30 Kasım 2014 Pazar

Ahmet işte, bizim Ahmet

Son zamanlarda hikâye kitaplarına merak sardım. Nedense farklı farklı hikâyelerden oluşanlar değil, birbiriyle ilintili kısa öykülerden oluşan kitaplar geldi önüme. Hani şu görünce herkesin düşünmeden aldığı, birbirine tavsiye ettiği, inceliği nedeniyle bir solukta okunan ama siz daha ne olduğunu anlamadan hemen bitiverenlerden. Eh tabii haliyle birbirinden çok da farkı olmayanlardan.

İnsan bir süre aynı türde kitaplar okuyunca bütün yazarların aynı yazdığını, aynı sorularla boğuştuğunu, aynı hapsolmuşluklardan kurtulmaya çalıştığını düşünüyor. Takdir edersiniz ki bu da okuyucuyu bir süre sonra uzaklaştırıyor bu yazarlardan. Ben de bu aralar tam bu tekdüzelik sıkıntısına düşmüştüm ki bir tavsiye üzerine Hüseyin Kıyar'ın Hisar'dan Ahmet kitabını okumaya başladım.

Hisar'dan Ahmet bir babanın anıları. Hayatı kendince yaşayan, yıllarca Ankara'daki dairede odacı olarak çalışıyor olsa da iç dünyasını devlet dairelerinin griliğine teslim etmemiş, Ankara'nın sokaklarında kendince eğlenen bir babanın hikâyesi. Mukavva kutularını toplayıp kömürlükte tavana kadar istiflemekten gurur duyan, bir gece yürürken tek başına lunaparka girip eğlenebilen, yanına gelen fahişeyi evine bir tas sıcak çorba içmeye davet eden Ahmet'in anıları.

Açıkçası kitabın muhteşem bir tekniği yok, kusursuz inşa edilmiş bir karakteri de. Hüseyin Kıyar'ın kendi babasının hikâyesi midir bilmiyorum ama kitabı okuyup bitirdiğinizde "Ahmet işte, bizim Ahmet" dedirtmeyi başarıyor Kıyar. Tam da okura bu samimiyeti verdiği için okunmayı hak ediyor.

Ümran Kio
twitter.com/umrankio

22 Kasım 2014 Cumartesi

Bir İstanbul âşığının hisleri

"İstanbul! Müminlerinin o kadar sevdiği Eyüb servilerinin altında kendini senin ölülerinle kardeş hissettim!"
- Henri de Régnier

"Gökle toprak arasında dalgalanan en güzel hat budur."
- Théophile Gautier

Bebek ve Rumelihisarı arasında, sahile doğru uzanan Aşiyan Mezarlığı'nda metfundur Yahya Kemal. Vasiyetinde bunu istemiştir. Kabrinin, sadece mezar taşına bakılarak sade olduğu söylenebilir. Fakat hemen yanındaki, boylu boyunca dikilmiş çirkin, parmaklıklı, dokunulsa yıkılacak izlenimi veren taş duvar bu sadeliği bozuyor. Şairin, Şirazlı Hafız'a yazdığı "Rindlerin Ölümü" şiiri yazıyor bu taş duvarda. "Ve serin serviler altında kalan kabrinde / her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter" dizeleriyle biten bu şiirin aksine, son gittiğimde merhum şairin kabrinde bir gül yahut bülbül sesi duyamadım. Ölülerimizin ardından sade bir enstitü kurmak, kitaplarını yeniden basmak yetmiyor. Şairin de üzerinde önemle durduğu gibi anlamak gerekiyor, hissetmek, düşünmek ve üzerine koymak... Asıl hayatın mezarda başladığına inanan nesilden beklediği hep buydu şairin. İstanbul Boğazının en sakin seyredilebileceği bu mezarlıkta çok sevdiği dostu Münir Nurettin Selçuk'un da kabri yer alır. Orhan Veli, Edip Cansever, Ahmet Hamdi Tanpınar, Attilâ İlhan, Tevfik Fikret ve daha nice İstanbul âşığı şair de yine komşuları arasındadır.

1884 Üsküp doğumlu Yahya Kemal -ki doğum adı Ahmed Agâh'dır- tam manasıyla bir İstanbul âşığıdır. Kimilerine göre fazla romantik, kimilerine göreyse tarihi hülyalarla yazan ve yaşayan biridir. Merhum büyük tarihçimiz Yılmaz Öztuna, Yahya Kemal için "Tarihi en iyi bilen ve tarihle en iyi düşünen şairimizdir" der. Hakikaten "Aziz İstanbul"daki metinleri okuyucunca, Yahya Kemal merhumun çok iyi bir tarih okuyucusu olduğunu görüyoruz. Tenkitleri ve yorumları kendine mahsus bir havada. Lakin kitabın ilk makalesinin "Türk İstanbul" olması, Yahya Kemal'in İstanbul'un özünü çok iyi bildiğini de gösteriyor. Yaşamının son döneminde yaptığı milletvekilliğinde, bu özü korumanın gerektiğini mecliste kendince açıklamış, İstanbul'un bir sanayi merkezi ve turizm merkezi olarak konumlandırılmasının çok doğru bir şey olmayacağını da belirtmiştir.

"Türklük, beş yüz seneden beri İstanbul'u ve Boğaziçi'ni bütün beşeriyetin hayaline böyle nakşetti. Mimarîsini bu şehrin her tepesine, her sahiline, her köşesine kurarken güya: "Artık bu diyar dünya durdukça Türk kalacaktır." dediği hissedilir."

Yıllar geçtikçe İstanbul'un eski ruhunu kaybettiğini yaşayan, gören bir şair Yahya Kemal. Metinlerinde yer yer bu durum hakkında sert yorumlar da yapıyor, gelecek nesile çok umutla bakıyor, bir umutsuzluğa kapılmıyor bu yüzden ve fakat derhal önlemler alınması gerektiğini ve İstanbul hakkında kalbi düşünmeyenlerin bu şehire zarar vereceğini düşünüyor.

"İstanbul'un başına çöken bu şeameti acaba kim defedecek? Kim kalkıp da bu halkı civardan cetlerimizin külleriyle yoğrulmuş bu şehre tekrar getirecek? İstanbul, eskisi gibi Türk ve Müslüman bekliyor. Acaba bir daha bütün payitaht, Türklüğünü yaşayabilecek mi? Acaba türbesinin etrafı günden güne tenhalaşan şanlı Fâtih'e: "Durmuş başında bekler bir kavm türbedârın" diyebilecek miyiz?"

İstanbul'un semtleri arasındaki farkı Yahya Kemal gayet iyi görmüş. Hangi semtin İstanbul'un geçmişi ve geleceği olduğunu biliyor. Bu farktan dolayı da Türk çocuklarının ne kadar hassasiyet sahibi olup olmadığını sorguluyor, buna bir cevap arıyor. Mesela şair için Kocamustafapaşa ve Üsküdar ezelden beri sâkindir, bu iki semtin iklimine de yine bu iki semtin var olan mimarisinden ve halkından başka bir şeyde yaraşmaz. Çünkü bir iklimin manzarası, mimarisi ve halkı arasında tam bir ahenk arar, bu ahenk kalıcı ve güçlü olduğu vakit Yahya Kemal için bir vatan tablosu görünür.

"Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköyü ve Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen ve oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı? O semtlerde ki minareler görülmez, ezanlar işitilmez, ramazan ve kandil günleri hissedilmez. Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler?"

Yaşadığı ve gördüğü tarihi eserlerin günümüzde de korunmasından çok etkilenmiştir Yahya Kemal. Mesela Hırka-i Saâdet Dairesi'nde dört asırdan beri okunan Kur'ân onu derinden sarsmıştır. Yavuz Sultan Selim'in Hırka-i Saâdet'i Mısır'dan getirip bu odadaki mevkiine koymasından itibaren kırk hafızın nöbetle, hiç ara vermeden Kur'ân okuması karşısında şöyle der:

"Gezintilerimde bir hakikat keşfettim. Bu devletin iki manevî temeli vardır: Fâtih'in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan ki hâlâ okunuyor! Selim'in Hırka-i Saâdet önünde okuttuğu Kur'ân ki hâlâ okunuyor! Eskişehir'in, Afyonkarahisar'ın, Kars'ın genç askerleri siz bu kadar iki güzel şey için döğüştünüz!"

Bestelenen şiirlerinden yaptığı tarih okumaları ve yazdığı makalelere kadar Yahya Kemal'in bir İstanbul âşığı olduğunu görmemek mümkün değil. Kültür ve medeniyete verdiği önemli İstanbul'un manasını kavrama üzerinde mühim metinleri var ve bunlar hâlâ geçerliliğini koruyor, fakat tesirini? Şairi bir dev aynasında görmek yahut romantikleştirmek yerine onu daha iyi anlamak gerekiyor. İstanbul Fetih Cemiyeti'nden neşrolunan kitapları okuyucuyu bekliyor. Bilhassa İstanbul ve vatan arasında mana kurmak ve bunu çok lezzetli bir üslupla okumak isteyenler için.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

18 Kasım 2014 Salı

Seyr-i Sülûk'ta adım adım

"Bir ben vardır bende, benden içeru."
- Yunus Emre

"Ben taşrada arar iken, ol can içinde can imiş."
- Niyâzî-i Mısrî

Modern insanın içine dönme, hakikati bulma ve ne amaçla yeryüzünde zuhur ettiğini anlama çabasının izlerini birçok alanda görmek mümkün günümüzde. Bu alanlardan biri de edebiyat. Daha genel bir söyleyişle yayıncılık sektörü. Hangi kitapçıya girseniz "best-seller"lar listesinde özellikle Hz. Mevlânâ üzerinden yürütülen bir tasavvuf "satışı" karşınıza çıkacaktır. Acı olan, bu kitaplarda söz edilen tasavvuf anlayışının Hz. Mevlânâ ve Hz. Şems'in neredeyse beşeri aşklarından öteye gidememesidir. Aşkın kurallarının elle sayılıyor olmasıdır. Daha da kötüsü, bu kitapları okuyan birçok insanın tasavvuf hakkında bilgi sahibi olduklarını zannetmesidir.

Bu alana ilginin büyük olması güzel bir gelişme. Demek ki modernite ile beraber bilimin her şeyi açıklayabileceği pozitivist bir görüşten insanın ruhunun, maneviyatının aslında bilimden çok öte bir yere sahip olduğu inancına küçük adımlarla da olsa yaklaşılıyor. Bu da elbette kendini unutan insanın, özüne dönme ihtiyacından ortaya çıkıyor.

Mahmud Erol Kılıç hocamızın Tasavvufa Giriş kitabı kurmaca bir eser değil. Mevlânâ ve Şems Hazretleri'nin aşkını da anlatmıyor. Ancak, "Ben tasavvuf deryasını, seyr-i süluk yolculuğunu anlamak, biraz da tasavvufun özünde yer alan isimler hakkında bilgilenmek istiyorum." diyorsanız bu kitap yola çıkmak için doğru bir rehber. Hocamız, dimağımızda bulunması gereken bilgileri sonsuz bir deryadan seçerek ve arıtarak damlalar halinde sunuyor bize.

330 sayfa olan ve Sufi Kitap'tan çıkan bu eserin çok hızlı ilerleyeceğini düşünmeyin. Doğru okuma, sabır ve konsantrasyon gerektiriyor. Aynı tasavvufta olduğu gibi, durup içinize dönmenizi sağlıyor bu eser. Bazen bir cümleye takılıp bir saat elinizde kitapla tefekkür ederken buluyorsunuz kendinizi.

Sekiz bölümden oluşan kitaba kısaca bakacak olursak;

İlk bölüm Tasavvufa Giriş. Burada bir metot olarak tasavvuf bize ne ifade etmelidir sorusuna cevabın hemen ardından günümüzde tasavvuf deyince ne anlıyoruz konusuna değiniliyor. Modern dünya ve pozitif bilimler arasında tasavvufun yeri sorgulanıyor ve aslında olması gereken anlatılıyor. Tasavvufun Varlık Görüşü ismini taşıyan ikinci bölümde artık tasavvufun biraz daha içine giriyoruz. İnsanın mertebelerini, mutasavvıfların hangi makamlardan geçerek insan-ı kâmil olduklarını, bir sûfînin hangi aşamalarda yol alması gerektiğini, özetle hakikati aramanın metodunu öğreniyoruz.

Sıradaki bölüm olan Tasavvufun Bilgi Görüşünde aslında kitap boyunca mükerrer olan bir bilgi ışığında hareket etmemiz gerektiğini görüyoruz; ilk madde Hakikat-i Muhammediye'dir ve yaratılanların tümü, buna nebiler ve insan-ı kâmiller de dahil, nurlarını o ilk maddeden, Nur-u Muhammedi'den, dolayısıyla Allah cc'den alırlar. Bölümde ayrıca şeriat ve tasavvufun birbirini tamamlayan kavramlar olduğu hatırlatılıyor. Tasavvufun, zahirde görülen ibadetlerin batınında olan gizlerini ortaya çıkarma yolu olduğunun ve bu mana arayışı içinde hareket edildiğinde İslam'ın en güzel haliyle yaşanabileceğinin okumasını yapıyoruz.

Kitabın daha sonraki bölümleri olan Tasavvuf ve Dini İlimler ile Tasavvuf ve Felsefe-Sanat başlıkları altında disiplinlerarası bir konumlandırma çalışması çıkıyor karşımıza. Tasavvufun hadis, kelam, fıkıh gibi bir dini ilim, amacının esas bilgiye ulaşmak yani marifetullah, bu bilgiye ulaşmanın yollarının inziva ve halvetten de geçtiğinin bilgisini ediniyoruz. İslam sanatına kaynak olan, ezoterik bir hikmet felsefesi olan bu metedolojinin aleme nasıl sirayet ettiği de anlatılıyor.

Felsefe-Sanat bölümünün ardından bu iki disiplinle paralel olarak İbn-i Arabi, Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Yunus Emre gibi kaynak kabul edilen isimlerin öğretilerinin ve Niyâzi-i Mısrî, Şeyhülislâm Yahyâ, Melâmi İbrahim Efendi'nin örnek niteliğinde gösterilebilecek eserlerinin şerhlerinin yer aldığı bölümler geliyor.

Son olarak, Bir Toplumsal Uzlaşı Modeli Olarak Tasavvuf başlığı ile kapatıyor Kılıç kitabını. Sosyolojik bir inceleme ile Aristotelesçi mantığın tasavvuf ile ilişkisi, modern dünyada yoğunlaştırılmış tabiatımızın içinde tasavvufun nereye ait olduğu ve nasıl yaşanabileceği gibi konulara değiniyor.

Özetle, raflarda boy gösteren tasavvuf dünyası kitaplarından yola çıkarak insanımızın manevi bir yolculuğa çıkmak isteyişi aşikâr. Ancak yolunuzun nereye gideceğini kestirebilmeniz için yola nerden başladığınız da önemlidir. Mahmud Erol Kılıç'ın Tasavvufa Giriş kitabı, bu anlamda tam da bir tanıtım metni, yolculuğa çıkarken edinilmesi gereken bir kılavuz diyebiliriz. Objektif ve kurmacadan uzak. Yine de unutmamak gerek "Samimi kişiye tasavvuf kapısı mutlaka açılır."

Önemli olan ısrarınızdan vazgeçmemek...

Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler

14 Kasım 2014 Cuma

Sahafların dört yüz yıllık öyküsü

"Sahaflardan geçmediğim gün, diyâr-ı gurbette bulunuyorum zannederdim." 
- İbnü'l Emin Mahmud Kemal İnal

Günümüzde sahaflık, dışarıdan bakıldığında alım-satım işleriymiş gibi gözüküyor. Bunda artık sözde sahafların raflarını dolduran sınav kitapları, eğitim broşürleri ve elbette içinde insana dair hiçbir şey olmayan popüler kültür kitaplarının yeri büyük. Oysa sahaflık başlı başına bir sevda işi, gönül işi. Sadece okuma yazma sevdası değil ticaret ahlâkı da gerektiriyor. Asırlarca Türklerin esnaf dayanışmasını oluşturan ahî teşkilatının Türk esnafına kazandırdığı ahlâk, sahaflarda kitap terbiyesi olarak daima can bulmuştur. Eski maarif bakanı Hasan Ali Yücel'in “İnsan bir şey alacaksa kitap almalı, bir şey satacaksa kitap satmalı" sözünden çok etkilenmiş son büyük sahaflardan İbrahim Manav anılarında, kendisi siftah etmiş bir sahafın komşu sahafların da siftah etmesi için gelen müşteriyi hemen onlara yönlendirme geleneğinden bahseder. Öte yandan bazı sahaflarında müşterisinin bir kitaba yüksek ilgisi olduğunu fark ettiğinde derhal fiyatı yükselttiğinden söz eder: Evliya Çelebi bayram namazındadır. Hoca duaya başlar: “Allah yorgancı esnafının ecdadına rahmet eyleye.”. Kunduracı esnafı, bakırcı esnafı, derici esnafı derken sıra sahaflara gelir. Cemaatten biri çıkar ve “Hocam durun. O sahaflar ki, es-sahaf bî-insaftırlar. Onlara rahmet okumayın” der.

Her yazarın olduğu gibi her kitabın da kendi başına bir tarihi, yazım öyküsü ve hayatı vardır. Dolayısıyla her kitabın alışının ve satışının da bir hikâyesi oluşuyor. İşte İsmail E. Erünsal'ın "Osmanlılarda Sahaflık ve Sahaflar" kitabı da tabiri caizse son 400 yılın sahaflık öyküsünü anlatıyor. Ülkemize gerek arşivcilik gerek araştırma hususlarında büyük hizmetleri olmuş yazarın Timaş Yayınları tarafından basılan kitabı 600 sayfaya yakın ve ciltli. 1500'lü yıllardan bu yana hem Osmanlı sahafçılığını hem de sahaflık kültürünü irdeliyor. "Orta çağ İslâm dünyasının sahafları: verrâklar" bölümüyle açılan kitap, İstanbul'da ve imparatorluğun diğer bölgelerinde kitap ticareti ve sahaflar" bölümüyle derinleşiyor. Bu bölümde Bursa, Edirne, İstanbul sahafları anlatılıyor, kitap ticaretinden bahsediliyor, sınırlamalar ve yasaklamalar konularına değiniliyor. Sonraki bölüm ise okuyucu için oldukça lezzetli: Sahaflar çarşısı, sahaf dükkanları ve sahaflar. Bu bölümde hayırsefer sahaflar, sahafların ilim ve kültür hayatına katkıları ve sahafların müşterileri gibi konular var.

Sahafların faaliyetleriyle ilgili yapılan düzenlemeler, teşkilatları, şeyhi, tellalları, kethüdası, sahafların ekonomik durumları, kitapların kimlerden geldiği, sarayın rolü, müstensihler, hattatlar, kitap müzâyedeleri, muhallefat listeleri veya tereke kayıtları, yangınlar ve kitaplar diğer bölümler. Kitap aynı zamanda zengin tablolarla, belgelerle ve listelerle de son derece zengin.

Zamanında birçok sahaf, yaptığı veya baktığı hayır eserleriyle her zaman yâd edilmiş. Mesela Sahaf Emin Efendi, Kasımpaşa'daki Eburrıza Tekkesi'ni 1264 (1847) tarihinde yeniden inşa etmiş ve şöyle bir not düşülmüş:

Ashâb-ı hayrın oldu âlemde ercümendi
Tekke binâ itdi bak Sahaf Emin Efendi.


Sahaflardan kitap alanlar arasında medrese öğrencilerinden yabancı seyyahlara, okur-yazarlardan tekke mensuplarına kadar toplumun birçok farklı kesiminden insan bulunuyor. Özellikle saray, bütün mensuplarıyla asırlar boyunca sahafların en önemli müşterilerinden biri olmuş. Bu hususta İsmail E. Erünsal şöyle diyor:

"Padişahlar ve sadrazamlardan sonra hanedana mensup kadınlar ve özellikle de valide sultanlar büyük bâniler ve hayır sahibi olmalarının yanı sıra kütüphane kurucuları olarak da kitap piyasasının belli başlı müşterileri arasında yer alıyorlardı. Valide sultanlar kadar olmasa da padişahın eşleri ve kızları arasında da kitapla ilgilenenler mevcuttu." 

İsmail E. Erünsal, matbaanın girişi sırasında İstanbul'da hayatını kitap istinsâhı ile kazanan hattatlarının sayısını haklı olarak abartılı buluyor. Marsigli'ye göre bu sayı doksan bin, Jorga'ya göre ise seksen bin. Zaten bu meseleyi de D'Ohsson ateşlemiş ve "Osmanlılarda matbaacılığın gecikmesinin en önemli sebebinin ülkedeki yazma eserlerin bolluğu ve hayatlarını bu yolla kazanan sayısız derecede kitap müstensihinin bulunması" diyerek matbaanın geç gelmesini doğrudan hattatlara yüklemiştir. Yazar, bu sayıdaki hattat esnafının yazdıkları kitapları muhafaza etmek için sadece Osmanlı değil Avrupa kütüphanelerine de gereksinim duyacaklarını, bunun da yeterli olmayacağını söyler. Söz konusu hattat sayısıyla ilgili en sağlıklı veri olarak Viyana'da yayımlanan bir gazeteye İstanbul'dan gönderilen haberi işaret eder. "İstanbul'da kurulan matbaanın gelişme vadettiği ancak sayıları bini bulan müstensihlerin geçim endişesine düştüklerinden dolayı huzursuz oldukları" belirtilir bu haberde. İsmail E. Erünsal'ın konu hakkındaki yorumu dikkate değer:

"Matbaanın açılışı, müstensihleri etkilememiş olmalıdır. Kitap piyasasında talep daha ziyade dinî kitaplara olduğu, Kur'ân ve dinî kitapların basımının da XIX. asrın ortalarına kadar yasaklandığı göz önüne alınacak olursa, müstensihlerin Kur'ân ve dinî kitapların istinsâhı yoluyla hayatlarını kolaylıkla kazanmış olmalarının münkün olduğu görülür."

Kitapta XIX. asrın başlarında İstanbul'a gelen J.C.Hobhouse'un Kapalıçarşı hakkındaki sözleri de okuyucuyu derinden etkileyecektir:

"Doğu'nun bu başkentinin Charto-Pratia'sı Küçük Pazar'dır (Tusuk-Bazar). Buradaki dükkânlarda kâğıtçılar ve kitap kopya edenler (müstensihler) bulunurlar. Müstensihlerin hepsi Türk'tür. Biz onları çalışırken gördük. Bazıları kitap kopya ediyorlar, bir kısmı da tezhibini yapıyorlardı. Birçoğu da kâğıtları aharlamakla meşguldüler... Doğu edebiyatlarıyla meşgul olanlar doğal olarak Küçük Pazar'daki dükkânlara gelecekler ve Şark'ta meşhur olan kitapları burada bulacaklardır."

Kitap okumaya her zaman ihtiyacımız var. Kitap okumamızı sağlayan en büyük emekçiler, sahaflar hakkında da öğrenmemiz gereken çok şey var. Prof. Dr. İsmail E. Erünsal'ın "Osmanlılarda Sahaflık ve Sahaflar" kitabı bu açığı kapatan nadide eserlerden.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

10 Kasım 2014 Pazartesi

Sen bu İstanbul'un neresindensin?

"Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını "yaşanmaz"laştıranlardır."
- Cemil Meriç

"Türkiye hakkında kötümser olanlar çok defa kötümserliğin şartlarını kendileri yarattıktan sonra geriye çekilip "bu millet adam olmaz" demişlerdir."
- Erol Güngör

"Bazıları memleketi kurtaracak duruma sokar ve sonra "memleket elden gidiyor" diye bağırır."
- Mustafa Kutlu

Yazıma üç büyük ismin sözlerinden alıntılar ile giriş yaptım. Eminim, iyi bir literatür taraması ile benzer fikirler rahatlıkla çoğaltılabilir. Ne de olsa aklın yolu bir. Bence, gönlün de öyle.

Huzursuz Bacak, Türk Edebiyatı'nda uzun öyküye yepyeni ve oldukça samimi bir soluk getirmiş olan Mustafa Kutlu'nun -bence- en iyi eserlerinden biri. İlk baskısı 2008'de yapılan kitabı okumak bana henüz kısmet oldu. Bir solukta deriz ya çok sevdiğimizi anlatabilmek için, ben "soluk bile alamadan okudum" diyeceğim. Aynı heyecanla da bilgisayarın başında "bu kitap mutlaka okunmalı, yazmalıyım" derken buldum kendimi. "Siz bu hikâyeyi daha önce okumuştunuz" diye başlar Huzursuz Bacak. Evet, okumuştuk ve her gün okumaya devam ediyoruz. Çok uzaklardan değil, bizden bahsediyor kitap. Ülkemizden, ülkemizi kasıp kavuran zihniyetten. Aynı her gün birçoğumuzun kapıldığı karamsarlık içinde, yine de ümitvar. Anlatıya sadece kurmaca olarak bakmak mümkün değil. Kutlu, büyük bir ustalıkla "Türkiye'nin üzerine tam oturmamış" sağlam bir modernizm eleştirisini hayali karakterler ile önümüze getiriyor.

Olaylara tam ortasından başlıyor anlatıcı. Yurtışında eğitim gördüğünü anladığımız Ömer Faruk doğup büyüdüğü şehir olan İstanbul'a dönüyor. Karekterin adı, öykü boyunca eşlik ediyor bize. Ömer: canlılık, hayat. Faruk: Haklıyı haksızdan ayıran. Biz Ömer Faruk ismini, İslâm halifelerinden adaleti ile ün salmış olan Hz. Ömer (ra)'den biliriz. Kahramanımız da öyle. İsmiyle müsemma. Anadolu'dan gelmiş esnaf bir ailenin doktor babası ve doçent annesinin oğlu. Bir kültürel çatışmanın meyvesi. Ancak o seçimini daha çok babası üzerinden kendini tanımlamakta kullanıyor. Kitapta, muğlak hatta kaypak bir ifade olduğu belirtildiği paralelde "muhafazakar" olduğunu söylemekten imtina eden biri. "Garip bir tutumla, bağımsız ama kendine uygun bir ideoloji bulamamış, inançlı bir tip olarak tanınmıştım. Ne onların safındaydım. Ne de onlardan ayrı." şeklinde tasvir ediyor kendini. Devam ediyor: "Peki, benim bir tezim var mıydı? Bir üstadım, bir teorim. Yoktu. Sadece ilkeleri savunuyordum. Adalet, ahlâk, merhamet, eşitlik, otoriter demokrasi (Bunu bir türlü formüle edemiyor, olumlu bir şey olduğunu hissediyor, ancak ifadeye güç yetiremiyordum. Bu yüzden kimi beni faşist, kimi sosyalist sanıyordu.)." 

Okul yıllarında bu dik ve farklı duruşuyla nasıl olduğunu kendi de anlamadan bir lider olan Ömer, ülkesine döndüğünde İstanbul'un acı manzaralarıyla yüzleşiyor sık sık ve her seferinde memleket meselelerinin derdine tıklayan huzursuz bacağı eşlik ediyor: "Bacağımı seviyorum. Her gece uyandırıp beni memleket meselelerini düşünmeye sevkediyor. Bu huzursuzluğu duymak bile bir şeydir."

Önce köprüden atlamaya çalışan bir Roman vatadandaş, ardından derdini anlatmaya çalışan ancak gırtlak kanseri olduğu için sesi bile çıkmayan işsiz adam. Bir gazete haberi ile veriyor ikinci olayı, sonunu bağlıyor. "Devlet bu asil millete layık olmalıdır."

Ülkesinde kalmaya karar veren Ömer, geçmişteki bağlantılarının kapılarını çalar yavaş yavaş. Her çaldığı kapıda da ülkesinin içinde bulunduğu durumu görür. Önce bir üniversiteye gider, rektör babasının eski arkadaşlarından. Aldığı tavsiye ilk darbedir onun için: "Artık üniversitelerin bir kıymet-i harbiyesi kalmadı. Hocalık da öyle. Kendini mektebe hapsedip harcama. Senin gibi donanımlı bir elemanı piyasalar arasa bulamaz." Üniversiteden çıktığı sırada yine babasının eski arkadaşlarından biri olan Bahtiyar'la karşılaşır. Bahtiyar, ithal ürünlerin ikinci el olarak satıldığı bir dükkana götürür onu. İnsanların Avrupa markası meraklarından söz eder. "Çıkara çıkara Türk Einstein'ını, Sivaslı Sindi'yi çıkarıyoruz. Gelişen bir şehrimizi 'Doğu'nun Paris'i' ilan ediyoruz. Kendi varlığını, inancını, kültürünü, tarihini inkar eden, redd-i miras edenin sonu budur." diye düşünür Ömer de.

Anlatıda bu yeniden buluşmalar ve bıraktığını ayrıldığından çok daha farklı bulma üzerine örnekler çoğaltılabilir. Buradaki en çarpıcı iki örnekten biri Ömer'in dava arkadaşlarından biri olan Dadaş Mehmet'in politikaya girmesi ve savunduklarından "çok da mantıklı" sebepler ile uzaklaşması; bir diğeri ise büyük bir şirketin yöneticilerinden olan Kemal'in kapitalizmin aşamalarını normalleştirmesi ve içselleştirmesi. Ömer Faruk'un bu durumlar karşısındaki ifadesi oldukça manidardır: "Memlekete geldiğimde ilk duyduğum dedikodu 'Mücahitler müteahhit oldu' sözüydü.". Ömer Faruk, tüm bu sukut-ı hayalin nihayetinde babadan kalma çiftliğe giderek orada organik meyve ve sebze işine girer. Bunu elbette bir çözüm olarak okuyabileceğimiz gibi ben bir kinaye olarak okumayı tercih ediyorum. Organik tarım, sizce de içinde yaşadığımız modern dünyanın ve tüketim toplumunun oyunlarından biri değil mi?

Huzursuz Bacak, Ömer Faruk karakterinin İstanbul'u gezmesiyle Türk İstanbul'una getirdiği eleştiriler ve yan karakterler aracılığıyla "Neydik, ne olduk" sorusunun cevabını açıkça dile getiren, kütüphanelerde mutlaka yer alması gereken eleştirel bir kurmaca. Okuyun ve düşünün; siz bu İstanbul'un neresindensiniz?

Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler