10 Kasım 2014 Pazartesi

Sen bu İstanbul'un neresindensin?

"Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını "yaşanmaz"laştıranlardır."
- Cemil Meriç

"Türkiye hakkında kötümser olanlar çok defa kötümserliğin şartlarını kendileri yarattıktan sonra geriye çekilip "bu millet adam olmaz" demişlerdir."
- Erol Güngör

"Bazıları memleketi kurtaracak duruma sokar ve sonra "memleket elden gidiyor" diye bağırır."
- Mustafa Kutlu

Yazıma üç büyük ismin sözlerinden alıntılar ile giriş yaptım. Eminim, iyi bir literatür taraması ile benzer fikirler rahatlıkla çoğaltılabilir. Ne de olsa aklın yolu bir. Bence, gönlün de öyle.

Huzursuz Bacak, Türk Edebiyatı'nda uzun öyküye yepyeni ve oldukça samimi bir soluk getirmiş olan Mustafa Kutlu'nun -bence- en iyi eserlerinden biri. İlk baskısı 2008'de yapılan kitabı okumak bana henüz kısmet oldu. Bir solukta deriz ya çok sevdiğimizi anlatabilmek için, ben "soluk bile alamadan okudum" diyeceğim. Aynı heyecanla da bilgisayarın başında "bu kitap mutlaka okunmalı, yazmalıyım" derken buldum kendimi. "Siz bu hikâyeyi daha önce okumuştunuz" diye başlar Huzursuz Bacak. Evet, okumuştuk ve her gün okumaya devam ediyoruz. Çok uzaklardan değil, bizden bahsediyor kitap. Ülkemizden, ülkemizi kasıp kavuran zihniyetten. Aynı her gün birçoğumuzun kapıldığı karamsarlık içinde, yine de ümitvar. Anlatıya sadece kurmaca olarak bakmak mümkün değil. Kutlu, büyük bir ustalıkla "Türkiye'nin üzerine tam oturmamış" sağlam bir modernizm eleştirisini hayali karakterler ile önümüze getiriyor.

Olaylara tam ortasından başlıyor anlatıcı. Yurtışında eğitim gördüğünü anladığımız Ömer Faruk doğup büyüdüğü şehir olan İstanbul'a dönüyor. Karekterin adı, öykü boyunca eşlik ediyor bize. Ömer: canlılık, hayat. Faruk: Haklıyı haksızdan ayıran. Biz Ömer Faruk ismini, İslâm halifelerinden adaleti ile ün salmış olan Hz. Ömer (ra)'den biliriz. Kahramanımız da öyle. İsmiyle müsemma. Anadolu'dan gelmiş esnaf bir ailenin doktor babası ve doçent annesinin oğlu. Bir kültürel çatışmanın meyvesi. Ancak o seçimini daha çok babası üzerinden kendini tanımlamakta kullanıyor. Kitapta, muğlak hatta kaypak bir ifade olduğu belirtildiği paralelde "muhafazakar" olduğunu söylemekten imtina eden biri. "Garip bir tutumla, bağımsız ama kendine uygun bir ideoloji bulamamış, inançlı bir tip olarak tanınmıştım. Ne onların safındaydım. Ne de onlardan ayrı." şeklinde tasvir ediyor kendini. Devam ediyor: "Peki, benim bir tezim var mıydı? Bir üstadım, bir teorim. Yoktu. Sadece ilkeleri savunuyordum. Adalet, ahlâk, merhamet, eşitlik, otoriter demokrasi (Bunu bir türlü formüle edemiyor, olumlu bir şey olduğunu hissediyor, ancak ifadeye güç yetiremiyordum. Bu yüzden kimi beni faşist, kimi sosyalist sanıyordu.)." 

Okul yıllarında bu dik ve farklı duruşuyla nasıl olduğunu kendi de anlamadan bir lider olan Ömer, ülkesine döndüğünde İstanbul'un acı manzaralarıyla yüzleşiyor sık sık ve her seferinde memleket meselelerinin derdine tıklayan huzursuz bacağı eşlik ediyor: "Bacağımı seviyorum. Her gece uyandırıp beni memleket meselelerini düşünmeye sevkediyor. Bu huzursuzluğu duymak bile bir şeydir."

Önce köprüden atlamaya çalışan bir Roman vatadandaş, ardından derdini anlatmaya çalışan ancak gırtlak kanseri olduğu için sesi bile çıkmayan işsiz adam. Bir gazete haberi ile veriyor ikinci olayı, sonunu bağlıyor. "Devlet bu asil millete layık olmalıdır."

Ülkesinde kalmaya karar veren Ömer, geçmişteki bağlantılarının kapılarını çalar yavaş yavaş. Her çaldığı kapıda da ülkesinin içinde bulunduğu durumu görür. Önce bir üniversiteye gider, rektör babasının eski arkadaşlarından. Aldığı tavsiye ilk darbedir onun için: "Artık üniversitelerin bir kıymet-i harbiyesi kalmadı. Hocalık da öyle. Kendini mektebe hapsedip harcama. Senin gibi donanımlı bir elemanı piyasalar arasa bulamaz." Üniversiteden çıktığı sırada yine babasının eski arkadaşlarından biri olan Bahtiyar'la karşılaşır. Bahtiyar, ithal ürünlerin ikinci el olarak satıldığı bir dükkana götürür onu. İnsanların Avrupa markası meraklarından söz eder. "Çıkara çıkara Türk Einstein'ını, Sivaslı Sindi'yi çıkarıyoruz. Gelişen bir şehrimizi 'Doğu'nun Paris'i' ilan ediyoruz. Kendi varlığını, inancını, kültürünü, tarihini inkar eden, redd-i miras edenin sonu budur." diye düşünür Ömer de.

Anlatıda bu yeniden buluşmalar ve bıraktığını ayrıldığından çok daha farklı bulma üzerine örnekler çoğaltılabilir. Buradaki en çarpıcı iki örnekten biri Ömer'in dava arkadaşlarından biri olan Dadaş Mehmet'in politikaya girmesi ve savunduklarından "çok da mantıklı" sebepler ile uzaklaşması; bir diğeri ise büyük bir şirketin yöneticilerinden olan Kemal'in kapitalizmin aşamalarını normalleştirmesi ve içselleştirmesi. Ömer Faruk'un bu durumlar karşısındaki ifadesi oldukça manidardır: "Memlekete geldiğimde ilk duyduğum dedikodu 'Mücahitler müteahhit oldu' sözüydü.". Ömer Faruk, tüm bu sukut-ı hayalin nihayetinde babadan kalma çiftliğe giderek orada organik meyve ve sebze işine girer. Bunu elbette bir çözüm olarak okuyabileceğimiz gibi ben bir kinaye olarak okumayı tercih ediyorum. Organik tarım, sizce de içinde yaşadığımız modern dünyanın ve tüketim toplumunun oyunlarından biri değil mi?

Huzursuz Bacak, Ömer Faruk karakterinin İstanbul'u gezmesiyle Türk İstanbul'una getirdiği eleştiriler ve yan karakterler aracılığıyla "Neydik, ne olduk" sorusunun cevabını açıkça dile getiren, kütüphanelerde mutlaka yer alması gereken eleştirel bir kurmaca. Okuyun ve düşünün; siz bu İstanbul'un neresindensiniz?

Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler

9 Kasım 2014 Pazar

Aktüel meselelerin tarihi kökleri

Tarihin aktüel, siyasi ve fikri kaygılarla yorumlanması, yeniden inşa edilmesi yeni bir durum değil. Kemalist tarih inşasına karşı, farklı ideolojik gruplar “kendi tarih”lerini oluşturma gayreti içinde olmuşlardı. Günümüzde tarih çok popüler olmasına, belki de sosyolojiden çok daha yaygın bir yayın faaliyetine sahip olmasına rağmen, “büyük tarihçi” algımızı tahkim edecek çok az isim var. Evet, Halil İnalcık bu isimlerin başında geliyor. Kırmızı Yayınları’ndan çıkan Türklük, Müslümanlık ve Osmanlı Mirası’ndaki bazı yazılar bugünün kaygıları ve meseleleri üzerinden yakın ve uzak tarih okumasına dayanıyor.

İdeolojik bir tarih inşasından söz etmek katiyen imkânsız ama kitaba Özdemir İnce gibi bir şahsın sunuş yazması, tarihin bugün belki en önemli “aygıt”lardan biri haline dönüştüğünü gösteriyor. İnce, hangi salahiyetle Halil Hoca’nın kitabına sunuş yazar, Hoca’nın bundan haberi var mı? Velev ki Hoca bundan haberdar olsun yine Özdemir İnce kimliğinin onun kitabında görünmesi, tarihin kendisine, okura büyük bir “eziyettir.

Halil İnalcık yeni kitabındaki yazıları Türkiye’nin varlığı ve kimliği üzerinde hissedilen “endişe”lerin ekseninde yazdığı bariz şekilde fark edilmektedir. Hoca ülkenin millet bağının çözüldüğü kanaatindedir: “Türkiye’de şimdi şuna inanılıyor ki, ulus – devletin kuruluşu ile beraber, millet – devlet özdeşleşmesi gelmiştir. Dünyada olduğu gibi günümüz Türkiyesinde de, bunu sonu gelmiş, özellikle ekonomik küreselleşme akımı yeni gelişimi hızlandırmıştır. Şimdi cemaatler, azınlıklar, çoğulcu sivil toplum kurumları öne çıkmaktadır.

Osmanlıların Türklüğü
İnalcık kitabında bu kaygıların yanına başkalarını da ekleyerek Selçuklu – Osmanlı ve Türkiye ile İslam arasındaki irtibatın niteliğini sorgulamaya tabi tutar.

Esasında İslam payını sabit tutarak, bu devletlerdeki Orta Asya Türk geleneklerinin etkisini ön plana çekmeye çalışır. Bu bakımdan öncelikle Selçuklu ve Osmanlı’daki “örf”ün etkisinin bilinenden çok daha fazla olduğunu, padişahların kanunlarını şeriattan çok örfün etkisinde yaptıklarını iddia eder. Halil Hoca, Şeriat’ın Osmanlı’daki etkisini zayıflatmaktan çok Şeriat ile örfün kapsayıcılığı üzerinden bir yorum getirme gayreti güder: “Osmanlı Devleti, şeriatı aşan bir hukuk düzeni geliştirmiştir. Bu yolu açan prensipse, örf, yani hükümdarın sırf kendi iradesine dayanarak şeriatın şümulüne girmeyen alanlarda devlet kanunu koyma yetkisidir.”. Bu naif cümle aslında Şeriat’ı “belirli bir alana sıkıştırarak” kapsamını daraltmakta, bir sonraki aşamada Osmanlı’da din ve devlet işlerinin her durumda iç içe olmadığını ispatlamaya böylece Kemalist kurucu anlayışın haklılığını ortaya koymaya çalışmaktadır. İnalcık burada simge isim olarak Fatih’i yani çağ açıp kapatan Padişah’ı alır. Fatih’in kanunnamesinde örfü etkili kullandığını belirten İnalcık, sadece Fatih’in değil tüm Osmanlı padişahlarının Türk devlet geleneği yani törü’yü, örfü temel aldığını vurgular. Osman Gazi’den Kanuni’ye kadar örf, devletin esaslarını belirlemiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı’nın devamı olup olmadığı sorusu da bu bakımdan cevabını bulur: her ne kadar toplumdaki İslami algılar ve yaşayış biçim varlığını sürdürse de devlet yönetimi bakımından Osmanlı bitmiş, kesinlikle son bulmuştur. İnalcık, Türk kavramı etrafında sıklıkla tartışılan bazı meseleleri Selçuklu ve Osmanlı deneyimleri üzerinden değerlendirirken, etnik aidiyet ile İslam aidiyeti arasında yumuşak bir karşılaştırma yapar. Bu bakımdan Osmanlı’nın idari yapısının örf ağırlıklı olduğu tezi Osmanlı ile Türkiye arasındaki irtibatın zayıflığına; Türkiye’nin kuruluş bakımından müstakil kimliğine “evrilme”yle geldiğine delil teşkil eder.

Genel Kabullere İnalcık Müdahalesi
Halil İnalcık kitabın girişinde uzun uzun Türkiye’deki tarihçilik konusunda fikirlerini açıklarken başta modern Türk tarihçiliğinin babası sayılan Fuat Köprülü ve Ömer Lütfi Barkan’ın tarih metodu, Braudel etkisi üzerinde durur. “Osmanlı tarihinin büyük problemlerini birtakım sosyolojik genellemelerle çözümlenmiş saymak, bu son dönemde bir moda haline gelmiştir” eleştirisi hali hazır tarihçilik üzerine önemli bir eleştiri olarak not alınmalıdır.

Wittek’in eski metinlerin tenkitsiz kullanılmasını affetmediğini aktaran İnalcık, Barkan’ın “tarihçi yürüyeceği yolu kendisi yapan bir yolcu durumundadır” sözünü de tarih araştırmaları için zikreder. İnalcık’ın sıkı eleştirilerinden birini de Celali İsyanları üzerine çalışan Mustafa Akdağ için yapar. Akdağ’ın Celalileri anlamadığını iddia eden İnalcık, tımarlı sipahiler yerine ikame edilen sekban ve sarıca bölüklerinin ortaya çıkışıyla Celali İsyanları arasındaki doğrudan bağlantıyı Akdağ’ın kuramadığını belirtir.

Halil İnalcık kitabında yaptığı önemli değiniler ve kritik müdahalelerle bir takım yanlışları tashih ettiği gibi genel anlayışları da yıkar. Türklerin her zaman İpek Yolu’nu denetimleri altında tuttuklarını, bu nedenle yerleşik ve zengin olduklarını izah eden Halil Hoca, Türklerin göçebe olduğu genel yargısının önüne geçer.

Osmanlıların, Türklerin ve bağımsız bir devletin varlığının “batılılaşma”ya bağlı olduğu gibi uç bir yorum yapan Hoca, Türklerin Selçuklular dönemi başta olmak üzere İslam’ı kurtardığı ve hatta Avrupa’nın İslam medeniyeti sayesinde bugünkü haline geldiğini basit indirgemecilikten uzak, tarihin o günkü şartlarını gözönüne alarak söylemektedir. Bugün kaba hümanizm gösterileri arasında gazayı “barbarlık” gibi sunma gayretleri İnalcık’ın aktüel kaygıları bir tarafa iterek firasetine, tarih konusundaki hakkaniyetli tavrına çarpar: “Post – modernist yazarlara göre mesela gaza, gazi, fetih tarihi terimlerin kullanılması ulusalcılık, bağnazlıktır. (…) Osmanlı savaşçı, savaşırken İslam’ın belli bir inanç ve zihniyetiyle savaşmaktadır; o gelişigüzel bir akıncı değil, bir gazidir, aldığı ganimet onun için, dinin kutsallık verdiği bir kazançtır. Cami yaptırmaya niyet eden sultanlar gazâ seferi düzenler ve ganimet malıyla camisini yapardı; reaya vergisinin haram içerdiğine inanılırdı.

Ercan Yıldırım
twitter.com/Ercnyldrm1

Dilde ve kültürde sabrın timsali: taş

Eşya, şiirde insan zihninin bir yansıması olduğu için yer alır. Eşyaya bakan, onu kullanan, onu çevresinde bulan, değiştiren, üreten insan; dilinde, kültüründe, zihninde de eşyanın kendisini olmasa da bir yansımasını inşa eder. Adem Turan’ın Şiir Taşı işte tam da bu noktada sözü alıyor. Doğada kayıtsızca duran taş, dilde ve kültürde sabrın timsali oluyor. Adem Turan da taşı sıksa şiirini çıkartacak bir şair olarak işte o timsaller manzumesini şiirleştiriyor. Daha doğrusu timsaller üzerinden taşı değil taşı timsalleştiren insanı şiirleştiriyor aslında. Taş şiirin bahanesi oluyor böylece… Zaten Adem Turan da Yapı Taşı adlı şiirde demiyor mu? “Bunlar insan parçaları: bu taşlar… bunlarsız olmaz!/Böyledir işte bedenlerin inşası; bunu gördüm ve biliyorum!

Ben susarsam taş çatlar” mısrasıyla açılıyor Şiir Taşı. Rilke’nin “İçinize dönün, hayatınızın kaynadığı derinlikleri yoklayın; onun kaynağında siz, yaratmanız gerekiyor mu sorusunun kar­şılığını bulacaksınız.” cümleleriyle ifade ettiklerini Adem Turan taşın sertliğinden çıkartmış besbelli.

Adem Turan’ın şiirinde taş, bize Dünya’nın ağırlığını hissettireceği bir imge olarak yer alıyor. Filistin’in ve Rachel Corrie’nin ağırlığını duyuyoruz mesela. Ebabil kuşlarının Kâbe’yi korumak için attığı taşların ağırlığını… Kendi adıma bunu sadece protest bir tavır olarak görmeyi şiiri hafife almak olarak değerlendiririm. Adem Turan şiirinde taşı ağır olduğu asli yerine koyma kaygısını görüyorum. Sınır taşı da, sadaka taşı da, eşik taşı da… Turan şiirlerinde bu taşlara gönül coğrafyamızdaki asli yerlerine koymaya yani asıl ağırlılarını okuruna hissettirmeye çalışıyor. Böylece taşa dünyasında yer veren insan da asli hüviyetine bir adım daha yaklaşmış oluyor.

“kurşun kime gitsin şimdi, taş kime
taş kimin başına düşsün, kim çatlasın!
ateşböcekleri kanaviçe işlerken kan kıvamında
bülbüller ilân-ı aşk ederken bağçenin güllerine
bu rüzgâr alıp nereye götürsün beni, hangi meclise!”

diye soruyor Adem Turan. Ya cevabı? Cevapları bulmak değil zaten şairin işi…

Daha Musalla Taşı var, Mezar Taşı var, Tespih Taşı var… Adem Turan taştan bir şiir konçertosuna imza atmaya karar vermiş. Şiir Taşı işte tam olarak bu…

Adem Turan şiirlerinde bir yanda Edip Cansever’e diğer yanda Sezai Karakoç’a selam gönderiyor. Kitap hakkında bunu da not etmekte fayda var.

Cennet Taşı şiiriyle bitiyor kitap. Tek kelimeden oluşan bir şiir bu. “Yazamıyorum”dan ibaret. “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.” diyen Ludwig Wittgenstein, Tractatus’unu “üzerinde konuşulamayan konusunda susulmalı” cümlesiyle bitirir. Adem Turan’ın kitapta yer verdiği son şiir ise her insanın dilinin aciz kaldığı noktaya işaret eder.

Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal

8 Kasım 2014 Cumartesi

İmâm-ı A'zam'ın sözünden

Bu çalışma, Türkiye’deki (ve İslam dünyasında) İslamcılık akımının eleştirisi babında yazdığım metinlerin arkaplanını ortaya koymak için kaleme alındı. Birçok metnimde, İslamcılık akımının Sünni olmadığını, Hanefi akaide dayanmadığını ya ifade ettim ya da îmâda bulundum. Zaman zaman sahabe ihtilaflarını da eleştirdim. İslamcılık akımının şiddet fıkhının Hz. Ömer’in (ra) İslam anlayışına dayandığını, gerek Kur’an’da ve gerek Hz. Peygamber (asv) sünnetinde bunun bir karşılığı olmadığını dile getirdim. Elbette ki bu yaklaşımımız sahabe dönemini “altın çağ” olarak gören birçok dimağın paradigmasını yerle bir etmektedir. Bununla beraber yazıya geçirmeye çalıştığım bu teoloji Türkiye’de Hanefi olduğunu söyleyen geniş kesimlerin Hanefiliklerini de sorgulayıcıdır. İmam-ı A’zam’ın aşağıya aldığım teolojisinden seçmelerin Türkiye’de “heteredoks” diye bilinen geniş kesimleri de kuşatan ve fakat İslamcılığın reddettiği Yesevî - Horasanî - Bektaşi - Bayrami geleneklerle kendine yol açtığı görülecektir. İmam-ı A’zam, İslam’ı ikrar etmiş kesimlerin birbirini öldürmeye, tekfir etmeye, can-mal hürriyetine tecavüze fırsat vermeyen bu akaid (iman) ilkeleri ile bu coğrafyada yaşayan çoğul kültürlerin biraradalığını mümkün kılmıştır. Aşağıdaki ilkelerle bizim de İslamcılık eleştirilerimizin fıkhî temelleri ortaya çıkacaktır. İmam’ın tabiriyle “en büyük fıkıh iman bilgisidir.”. Müslümanlar Anadolu’da Bizans ve Moğollarla çatışmışlardır. Bugün yaşadığımız süreci de ilgilendiren bu teolojinin yeniden dile getirilmesi İslamcılık akımının içine düştüğü Müslümanları hedef alan mezhebî ve meşrebî tahripkârlığı bertaraf edebilecektir. Bu çalışma aynı zamanda Müslümanların kapitalist topluma rıza geliştirmeleriyle ortaya çıkan adaletsizlikler karşısında mülkiyet sahipliğini “şirk” ile niteleyen yaklaşımlara da bir cevap olarak okunmalıdır.

El Fıkhu’l Ebsat’tan:

Allah kötülüğü yaratır mı? Allah adil değil mi? diyenler için:
Allah adildir, kötülüğü yaratmaz; kötülüğü insan amel eder” diyen gruplara İmam-ı A’zam şöyle dedi: O’na Allah şerri yarattı mı? diye sor. O buna ‘evet’ derse kendi iddiasından vazgeçmiş olur. Eğer ‘hayır’ derse, de ki: “Yarattığı şeylerin şerrinden sabahın Rabbine sığınırım / Min şerri mâ halak” (113 Felak 1-2) ayetinden dolayı kâfir olur. Çünkü bu ayet, Allah’ın şerri yarattığını haber vermektedir (2010: 37).

“Allah, Allah olsaydı, kendisine küfür edilmesine izin vermezdi” diyenler için:
O’na şöyle söyle: Allah’a iftira etmek kelam ve söz müdür, yoksa değil midir? Evet, derse; Âdem’e isimlerin hepsini öğreten kimdir? Diye sor. Eğer Allah’tır derse şöyle de: Küfür kelam nevinden midir, değil midir? Eğer, evet derse, şöyle sor: Kafiri kim konuşturdu? Eğer Allah konuşturdu, derse, kendi fikrine karşı çıkmış olur. Çünkü şirk kelam nev’indendir. Eğer Allah dilemiş olsaydı, onlara şirk sözünü konuşturmazdı (2010: 37). [İmam bu ifadesiyle Âdem’e öğretilen isimlerin içinde şirke ait kavramların da bulunduğunu ifade etmektedir. Nitekim Kur’an insana küfür gerektiren şeylerin öğretildiği konusunda başka delil de verir:

Tuttular da Süleyman'ın saltanatı aleyhine, Şeytanların kapıldıkları şeylere uydular. Halbuki Süleyman kâfir olmamıştı, Şeytanlar kâfir olmuşlardı. İnsanlara büyü yapmasını ve Babil'deki Hârût, Mârût adlı iki meleğe indirilen şeyleri öğretiyorlardı. O iki melek, hiçbir kimseye biz, ancak ve ancak Allah tarafından bir sınamayız, sakın kâfir olma demeden bir şey öğretmiyordu. Onlardan, karıyla kocanın arasını açan şeyleri öğreniyorlardı. Öğrenenler de Allah'ın izni olmaksızın hiçbir kimseye zarar veremezlerdi. Kendilerine zarar verecek, fakat hiçbir faydası olmayacak şeyleri öğrenmekteydiler. Andolsun ki bu bilgiyi satın alanın âhiretten nasibi yoktur, bunu iyice bilmişlerdi de. Fakat bir de canları pahasına satın aldıkları o şeyin ne pis şey olduğunu bilselerdi.” (2 Bakara 102)]

İman ile günah bir arada bulunursa ne lâzım gelir” diyenler için:
Soru: “İman eden fakat namaz kılmayan, oruç tutmayan, bu amellerin hiç birini işlemeyen kimseyi imanı kurtarır mı?
Onun işi Allah’ın dilemesine bağlıdır. Dilerse azap eder, dilerse rahmet eder. Allah’ın kitabından herhangi bir şeyi inkar etmeyen kimse mü’mindir. Muaz b. Cebel Hıms şehrine geldiği zaman insanlar onun çevresine toplandılar. Bir genç ona, "Namaz kılan, oruç tutan, beyti hacceden, Allah yolunda cihatta bulunan, köle azad eden, zekatını veren ve fakat Allah ve Resulünden şüphe eden kimse için ne dersin?” diye sordu. Muaz; ‘Onun için ateş vardır’ dedi. O genç, ‘Namaz kılmayan, oruç tutmayan, beyti haccetmeyen, zekatını vermeyen fakat Allah ve Resulüne inanan kimse için ne dersin?’ diye sorunca, Muaz b. Cebel: ‘Onun için Allah’tan affedileceğini umar, azaba uğrayacağından da korkarım” dedi. Bunun üzerine o genç: "Ey Abdurrahman’ın babası, şüphe ile amel fayda vermediği gibi, iman ile beraber herhangi bir şey de zarar vermez” dedi ve çekip gitti. Muaz b. Cebel de ‘Bu vadide bu gençten daha bilgilisi yok’ dedi (2010: 43).

“Bir yerde masiyetler, kötülükler çoğalırsa uygulanacak fıkıh nedir” diyenler için:
Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Bir yerde masiyetler zuhur edip onu değiştirmeye gücün yetmezse, oradan başka yere git, orada Rabbine kulluk et. Bana ilim ehlinden birinin Hz. Peygamber’in ashabından birisinden verdiği habere göre, Hz. Peygamber ‘Fitneden korktuğu yeri bırakıp, fitneden korkmadığı yere giden kimse için Allah yetmiş sıddik ecri yazar’ (Buhari, Îman 12; İbn Mace Fiten 16) buyurdu (2010: 43). [İmam-ı A’zam’ın bu fıkhı “Temkin Ekolü” olarak da tanımlanmıştır. Bu ekolün Kur’an’da delili Ashab-ı Kehf’te işaret edilmiştir.]

“Allah madem küfrü yaratıyor, niçin kafirlere azap ediyor” diyenler için:
İmam, “Allah, küfrü yaratmaya rızası olduğu halde onları küfürlerinden dolayı azab eder. Fakat Allah’ın bizatihi küfre rızası yoktur” dedi. Soruldu: “Allah, Kulları için küfre rızası yoktur” (39 Zümer 7) buyurduğu halde nasıl olur da küfrü yaratmaya razı olur? Dedi: Allah onlar hakkında diler, fakat razı olmaz. Çünkü Allah İblis’i yaratmıştır, İblisi yaratmaya rızası var, fakat İblis’in kendisine rızası yoktur. Keza Allah, içkiyi ve domuzu yaratmıştır. Onları yaratmaya rızası olduğu halde kendilerine rızası yoktur. Allah içkinin kendisine rıza gösterse idi, onu içen Allah’ın razı olduğu şeyi içmiş olurdu. Fakat onun içkiye ve küfre, İblis’e ve fiillerine rızası yoktur. Dilemesi, rızası ve emrettiği hususta taat ile amel eden kimse için, Allah’ın rızası vardır. Allah’ın emrettiğinin hilafına amel işleyen kimse onun dilemesi ile işlemiş olur, fakat onun rızasıyla işlemiş olmaz. Ona karşı masiyet işlemiş olur. Masiyet ise Allah’ın rızası hilafınadır. Allah kullarını, razı olmadığı küfürden dolayı azaba çeker. Fakat onların taatı terketmeleri ve masiyet işlemelerinden dolayı onlardan intikam alıp, azap etmeye rızası vardır (2010: 47).

Günah işleyen kimsenin kafir olup olmadığı hususunda tereddüt edenler için:
Ona şöyle cevap verilir: “Yûnus’u da an. Hani o öfkelenerek çıkıp gitmiş, kendisini tazyik etmeyeceğimizi sanmıştı. Karanlıklar içinde niyaz ederek, Senden başka ilah yoktur, seni tenzih ederim, ben zalimlerden oldum / lâ ilâhe illâ ente subhâneke innî kuntu minez zâlimîn” (21 Enbiya 87) dedi. Buna göre o, zalim mü’mindir, kafir ve münafık değildir. Hz Yûsuf’un kardeşleri: “Ey babamız, bizim için günahlarımızın bağışlanmasını dile. Biz muhakkak suçluyuz / Kâlû yâ ebânestagfir lenâ zunûbenâ innâ kunnâ hâtıîn” (12 Yûsuf 97) dediler. Bu durumlarıyla onlar günahkardırlar, fakat kafir değildiler. Yüce Allah, Peygamberi Hz. Muhammed’e “Senin geçmiş ve gelecek günahını Allah’ın affetmesi için / Li yagfire lekallâhu mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhare” (48 Fetih 2) buyurmuş, günahını yerine küfrünü dememiştir. Hz. Musa kıptiyi öldürmesi dolayısıyla günah işlemişti, fakat kafir değildi (2014: 49). [İmam bu satırlarda peygamberlerin de günah işlediğine işaret etmektedir. Bu yaklaşım kabul edilirse, sahabenin günah işleyebileceği, hiç birinin “masumiyet imtiyazı”na nail olmayacağı söylenebilecektir.]

Mü’min kimdir? diyenler için:
Bil ki, benim görüşüm şudur: Kıble ehli mü’mindir. Onları terkettikleri herhangi bir farizadan dolayı imandan çıkmış kabul etmem. İmanla birlikte bütün farîzaları işleyerek Allah’a itaat eden kimse, bize göre cennet ehlidir. İmanı ve ameli terkeden kimse ise, kafir ve cehennemliktir. İmanı bulduğu halde, farizaların bazısını terkeden kimse, günahkâr mü’mindir. Onun azap görmesi yahut affedilmesi Allah’ın dilemesine bağlıdır. Eğer Allah ona azap ederse, günah işlediğinden dolayı azap eder, günahını mağfiret buyurursa, affeder. Ben Hz. Peygamber’in ashabı arasında bizden önce geçen ihtilaflar için, ‘Allah en iyisini bilir’ diyorum. Kıble ehli için senin de bundan başka düşündüğünü zannetmem (2010: 62).

El Fıkhu’l Ekber’den:

Mü’min kimdir? diyenler için:
İman, dil ile ikrar, kalp ile tasdiktir. Gökte ve yerde bulunanların imanı, iman edilmesi gereken şeyler yönünden artmaz ve eksilmez, fakat yakîn ve tasdik yönünden artar ve eksilir. Mü’minler, iman ve tevhid hususunda birbirlerine musavidirler. Fakat amel itibariyle birbirlerinden farklıdırlar. İslam, Allah’ın emirlerine teslim olmak ve itaat etmek demektir. Lugat itibariyle iman ve İslam arasında fark vardır. Fakat İslamsız iman, imansız da İslam olmaz. Onların ikisi de bir şeyin içi ve dışı gibidirler. Din ise; iman, İslam ve şeriatların hepsine birden verilen isimdir (2010: 56).

El Fıkhu’l Ebsat’tan:

Mütecaviz kimselerle mücadele fıkhı nedir? diyenler için:
Mütecaviz kimselerle, küfürlerinden dolayı değil, haddi tecavüzlerinden dolayı savaş et. Adil zümre ve zalim sultanla beraber ol. Fakat mütecavizlerle beraber olma. Cemaat ehlinde fasit ve zalimler mevcut olsa bile, onların içinde sana yardımcı olacak salih insanlar da vardır. Eğer cemaat zalimler ve mütecavizlerden teşekkül ediyorsa, onlardan ayrıl. Çünkü Allah “Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret edeydiniz” (4 Nisa 97); “Ey mü’min kullarım, benim arzım geniştir. Ancak bana kulluk edin” (29 Ankebut 56) buyurmaktadır (2010: 43).

Günahkar kimsenin arkasında namaz kılmayı soranlar için:
Her takva sahibi ve günahkar kimsenin peşinde namaz kılmak caizdir. Senin ecrin sana, onun günahı kendisine aittir (2010: 45).

El Âlim ve’l Müteallim’den:

Günahkar kimsenin durumu hakkında:
Allah’a şirk koşmak ötesindeki günahlar iki kısma ayrılır. Kul bu iki kısım günahtan hangisini işlerse işlesin, onun affı için dua etmek daha iyidir. Fakat ona beddua etsen de günahkar olmazsın. Bu, sana karşı bir kötülük işleyen kimseye, beddua etmek yerine affetmenin daha iyi olması gibidir. Eğer bir kimse kendisi ile yaratıcısı arasında şirk koşmaksızın bir günah işlerse, ona merhamet edip şehadet hürmetine işlediği günahın affı için dua edersen, bu daha iyidir. Eğer onun helak olması için ‘Ya Rabbi, şu adamı günahıyla cezalandır’ şeklinde beddua edersen, günaha girersin (2010: 16). [İmam, burada günahı 1) Kul hakkı kapsamında, 2) Allah’ın yasakladıklarına isyan kapsamında ele aldı. Kul hakkı konusunda af ile ilgili delil şudur: “Bir kötülüğü afvederseniz şüphe yok ki Allah da Afüvv’dür, Kaadir’dir / tuhfûhu ev ta’fû an sûin fe innallâhe kâne afuvven kadîrâ” (4 Nisa 149); “Ama affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, kusurlarını örterseniz, bilin ki, Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir” (64 Teğabun 14). Af fıkhına razı olmayan mağdurun adaletle davranması ilke olarak getirilmiştir. Mazlumun beddua etmesinde mahzur yoktur. Allah ile kul arasındaki günahlar için ise (şirk koşmadıkça) İmam, günahkara yönelik “akıbetini cehennem eyle” diye duanın da günah olduğunu söylemiştir ki, bu yaklaşım İslamcılığın yaklaşımından önemli bir ayrışmadır. Bu ayrışma, Hanefi fıkhın ameli iman kapsamında görmemesinden kaynaklanır.]

Affedilecek günahlar:
Allah’ın şirk haricinde mutlaka cezalandıracağı günahlar hakkında birşey bilmiyorum. Ehl-i kıbleden günahkar olanların herhangi biri için, şirkten maada işlediği günahlar hususunda, Allah onu mutlaka cezalandıracaktır, şeklinde şehadette bulunmam. Bildiğim şudur ki; günahların bir kısmı affedilir. Fakat hangisidir? Bunu bilmiyorum. Zira Kur’an-ı Kerim’de “Eğer yasakladığımız büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin kusurlarınızı örteriz” (4 Nisa 31) buyurulmaktadır. Büyük günahların hepsini, yahut affolunacak kusurların tamamını bilmiyorum. Fakat, Allah’ın şirkten başka bütün günahları affetmesi mümkündür. Çünkü “Şüphesiz Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Onun ötesinde dilediği kimselerin günahlarını affeder” (4 Nisa 48) buyurmaktadır. Allah Teala kimi affetmek ister, kimi affetmek istemez, bunu bilemem” (2010: 15-16).

Lütfi Bergen
twitter.com/BergenLutfi

5 Kasım 2014 Çarşamba

Dünya, bir ağrı

"Hep sen mi ağladın hep sen mi yandın,
Ben de gülmedim yalan dünyada
Sen beni gönlümce mutlu mu sandın
Ömrümü boş yere çalan dünyada."
- Neşet Ertaş, Yalan Dünya

Ayfer Tunç anlatılarına ilk kez Suzan Defter ile merhaba dedim ve o gün elimde tuttuğum kitabın hem içerik hem şekil bağlamında ne kadar kıymetli olduğunu fark edince Tunç'la ilgili detaylı bir araştırma içine girdiğimi hatırlıyorum. Ardından Dünya Ağrısı ve Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek kitapları da rafımızdaki yerini aldı. İyi ki de öyle oldu.

Ağrısıyla inatlaşanların, acıtarak, kanatarak ve tüm bu keskin acıyı hücrelerinde derinlemesine hissederek yarasını yoklayanların kitabı Dünya Ağrısı. Senden bahsediyor biraz, biraz benden. Neşet Baba soruyor ya, "hep sen mi ağladın hep sen mi yandın" diye. Öyle olmadığını söylüyor bu kitap da işte. Yine Neşet Baba gibi soruya cevap veriyor, "ben de gülmedim yalan dünyada."

Romanda başrol oyuncumuz Mürşit karakteri ve yardımcı aktör Madenci. İkisi de geçmişlerinde bıçak yarası gibi kalplerine saplanan bir yanlış seçimler hücumunun izlerini hafızalarının dehlizlerinden silmeye çalışan antikahramanlar. Oysa Mürşit bunun mümkün olmadığının daima farkında: "Hafızası insanın düşmanıdır, dedi aynı gece. Unuttum, kurtuldum sanırsın ama öyle bir şey yok. Yaşanmıştan kurtulmak yok. Toprağa girene kadar takip eder seni olmuş olan.". Yine de dostlukları susmak üzerine kurulur. Unutmaktır esas olan ve onlar unutabilmek için ellerinden her geleni yaparlar. Hiçbir şey yapmayarak... Bir gün günah çıkaracaklarını, her günahın bir kefareti olduğunu bilirler ancak anlatı boyunca ikisi de birbirlerinin mahremlerine girmekten itinayla kaçınırlar. Çünkü "ruh taşlaşmadıysa eğer, her günahın gömüldüğü derinlikten çıkacağı bir an gelir." diye düşünürler.

Mürşit bir pasif direnişçi. "Burada dünya ağrısını dindirecek bir yer var mı? Dünyada dünya ağrısını dindirecek bir yer var mı? Yok. Dünyanın kendisi ağrı." Bir kabulleniş var bu cümlelerde, bu kabullenişle birlikte normallikten adım adım değil, koşarcasına uzaklaşmak var. Bir hatanın bedelini ömür boyu susarak, hayallerinden vazgeçerek babasından kalan otelin mecbur varisi olmak, aşık olduğunu zannettiği bir kadınla evlenerek onun vefasının altında ezilmek var, oğlunun kendisini her an öldürmesi ve yerine geçme çabası, kız çocuğunun ise kız olmaktan ötürü kendini güvende hissetmesi için aşık olmasa da zengin ama iyi bir adamla evlenmesinin çaresizliği var. Mürşit'in dokunduğu her şey bir dünya ağrısı. O da bunu kabullenmiş sadece. Sadece...

Madenci ise geçmişin izlerinden kurtulabilmek için hayatının belli noktalarında birtakım adımlar atmış, hepsi de kendisini olmak istediği yerin daha uzağına taşımış. Unutamadığı bir kız çocuğunun acı gözlerini yakalayabilmek için bir başka acılı gözle evlenmiş. Alamadığı ilk intikamını ikinci gözler için, eşi için almış bir kaçak. Anlatıda ismi net bir şekilde verilmeyen bir Anadolu kasabasında sürgün. Mürşit'in zindanı olan otel, onun kısa süre için de olsa evi ve gerçekten de birbirini anlayan iki dostun tarihinin başladığı yer.

Mürşit bu ağrının sadece kendisinde ve Madenci'de olmadığını da anlar bir gün.

"Baba.. Neyin var?
"Hiç kızım.. İçim ağrıyor."
"Benim de ağrıyor baba, herkesin az çok ağrıyor içi. Yaşamak böyle bir şey değil mi zaten baba.. dinmeyen bir ağrı."

Kitapta sadece bu iki kahraman yok elbette. Şükran, Arzu, Mürşit'in anne ve babası, çocukları, Madenci'nin ablası ve kayınpederi ve tabi ki şehir halkı. Her biri kendi ağrısıyla baş etmeye çalışan birçok dünya. Kiminin ağrısı aşktan kiminin paradan. Okuyucular perdenin önünde Mürşit ve Madenci'nin hikayelerini izlerken, romanda birçok çerçeve hikaye bu ana karakterlere eşlik ediyor. Linç girişimleri, intiharlar, soygunlar, mahkemeler, kadınlık normları vb. Bu çerçeve hikayelerle anlatı bir mesaj da veriyor aslında bence; herkes kendi ağrısına saplanıp giderken başkalarının da ağrılarının olabileceğini unutabiliyor, belki de bencilce bir küçümseme içine giriyor.Halbuki insanlar bazen Mürşit gibi hafızalarının ardına iterek yaşıyor bu ağrıları, bazen Madenci gibi geç fark edip kaçarak, bazen de kabul edip normalleşerek... Sebebi de kitapta gayet açık; çünkü insan bir uçurumdur. Görmesini bilene. O halde bir de siz bakın.

Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler