11 Kasım 2017 Cumartesi

Kraldan çok kralcılık veya sessiz kalmak isteyen bir yazar

“Hanidir görklü dünya dünyalar içre doğan?
Nerde, hangi yöremizde zihnin
tunç surlardan berkitilmiş ülkesi
ağzı bayat suyla çalkanmış çocuğa rahim olan
parti broşürleri yoksa kafiyeler mi?”
- İsmet Özel, Amentü

Modern Arap Edebiyatı’nın aykırı yazarlarından olan Nihad Siris’in Türkçe’ye çevrilen tek romanı Sessizlik ve Gürültü, Jaguar Kitap’tan 2015 yılında neşredilmişti. Jaguar Kitap son yıllarda çevirdiği -özellikle ülkemizde pek bilinmeyen edebiyatlardan dilimize kazandırdığı- eserlerle dikkat çekiyor. Sessizlik ve Gürültü de böyle bir eser. Suriyeli Nihad Siris’in bu kitabı 2003’te Halep’te yazılmış; fakat daha yayımlanmadan yasaklandığı için, 2004’te Beyrut’ta basılmış ve 2015’te de dilimize çevrilmiştir.

Yayımlanalı iki yıl olmasına rağmen hakkında sadece birkaç yerde yazı çıkan bu kitabın kıyıda köşede kalması, özellikle distopya konusunda roman okumayı sevenleri üzecektir. Sessizlik ve Gürültü'nün, George Orwell’ın meşhur Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ünden seviye olarak pek aşağı kalır bir yanı olduğunu düşünmüyorum. Üstelik bizim coğrafyamızdan biri yazdığı için de daha ‘bize yakın’ olduğunu düşünüyorum. Tabii distopyalar evrenseldir diyenlere de hak verilebilir.

Bilinmeyen bir Arap ülkesinde geçen Sessizlik ve Gürültü, 158 sayfadan ve 8 bölümden oluşuyor. Başkarakter, yazar Fethi Abdülhakîm Şiyn’in başından geçen bir takım olaylar dizisini konu alan roman, ülkenin mutlak hâkimi olan “Lider”in iktidara gelişinin yirminci yıl kutlamalarının başladığı günde geçiyor. Düşündüklerini gördüğü baskı sebebiyle yazamayan ve bu sebeple suskun kalan yazar Fethi Şiyn, bu durumu şöyle açıklıyor: “…Bir süredir bir sıkıntı ve kendime karşı bir kızgınlık içindeyim, çünkü pek bir şey yapmıyorum. Dün tıpkı önceki gün gibiydi, önceki gün ondan önceki gün gibiydi, o da aylar öncesi gibi. Artık hiçbir şey yapmıyordum. Yazmıyordum, okumuyordum, düşünmüyordum. Bir süredir çalışma isteğimi kaybetmiştim.

Bu distopya romanında da tıpkı Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'te olduğu gibi Fethi Şiyn’in sevmediği, halkına zulmettiğini düşündüğü ama halkın korkudan sesini çıkaramadığı bir ‘big brother’ yani “Lider” var. Fethi Şiyn kendi sessizliği ve “Lider”in gürültüsü arasında yaşamaya çalışır fakat yolu ister istemez “Parti”yle kesişir. Kutlama günü sokağa çıktığında polise kimliğini kaptırmasıyla, günün sonunda kimliğini almaya çalışması arasındaki ve o esnadaki geçen olaylar Fethi Şiyn’in sosyolojik ve psikolojik yönden kendini ve toplumunu sorgulamasıyla geçer. Halkın bu kutlamalarda nasıl kendinden geçerek marşlar söylediğini, “Lider” için sloganlar attığını, posterler salladığını şaşkınlıkla izlerken, bu süreçte annesi, sevdiği kadın ve kız kardeşinin evlerinde geçirdiği zamanlarda onların görüşlerini de kendisiyle kıyaslar. Kitle psikolojisi açısından yazdığı şu satırlar durumu daha iyi açıklayacaktır: “Benim ülkemde insanlar kafiyeli ve seçili sözleri, vezinli hamasi şiirleri severler. İşte bakın, anlamı olmayan bir sözü sırf kafiyeli diye nasıl da tekrarlayıp duruyorlar! Sonuç şu ki, eğer iktidardaki kişi halkın kendisini sevmesini istiyorsa, hemen kendisiyle ilgili yeni sloganlar üretecek bir merkez kurmalıdır. Fakat bu sloganların şiire benzemesi şarttır. Çünkü biz şiiri seven bir milletiz, hatta şiire benzeyeni de severiz, sözün içeriğine bakmadan belki kafiyesi ile de yetiniriz. Kitlelerin çağı şiir çağıdır demediler mi? Aslında tersi doğrudur, devir nesir devridir. Çünkü şiir kitlelere hitaben söylenirken şu anda yazmakta olduğum düzyazı bireye hitap etmektedir. … Şiir hamaset yapıp kişiliği yok ederken düzyazı akıl, bireysellik ve kişilik yaratır. Son olarak şunu hatırlatmak isterim ki, benim ülkem hâlâ kitleler çağını yaşıyor; bu nedenle vezinli sözler ve kafiyeli sloganlar olmazsa olmazımızdır.

Nihad Siris, Fethi Şiyn’in bakış açısından anlattığı bu romanında, başkarakter üzerinden halk ve kitle psikolojisini ve sorgulamasını çok iyi gerçekleştirmiş. Sekiz bölüme ayırdığı kitabın her bölümünde Fethi Şiyn’in farklı bir yerde farklı birileriyle konuşmalarına ve etkileşimlerine tanık oluyoruz. Fethi Şiyn’in kendisiyle ilişkisi, annesinin evine gitmesi (ailesinden bahsetmesi), ülkesinde niçin ‘hain’ olarak görüldüğü, sevdiği kadın Lema, hastahane, “Parti” binası gibi bölümlerde ve konularda geçen kitap, her bölümde diyaloglar ve başkarakterin iç konuşmaları üzerinden ilerliyor.

Kutlamalar boyunca ülkede oluşan aksaklıklar, slogan ve gürültünün günlük akışı oluşturması, “Lider”e kölelik, yürüyüşler, her kutlamada ölen yüzlerce kişi (kimsenin umursamadığı), hayatın durma noktasına gelmesi, “Lider”le halk ilişkisi ve bu kutlamalarda oynanan ‘tiyatro’ da, bölümlerin konularını oluşturarak Fethi Şiyn’in bakış açısı ve yazar Nihad Siris’in fikirleriyle satırlara yansıyor: “Bizler kendi irademizle kul köle olmuş kimseleriz. Bunun kanıtı, az önce büyük meydanda, otel binasının önünde olup bitenlerdir: Orada Lider, insanlarla (kölelerle) öyle oynuyordu ki, onlara askerî üniformasını ve madalyalarını sarkıtıp bunlara dokunabilmeleri için onları çıldırtıyordu. Lider kitleleri, kendisi için canlarını verirken görmekten hoşlanıyordu. Çünkü Lema’nın evine yürüyerek gelirken birden çok ambulansın sessizce yol alarak baygın insanları –ki bu izdihamda ve sıcakta bunların sayısı bir hayli fazlaydı- taşıdığına tanık olmuştum. Bir defasında bir doktor, adının gizli kalmasını rica ederek, bunun gibi her yürüyüşte yüzden fazla insanın ayaklar altında ezilerek veya boğularak yaşamını yitirdiği, bu sayının iki katı kadarının da insanların evlerine veya köylerine dönüşleri sırasında yaşanan trafik kazaları sonucu yaşamını yitirdiği bilgisini bana vermişti.

Politik mizahın ve eleştirel bir üslûbun her an devam ettiği kitapta yazar Nihad Siris, başkarakteri Fethi Şiyn’i de bir ikilemde bırakıyor. “Parti”yle ters düşmeler sonunda iki seçenek kalıyor Fethi Şiyn’in önünde: Tarafını seç, ya onlardansın ya bizden. Gürültüyü hem gerçek hem mecazî anlamıyla iktidarla ve “Lider”le bağdaştıran, sessizliği ise kendi içine dönmesi olarak gören Fethi Şiyn’in tek istediği bunu devam ettirmek. “Lider” için yapılan yürüyüşlere katılmamanın bile ‘vatan hainliği’ olarak görüldüğü ülkede, Fethi Şiyn’in de sessiz kalmasına elbette ki müsaade edilmiyor ve müdahale ediliyor. Şiyn ise ona sunulan teklifi “bana, ya iktidarın gürültüsü ya da kabrin sessizliği, ikisinden birini seç diyorlar. Kabir dingin ve sakin bir yer. Hâil Bey onunla başka bir şeyi kast etmeseydi onu tercih ederdim. İşleri alçakça tertip ederek planına annemi de dâhil etmişlerdi üstelik” şeklinde tanımlıyor.

Romanın sonunda Fethi Şiyn’in, bu ikilemdeyken kız kardeşiyle yaptığı konuşma ve kardeşinin sözleri bize, ‘kraldan çok kralcı’ olmanın, rahat bir hayat yaşamanın tek yolu olduğunu vurguluyor ve insanların değerlerinden ziyade güce nasıl taptığını, hakikati savunabilmektense dalkavuk olup bu dünyada rahatına bakmanın nasıl bir şey olduğunu belirtiyor: “Sence fırsatçı olmayan kim, söyleyiversene bana? Gerçekçi ol. Dünya değişti, kardeşim Fethi. Herkes Lider’in adamlarına yakın olmaya çalışıyor. Sen şimdi sessiz ve aç birisin. Mevcut duruma uyum sağlaman lazım, tıpkı benim yaptığım gibi. Şehirdeki en aptal adamla evlendim. Onu zeki yapmaya çalıştım, ama olmadı. Esenlik içinde yaşayabilmek için ben de ondan daha aptal ya da en azından onun kadar aptalmışım gibi davranmaya başladım.

Nihad Siris, romanında betimlemelerini ustaca ve yerinde kullanarak okuyucuyu yormuyor. Burada çevirinin başarısını da değinmek gerekir. Rahmi Er, direkt Arapça’dan çevirdiği bu eserde iyi bir iş çıkartmış ve okuyucuya rahat bir okuma imkânı sağlamış.

Ayrıca geri dönüş tekniğini bolca kullanan yazar, ana karakterlerin tasviri konusunda hiç boşluk bırakmamış ve karakterleri net olarak okuyucunun beynine kazımış. Sessizlik ve Gürültü, en iyi distopik romanlardan biri. Fakat sadece distopyayla sınırlanmayan ve gerçek dünyanın da sınırlarında dolaşan bir eser. Çokça bilinmemesinin büyük kayıp olduğunu düşünüyorum. Nihad Siris’e fikirlerinden dolayı önyargıyla yaklaşmadan önce bu romanı okumak çok faydalı olacaktır. Diğer eserleri de bir an önce Türkçe’ye kazandırılır inşallah.

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
* Bu yazı daha evvel Temmuz dergisinin 13. sayısında yayınlanmıştır.

7 Kasım 2017 Salı

Tarihin Timur'u ve Timur'un tarihi

"Timur cihangirdi; İslam’ı yaymayı amaçlıyordu. Türk soyundandır ama eşinin Moğol prensesi olduğunu ileri sürerdi ki doğruydu. Cengiz Han soyunun devamı olduğunu ısrarla belirtmiş, bu yüzden de kendini emir ve küregen (gürgan) damat unvanlarıyla anmıştır."
- İlber Ortaylı (Hürriyet, 12.02.2017)

Büyük imparatorların ve büyük savaşçıların hayatlarına dair yeterince bilgimiz yok. 'Bize yakın' coğrafyalara yüzümüzü dönüp derinlemesine araştırma yapmaktan ve bunları neşretmekten yana cesarete de pek sahip değiliz. Batıda ise bu yönde sadece kitaplar yazılmakla kalmıyor; belgeseller ve sinema filmleri de üretiliyor. Biz, elimizdeki 'malzeme'yi kullanmak konusunda sürekli mazeret ürettikçe, bizden önce davrananlar objektif ya da subjektif, bir şeyler üretiyor. Üstelik ürettikleri de genellikle kabul ediliyor, rehber kitap olarak gösteriliyor.

Tarihten bu yana Türk büyüklerinin hayatları da yine muamma. Mesela Osman Gazi'ye dair bilinenler, bilinmeyenlerin yanında neredeyse hiç mesabesinde. Akıllara İlber Ortaylı'nın "Türkler tarih yapmıştır ama tarih yazmamıştır" sözü geliyor. Bu minvalde, batıdan doğuya merakın hiç azalmadığı isimler arasında Cem Sultan, Cengiz Han, Timur gibi isimler hemen akla gelenler arasında ve yine, bu isimlere dair yazılmış en ciddi kitaplar da batıya ait. Doğu, kendi diline çevirip okumakla yetindiği sürece de bu 'istikrar' devam edecek gibi görünüyor.

2006 yılı ilginçtir ki Türk tarih okurlarının Timur'u tanıması yönünde ilginç bir yıldı. Hem Justin Marozzi'nin "Timurlenk: İslam'ın Kılıcı, Cihan Fatihi" kitabı hem de Beatrice Forbes Manz'ın "Timurlenk: Bozkırların Göçebe Fatihi" kitabı hemen hemen aynı zamanda dilimize çevrilip neşredildi. Her ikisi de sevildi. Manz'ın kitabına uzun yıllardır ulaşılamıyordu ki ülkemizde tarih alanında önemli kitaplar neşreden Kronik Kitap, Timurlenk: Bozkırların Göçebe Fatihi'ni yeniden yayınlandı. Bu kitaba tekrar kavuşmak, hem lezzetli bir çeviriye (Zuhal Bilgin) hem de oldukça titiz bir biyografi esere kavuşmak anlamına geldi bizler için. 352 sayfalık bu kitabın kapağı da gerçekten takdire şayan. Bir film afişi gibi durduğundan insan odasına, kütüphanesine asmak isteyebiliyor.

Timur, iki isimle anılıyor: Timurlenk (Aksak Timur) veya Emir Timur. Buradan şöyle bir yorum yapılabilir: Timur, rakiplerinin alay etmek için taktığı aksak lakabını siyasi ve askeri bir engel olarak asla görmemiş ki 'Emir'liğe ulaşmış. Cengiz Han yasalarına göre Han olamayan Timur, onun torunlarından birine bağlı kalmak mecburiyetinde olduğundan kendine Emir (Timur) unvanını uygun bulmuş. Bu unvanın hiç de öylesine olmadığını zaten tarih yazıyor. Adına ve doğumuna dair Manz şunları yazmış: "Timurlenk daha doğru olan Türkî ismiyle Temür diye anılmalıdır; adının batılı imlası, Farsça Timur-i lang, yani Aksak Timur’dan gelir. Muhtemelen 1320’ler ya da 1330’larda, Maveraünnehir’de, Semerkand yakınlarında doğdu. Maveraünnehir, Cengiz Han’ın ikinci oğlu Çağaday’ın bölgesi olan Çağaday Hanlığı’nın bir parçasıydı ve Timur’un mensubu olduğu Barlas aşireti, Cengiz Han konfederasyonunun Moğol Barulas aşiretinden geliyordu. Gerek Barlas aşireti, gerekse Maveraünnehir’in diğer aşiretleri, göçebeliklerini muhafaza etmekle birlikte, yerleşik nüfusla yakın ilişki içindeydiler ve İslamiyet’i kabul ederek İslam kültürünün de bir parçası olmuşlardı."

Timur'un başında bulunduğu konferasyon birçok Cengiz İmparatorluğu aşiretinden oluşuyordu. Dolayısıyla fethettiği coğrafya da Moğol ürünüydü. "Onun amaçlarına, yöntemlerine ve ideolojisine biçim veren, hep Moğol tarihi ve gelenekleriydi" diyor Manz. Kaos ortamında ve çok zorlu bir siyasi atmosferde tarih sahnesine çıkıyor. Zaman zaman iktidarı ele geçirme konusunda zorluklar yaşıyor ve hatta gizleniyor, saklanıyor ve sonrasında yeniden ortaya çıkıyor. Çağatay ulusunun başına geçtikten sonraysa Manz'ın deyimiyle onu 'iktidar olma gücünü ispat etme' bekliyordu. Çünkü "bu sistemde, merkezi önderliğin imgesi gerekli, ama gerçekliği mahzurluydu. Çağatay Ulusu değişmeden kaldığı müddetçe, kuvvetli bir hükümran hoş karşılanamazdı."

Onlarca ulus üzerinde hâkimiyet kuran Timur'un en büyük özelliklerinden biri, bu ulusları kendi hizmetine alma ve onlardan en iyi biçimde yararlanma konusundaki başarısıdır. Yazarın "fetih ordusu" adını verdiği bu orduya dair yaptığı araştırmalar dünya askerî ve savaş tarihi alanında da çok büyük bir boşluğu dolduruyor. Olası farklılıkları tehditten fırsata çevirme konusundaki mahareti, Timur'un geleceğini de şekillendirmişti hiç şüphesiz. Aslında hiçbir sadakat bağı olmayan onlarca topluluk, mükafat ve güvende olma neticesinde Timur'a bağlılığını kısa sürede göstermişti. Buradaki farklılıkları yazar şöyle anlatıyor: "En kolay yola gelen ve yararlılık gösterenler, gelenekte ve yaşam tarzında Çağataylılara benzeyen göçebeler değil, Ortadoğu’nun yerleşik ve büyük ölçüde Acem hanedanlarıydı. Göçebeler çoğunlukla dışarıda kalırken, Timur’un teşebbüşüne katılanlar, zorla veya çekim gücüyle olsun, işte bu topluluklar oldu." [sf. 166]

Yerel hanedanlar üzerindeki hâkimiyetini 'liderlerini sürekli değiştirme' stratejisiyle sabit tutmuştur Timur. Yazarın bu konudaki yorumları ise şöyle: "Timur, denetimindeki yerli yöneticilerden yararlanma konusunda heveskâr, onlara güvenme konusunda ise çekinceliydi. Tutumunu onların Çağatay Ulusu’yla olan eski ilişkilerine ve boyun eğmeye olan yatkınlıklarına göre şekillendiriyordu. İçlerinden bazıları Timur’dan kaydadeğer ölçüde lütuf görmüşse de, hiçbirisi Timur’un seçkinler sınıfının asil üyesi olamadılar. Yeni dize getirilmiş önderler ve orduları, Timur’un güçlerine kısmen eklemlendiler, ama hiçbir zaman ordunun ayrılmaz bir parçası haline gelmediler. Timurlu hazinesine ödedikleri fidye parası (mal-ı aman) ve ilgili vergilerin yanı sıra, orduya belli sayıda asker sağlamak ve Timur’un bazı seferlerine ya şahsen katılmak ya da aile üyelerinden birini göndermekle yükümlüydüler." [sf. 170]

Sonuç bölümünün hemen akabinde çok önemli ekler mevcut kitapta. İlk ekte Çağatay Ulusu'ndaki güçlerin vaziyeti, ikinci ekte Timur şeceresi, son ekte ise resmî idarî yapı teferruatlı biçimde ele alınmış. Kitabın en sonundaki kronoloji ise 1206'dan 1409'a kadar Timur'un hayatındaki en kritik noktalara temas ediyor.

Âşıkpaşazâde'nin "gavur itmez ittiğini" dediği Timur hakkında birçok soru hâlâ tartışılıyor. Müslümanlığı, Türklüğü, merhametsizliği, gaddarlığı en çok tartışılanlar arasında. Moğol soyundan gelip gelmediği, Yezid'in mezarına yaptıkları, entelektüel seviyesi, İbn Haldun'u esir alıp almadığı, Yıldırım Bayezid'e işkence edip etmediği, içki içip içmediği, sarayının her yanında ayetler olup olmadığı, İzmir'i Türk vatanına hizmet edip etmediği gibi meseleler iyice magazin boyutuna indirilmiş durumda. Beatrice Forbes Manz'ın Timurlenk'i elbette tüm bu sorulara cevap vermiyor -ki vermesi de gerekmiyor- ancak çok büyük bir boşluğu, rehber kitap sıfatıyla dolduruyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

31 Ekim 2017 Salı

Mana aleminde gömleğin sırrı ve yolculuğu

"Kul olmak şartsız, şüphesiz, hesapsız, sorgusuz doğruyu kabul etmek değil miydi? Hakikatin peşinde ruhunu sürüklemek değil miydi kul olmak? Doğrunun kıyısında yanlışın düğmelerini tek tek koparmak değil miydi kul olmak.

Değerli yazar Şener İşleyen, AZ Kitap'tan geçtiğimiz yıl çıkan ilk kitabı Pîrahen'de böyle tanımlıyor kul olmayı. Kulluğa dair olması gerekenin altının çizildiği tanımlama, var oluş hikâyemizin özünü süzüp aktarmış…

Cümledeki soran, sorgulayan, düşünmeye sevk eden mesajı alıyor ve bir müddet zihnimde tartıyorum bu soruları. Şu sonuca varıyorum ki; sadece kutsi isimlerin, Yusuf ile Züleyha’nın değil Pîrahen'de nakış nakış dokunan. Aslında bu hepimizin hikâyesi…

Kul olmak; aklımız başımızda olarak acziyetimizi kabul etmek. Kul olmak ‘kahrın da hoş lütfun da’ diyebilmek. Hakkı haklıya, hakkınca teslim etmek. Kuran ve sünnet eşiğinden ayrılmamak. Zalim, canımızdan kanımızdan olsa dahi hoş görmemek. Mazlum, bizden olmasa da adaleti gözetmek. Kul olmak, hakikat de bütün putları kırmak ve sadece ‘zerrenin’ dahi tek sahibine ram olmak!

Ol der olur!
Bu üç kelimelik yüce manalar içeren cümlenin önünde sultanın kılıcına boynunu eğen köle olmaz mı insan? Onlarca Yusuf ile Züleyha kitabı yazılmıştır. Ama mecnunun dediği gibi: Leyla’ ya benim gözlerimle bakabilir misiniz? Onu benim gördüğüm gibi görebilir misiniz? Kimse Şener Bey gibi göremez mesela! Bunda hilaf yok. Kimse filan hanım, falanca Bey gibi de göremez, sizin gibi de göremez, benim gibi de. Henüz bir ceninken hissedilen, doğup büyüme ve yetişme döneminde çevresel faktörlerden de etkilenerek bütünleşen bir olgudur görmek.

Şener Beyin gömlekten aksedenleri Pîrahen'e aktarması, kitabı alıp okumamız kadar kolay olmamıştır mutlaka. Eser gönlüne düştüğü andan itibaren yazarın yaşadığı sancıları, Pîrahen vücut bulana değin yaşadıklarını ancak yazar bilebilir. Eserin varoluş serüvene şahitlik etmiş biri olarak, yazarın esere ciddi manada ter döktüğünü söylemeliyim.

Takibini özenle yaptığı izlere sadık kalarak, yaşanmış ve içinde öğütler, ibretler barındıran Yusuf ile Züleyha kısasını kaleme alırken titizlikle işlemiş mevzuları. Burada şu konu da işlenebilirdi ve ya bu da olmalıydı, denebilecek bir detaya rastlamıyorsunuz. Deneme, şiir, anlatı, hayal ve gerçekliği bir kitapta harmanlayan Şener Bey, okuyucusunu efsunlu bir yolculuğa çıkarmış Pîrahen'de.

İstanbul’da başlıyor hikâye. Sırların memba-ı Şehriyar’da. Bir yolculuk. Ardından gömleğe uzanan menzil. Gömleğin dile gelişi…

Gömlek dile gelir mi?
Eğer eğrildiği ipliğin pamuğunda, o pamuğun suyunda Hay! İle Hu! zikiryle başladıysa hayata, dile gelir gömlek. Yazarın yolculuğu gömleğe kadar değildir. Asıl yolların güzergâhını belirleyen kapının anahtarı olmuştur gömlek. Pîrahen'de Âdem'den (a.s), Hz. İbrahim’e uzanan sır var. Gömleğin yolu Hz. İbrahim'den Yusuf'a (a.s) ve Hz. Muhammed'e (s.a.v) kadar uzanan muhteşem zincirin halkası olmuş gömleğin dokunduğu bedenlerden kokular var.

Gömleğin sırrı mühimdir. Göynek denir bazı yörelerde ve eski zamanlarda Köynek denildiği de olmuştur. Göynek-gömlek; yakasız olur ve bir manası da kefendir. Padişahların gömlek giyme törenlerini ve gömleğe gösterilen teveccühü Osmanlı döneminde de görürüz. Padişah gömleklerine, hatırlamakta hayr görülen meselelerin, duaların, nazar ayetlerinin itina ile işlenmiş olduğunu düşünürsek, gömleğin Şener İşleyen Beyefendi’yi girdabına almasını da gömleğin dile gelmesini de anlayabiliriz.

Kuran’ da geçen birçok hadise, geçmiş kavimler vesilesiyle ibret almamız için bizlere bildirilmiş. Eğer Rabbimiz dileseydi, Kuran-ı Kerim’ i bir kanun kitabı biçiminde madde madde sıralanmış yasaklar ve cezalar silsilesi olarak da indirirdi. Bunda ki sır, örnekleme metodunu kullanarak meramımızı anlatmaya hatta eğitimde bu üslup ile gelecek nesilleri bilgilendirmeye yönelik biçim kazanmamızdır. (Allah-u Alem). Bu kıssa bize, kadın-erkek, helal-haram olgularını yaşarken mesafeyi korumanın ehemmiyetini, harama yaklaşmanın ateşe yaklaşmak ile eşdeğer olması gerçekliğini öğütlüyor.

Sadece bir aşk hikâyesi değil Yusuf’un kıssası. Bir baba var. Yakup as.

O babanın evladı için çırpınışı var. Belki bu hadisenin daha başlangıcında bizlere verilen ders; evlatlar arasında adil olmamızdır. Evlatlar arasında adaleti temin edemediğimiz takdirde, kıskançlığın önüne geçemeyeceğimiz gerçeği var bu kıssada. Yusuf (a.s) gibi diğer oğulları da Yakup'un (a.s) kendi canından kanından. Bu da imtihanın diğer boyutu. Aşk meseli olarak zihinlere yerleşen Yusuf (a.s). Kısasında, ebeveynlere derin öğütler var aynı zamanda.

Sabır var bu kıssada. İftiraya uğrayanlara mesaj var.

Allah (c.c) ile aramızdaki bağı sağlam tutuğumuz sürece yaratıcımıza olan inancın pekişeceği… Dünyevi sınavlarda zorlama bir tahammülden ziyade teslimiyet huzurunun lezzetiyle sabır hazinesinden fayda göreceğimize dair inanç... Adaletin bu dünyada ve ya öte tarafta tecellisini beklerken ruhumuza sekinet telkin edecek müjdeler var.

Bir kelebeğin kadifemsi kanadına dokunmak istemek dokunmasa aklı kalmak, dokunsa kelebeği ürkütmekti aşk…

Züleyha; Bir ülkenin melikesi, Yusuf; onun kölesi…

Nur yüzlü Yusuf as' a ram olunca, kınandı, kem söz sağanaklarında ıslandı Züleyha. Körlüğü de sevda mayası tutunca başlatmıştı. O Yusuf’un namus timsali fıtratına öfkelendiği kadar hayrandı, Yusuf’un gözlerinden, ruhuna akan nura âşıktı. Sınanmadığı derdin sabrıyla övünmemeliydi insan. Kıssanın en mühim hisselerinden biri de bu olmalıydı.

Bu kıssada hanımını hoş tutmanın önemi var. Hanımını gönül sarayına oturtamayan âdemlere verilen mesajlar var. Çünkü saraylarda da yaşatsan kadını, muhabbettir aslolan… Eşleri görünmez ipek ibrişimler ile birbirine bağlayacak sır aşktır, sevgidir, şefkattir diyor kıssanın alt metinde. (Alla-u Alem.)

Seven sevdiğiyle sınanırdı. Seven arayışa girer, bulduklarıyla belki daha da hercümerç olur. Buna rağmen aramanın tılsımına kapılmaktan kendisini alıkoyamaz. Pîrahen arayışların hengâmesiyle bulmanın ahengi içinde donanmış bir kitap: Pîrahen; gömlek!

Yazar gömleğin yolculuğunu öğrenmeye meyletmiş ‘mana’ âleminde. Gömlek de anlatmış efsunlu masalını yazara.

Çünkü: Hüsn-ü Nazar ile âlemi temaşa edeni, muhabbet sofrasına çağırır bilcümle eşya'nın dili…

Dilek Erdem
twitter.com/Dilek_Erdem_

29 Ekim 2017 Pazar

Güzel oynatan taktiklerin sonu geldi (mi?)

Futbol kitaplarının 'roman havası'nda okunacak kıvama gelmesi için futbol tutkunları Nick Hornby'yi beklemişti. Hornby, "Sonraları kadınlara nasıl âşık olduysam, futbola da öyle âşık oldum: Ansızın, açıklanamaz bir şekilde, üzerine kafa yormadan, getireceği acı ve kafa karışıklığını bir nebze bile düşünmeden." demişti nefis kitabı Futbol Ateşi'nin hemen başında. Tarihiyle, coğrafyasıyla ve insanî taraflarının daha fazla öne çıktığı tarafıyla futbolu anlatmak her ne kadar kolay gözükse de aslında oldukça zor bir durum. Çünkü seveni kadar sevmeyeni var, tutku olarak göreni var olduğu kadar gereksiz bulanı da var. İşin 'insan' tarafı, taktik ve stratejik tarafı, duygu-his tarafı pek konuşulmuyor. Ülkemizde bu konuya eğilen yerli yazarlar elbette var ancak biz duygusal bir toplumuz, bazen romantizme fazla kapılabiliyor. İşin 'matematiğini' anlatabilecek dış gözlere ihtiyaç duyabiliyoruz.

İthaki Yayınları son yıllarda oldukça kıymetli futbol kitaplarını Türk okuyucusuna sundu. Heyecan uyandıran bu kitapların bir kısmı Jonathan Wilson'a ait. Yazarın sırasıyla "Liverpool FC: 10 Maçta Efsanenin Anatomisi", "Kirli Yüzlü Melekler: Arjantin Futbol Tarihi" ve "Futbol Taktikleri Tarihi: 1-2-7'den Tiki-Taka ve Ötesine" kitapları neşredildi. Kitapların isimlerinden anlaşılacağı gibi muhteva 'arşivlik' değerde.

Futbol Taktikleri Tarihi hacimli bir kitap, 592 sayfa. Sunum yazısı İbrahim Altınsay'a ait. "Inverting The Pyramid: The History Of Football Tactics" adıyla ilk defa 2008 yılında yayımlanan kitap Britanya Spor Kitapları arasında En İyi Futbol Kitabı ödülüne layık görülmüş. Ağustos 2017'de Deniz Arslan'ın titiz çevirisiyle dilimize kazandırıldı. Futbol kitaplarına dair hep en unutulmazları yazmış olan Simon Kuper, bu kitap için şöyle demiş: "Futbolun sahada nasıl oynandığına dair yazılmış en iyi kitap."

Jonathan Wilson 'taktik meselesi'ni bir olmazsa olmaz olarak konumlandırmadığını, 'taktik delisi' olarak görülmeyi istemediğini fakat böyle bir kaygısının da olmadığını, kısacası yanlış anlamalara mahal vermemek için şu ön uyarıyı da eksik etmiyor kitabında: "Taktiğin bir takımın futbolunu belirleyen tek şey ve her zaman bir maçın gidişatına etki eden en önemli faktör olduğuna inanmıyorum. Daha ziyade birçok faktörden -belki biraz ihmal edilmiş- biri durumunda ve tıpkı yetenek, kondisyon, motivasyon, güç ve şans gibi, muazzam karmaşıklıktaki bir örüntünün içindeki ipliklerden biri sadece. Bunun yanı sıra, taktiklerin diğer faktörlerden ayrı tutulabileceğine de inanmıyorum: Fiziksel olarak iyi durumdaki bir takım yorgun bir takıma kıyasla daha farklı bir futbol oynamalı, özgüven eksikliği çeken bir takım belki daha tedbirli bir futbolu benimsemeli, amatör oyuncuları olan bir takım bu zaaflarını örtecek bir düzen benimsemeli: Kısacası her şey birbiriyle bağlantılı." [sf. 21-22]

Bizim kuşak ucundan yakaladı hani şu forma numaralarının 'belli' olduğu dönemleri. Yani bekler 2 ve 3 numara, haflar 4, 5, 6, forvetler 7, 8, 9, 10, 11 giyerlerdi ya hani, işte Wilson bunun aslında 2-3-5 dizilişiyle sahaya çıkmayı zorunlu hâle getirdiğini anlatıyor. Bir özel bilgi diyebiliriz ve bu tür bilgiler kitapta yığınla bulunuyor. Şimdilerde bir forvet bile 3 numaralı formayı giyebilirken ve takım formaları palyaçoların kostümlerine dönmüşken, bu bilgiler romantik bir bilgi gibi görünse de işin aslı öyle değil. Çünkü "gizli forvet", "40 metreden ayağa pas atabilen stoper", "hem frikikten atsın hem top kapsın türü libero" gibi mevkilerin ortaya çıkmasında da türlü sebepler var. Mesela "sahte dokuz numara" tabiri henüz kullanılmazken Carlos Alberto Parreira'nın 4-6-0'ı "geleceğin dizilişi" olarak ilk söyleyen kişi olduğunu öğrenebiliyoruz Wilson'dan. Günümüzde bu dizilişi açıktan kullanan çok takım olduğu gibi gizli gizli kullananların sayısı da gitgide artıyor. Barcelona'sı var Roma'sı var...

Futbolun en zirve noktası şüphesiz ki gol. Taktik tarihinde karakteristik özellik bakımından en çok değişim gösteren mevki bu yüzden forvet hattı. Wilson yakım dönemlere geldiği sayfalarda forvet hattının nasıl bir değişikliğe uğradığını isim vererek örneklendiriyor. Drogba, Adebayor, Llorente gibi fiziksel ağırlığına rağmen uçup kaçabilen forvetler olduğu gibi Thierry Henry, Luis Suarez, David Villa gibi yaratıcı yönleriyle rakip kaleye sızabilen teknik forvetler de. Shevchenko, İbrahimovic, Falcao gibi isimler ise bu iki tip forvet hattının tam ortasında yer alıyor. Kafayla da sol dışla da gol atabilenler, şahane paslarla taraftarı mest edebilenler, nefis çalımlarla ilerlerken düşüp attığı frikikle unutulmaz olabilenler... Kısacası "çok yönlü olmak" denen sıfat, özellikle forvet hattının artık vazgeçilmezi. Elbette bonservis gelirlerinin de.

Futbol Taktikleri Tarihi'nde Pasın Zaferi bölümü özel ilgi gerektiriyor. Günümüz futbolunda asisti yapanın pek esamesi okunmadığından, birçok zaferin mimarı olduklarından hiç konuşulmuyor. Hatta basında bile bu böyledir. Hatırlarsınız, Jardel'in Galatasaray'a transferinde önce yanına bir asistçi gerektiğinden bahsedildi. Oysa Hagi hâlâ Galatasaray'daydı. Futbolda 'yanındaki' çoğu zaman 'arkandakinden' daha popüler bir konumda olabiliyor çünkü. Wilson uzun uzun anlatıyor pas zaferiyle futbolseverlerin gönlünde taht kuran isimleri ve matematiklerini. Birkaç isimle heyecanı verelim: Cruyff, Laudrup, Stoichkov, Guardiola, Pires, Giggs, Fabregas, Rakitic... Bu oyunculardan biri vardı ki o, 'oynadığı topu oynatmak' konusunda önemli başarılara ulaştı. Okuyalım: "Guardiola, Barcelona teknik direktörü olarak geçirdiği dört yılda kazanabileceği on dokuz kupanın on dördünü kazandı; olağanüstü bir başarı serisiydi bu. Bunun da ötesinde takımı Sacchi'nin büyük olma şartını yerine getirdi: Guardiola'nın Barcelona'sı yalnızca zaferleriyle değil futboluyla da hatırlanacak: 1872'de Glasgow'da ortaya çıkmış olan pas fikrini alıp onu daha önce hayal bile edilemeyecek zirvelere taşımış olmasıyla. Bob McColl, 1901'de pası Queen's Park'tan Newcastle'a taşıdı; Peter McWilliam ondan öğrendiği teoriyi 1912'de Tottenham'a götürdü; orada bildiklerini Vic Buckingham'a aktardı, o da Rinus Michels ve Johan Cruyff'u etkileyerek hem Ajax hem Barcelona'da yolu açan kişi oldu. Guardiola ve onun yönetimindeki Barcelona bu zincirin saygın mirasçıları. Futbol oynamanın birçok yolu var ama onlarınki en büyük gelenek." [sf. 569-570]

2007'de Belgrad'da verdiği bir derste Roberto Mancini, futbolun artık taktik ağırlıklı olmaktan kondisyon ağırlıklı olmaya geçtiğini söylemişti. Wilson bu sebeple "modern futbolda yeni bir şey yok" diyor. Yeniyi ama güzel olan yeniyi eskilerin gayet iyi ve unutulmaz bir şekilde gerçekleştiği Futbol Taktikleri Tarihi'yle hatırlatıyor. Elimizde Barcelona ve Bayern Münih gibi futbolu tüm rakamlarıyla oynayan ve bunu yaparken de seyir zevki yaşatan takımlar var. Burada Robben ve Ribery gibi savunma görevlerini de eksiksiz yerine getiren, Xavi ve Messi gibi fiziksel üstünlüğü olmadığı hâlde bütün takımı harekete geçirip oynatan, dahiliğini kusursuzca icra eden efsaneleri de unutmamak gerekiyor. Yani taktik gerçeği yaşıyor.

Peki şimdiden sonra ne olacak? Futbolun taktik olarak sona erdiğini ve artık bilgisayarların, bilgisayar kafalıların bu işi götüreceğini söyleyenler yoğunlukta. Wilson ise umutlu: "Bundan önce de çok kişi tarihin sonunu ilan etmişti; hiçbiri haklı çıkmadı."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

27 Ekim 2017 Cuma

Kenarda yaşayanlar, kenara itilenler

İstanbul’a geldiğimizde henüz 12 yaşındaydım. Anadolu’nun ufak bir kasabasında doğdum. Çocukluğumun ve ilkokulumun bir bölümü bu ufak beldede geçti. Büyükşehir’e geldiğimizde ilk garipliklerden biri, çöplerimizi Pazartesi ve Perşembe günü çıkartabilmemizdi. Oysa geldiğimiz yerde öyle bir durum arz etmiyordu. Unutamadığım garipliklerden biridir. Ve bu gariplikler silsilesi bugüne kadar hep devam etti, devam etmekte.

İzlediğim bir yerli bir filmde şöyle bir sahne vardı; “Mahallemize, sokağımıza, evimize sıkışıp kalmışız ve tarih bizi hiç yazmayacak. Sanki bu şehirleri bizi kapamak için yapmışlar, o yüzden buranın dışını fazla bilmeyiz. Dünyayı bize sunulanı kadar biliriz. Zaman değişir, insanlar değişir, dünya değişir. Ve kimse bize bir şey sormaz. Başkaları tarafından şekillenirken hayatımız, sesimiz çıkmaz bir arada kalmaya çalışırız; Çünkü bizim birbirimizden başka kimsemiz yoktur, çünkü yaşadığımız yer gibi sıkışıp kalmışız zamanın içeresinde.

Evet, tarih bizi hiç yazmayacak diye düşünüyordum fakat Funda Şenol Cantek, “Kenarın Kitabını: “Ara”da Kalmak, Çeperde Yaşamak” adlı kitabı ile bizim/bizlerin hikâyelerini derledi. Kenarın Kitabı, İletişim Yayınları'ndan Memleket Kitapları dizisinden neşredildi.

Doç. Dr. Funda Şenol Cantek, kitabın ortaya çıkışını şu sözlerle belirtmekte “Bu yeni kitap fikri ilerledikçe kapsamı Ankara, odaklanacağı kenar olgusu da yoksulluk ve dışlanmışlık sınırlarını aştı. “Kenara itilenler”in yanında, merkezin kaymasıyla yeni ve daha konforlu/güvenli yaşam alanlarında benzerleriyle birlikte yaşamak niyetiyle “kenara çekilenler” de dâhil oldular çalışmaya. Bunlara bir de alternatif yaşam alanları yaratmak için “kenara kayanlar”ı eklersek, kenarda olmak/yaşamak hakkında söylenecek sözün çeşitlenmesi kaçınılmaz oldu." (sf. 8)

Kenarın Kitabı, şehirlerin kentsel sahnesinin kenarlarına bakıyor. Kentsel dönüşümün gözden uzaklaştırılan sahne arkalarına bakıyor. Seyyar satıcılar, kenar mahallelerin ve "Allah'ın unuttuğu yerlere" kurulan TOKİ konutlarının kadınları. Saha çalışmaları ve söyleşiler olmak üzere kitap 11 araştırmadan oluşmaktadır.

Mekânlara bakmak, toplumlara, kültürlere, hayatlara bakmak anlamına geliyor. Seyyar esnafın sokakla imtihanı, kamusal alanla yaşantıların zorlukları sayfalara aktarılmıştır. Seyyar esnafın tek bir ortak noktası vardır. Helal kazanç.

Görüşme-15 (Erkek, Yaş: 44)
Gider çıkarsanız işe, sabah. Çok soğuktur, parmaklarınız cebinizde. Mal satmanız gerekir… eğer fazla satarsanız üşümeyi unutursunuz.

Görüşme-48 (Erkek, yaş: 27)
Toplum gözünde bize bakışları, nasıl söyleyeyim, düşük insan gözüyle, üçüncü, dördüncü sınıf insan gözüyle bakıyorlar.

Işıklarda mendil satan, araba temizlemeye çalışan, görür görmez arabanızın camlarını kapattığınız 'suçlu' bildiğiniz çocukların sesleri;

Elmadağ 40:
Ferhat: Ben gül satıyordum, beni gören hemen camını kapatıyor, kapıyı kilitliyor.

Elmadağ 33:
Üstün başın hiç güzel değil. Bize çöpçü diyorlar. Kağıt topluyoruz biz. Çöpçü değiliz. Bizi utandıracak kadar pis pis bakarlardı Bahçeli’de. Sonunda helal işi bıraktırdılar. Okuldan gelir, el arabasını alır, kağıda giderdik. İçimizde helalinden çalışmak vardı. Hiç zor gelmezdi: El arabası ağırmış, hava soğukmuş… Ama bir kadın bize gözünü diker yanındakine gösterir, bize çöpçü der; işte o zaman helal çalışmak istemezsin.” (sf. 83)

Apartman yaşamı toplumda daha ileri bir yaşamı simgelemektedir ve şehrin merkezindedir. Gecekondu ise sadece coğrafi olarak değil toplumsal olarak da kenardadır; bir köşede kalmışların, kente ait olamamışların yeridir. Siteye taşındıktan sonra çamaçime gitmeye başlayan bir kadının söylediği gibi, “Gecekonduda hanımdık, buraya geldik işçi olduk.” (sf. 108)

Kısacası bu kitapta bizden olanların hikâyeleri var. Kenarda yaşayanlar, kenara itilenler var, mecburiyetten kenara çekilenler var, bile isteye kenara kayanlar var. Kenarın Kitabı, şehirlerin kentsel sahnesinin kenarlarına bakıyor.

Baturhan Ergin
twitter.com/erginbaturhan