu, retorikte yahut çeşitli meselelerde tartışıp yarıştığı bir şölen,parti.
[vi] Platon ya da İslam dünyasında Eflatun olarak bilinen, Antik klasik Yunan filozofu, matematikçi ve batı dünyasındaki ilk yüksek öğretim kurumu olan Atina Akademisinin kurucusudur.
[vii] Gaius Marius Romalı general ve kariyeri boyunca eşi benzeri görülmemiş biçimde yedi kere konsül seçilmiş siyasetçi.
[viii] Lucius Cornelius Sulla Felix, genel olarak bilinen ismiyle Sulla. Romalı general ve devlet adamı.
[ix] Romalı komutan
[x] İspanya’da bulunan Cordoba-Kurtuba ilk olarak Romalılar tarafından kurulmuş tarihi bir kenttir. 8.yy’da Endülüs Emevileri tarafından başkent yapılmış, uzun yıllar Müslümanların elinde kalmıştır.
[xi]http://scholarship.claremont.edu/cgi/viewcontent.cgi?article=1042&context=pomona_fac_pub(sayfa 5) Bahsi geçen kitap: Hrotsvitha of Gandersheim
[xii] Ebû Mûsa Câbir bin Hayyân Batıda daha ziyâde Geber olarak tanınan, Abbâsîler döneminde yaşamış ve İslâmiyet’te fen bilimlerinin temelini atmış olan Farsî çok yönlü bir fen bilgini
[xiii] İtalyan simyacı.
[xiv] İngiltere’nin Amerika’daki kolonilere Fransız ve Hollanda Batı Hint Adalarından kaçak olarak şeker ve melas getirilmesini önlemek ve kolonilerden sağladığı gelirleri artırmak amacıyla çıkardığı yasa.
[xv] Amerika Birleşik Devletleri tarihindeki ilk Başkan Yardımcısı ve 2. Başkandır.
[xvi] Fransız Tarihçi (1798-1874)
[xvii] Galileo Galilei, İtalyan astronom, fizikçi, mühendis, filozof ve matematikçidir.
[xviii] Francis Bacon filozof, bilim insanı, avukat, hukukçu, devlet adamı ve yazar.
[xix] İngiliz tarihçi. (1800-1859)
[xx] Doğu Hindistan Şirketi veya İngiliz Doğu Hindistan Şirketi, Doğu Hint Adaları’yla ticaret amacıyla kurulmuş olan; ama daha çok Hint altkıtasıyla ticaret yapan bir İngiliz (1707’den sonra Britanya) anonim şirketiydi.
[xxi] İskoç ekonomist (1759-1823)
[xxii] Sir Richard Arkwright, İngiliz sanayici. Bir devrim açan dokuma tezgâhını buldu. (1732-1792)
[xxiii] Nanking Antlaşması, 29 Ağustos 1842 tarihinde Birleşik Krallık ile Çing Hanedanı arasında Afyon Savaşı’nı bitiren anlaşmadır.
[xxiv] John Stith Pemberton, ABD’li eczacı. Coca-Cola’nın ilk üreticisi. Pemberton’un 1886 yılında bir ilaç olarak ürettiği şurup, küçük değişikliklerle alkolsüz bir içecek olarak küresel bir tüketici kitlesine Coca-Cola markası olarak ulaşmıştır.
[xxv] Muhammed Enver Sedat, Mısırlı Arap asker ve siyasetçi. Mısır’ın ikinci cumhurbaşkanıdır.

Hasan Basri Yapıcı
twitter.com/hbasriyapici

Geçmişine güvenemeyen hangi kalabalığa güvenebilir?

“Ya her şeyim ya hiçim
Sorma dünya ne biçim
Bir kördüğüm ki içim
Çözdükçe dolanıyor."
- Şevket Rado

Bir şarkı bir kitaba ancak bu kadar uyum sağlayabilirdi. Usta yazar Ayşe Kulin de bu sebeple kitaptaki her bir bölümü bu şarkının mısraları ile başlıklandırmış olmalı.

Fikriyat anlamında Ayşe Kulin’le aynı safta yer almamız mümkün değil. Biz aynı coğrafyada, inandığı değerleri ve siyasi görüşleri bambaşka olan, belki de dünyanın iki uzak ucunda iki bambaşka kadınız. Ama farklı olmak benim için hiçbir zaman başka hayatlara kulak tıkamak, onları görmezden gelmek, ötekileştirmek anlamına gelmedi. Bilakis daha çok merak edip anlamaya çalıştım ve itiraf ediyorum Ayşe Kulin’i bir anlatıcı olarak naçizane çok başarılı buluyor, raflarda yeni bir kitabını görünce almadan edemiyorum.

Bazı kitaplar uzar gider, bazıları bu uzama sürecinde zevk de verebilir okuyucuya ancak Kulin’in kitapları benim için her zaman bir solukta okuduğum, tadının damağımda kaldığı romanlar oldu. Kördüğüm’ü de bu heyecanla alıp ilk sayfasını açtım. Özetle, muhteşemdi! (Eklemek istediğim bir nokta var, Müslüman bir kadın olarak zorla başı örtülen, Ortadoğu’da Işid benzeri bir örgütün eline düşen kadın karakter -ki bu tarz ortalama bir karakter Kulin’in diğer kitaplarında da var, beni rahatsız etmedi desem yalan olur. Bu klişeden tez vakitte vazgeçilmesini diliyorum.) Polisiye romanları çok severim. Ahmet Ümit bu konuda Türk edebiyatına ciddi katkı sağlamış olan bir yazarımız ve benim sanırım okumadığım kitabı kalmadı. Daha az yazan (elbette yine şahane yazan) yazarlarımız olsa da (Barış Uygur gibi) kabul edelim edebi sahamız polisiye roman alanında çok zengin değil. Ayşe Kulin de bu alana Kördüğüm ile göz kırpmış ve çok da iyi yapmış. İlk polisiye denemesi olmasına rağmen ben son derece çarpıcı buldum bu ilk denemesini. Şimdi kısaca kitabın konusuna da değinelim.

Son hatırladığı bir arabanın parlak farları olan, bir kaza sonrasında gözlerini hastanede geçmişi silinmiş bir kadın olarak açan Gizem’in hayatı var ellerimizin arasında. Bir klinikte Gizem. Etrafında bir psikiyatrist, tuhaf bir hasta kız, bir komiser var. Ama geçmişine güvenemeyen hangi kalabalığa güvenebilir ki? O da böyle işte. Kimseye güvenemiyor. Geçmişinde bir karanlık olduğunun farkında ancak bu karanlığı bir türlü aydınlığa kavuşturamıyor. Ta ki bir yere kadar. Geçmişinin iplerini eline alınca da bu karanlığı kiminle paylaşacağının derdine düşüyor ve biz o geçmişi, Gizem’in yaşadıklarını öğrenip tam da burada bir polisiyenin kucağına düşüyoruz.

Bir sevgili… İhanet mi etti yoksa yoksa gerçekten çok mu güvendi?
Bir psikiyatrist… Ona yardım mı etse yoksa beladan uzak mı dursa?
Aile… Her biri başka yerde, sevgi daim ama mesafeler uzak.
Bir anane… Koca bir çocukluğu, gençliği ve yetişkinliği sırtlayan bir dost gibi.

Türkiye’nin de içinde bulunduğu Ortadoğu problemi sahnesinde ilerleyen kitap son derece akıcı bir üslupla bu şekilde devam ediyor. Her bir sayfada bir sonraki sayfayı merak ederek ilerliyorsunuz, okuyucuyu derine çekiyor, kendinizi Gizem’in yanıbaşında buluyorsunuz.

Sonu nasıl mı bitiyor? Her polisiye gibi elbette bir çözüme kavuşuyor. Ama bu çözüm mutlu bir son mu yoksa acıdan mı ibaret, tavsiyem, siz de okuyup kendi gözlerinizle görün.

Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler

4 Ocak 2018 Perşembe

Korkudan korkmamak için önce onu tanımak gerek

"Tüm korkular bir şey için duyduğumuz sevgiden kaynaklanır.''
- Thomas Aquinas

"Her şey bir yana, yürüme arzunu kaybetme. Yürüyüşe çıkabildiğim sürece hiçbir şeyden korkmuyorum, ölümden bile."
- Soren Kierkegaard

Bazı hisler tek başına çökmezler insan ruhuna. Peşlerinden başka hisleri de getirirler. Mesela korku: son yıllarda hepimizin en çok hissettiği, yakamızdan paçamızdan ayrılmayan o ölümcül his. Korkuyu hissederken aynı zamanda kaygıyı, paniği, tedirginliği, kuşkuyu, şüpheyi, baskıyı, tehlikeyi, daralmayı ve sıkışmayı da hissederiz. Bu durumda korkunun ilk ve en şiddetli eyleminin özgürlüğümüze, varoluşumuza yönelik olduğunu söyleyebiliriz. Korkmaya başladığımızda özgürlüğümüz de kısıtlanmaya başlamıştır. Korktuğumuzda savaşın en zor şartlardaki cephesinde çoktan yerimiz hazırdır. Geriye iki mesele kalıyor: korkunun ne olduğunu keşfedip üzerine gitmek yahut korkuya teslim olup hayatı daha da yaşanılmaz bir hâle getirmek. Ne yapmalıyız?

Yayın hayatına başladığından bu yana 'gerçekten' ilginç ve önemli kitaplar neşreden Redingot, bu kez de Murat Erşen çevirisiyle Korkunun Felsefesi'ni kazandırdı Türkçeye. Norveçli yazar ve düşünür Lars Fredrik Handler Svendsen'i daha önce dilimize çevrilmiş Sıkıntının Felsefesi kitabıyla tanıyoruz. Yazarın önceliği, modern çağın ve modern insanın en temel sorunlarını irdelemek. Sıkıntı ve korku; hangimizin temel sorunu değil ki? Hayatımızın her günü uyanıştan uyuyuşa dek bu iki hisin gerilimiyle savruluyor. Evden çıktığımız anda korku yanımızda bir gölge gibi beliriyor. "Korktuğumuz bir dünya kendimizi bütünüyle evde hissedemeyeceğimiz bir yerdir" diyor Svendsen. Birçok felsefecinin düşüncelerinden faydalanarak korkunun ne'liğine dair hatları çiziyor. Heidegger'e göre korkuyla birlikte kendi imkânlarımızı gözden kaybederiz. Sartre için korkudan kurtulmanın çaresi ise kendimizi kendi olanaklarımıza atmak. Biri korkuyla imkânlarını kaybediyor, diğeri korkudan kurtulmak için olanaklarına sarılıyor. Tabiri caizse korku birine kaybettiriyor diğerine bulduruyor.

Kaybediş ve buluş arasında Svendsen'in önerisi karamsar gibi gözükse de oldukça gerçekçi: kuvvetli bir idrak. Bu özgün bakışta, korkunun geçici değil sürekli bir his olduğu var. Çünkü varoluş; duran veya duraksayan bir şey değil. Süregiden bir eylem. Dolayısıyla korku ve varoluş için aynı yolun yolcusu diyebiliriz. Yani korkuya 'kapılmak'tansa onu tanımak ve hatta onunla arkadaş olmak hem insanın hem de toplumun ruh sağlığı için oldukça kritik. Spinoza korkunun 'fayda'sına dokunur "Ne umut korkudan vazgeçebilir, ne de korku umuttan" derken. Korkunun umut etmemizi sağladığı oldukça doğru. Korkun varsa umudun da vardır, korkmuyorsan umutsuzsundur. Dağ filmindeki komutan "Ben de insanım, ben de korkuyorum" demişti. Ama bu korku onun ve arkadaşlarının görev bilincini de daima diri tutmuştu.

İnsanın bir şeyi anlamadan tam olarak bilmesi mümkün olmadığı için önce korkuyu anlamak gerekiyor. Hangi durumlarda ortaya çıktığını ve insana, topluma ne gibi geri dönüşleri olduğunu. Sınırları belli olmayan bir şey insanı daha fazla korkutur, üstelik bu şey korkuysa varın gerisini siz düşünün. "Korku, cezadan daha berbattır, çünkü ceza bellidir, ağır veya hafif; bilinmeyene, sınırlandırılmamışa kıyasla ceza, daha az ürkütür." der Stefan Zweig. Evet korkudan sonrası daha yerleşmiş bir hastalık olan ürkmektir. Svendsen'in kitabı bizi ürkmekten uzak tutmak için elinden geleni yapıyor 192 sayfa boyunca. Peki hangi konular çevresinde dönüyor? Şöyle: Korku kültürü, korku nedir, korku ve risk, korkunun cazibesi, korku ve güven, korku politikaları, korkunun ötesi.

Svendsen kitabında felsefeden olduğu kadar edebiyattan ve sinemadan da fazlasıyla yararlanıyor. Özellikle bazı filmlerin korku sahnelerine yaptığı yorumlar bir taraftan korkuyu tanımlamamıza yardımcı olurken diğer taraftan beyazperdenin ve televizyonun hayatımıza korkuyu salmakta ne kadar kuvvetli olduğunu da hatırlatıyor. Bu 'mecra'ların uzun yıllardır en yoğun korku aracı olarak kullanan kuvvet ise devletler. Sadece haber bültenlerinde değil çizgi filmlerden dizilere ve hatta yarışmalara kadar korkuyu izleyebiliyoruz. Bu izleme eylemi o kadar sıradanlaşıyor ki Baudrillard'ın deyimiye iyice ilizyona dönüşmüş olan yaşamamımızda korku da yeni bir ilizyon sanatı. Politik bir sanat olarak korkuyu Machiavelli ve Montesquieu eserlerine değinerek anlatıyor Svendsen. Siyasi korkunun asla boşluktan doğmadığını; bilakis onun yaratıldığını ve sürdürüldüğünü söylüyor. Elbette bu tür korkunun işlevi de çeşitli siyasi uygulamaları desteklemek ve güçlendirmek. Devamını birlikte okuyalım:

"Korkunun nedenlerine karşı mücadelenin kendisi korku üreten bir şey haline gelmiştir. Eğer otoriteler, yurttaşların karşı karşıya bulunduğu terör tehlikesinin altını sürekli çizer, hatta abartırlarsa, aslında devletin de kendi vatandaşlarını terörize ettiğini iddia etmek mümkün olur. Teröristlerle otoriteler arasında bir ortak yaşam doğar çünkü birbirleriyle kavgalı olsalar da ikisi de aynı sonucu üretir: Korku içinde yaşayan bir halk. Yine her ikisi de bu korkuyu siyasi olarak sömürürler. Siyasi özgürlüğümüzün önemli bir bölümü tam da yaşamlarımızı çok fazla korku olmadan yaşayabilmekten oluşur. Örneğin herkesin terör saldırısına açık olduğu yönünde abartılı bir izlenim yaratarak korkuyu besleyen bir hükümet böylelikle vatadanşlarının özgürlüğünü sınırlar." [sf. 161]

Korku bizi kendimizden uzaklaştırır. Böylece derin ve sonsuz bir umutsuzluk çöker üzerimize. Korkuyu tanırsak, onu tanımak için mücadele edersek korkunun yanına umut gelebilir. Hatta umut, korkuyu yenebilir. Korkunun Felsefesi, korkunun muazzam baskısı altında dahi umutlu olmayı öğütlüyor.

Yağız Gönüler

Okuyucuyu çaresiz bırakan yazar: Kobo Abe

Daha çok varoluşçu olarak bilinen ve hayatın yaşanamayacak kadar ‘kötü’ olduğunu düşünen Albert Camus yaşamaya dair düşüncelerine absürdizm (saçmalık) ile açıklık getirir. Camus hayatın kötü olduğu düşüncesi üzerinden “yaşamaya değmeyecek bu dünyada insanların neden intihar etmediklerini” sorar ve sorusunu “yaşamanın verdiği tarif edilmez şevk” olarak yanıtlar. Hayatın tüm saçmalığına karşın intiharın bir kolaycılık ve kaçış olduğunu söyleyen Camus intihar etmektense hayatı anlamaya çalışmanın asıl yapılması gereken olduğunu belirtir. Söz konusu soru ‘insan neden intihar eder’ şeklinde de sorulabilir elbette. Yaşamanın -belki de ümidin- vereceği şevk kalmaması dışında muhtemel başka sebepler de bulunabilir. Nitekim Sartre, Camus’nün tam tersi bir düşünce ortaya atarak intiharı olumlamış, Durkheim intihardan bireyi değil toplumu sorumlu tutarak meseleyi bambaşka bir boyuta taşımıştır. Kanguru Defteri’ni okurken kendiliğinden oluşan absürtlük kavramı son cümleyi okuduğumda Albert Camus’nün arayışını aşan bir şekilde noktalandı diyebilirim. Zira kitap kendine has bir hikâyeye ve sonuca sahip.

Kobo Abe (1924-1993) her defasında şaşırtmayı başarıyor. Monokl Yayınları’ndan çıkan yüz doksan sekiz sayfalık Kanguru Defteri adlı eseri Aydın Özbek Türkçeye çevirmiş. İlk sayfalarda merakla okunmaya başlanan hikâye, fantastik edebiyat sevmeyenleri veya Kobo Abe’yi tanımayanları bir yerden sonra yorabilir hatta daha da ileri giderek sıkabilir. Çünkü yazar bu eserinde fantastik bir anlatıma yer vermiş! Ya da son sayfasına kadar öyle zannediyorsunuz.

Hikâyenin nerede kopacağını bekleyerek okuyan okur yine bir Kobo Abe klasiğiyle karşılaşarak son sayfaya kadar o kopuşa tanık olamıyor. Dolayısıyla kitap bitinceye kadar okuyucuda net bir fikir oluşmuyor. Fakat bitiş cümlesiyle beraber deyim yerindeyse insan aydınlanıyor. Kitap boyunca kafa kurcalayan, akla yatmayan, saçma bulunan ne varsa birden ahenkli biçimde anlamlı hale geliyor. Camus’yü aklıma getiren de sanırım okuduğum o kadar absürtlüktü. Ya da fantazya…

Zorlayıcı bir hikâyeye sahip olan Kanguru Defteri, kurgu açısından oldukça etkileyici ve yazarın Türkçeye çevrilen diğer eserleri kadar da başarılı. Kobo Abe anlatımına tedirgin edici bir giriş yapıyor. Ne olduğunu anlamadan hikâyenin içinde buluyorsunuz kendinizi. Bir şirkette çalışan kahramanımız yaşadığı modern hayatın sıkıntılarını hissettiriyor. Zaten gerçeklikle kurulan ilişki bu kadar ve normal şartlarda hissederek anlayabildiğiniz durum da bundan ibaret oluyor. Sayfalar ilerledikçe baştan beri kısıtlı olan normallik ortadan kaybolarak hikâye bir bilinmezliğin içine akıyor. Bu akış hikâyeyle birlikte o bilinmezliğe savrulan okur için karar verme anı oluyor. Zira ‘fantastik’ olaylar içinde gelişen hikâye hem anlamsız hem de amaçsız gelebiliyor. Buna rağmen okumaya devam edenleri hüzünle karışık şaşırtıcı bir son bekliyor.

Hikâyenin hemen başında kitabın başkarakterinin dizlerinde beliren turp filizleri meraklı bir korkuya neden oluyor. Bunun mantarın yol açtığı bir deri ‘hastalığı’ olduğunu düşünen kahramanımız doktora görünmek istemesiyle fantastik olaylar başlıyor. Okuma ilerledikçe kahramanımızın ilerleyen hastalığı oranında fantastik anlatım da yoğunlaşıyor. Gittiği klinikte müdahale ediliyor ve özel tasarlanmış bir yatakla tedavi için bir kaplıcaya gönderiliyor. Kahramanımızın tek başına çıktığı bu yolculuk sırasında karşılaştığı olaylar kendi gerçekliğinde ve onun ağzıyla anlatılıyor. Sanırım bir ek olarak şunu da belirtmek gerekiyor. Eserde fantastik olarak ele alınabilecek anlatımın kendine has bir özelliği var. Gerçek ile gerçeküstü arasında gidip gelen bu özelliği tümüyle fantezi olarak nitelendirmek de doğru olmayabilir. Bu durum en çok kitap bittiğinde anlaşılıyor.

Açıkçası kitaba dair bir kesit sunmak ya da temel bir çıkarım yapmak zor. İçerik ne kadar detaylı ve karmaşıksa sonuç o kadar net. İlk cümlesinden son cümlesine kadar bir bütünlük arz eden hikâye tamamen okunduğunda gerçek anlamını kazanıyor. İşin ilginci ortaya çıkabilecek bir tek anlam dışında herhangi bir anlam da oluşmuyor. Bir Kobo Abe klasiği olarak kurguda ileriyi ya da hikâyenin sonucunu göremiyor ve/veya tahminde bulunamıyorsunuz. Yazar, ne anlattığının anlaşılabilmesi için kitabın tamamını okumak zorunda bırakıyor okuru. Örneğin sıkılan ve bir yerde okumayı bırakan bir okuyucu için bütün hikâye dizlerinde turp filizi beliren bir adam ve onun absürt maceralarından ibaret olacaktır. Oysa kitabın tamamı okunup bitirildiğinde karşılaşılan durum bundan çok daha fazlasını içeriyor. Kobo Abe’nin sadece karamsar olarak nitelemenin eksik kalacağı kendine has, düşünceyi tahrik edici üslubu bu kitapta da fazlasıyla görülüyor. Bu arada, Kobo Abe hayranlarına Monokl Yayınları 2018 yılı için listesinde iki Kobo Abe kitabı bulunduğu haberini vermiş bulunuyor. Sabırsızlıkla bekliyoruz.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Sahi, var mı İstanbul’un bir sahibi?

Orhan Pamuk’un bir bozacının yaşam öyküsüyle birlikte 1960’lardan 2012’ye İstanbul’un yaşadığı kentsel ve toplumsal değişimi anlattığı Kafamda Bir Tuhaflık (Aralık 2014, Yapı Kredi Yay.) kitabı, Duttepe ve Kültepe gibi İstanbul yeni kurulan mahallelerinin hikâyesi anlatılır. Tarif ettiği konumlara uygun olarak Gültepe ya da Seyrantepe dememesinin sebebi gerçeğe ne kadar uygun diye gereksiz tartışmalar açılmasını istememesinin yanında köyden kente göçün, önce gecekondulaşma sonra kentsel dönüşüm adı altında apartmanlaşma aşamalarını anlatırken birçok mahallenin ortak niteliklerini taşıyan birer simge olarak ele almak istemesi olabilir ama kitabı okurken köyden kente göçün, İstanbul’un önce gecekondulaşma ardından apartmanlaşma, sonra kentsel dönüşüm adı altında rezidans ve siteleşme aşamalarını izlerken aklımızın bir köşesinde yanıtını vermediğimiz bir soru durur: İstanbul kimin şehri? Sahi İstanbul’un bir sahibi var mıdır, varsa nerededir? 19 yazarın makalelerinin bir araya getirilerek oluşturulan "İstanbul Kimin Şehri?" adlı kitap, “Şehrin gürültüsünden kaçmak ve kendine ‘güvenlikli’ bir alan inşa etmek isteyenler”in İstanbul’a verdikleri zararın boyutunu ortaya koyuyor. Kitap ortak bir çalışma ve aslında tüm kitap boyunca “İstanbul kimin şehri?” sorusuna yanıt aramıyor ya da bu sorunun cevabını vermeye gayret etmiyor gibi görünse de aslında “Medyanın Kenti”, “Seçkinlerin Kenti”, “Ütopya ve Distopyaların Kenti”, “Gerillaların Kenti”, “Kültür’ ve Sermayenin Kenti”, “Onun Kenti” gibi temellendirdiği alt başlıklar altında İstanbul’un tarih boyunca oluşan kimliğini araştırıyor. Bunu yaparken de değişime ve değişimin kontrolsüz bir şekilde ilerleyişine dur diyememenin çaresizlğini yaşayan şehrin sakinleriyle şehir arasında oluşan kopuşu ve yabancılaşmayı bir çığlık gibi dile getiriyor.

İstanbul özelinde konuşacak olursak, gecekondulaşma yolunda ilerleyen bir şehirleşme, 1950’lilerden bu yana aslında Kemal Karpat’a göre bir devlet politikasıydı. Gecekondulaşma İstanbul’da da o zamanlardan günümüze kadar belediyeler tarafından görmezlikten gelindi. Çünkü devlet, konut alanındaki politikasızlığını gecekondu gibi informal alanlara göz yumarak, ses çıkarmayarak kentlileştirmeyi sağlamayı amaçlamaktaydı. Dilaver Demirağ’a göreyse İstanbul’a göç her zaman kontrol altındaydı ve ancak en nitelikli emek gücü yahut zenginlik yaratıcı tacir ya da atanmış memur bu kente ve kentin çok renkli yaşantısına dâhil olabilirdi.

Kentin köye göre daha çok karmaşıklık içerdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz, şöyle ki kent, köye göre refahın taştığı, görkemi ile gözlerin kamaştığı bir alan olarak karşımıza çıkıyor. Köydeki gönüllülük kentte devletle ileri aşamaya taşınan dayatılan bir iktidarlığa dönüşmekle aslında eğlencenin ihtiyaca nasıl dönüştürüldüğünü daha iyi kavrayabiliriz. Uzmanlar, rakamları çok açık ve net bir şekilde ortaya koyuyor: 2000’li yıllardan bu yana bankada 25 milyarın üstünde parası olan kişi, sadece 25 bin ve zenginler nüfusun ancak yüzde 1’ini oluşturuyor. Hayretle karşılamakta isek de piyasada satılan ürünleri ve açılan işletmeleri de incelediğimizde o çok korkutan tüketimin kent yoksulu fakirler tarafından gerçekleştirildiğini anlıyoruz!

Şehirlerin merkezlerine yakın yerlerdeki varoşlarda bulunan ve “zengin yaşama isteği” ile listenin en başında bulunan Türkiye’nin nüfus olarak en büyük tüketim kitlesi, yatırımcıların dikkatini çekmekle birlikte, şirketlerin satış stratejilerinin başında bulunmakla dikkatleri üzerine çekiyor. Vakti zamanında bowling’in fakir eğlencesi olduğu bir ilçede (Gaziosmanpaşa) Brunswick firmasının Etiler Korukent’te açtığı bowling salonunun, şubelerinin hızla nasıl da açıldığını hatırlıyor musunuz? O zamanlar meşhur zenginleri bile şaşırtan aynı firma, 2000’li yıllarda Malatya, İskenderun, Bursa, Konya, Karaman ve İstanbul Gaziosmanpaşa, Zeytinburnu’nda açtığı yeni salonlarla dolup dolup taşıyordu, bugünlerdeyse her alışveriş mağazasının içerisinde artık bowling salonu bulmak mümkün.

Kentin imkânlarından nemalanmaya çalışan on binlerce kişilik bir topluluk üzerinden konuşuyoruz. Gelir dağılımındaki adaletsizliğe rağmen bir türlü ulaşılamayan zenginlik için durmadan harcama yapma ihtiyacı hissettirilen bir psikolojiyi sorguluyoruz. Cebindeki tüm parasıyla sinemaya gidip canlı müzik dinleyen bir genç, eve dönmek istediğinde, yüzlerce kişiyle paylaştığı metrobüsle, ailesinin kira sorunuyla, hızla yaklaşan taksit borcuyla karşılaşıp gerçek kimlik hatırlanınca; zenginlik duygusunu elde edememenin verdiği komplekse giriliyor, hırçınlaşılıyor. İstanbul’un varoş semtlerinde; sinema, internet cafe, özel hastane, özel okul, marka giyim mağazaları, marketler en popüler işletmeleri oluşturuyorlar. Aylık taksitlerle alınan bilgisayarlar, cep telefonları ve hatta günümüzde ev ve arabalar, kredi kartıyla yapılan alışverişler ayrı bir hava kazandırıyor varoş sakinlerine. Yine araştırmalara göre bu semtlerde kozmetik ürün kullanımında çok yoğun bir artış var. Saç analiz laboratuarlarında bakımlar yapılıyor, solaryum salonları hızla artıyor ve cilt bakımı önemli bir problem oluşturuyor.

Artan nüfusa yerleşim yeri açmakla bir daha geri dönülemeyecek adımların atıldığı İstanbul, kentin yakınlarında ama dışında çok sayıda küçük yerleşim adacıklarının zamanla İstanbullulaştığı dev bir kütleye doğru ilerlerken büyük bir değişim-dönüşüm yaşamaya devam ediyor. Bizans’tan Osmanlı’ya, Cumhuriyet döneminde günümüze İstanbul’un başına gelenler, artık bu şehir sahiplenecek birinin ya da birilerinin kalıp kalmadığına kadar vardı. Ekonomik bağımsızlığını kazanamayan ve küresel sisteme sadece bir tüketici olarak dahil olan her ülkenin başına gelenleri İstanbul’da yaşadı. 1940’lardan 80’lere apartman tarzı yaşam, mahalle düzeninin ve değerlerin çökmesine sebep olurken şehir geçmişte hiç yaşamadığı hâllere büründü; 1990 sonrası siteleşmenin getirdiği kapalılık 2000 sonrasındaki rezidanslaşma süreci, dikine yapılaşma ve gökdelenlerin, plazaların dayattığı yaşam tarzını şehre adeta kabul ettirdi. Eski İstanbul’a dair anlatılanlar artık sadece kitaplarda, çünkü artık Yahya Kemal’in Aziz İstanbul’u büyük dönüşümler yaşadı; bireyciliği ön plana çıkartırken toplumun kültürünü ve alışkanlıklarını da değiştirmeye ve mega bir şehre dönüştürmeye başladı.

Bugün sadece İstanbul’da değil, tüm Türkiye’de topraktan elde edilen rant, en önemli sermaye birikim araçlarından biri olduysa elbette kentlerimiz değişecek dönüşecek değil mi? Bu süreçteki İstanbullular olarak yaşadığımız en önemli sorun, Batı’da toprak bir meta olarak piyasa ekonomisinin bir parçası iken, Osmanlı’dan beri gelen merkeziyetçi devlet anlayışı ve toprak rejimine bağlı olarak toprak mülkiyetinin devletten özel mülkiyete geçmesi ve bu durumla ilgili eşitsiz gelişmeyi engelleyici hukuki bir yapının bulunmamasıdır. Caydırıcı ceza sisteminin de olmayışıyla, kentsel toprağın özel mülkiyete dönüşmesi sürecinde oluşan farklılık rantı ve mutlak rant belli kesimlere aktarılırken buradan elde edilen gelir kamu ve kentleşme yatırımlarına dönüşememekte; halkı sınıflara bölmekte; zamanla çıkar çatışmalarına zemin hazırlamaktadır. Halbuki yapılacak şey en başından itibaren bellidir; toprak rantının bedeli devlet ve yerel yönetimlerin altyapı yatırımları aracılığıyla kamuya aktarılmalıdır.

Her geçen gün o muhteşem geçmişinden ve yerlilerinden uzaklaşan İstanbul, yok olmayacak ama o eski hâline de bir daha dönemeyecek gibi… İstanbullular yok oluyor ama şehir dev bir kütle gibi yaşamaya devam ediyor. Peki, küresel İstanbul’a yapılıp edilenler onu ne zarar verebilir? Tahire Erman’ın da peşinde olduğu soruyu soralım; şehri ayrıcalıklı orta sınıfların ve sermaye gruplarının alanı hâlinden o eski hâline çevirmek artık mümkün değil mi? Rant neden adilce paylaşılamıyor? Rantın kamuya aktarılamaması sonucu şehri parselleyen gayrimenkul firmalarına kim dur diyecek, kapitalizm mi? Tam da işte bu noktada, İstanbul kimin şehri?

Yunus Emre Tozal
twitter.com/yunusemretozal
* Bu yazı daha evvel Arka Kapak dergisinin 20. sayısında yayınlanmıştır.