17 Temmuz 2024 Çarşamba

Güzel mi aşkta saklanır, aşk mı güzele sığınır?

Zaman zaman sahaflarda kıyıda köşede kalmış, kitaplar dikkatimizi çeker. Asıl niyetimiz basımı bitmiş bir eseri bulma çabasındayken, köşede kalmış bir kitabın; minik gözyaşlarının, damla damla yere düşen sesini duyarız. İşte o an, niyetimizi unuttuğumuz andır. Boynu bükük kitabı elimize alır, usulce okşar, teselli etmeye başlamışsak, câzibesine kaptırmışız demektir. Merhamet ve şefkat duygusundan çok gülün bülbüle vurulması gibidir. Kitap sevenler için hayat; saralmış yaprakların arasında yaşanmışlıklardır. Sahafa uğramayan, onun cezbesine kapılmayan, gerçek bir kitapsever değildir kanaatimce. O binlerce üst üste yığılmış kitaplar, ezelden ebede şâhitler silsilesidir. Eski diye bir şey yoktur orada, mâzînin içindeki derûnî sırlar vardır. Ve oradan eli boş dönülmesi mümkün değildir. Yeni yârenlerle evin yolunu tutarız. Evinizin içi kitap mültecî kampı gibidir, her yerden size sığınmış kelimeler, sözler, hikâyeler, çıkar. Belli bir zaman sonra adlarını, varlıklarını, unuturuz. Onlar bize tozların arasından bakar, ardımızdan “vefâsız bir yâre düştüm” diye türkü okurlar da, duymayız. Bir akşam keskin bir çığlıkla uyanırız. En dertlisi, ellerini açmış, yalvarır size, ruhunuza seslenir. “ Oku” der.

“Beni oku ki sana sırrımı açıklayayım. Çünkü bu sır bana, Midas’ın kulağı gibi ağır geliyor, benim kuyum ol!” diye fısıldar durur. Dayanamaz, sesin geldiği küçük kırmızı kaplı kitaba elinizi atarsınız ve sayfalar arasındaki sırlara vâkıf olursunuz.

İşte benim için onlardan biri, Adalbert Stifter’ın Brigitta romanıdır. 1956 Ankara Maarif Basımevi'nden çıkmış, oradan yolu; 1957 yılında öğretmen Şükriye Argun tarafından Maltepe İlkokuluna hediye etme vesilesi ile düşmüş. Sonrası mı? Yaklaşık 70 yıldır bilinmeyen ellerde, evlerde, yollarda okunmuş, aşınmış durmuş. Kütüphânede olunca bir kâtip gibi okundukça, hayatları not etmiş. En son durağı şimdilik bizim ev. Lâkin kitap basıldığı târih îtibâriyle Ankara’dan dışarı çıkmamış, hep bu civarda dolaşmış. Kaç kişinin gözyaşına şâhit, kaç kişinin neşesine tâlip olmuş. Yetmiş yıllık Ankara târihinin gizli tanığı. Darbeleri yaşamış. Kıbrıs Barış harekâtın da; Ayşe’nin nasıl tatile çıktığını görmüş.31 Ocak 1968 yılında Maltepe’de saat 19.30’da ki TRT açılış anonsunu dinlemiş. Renkli televizyonla evlerimizin renklendiğini, sinemalarda Adile Naşit - Münir Özkul ikilisinin, turşunun; sirke mi? yoksa limonla mı? Olacağı tartışmalarında cevabı aramış, bizim gibi o’da bulamamış. Star Wars’da, Han Solo ile prensin aşkı ile Darth Vader ve Luke Skywalker’ın baba oğul çıkmasını, hayret ve heyecanla izlemiş. Mavi Boncuk'ta Ferit ile Emel’in şarkılar eşliğinde, yaşadıkları aşka özenirken, Metin Erksan’ın Mesnevî’den etkilenip çektiği, Müşfik Kenter’in oynadığı Sevmek Zamanı filminde ki gibi, sevdiğinin resmini yanında taşımak istemiş. Laurel ile Hardy ve Zeki Alasya - Metin Akpınar’ın kabarelerinden “yasakları” izlerken, gülmekten kırılmış. Hatta ailece Devekuşunun kabarelerini, dayısının getirdiği kasetten dinlemişler. Zeki Müren’den “Adım Mesut Soyadım Bahtiyar” şarkısını dinlerken, beklenen şarkının, ne olduğunu bir türlü keşfedememiş. Cem Karaca ve Barış Manço mu? polemiğinde “hep bir halli Turhalıyız biz bize benzeriz” demiş. Onu en çok derinden etkileyen türküler olmuş.

İspanyol paçalar, Vatkalı kıyâfetler, elektro danslar, moon walker yürüyüşler,… Neler neler, görüp geçirmiş? Kültürün gittikçe nasıl yozlaştığına, eli kolu bağlı şâhit oldukça, kelimelerinden bir harf düşmüş durmuş.

70 yıldır düzene oturmayan maârif sisteminin parçası olmuş, Anadolu lisesi sınavlarından, Lgs sınavlarına, cumartesi şapkalı eğitimden, dört - dört sistemine, tebeşirden , akıllı tahta kalemine.. Kaç hükümet devirmiş, kaç başbakan eskitmiş? Koskoca yetmiş yıla neler sığdırmış.

100 sayfalık cep boy romanım ama her bir sayfam 70 yaşında” diyor.

Eskinin o mis ağaç kokusu burnunuza geliyor, yaşlanmıyor, her gün yeniden canlanıp hayata tutunuyor. Cebinize sığacak kadar bir ebatta, kırmızı sapsade bir kapağın ardında hayat hikâyesi. Macaristan’ın dağları, ovaları, balta girmemiş ormanları, çölleri bir ressamın kaleminden çıkmış betimlemelerle dolu. Balzac: Goriot Baba eserinde ki tasvir sanatının daha derin halini görebiliriz. İlk bölümü Macaristan ovasını gezen bir seyyahın defteridir. Sadece bir betimleme yapılmamış, manzaranın iç âlemi ile konuşulmuş, sırları açığa çıkarılmış. İlk okumaya başlandığında, bir seyahat kitabı sanılabilir. yavaş yavaş romanın içine bir yolculuk başlar. Asıl türü roman olsa da, kendinden kendine anlattığı, gerçek kimliğine nasıl ulaştığının muhâsebesidir. Konuyu işleyiş tarzı edebiyat terimi olarak; Birinci tekil şahıs anlatısıdır.

Tabiat - saadet, sadelik -güzellik arasındaki sıkı bağı ifşâ eder. Macaristan’da toprağına ve halkına âşık bir binbaşının etrafında dönen, kimlik bulma hâdisesidir. İtalya’da, herkesin hayranlık duyduğu, modern kıyafetler içinde bir anıta benzeyen arkadaşını, kendi topraklarında hayallerinin ötesinde bulan, bir adamın gözlemleridir. Uçsuz bucaksız bir yolculuğun ardından Binbaşının Uwar çiftliğine varır. Saygınlık temsilcisi arkadaşının, Roma’da ki halinden eser yoktur. Onun vakur duruşunu görünce, millî kıymarabafetleri içinde bile Paris ve Viyana da saygınlığını kaybetmeyeceğinden emindir. Anlatıcı, arkadaşının her yerde ve her kıyâfet içinde, konumundan taviz vermediğini anlar. Onun gizeminin; tabiatta ki gibi yüreğinde olduğunu görür. Sosyal ve sosyete dünyasından neden elini ayağını çekmiş, toprakla uğraşmaktadır? Köylülerle, maraba ile sofra paylaşımını anlamaya çalışır. Binbaşının komşusu, güçlü, zeki, olgun, erkek gibi bir kadın olan Brigitta’nın ortaya çıkmasıyla, olaylar sadelik ve olağan bir halde gelişir. Anlatıcı bu güçlü kadının, Uwar yolunu bulması için yardım eden kişi olduğu görür. Binbaşı ve Brigitta’nın arasındaki garip ilişkinin, ardındaki gerçeği bulma yolculuğunda, Macaristan doğası vardır. Artık romanın ana merkezi Brigitta’dır. Bir kez olağanın dışına çıkar ki o da düğümün çözüldüğü andır. Kurtların saldırısı aslında nefsimizin bize olan son saldırısıdır.

Bir insanın, sadelik içindeki gāyesi ve saadetinin nedeni, nedir? Anlatıcının; hayat ve binbaşı ile ilgili aklını kurcalayan suallerin cevabını, çevreye gösterdiği uyum ve gözlemleriyle bulur. Bir Macar gibi oturur kalktığında ve düşündüğünde, onları anlaması kolaylaşır. Her millet mayalandığı toprağın, coğrafyanın özelliğini taşır. Macaristan’ın bozkırı aynı zamanda bizim içimizde mânâ âlemimizdir. Köylüsü, çobanı, kurtları, köpekleri, bizlere eşlik eder. Menziline ulaşmak isteyen insanın içinde olan, kara ve beyaz yoldaşlarıdır. Sisli puslu havalar, sıcak havada giyilen kürkler, dünyanın en güzel delikanlısı, bizim saadet menzilimizin yapı taşlarıdır. Erkek kıyâfetleri içinde akıllı ama çirkin Brigitta’nın hayat hikâyesinde, güzelliğin nerde saklandığını anlatır. Onun hakîkatinin aşkta gizlendiği söyler.

Güzel mi aşkta saklanır, aşk mı güzele sığınır?

Kitabın sayfalarında yazarın kendi nazarı hakîkatini görürüz.

• Keza, esas îtibâriyle hiç tanımadığımız bir kimsenin bazen bizi kendisine çektiğini hissederiz; hareketleri, tarzı, hoşumuza gider; bizi terkettiği zaman üzülürüz; çoğu zaman, uzun yıllar sonra bile onu düşününce kendisine karşı âdeta hasret ve sevgi duyarız.
• İlkönce ruhum manzaranın azametine kapılmıştı; sonsuz bir hava tabakası etrafını sarıyor, bozkır güzel kokular neşrediyor ve inzivânın ihtişamını her tarafa yayıyordu.
• Alnında izlerinin bulunduğu söylenen matem hakkında hiçbir bilgi edinemedim.
• Kırlarda herşey gelecek zamanları gösterir; zeval bulmakta olan her şey yorgun, yeni vücuda gelen her şey de ateşlidir; bu sebepledir ki, sonsuz köyleri, tepelere doğru yükselen bağları hoşlanarak seyrettim.
• Sonra uykuya daldım ve hayatımda olanlar da, hayatımı girmesini büyük bir özleyişle istediklerim de, hepsi öldü.
• Bir memleketin toprağı ile böyle uğraşmak lâzımdır, zannederim. Anayasamız, tarihimiz çok eski, fakat daha pek çok yapacak şey var; bir hâtıra defterinin içinde muhâfaza edilen bir çiçek gibi biz de tarihin içinde saklı kalmışız.
• Üzerlerinde tasavvur ettiğinizden daha fazla hakkım olan adamlarımın arasında yaşadığımdan, onlara intibak ettiğimden, onların âdet ve ananelerini paylaştığımdan, takdir ve hürmetlerini kazandığımdan beri, bana evvelce şurada burada uzak yerlerde boşuna yere aramış olduğum saadete nihâyet kavuşmuşum gibi geliyor.
• Sadelik ve çeşitliliği içinde çiftçi hayatı, her türlü ihtirastan uzak tabiatla kucaklaşırken, cennet için söylenenlere yaklaşır.
• Çok gezen, insanların hislerine hürmeti öğrenir ve onları hayatlarının, kendileri istemeden açılmayan iç âleminde yalnız bırakır.
• Ekseriya güzellik görünmez; çünkü işlenmemiş bir vaziyettedir yâhut onu görebilecek göz yoktur. Ekseriya da kendisi ortada olmadığı halde ona tapılır ve ilâhî bir mevki verilir: Fakat, bir kalbin ateşli bir heyecanla, sihirlenmiş olarak çarptığı veya iki ruhun birbirini iştiyakla istediği zamanlar güzellik olmamazlık edemez; aksi takdirde kalb durur ve ruhların sevgisi ölür.
• Hayatta zevk ve saadet veren ne varsa, hepsini güzellik yalnız başına vecd içinde çarpan kalbe sunar.
• Sevginin fakat ancak en büyük sevginin en temiz ve en güzel tecellisi aftır, onun içindir ki daima Allah’ın ve annelerin affettikleri görülür.

Son kapağını kapatmadan önce yaşanmışlıklarımı derkenar ettiğim, eserin yazarına birkaç söz vermek istiyorum. 1805 yılında Çekya’da doğup 1869 yılında Avusturya’da hayatını kaybetmiş. Manastır eğitiminin ardından, hukuk, matematik ve doğa bilimleri eğitimi almış. Belki de eserlerinde ki o metafizik düşüncelerin ardında yatan neden, onun sıkı bir din eğitimi almış, olmasındandır. Bir eğitimci olarak hayatına devam ederken, 1868 yılında uzun zamandır çektiği sirozun acılarına dayanamayıp, boynunu usturayla kestikten, üç gün sonra, hayata veda etmiştir. Avusturya edebiyat târihinin en önemli isimleri arasındadır. Doğa betimleyicisi olarak bahsedilen fakat o tabiatın içinde varoluş sorguların içinde bir sanatçıdır. Ve sanat onun için, ”bir nerden gelip nereye gittiğimizin” aracısı, derinliğine inmek için kullandığımız bir metefor, yolumuza devam etmemize yarayan en lüks araçtır. Sâdece yazan değil aynı zamanda ressam olan Stiffer, resimlerinde, kitaplarında ki betimlediği tabiatı çizmiştir. Die Teufelsmauer adındaki tablosunu, Brigittta eserinin sayfaları arasında bulmak mümkündür. Thomas Mann onun için; en derin, cüretkâr, şaşırtıcı, sürükleyici, yazar olduğunu düşünmektedir. Nietzche de onun edebî değerini farketmiştir. Kendi dönemi değil ama çağdaş yazarlar tarafından anlaşılmış olması ise büyük yazarların kısmetidir. En tanınmış eseri Brigitta’dır ve 1993 yılında Dagmar Knöpfel tarafından filme çekilmiştir.

Stiffer hepimize sorduğu güzellik nerede saklıdır? Sualine hepimizin cevabı farklıdır. Kimimiz bir çift ela gözde, kimimiz bir mor menekşe de, bazılarımız ise hâlâ arayıp durmaktadır.

Son söz: Güzellik nerede midir? Sizin gönlünüzdedir. Sevginin, muhabbetin ikametgâhı olan gönlünüzdedir, sizin onu görmenizi değil duymanızı bekler. Duymak için tabiatı koklamak, aynada kendi sûretinize bakmak yeterlidir. Neydi şifremiz: “güzel bakan güzel görür”.  Stiffer’ın dediği gibi vecd içinde bir çarpan kalbiniz varsa güzellik sizi bulur.

Elçin Ödemiş
twitter.com/elindemis

13 Temmuz 2024 Cumartesi

Türkiye: Tam ortasındayım yahut söyleme bilmesinler

"Nasıl da paylaşıyor insan isterse
Nasıl da birmiş meğer hasretler
Nasıl da mecburmuşuz
Sabretmeye, sevmeye, öğrenmeye..."

- MFÖ, "Tam Ortasındayım", 1987

Sizinle her yanından başka kokular, tatlar alabileceğimiz bir parka gireceğiz. Milli bir park. Buradaki 'milli' hamaset kaygısıyla değil, sahiden söylendi. Girmeden bir hatırlatma: insanın yakinen tanıdıklarının kitaplarına dair yazması hep 'ılık' bulunur, çünkü kimse yakınlarının kitaplarını okumaz. Bu yazı aynı zamanda bu 'sorun'a karşı da bir reaksiyon, bir aparkat, bir Bursa çakısı olarak görülebilir, görülsün. Şimdi parka dağılalım, çıkışta toplanırız. Unutmadan; giriş ücretsiz, çaylar şirketten ve bizimdir yerlere tükürülmeyen yerler.

Samet Altıntaş her ne yazıyorsa bunu 'tarihçi' formasını üzerine geçirip yapıyor. Ama müzisyen şapkasını, futbolsever atkısını da eksik etmiyor. Böylece ortaya zevkli, zengin bir sofra çıkıyor. Bu sofrada konuşulmayan konu yok, yani "biliyorum kalkılmaz bu masadan kavgasız" denilebilecek bir masa. Şimdiye dek yazıp meraklısına servis ettiği Boğazın Dört MuhafızıBen Şeyh BedreddinÖteki Padişah Cem isimlerinden de anlaşılabileceği gibi birer monografiydi. Ansızın Bir Ses İşitti Kulağım için bir Mevlid monografisi diyebiliriz. Okumadığım -bu okumayışımı hâlâ ilginç buluyorum- tek kitabı Bursa’nın Daveti bir şehir monografisi. Kısaca bahsedeceğim ve Tara Kitap etiketiyle neşredilen kitabı Bugünün Rüzgârında Türkiye ise milli park.

Ülke gündemine seri biçimde girmiş ve aynı serilikte çıkmış konuların işlendiği bir kitap var elimizde. Makalelerin temelinde bir göz muayenesi yer alıyor. Yakından bakarsan yanılabilirsin, uzaktan bakarsan inanmayabilirsin. Orta bir yol, orta bir güzergah. Yanı akl-ı selim bir duruş ama zevk-i selim muradıyla. Hadi kendi konforlu dilime yaslanayım: bir murada erebilmek için derdin sahihliği şart. Yampiri bir sorunu dert, sersem bir duruşu tavır zannetmek murad sahiplerinin işi değil. Murad, dert, irşad. O hâlde gelsin Tasavvuf-101 sorusu: "Derviş, Allah'ın muradıdır" sözü ne anlama gelmektedir? Bitiren çıkabilir.

Önceden halkiyat, sonradan folklor denilen kavramı önemsiyorum. Kubbealtı Lugatı'nda "Halkın âdet, gelenek ve inançlarını, mûsikîsini, masal ve efsânelerini, oyunlarını, bütün kültür verimlerini inceleyen ve bunlardan sonuçlar ve hükümler çıkarmaya çalışan bilim kolu, halk bilgisi" yazılmış. Yani kabaca ve kısaca; dedikodusuz hamam, falsız kahve bulmak güçtür. Çeşmeler ve mezar taşları nice hikayelerin bekçisidir el'an. Şarkı sözleri bir ülkenin 'underground tarihi'dir. Nice kudretli post sahipleri vardır ama kimileri için "o meczûb-i ilahîyyedendir" dendi mi herkes ceketini ilikler. Hikayenin ardındaki hikayedir folklor. Sadece kazananların yazdıklarını okursak tarih okumuş olmayız, tarih olmuşu okuruz. Mağdurun, gadre uğrayanın, dairenin dışında kalmayı tercih edenin hikayesinde memleketin kaderi sırlıdır. Sırrı ifşa etmek ilm-i ledün bahsinde nanaydır ama geri kalan sahada "söyleme bilmesinler" işlemez. Folklor bahsine bir son: Leyla hemencecik evet deseydi bugün konuşacağımız bir aşk hikâyesi olmayabilirdi ama bu durum Mecnun'un yine umurunda olmayabilirdi. Gözlerimiz Mecnun'un umurunda olanın ne olduğuna çevriliyse, Samet Altıntaş'ın yazdıklarını okuyup hazmetmek daha keyifli olacaktır.

Kitapta neler olduğunu bir paragrafta 'zip'lemeye çalışacağım. Ama onun evvelinde yazarın kimliğine, kinine, künhüne vakıf olmak için onun yazdığı bir cümleyi buraya almak istiyorum. Okurken aldığım zevki buraya aktarırken de yaşayacağım için müsaadenizle sigaramdan bir fırt, oh dear, tam sırası: "Ben Tanpınar gibi gelenekle uğraşana (pek tabi bir çöküş esteti değilim) ilkgençlik zamanlarımdan buyana da itikaden bizim Bayramî-Melamîleri andıran Subcomandante Marcos'un 'tamamlanmayacak devrim'ine gönül vermiş biriyim... Bizim tercihimiz savaş ve barış arasında değil, haysiyetli veya haksız bir yaşam arasında. Çünkü biz Bıçakçı Emir Dede'den böyle gördük."

Neler var kitapta? Popülerliğini(!Nazım Hikmet şiirleriyle diri tutan ve ne gariptir ki bir Osmanlı panteonu olan Çemberlitaş'ta yatan Şeyh Bedreddin'in esasında kim olmadığı var. Ahbap vesilesiyle düzenlediği yardım faaliyetleri alkışlanacağına sürekli gözetim altında tutulan Haluk Levent'in vicdanlı kalbi var. Her seçim döneminde dillere dolanan "Abdülhamid yaşasaydı hangi partiye oy verirdi?' meselesine cevap niteliğinde görülebilecek başka soru(n)lar var. Yazarın diliyle Türk rock müziğinin ikinci yeni şairi Teoman'ın ustalıklı bir mini-haritası var. Etrafımızda Muaviye adında birinin olmayışına dair oldukça dikkate değer bir sorgulama var. Ata Demirer'in Bursa Bülbülü'nde bizlere taht-ı kadime dair neler söylemek istediği var. Yakup Kadri, Ahmet Hamdi Tanpınar, İsmet İnönü gibi bana kalırsa son derece mayınlı bir arazi üzerinden kısa bir cumhuriyet tarihi okuması var. Katarakt tarihçilerin bir türlü göremediği ve dolayısıyla gösteremediği Cem Sultan gerçeği var. Tarih metodolojisi bilmeyen şairlerin başımıza açabileceği işler, atabileceği taşlar var. Üsküdar'ın 'yobaz bir memleket' olmayışına dair bir tolerans testi var. Türkiye'de şehircilik meselesinin -dert değil mesele- ideolojik değil nörolojik bir mesele -yani hastalık- olduğuna dair acı ama gerçek bir makale var. Samet Altıntaş'ın hem arkadaşı hem okuru olarak ona daima katıldığım, sohbetlerimizin gizli öznesi Tanpınar'ı anlamadan ne Türkiye'yi ne de insanını anlayamayacağımız gerçeği var. Velhasıl, Tanpınar'ın Beş Şehir'inde yaptığı o nefis İstanbul 'analizi'ndeki bir cümle gibi, "Ne kadar hatıra ve insan" var.

Gereksiz kavgalar vermekten önemsenmesi gereken vazifeleri çoktan kuyuya salmış bu memleketin neden yol alamadığını ama alıyor göründüğünü kitapla birlikte daha iyi anlamak mümkün. Bu fiyakalı sona bir zeval gelmemesi için Samet'in cümlesiyle bitirmek istiyorum: "Kemâle ermesem de kırk yaşına gelmek üzere bir adam olarak sormak isterim: Gerçekten yorulmadınız mı?"

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

12 Temmuz 2024 Cuma

Türk edebiyatının ‘Deli Enişte’si

Bundan dört beş yıl öncesine kadar, yani otuzlarıma girmeden, genelde Dünya Edebiyatını takip etmeye öncelik veriyordum. Hem dünya klasikleri hem de Çağdaş Dünya Edebiyatında, özellikle yeni yayınlar dikkatimi çekiyordu. Türk Edebiyatı da okuyordum elbette ama bu daha sınırlı sayıda kitap demekti benim için. Bir dönem ‘herkesin okuması gereken klasikler’i okudum, bir dönem adı az duyulmuş ülke edebiyatlarına yöneldim. Senegal Edebiyatı da okudum Porto Riko Edebiyatı da. Zaman zaman da Jaguar Kitap gibi butik yayınevlerinin yabancı edebiyatından çıkan her kitabı okumaya çalıştım. Bunlar bana Çağdaş Dünya Edebiyatı hakkında bir fikir edindirdi. Zaman zaman edebî lezzet de buldum bu kitaplarda ancak fark ettim ki aradığım bu değil.

Özellikle otuz yaşımdan sonra, önce yavaş yavaş sonra da keskin bir kararla Türk Klasikleri’ne döndüm. Külliyat okumayı düşündüm ve kendimce belirlediğim sekiz on yazarın hem kurgu hem düşünce kitaplarını okumaya karar verdim. İlk kararım bir yazar bitmeden öbürünün külliyatına başlamamaktı ancak bunun boğucu ve yorucu olduğunu fark edip en azından dörder beşer kitap sonra farklı bir yazara geçme şeklinde bir yol belirledim. Bana göre Türk romanının zirvesi olan Kemal Tahir’in roman-öykü-tefrika kitaplarını zaten bitirmiştim. Tanpınar’ı büyük ölçüde bitirdim. (Tanpınar hiç biter mi?) Peyami Safa’nın romanlarını yüksek oranda bitirdim ve sıraya Abdülhak Şinasi Hisar, Nahid Sırrı Örik ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nu aldım. Bu yazarlardan da hiç okumadığım kitabı olan kimse yoktu. Fahim Bey ve Biz’i, Kiralık Konak’ı çok öncelerden okumuştum fakat tekrar külliyat okumaya başlayacağım için bunları da listeye aldım. Şimdi yoğun olarak Abdülhak Şinasi Hisar okumaları yapıyorum ve son okuduğum kitabı da Çamlıca’daki Eniştemiz oldu. Şunu belirtmek istiyorum: Abdülhak Şinasi Hisar edebiyatımızda adı bilinen ama genel okur kitlesince ve edebiyat kanonunca birinci değil ikinci sınıf bir yazar olarak görülüyor. Bunu da hakkında yapılan çalışmaların ve yazılan kitapların neredeyse hiç olmamasından anlıyorum. Bir Tanpınar gibi henüz keşfedilmedi maalesef fakat özellikle kurgu dışı kitapları açısından Tanpınar’dan hiçbir eksiği olmadığını söyleyebilirim. Bu, Tanpınar’ı eksik bulduğum (olur mu hiç) demek değil ama öyle yüksek iki edebiyatla karşı karşıyayız ki, tercihim bunlar arasından Şinasi Hisar olur demek.

Edebiyata ‘cins’ karakterler hediye eden yazarlar hep ilgimi çekiyor. Hayri İrdal, Seniha, Mümtaz vs. Şinasi Hisar’ın diğerlerinden farklı ve en iyi yaptığı şey bence bu karakter (tip değil) oluşturma işinde daha başarılı olması. Bir Fahim Bey bir Ali Nizami Bey bir Hacı Vamık Bey (deli enişte) gibi baskın karakterleri kolay kolay göremiyoruz başka yazarlarda. Tanpınar’da bile örneğin bir yere kadar olay önemli oluyor metinde ancak Hisar’ın romanları tam bir karakter romanı. Özellikle Fahim Bey ve Biz ile Çamlıca’daki Eniştemiz. Bu durum kimi okuru sıkabilir, anlıyorum fakat Şinasi Hisar’ın kaleminde yüksek bir edebî zevke çıktığı da bir gerçek. Çamlıca’daki Eniştemiz’e Fahim Bey ve Biz romanında bir atıf var ama o kadar. Hacı Vamık Bey gibi bir karakterin içini dışını öğrenmek için kitabı okumamız gerekir. Kitap, başından sonuna Eniştemiz üzerinden gidiyor. Anlatıcı Hacı Vamık Bey’in eşinin yeğeni. Önceleri bir çocuğunu gözünden izlediğimiz Vamık Bey’i sonraları bazı duyumlardan ve anlatıcının genç halinden görüyoruz. Bu da okurda iki farklı Eniştemiz portresi çiziyor.

Ben Şinasi Hisar’ın romanlarına öykü veya hikâye denmesini daha doğru buluyorum. Ki zamanında bu kitaplar zaten hikâye diye tanıtılmış. Çünkü roman türünü karşılayacak birden fazla ana damar yok bu metinlerde. Hatta Hisar’ın kurguları klasik bir roman veya hikâye bile olmayabilir bazı kısımları itibariyle. Hatta Çamlıca’daki Eniştemiz’in bazı kısımlarına muhteşem denemeler bile denebilir. Özellikle İstanbul’la ilgili kısımlar tam bir kalem işçiliği ve sanatından oluşuyor. Denemeye yaklaşmayı bırakın, direkt “bu bir denemedir” diyenler bile haklı olabilir: “Çamlıca’nın güzel mevsimleri, gittikçe yaklaşan bir musiki gibi gelen ilkbaharı ile, gittikçe uzaklaşan bir çalgı gibi geçen sonbaharıdır. İlkbahar, Çamlıca’da, bir sabah, daha az serin ve daha ziyade ince bir havada ruhun daha çok sezdiği bir gençlikle ve ötmeyi meşk eden bir kuşun çıkardığı bir iki ses damlasıyla başlar ve sular, yavaş yavaş dönerek, evvelce çekildikleri bir sahili her yanından nasıl kaplarsa, emin bir kuvvetle taşan bahar da, yerleri, ağaçları, gözleri ve gönülleri öylece kaplar.

Çamlıca’daki Eniştemiz’de anlatıcı uzun bir dönemden bahsediyor. Sosyal/güncel ve tarihi olaylardan ziyade, Hacı Vamık Bey’in kişisel hayatı sergileniyor kitap boyunca. Zaman zaman, Vamık Bey’in memuriyetlerinden dolayı, Yıldız, Abdülhamit, saray gibi kelimeler geçse de biz bunları hep Vamık Bey’i ilgilendiren yan olay ve kavramlar olarak görüyoruz. Bu yüzden tam bir karakter romanı diyorum, Çamlıca’daki Eniştemiz için.

Farklı isimli başlıklar altında anlatılan Çamlıca’daki köşk ve Eniştemiz’in hayatındaki iniş çıkışlar, deli eniştenin dışarıdan hoş görülmeyen kendi içindeki ‘çılgınlıkları’, aşırılıkları, çocuklukları, ciddiyeti, ‘saçmalıkları’ önce bir çocuk gözünden sonra da aynı çocuğun genç halinden anlatıldığı için biraz farklılıklar oluşturuyor. Şöyle ki: Okur olarak başlarda sevdiğimiz, samimi bulduğumuz bu deli enişteyi kitabın sonlarına doğru, bütün hayatı boyunca başta eşi olmak üzere herkese zorluk çıkaran ve eziyet eden biri olarak görüyoruz. Çocuklarla çocuk gibi olan bu deli eniştenin daha sonra şehvet düşkünlüğünden muhabbet tellallarına para kaptıracak duruma gelmesi aslında anlatıcının büyüyüp birçok şeyi aklıyla değerlendirmesinden kaynaklanıyor. Demek ki diyoruz, Eniştemiz hep aynıydı. Sadece kitabın başlarında anlatıcımız çocuktu. Başlarda o yüzden sevdik, en azından sempati duyduk.

Şinasi Hisar Türkçeyi mükemmel kullanıyor. Sık sık çok uzun cümlelere ve betimlemelere başvursa da bu durum ne okuru yoruyor ne de sıkıyor. Okurun zaman zaman nefes almasını sağlayan diyalog eksikliği, sanırım romanın eksilerinden. Ama metine yüksek edebiyat açısından bakarsak bu eksiğin de kapatıldığını görebiliriz.

Hisar, deli enişteyi anlatabileceği bütün psikolojik ve maddi yönden okura sunmuş. Diğer karakterlerde eksikler var ama Eniştemiz’i yolda görsek tanıyabileceğimiz bir durumda resmetmiş. Üstüne de zaman zaman Çamlıca ve İstanbul’u anlatan, tasvir eden denemevari mükemmel bölümler eklemiş. Daha ne olsun?

(Bir eleştirim yayınevine: Evet, Abdülhak Şinasi Hisar’ın eserleri uzun zamandır basılmıyordu ve Everest Yayınları bu durumu çözdü ancak bu küçük boyutlu kitap işinden, bence, vazgeçilmesi lâzım. Hisar’ın bazı eserlerinde normal kitap boy seçeneği var ancak bazılarında yok. Sert sayfa -ciltli sert kapaktan bahsetmiyorum, normal karton kapak ama çok sert- ve kapakla ve bu yazı puntosuyla bu değerli eseri okuması gerçekten çok zor. Bir okur olarak Everest Yayınları’nın yazarın tüm kitaplarını normal boyutta basmasını isterim.)

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

11 Temmuz 2024 Perşembe

Âkif'in meâli

Âkif inanmış adam. Milli bir şiiri de zaten ancak inanmış bir adam yazabilirdi. Ancak inanmış bir adam hadiselerle derin bağ kurabilir, hadiseleri kendinden bir parçaymış gibi hissedebilir. Âkif öylesine inanmıştır ki yanılgıları bile inanmışlığının eseri olduğundan kazançtır. Ancak inanmış bir Arnavut, milli şiirinde ırk kavramından bahsedebilir, ırk kelimesini kullanabilirdi.

Âkif inanmış adam. O nedenle Mısır’a göçtü. O nedenle hayatı boyunca yalnız kaldı. O nedenle sefillik çekti. O nedenle Neyzen’e küstü. O nedenle öldüğünde cenazesine sahip çıkan az daha olmayacaktı.

Kutsal kitabımız Kuran’ı Kerim’i de ancak inanmış bir adam meal edebilirdi. Nitekim öyle de olacaktı. Âkif hem inanmışlığı hem de güçlü şiir sesine sahip oluşuyla meal yazacaktı. Yazmaya başlamıştı da. Ama sonra vazgeçmişti, meal yarım kalmıştı. Elimizde Âkif’in meali, Kuran’ın üçte biri kadarı maalesef.

Böylesine inanmış bir adam meal yazmaktan neden vazgeçmişti?

Âkif'in Kur'an çevirisinin hikâyesi, Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nın gizli belgelerinde yer almış, Amerika'nın Türkiye Sefiri Charles H. Sherrill, Washington'a gönderdiği 10 Şubat 1933 tarihli özel bir raporda, Âkif'in projeden ayrılışını, kendisiyle Diyanet İşleri Riyaseti arasındaki ihtilaftan kaynaklandığını belirtmişse de bu iddiayı doğrulayacak herhangi bir bilgiye rastlanılmamıştır. Ancak eldeki tarihî kayıtların gösterdiği üzere Mustafa Kemal Atatürk, -bizzat değilse de birtakım yetkililer aracılığıyla- hem Mısır'da iken, hem de hastalanıp İstanbul'a döndüğünde Mehmed Âkif'ten hazırlamış olduğu Kur'an çevirisini kendilerine teslim etmesi ricasında bulunmuş ve fakat Âkif her defasında bu ricayı geri çevirmiştir.

Âkif çeviriye başlamıştı. Çeviriyordu Kuran’ı ancak çevirisi onu bir türlü tatmin etmiyordu. Yakın çevresine sık sık çevirisinin yeterli düzeyde olmadığından yakınıyordu. Sonunda hastalık Akif’i yakaladı. Vefat edeceğini anlamıştı. Mısır’dan tedavi için Türkiye’ye döneceği sırada yakın dostu İhsan’a çevirisini teslim etmiş ve ona “Eğer ölürsem bu çeviriyi yak” şeklinde vasiyet etmişti.

Vasiyete uyulmuştur. Âkif vefat etmiş ve çevirisi yakılmıştır. En azından bu yönde bilgiler mevcuttur. Ancak kâinatta hiçbir şey yok olmuyor. Araştırmalar sonucunda Âkif’in meali bulundu. Bulunan meal az önce de belirttiğim gibi Kuran’ın üçte birini teşkil ediyor. İnancımız ve umudumuz Âkif’in mealinden daha başka bölümlerin de bulunacağı yönünde.

İşte o meâl Ketebe Yayınları tarafından yayımlandı. Recep Şentürk ve Asım Cüneyd Köksal hocaların hazırladığı bu muhteşem eser okur tarafından istifade edilmeyi bekliyor.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

10 Temmuz 2024 Çarşamba

Adım adım kabul etme ve karar alma rehberi

“Kendini aşmaya çalışan bir insanın önünde en büyük engel, o insanın kendisidir: korkuları, endişeleri ve önyargıları.”

Kişisel gelişim ve psikoloji kitaplarıyla ilgili tüm önyargılarımı bir kenara bırakıp bu yazıyı yazmaya çalışacağım. Yıllardır düzenli olarak terapi gören biri olarak, bu konuda bu kadar önyargılı olmamın aslında kendi suçum olduğunu kabul ediyorum. Doktorumun tavsiyesiyle okuduğum birkaç metin dışında, bu tür kitaplardan nedense hep uzak durdum. Oysa ki, kendimle uğraşmayı severim. Bu kitaplara bana yüzeysel ve genellemeci geliyor. Yine de her bireyin yolculuğu farklıdır ve bu kitaplar, kendi deneyimlerine yeni bir bakış açısı katabilir.

Doç. Dr. Serdar Nurmedov’un yazdığı Büyük Sorunların Küçük Kitabı - Dokuz Adımda Kabul ve Kararlılık Terapisi (ACT) adlı eser, geçtiğimiz günlerde Timaş Yayınları tarafından yayınlandı. 1976 Türkmenistan doğumlu olan Dr. Nurmedov, 1996 yılında KTÜ Tıp Fakültesi’ni kazanmış, 2003 yılında Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı’nda asistanlık eğitimine başlamış ve 2009 yılında uzmanlık eğitimini tamamlamış. 2018 yılında Doçent unvanını kazanan Dr. Nurmedov, şu anda akademik hayatına Üsküdar Üniversitesi’nde devam ediyor. Uzmanlık tezini “Alkol Bağımlılığı ve Bilişsel İşlevler” üzerine yapmış olan yazarın kitabının takdim yazılarını ise Prof. Dr. Nesrin Dilbaz ve Prof. Dr. Nevzat Tarhan kaleme almış.

Peki, elimizdeki kitap bize ne anlatıyor? Kabul ve Kararlılık Terapisi (ACT, Acceptance and Commitment Therapy), üçüncü kuşak bir terapi yaklaşımı. Bireylerin psikolojik esnekliklerini artırmayı hedefleyen bu yaklaşım, Amerikalı klinik psikolog Steven C. Hayes ve meslektaşları tarafından geliştirilmiş. Bu yöntemin temel amacı, bireylerin olumsuz düşünce ve duygularla başa çıkma biçimlerini değiştirmek. Dr. Serdar Nurmedov, bu terapi yönteminin dokuz adımlık yolculuğunu kitabında detaylandırmış. Okurlara çeşitli ödevler vererek ve sorular sorarak, onları kendi yolculuklarında yönlendirmeyi amaçlamış.

Büyük Sorunların Küçük Kitabı, okuyuculara ACT’nin temel prensiplerini anlaşılır bir dille sunarken, aynı zamanda pratik uygulamalarla destekliyor. Kitap, okuyucuların kendi deneyimlerini anlamlandırmalarına ve hayatlarında daha bilinçli ve kararlı adımlar atmalarına yardımcı olmayı hedefliyor. ACT’nin bireylerin yaşam kalitesini artırma potansiyeli üzerine odaklanan kitap, hem psikoloji alanında profesyonel olarak çalışanlar hem de kişisel gelişimle ilgilenen bireyler için değerli bir kaynak olabilir.

Doç. Dr. Serdar Nurmedov’un dokuz adımı, niyet etmek ve hayat hikayenizi yazmakla başlıyor. Niyet kısmı kolay ama hikâyeyi yazmak deyince insan bir anda kitabı elinden bırakmak istiyor. Diğer adımda, bir nevi kendinize ayna tutmaya başlıyorsunuz; kaçınma davranışlarınızın neler olduğunu dürüstçe kendinizle konuşmanız gerekiyor. Hayattaki değerlerimizi belirlemek bir diğer adım; bu, sevdiklerimiz, yapmak istediklerimiz, hayatta durduğumuz yer veya durmak istediğimiz yer gibi konuları özetliyor.

Bir sonraki adımda hedef koymak gerekiyor ve hedef koymanın en başında hayal kurmak var. Doç. Dr. Serdar Nurmedov, kitabında bizi düşünce süreçlerimizi keşfetmeye çağırıyor. Ardından, düşüncelerimizi kabul etmeye davet ediyor. Düşüncelerimizi ve duygularımızı olduğu gibi kabul etmenin ne kadar önemli olduğunu vurguluyor. Kabul aşamasından sonra, esnek bir bakış açısının önemine geçiyor; bu, düşüncelerimize ve duygularımıza daha açık ve esnek bir şekilde yaklaşmamızı sağlıyor.

Ve işte en zorlu adım: an’da kalmak! Neredeyse her kişisel gelişim kitabında, her terapi yönteminde karşımıza çıkan bu kavram, birçoğumuz için gerçekten zorlu bir meydan okuma. An’da kalmak, şimdiki anı yargılamadan ve olduğu gibi kabul ederek yaşamayı gerektiriyor. Ancak, bu pratiğin uygulanması için günlük hayatın koşturmacasında yoğun çaba harcamak gerekebilir.

Ve en son bölüm, belki de en ağır olanı: kayıp ve yas. Bu bölümde, Doç. Dr. Nurmedov önce kaybın ne olduğunu tanımlıyor ve farklı kayıp biçimlerinden bahsediyor. Kayıpların geleceğe olan etkilerini ve geçmişte yaşadığımız kayıplara sürekli dönüp bakma eğilimimizi ele alıyor. En zor olanı ise şu: yasınızı yaşayın, geçiştirmeyin. Çünkü geçiştirilen her yas, ileride daha ağır bir şekilde mutlaka karşınıza çıkar. Doç. Dr. Nurmedov, bu bölümde, yasın doğal bir süreç olduğunu ve bu süreci tam anlamıyla yaşamanın, duygusal iyileşme ve kabul için ne kadar önemli olduğunu vurguluyor.

Ve bitti. Yazıyı Doç. Dr. Nurmedov’un kitabın başında okurlara yaptığı öneriyle bitirmek istiyorum. Nurmedov, okurlarına bu kitabı önce bir kere okumalarını, ardından tekrar başa dönerek ödevlere tek tek çalışmalarını tavsiye ediyor.

Dilerim bu kitap, okuyan herkese şifa olur.

Feride Şenol

5 Temmuz 2024 Cuma

İnsanın derinliklerine Jung'un haritasıyla bakmak

"İnsan birçok şeye 'sahiptir' ama bunları asla bizzat edinmemiştir, aksine atalarından miras almıştır. İnsan bir tabula rasa olarak doğmaz, sadece bilinçsiz doğar. Ancak organize olmuş ve özellikle insani bir şekilde işlemeye hazır sistemleri beraberinde getirir ve bunları milyonlarca yıllık insani gelişime borçludur."
- Carl Gustav Jung

Dünyaya hitap eden fikirleriyle meşhur olmuş kimselerin ölümlerinden sonra eserlerine olan ilgi artış gösterir. Öyle ki bazen hiç ilgi görmemiş kitapları bir anda başkaca dillere çevrilmeye başlar. İnsan ruhunun dehlizlerine, kıvrımlarına, kendi yolunca ışık tutmaya çabalamış zihinlerden biri olan Carl Gustav Jung'un da hikayesi biraz böyledir. O her ne kadar Freud'la yaşadığı ayrılıktan sonra iyice ünlense de 1961 yılında Zürih'te son bulan yaşamıyla birlikte daha da tanınır olmaya başlamıştır. Bunun pek çok sebebi vardır ama belki de en haklıca sebep, yazdıklarının her eserinde farklı bir yere oturması, her fikrinin farklı bir arayışa cevap (ya da soru) olmasıdır. Keza, henüz Jung'un hayatta olduğu ve Fried Fordham'a ait Jung Psikolojisinin Ana Hatları kitabının önsözünde bakınız Jung büyük bir samimiyetle ne diyor: "İnsan anatomisinin arkasında uzun bir evrim dönemi olduğu gibi insanın psikolojisi de tarihsel köklere sahiptir ve yalnızca onun etnolojik değişkenleriyle değerlendirilebilir. Bu yüzden benim çalışmalarım okuyucunun dikkatini bu türden düşünceler ile dağıtacak sayısız olasılıklar sunmaktadır."

Hakikaten de Anılar, Düşler, Düşünceler'i okurken başka, Dört Arketip'i okurken başka, Bilinç ve Bilinçdışı'nı okurken başka Jung'lar buluruz. İnsan ve Sembolleri, Rüyalar, Maskülen, Feminen gibi çalışmalar okura hiç hazırlıklı olmadığı ya da dalmak için geciktiği deryalar açar. Psikolojide Tipler ve İnsan Ruhuna Yöneliş gibi oldukça teknik kitapları sadece meraklıların dünyasında bile çok önemli bir yerde durur. Bir hakikat de şu ki Jung, bir kere okunup geçilecek kalemlerden, zihinlerden değildir. Mutlaka tekrar okunması gereken, okundukça söylemek istediği açılacak olan, ancak bu söylediğinin kesin olmadığı da mutlaka bilinmesi icap eden bir bilim insanıdır. Belki de bu yüzden Jung'a dair okunacak kitaplardan en önemlileri, onun fikir dünyasına dair yazılmış giriş kitaplarıdır. Fried Fordham'ın kitabının dışında Jalande Jacobi (C.G. Jung Psikolojisi), David Tacey (Jung’u Nasıl Okumalıyız?), Claire Dunne (Ruhun Yaralı Şifacısı Carl Jung), Carl Alfred Meier (Jung: Arketipler, Rüyalar ve Din), Paul Bishop (Carl Gustav Jung) ve Gary Bobroff (Carl Jung) önemli çalışmalar ortaya koymuşlardır. Son dönemde bu saydıklarımın dışında dilimize çevrilmiş kitaplardan bir başkası, derleyici toplayıcı yapısıyla dikkatleri çekiyor: Murray Stein, Ruhun Haritası: Jungcu Psikolojiye Giriş, Albaraka Yayınları.

Murray Stein, Jung'un özellikle ruhu dikkate alması üzerine yönelmiş, bu besbelli. Belki de çalışmasının en etkileyici tarafı bu. Jung'un insan ruhunun nihai gizemine dair ömrünü verdiği emekleri, Murray için başlı başına bir merak konusu. Bu merakı daha anlaşılabilir kılmak içinse mutlaka bir haritaya ihtiyaç var. Bu haritanın, Jung'un ortaya koyduğu kavramları yorumlarken, kavramların kendi aralarındaki ilişkiyi de yerli yerine oturması gerekiyor. Diğer çalışmaların da hakkını vererek söze başlayan Murray, "Benim çalışmamın eklediği şey, teori içindeki kapsayıcı tutarlılığı ve onun ince bağlantılar ağını vurgulamaktır" diyor ve asıl amacının "Jung'un tüm eserlerini oluşturan yorum ve ayrıntı yığınının altında yatan entelektüel bütünlüğü ortaya çıkarmak" olduğunu söylüyor. Jung ne yaptığını tam olarak biliyor muydu? Yaptıklarının bir yere varacağını düşünüyor muydu? Kendini hiçbir kalıba, okula, cemiyete ait tutmadan, üstelik bir yol çizmeyi de hiç doğru bulmayan bu insan; yaşarken de öldükten sonra da bu kadar insana, mekana, zamana ulaşacağını tahmin edebiliyor muydu? İlginç olabilir ama bir Jung okuru olarak bu hislere kapıldığını, hissinden kimseye bahsetmediğini ama zaman zaman düşünüp tebessüm ettiğini tahmin edebiliyorum. Jung'un nasıl bir insan olduğunu da mutlaka bilmemiz gerek. Doğrudan fikirlerine dalmadan önce Jung'a dair okumalar yapmak, bu şaşılacak derecede entelektüel insanın özellikle sezgi, analiz ve yorum gücünü görmek açısından bile heyecan verici. Murray şöyle söylüyor: "Jung'un yazılarına hayran kalmaya devam etmemin ve onu yirmi beş yılı aşkın bir süredir istikrarlı bir şekilde okumamın bir nedeni, onun zorlayıcı bir şekilde tutarlı olmamasıdır. Tillich veya Hegel gibi gerçekten sistematik düşünürleri incelediğimde, onların çelik gibi zihinlerinin sıkı çeneleri arasında her zaman kıvranmışımdır. Onların düşünceleri benim için fazla düzenlidir. Peki ya hayatın dağınıklığı, sululuğu nerededir? Bu durum beni bilgelik için öncelikle filozoflara ve teologlara değil, sanatçılara ve şairlere bakmaya yöneltmişti. Katı sistemlere hep şüpheyle yaklaşmışımdır. Bana paranoyakça görünmüşlerdir. Jung'un yazılarında ise hiç böyle bir izlenime kapılmadım."

Jung, analitik psikolojinin kurucusu olarak hem bazı kavramları yeniden yorumladı hem de kendi ekolünü kurma iddiası gütmeden yeni kavramlar ortaya koydu. Hiçbirinin gündemden düştüğünü, önemini yitirdiğini söyleyemeyiz. Bugün sadece psikoloji sahasında değil, kişisel gelişimden tasavvufa, sosyolojiden edebiyata ve sanatın diğer çok alanına kadar Jung'un üzerinde durduğu kavramlar konuşuluyor: Ego, bilinç, içgüdüler, arketipler, kolektif bilinçdışı, persona, gölge, anima, animus, bireyleşme, beden-zihin birliği, eşzamanlılık. O, insan ruhunun derinliklerinde keşfettiklerini mutlaka mitolojiyle birlikte yorumlamaya çalışmasıyla da hep ilgi gördü. Böyle bakıldığında ruh denen sistemin birçok parçadan oluştuğunu, bu parçaların görünmez ağlarla diğer ruhlara da bağlı olduğunu görmek mümkün. Bu metafizik görüş, ülkemizde Jung'u uzun yıllar, hatta şimdi de hep ayrı bir yerde konumlandırdı. O her ne kadar sufi kaynaklara çok fazla başvurmasa da getirdiği yorumlar din, sufizm, mistisizm kanalından da değerlendirildi. Bugün maneviyat ya da benötesi psikolojisiyle ilgilenen herkes, mutlaka Jung'dan da yararlanıyor. İnsanın alemle olan yakınlığı-uzaklığı, kişisel psikolojimizi, benlik deneyimimizi, ruhsallaşma sürecimizi doğrudan etkiliyor. Bunun için pek çok kalıptan sıyrılmak, kendimize bir ayna bulup oradan bakmak, çetin bir savaşa girmek gerekiyor. Kolay değil, zira Jung da filozofların, teologların, hatta kozmologların topraklarına dalmış, oradan pek çok şey süzüp getirmiştir.

Bir kişinin toplumsal kimliğini oluşturan, birey ve toplum arasındaki arayüzü olarak kabul edebileceğimiz "persona", Jung'un üzerinde durduğu kavramlardan. "Gölge" ise kişiliğin reddedilen ve kabul görmeyen yönleri olarak tarif ediliyor. Persona ve gölge için bütünleşme meselesi ciddi bir mücadele alanı. Egonun zıt kutupları olarak ruhta duran bu ikili birleştirilebildiğinde ortaya ne çıkar? Jung'un eski bir hastasına yazdığı mektuptaki şu satırlar, sorunun en güncel cevabı olarak aramızda duruyor. Birlikte okuyalım: "Şer hayır oldu. Sessiz kalarak, hiçbir şeyi bastırmayarak, dikkatimi koruyarak ve gerçekliği kabul ederek - her şeyi olmasını istediğim gibi değil, olduğu gibi kabul ederek - tüm bunları yaparak, olağandışı bilgiler ve daha önce asla hayal edemeyeceğim olağandışı güçler elde ettim. Her zaman bir şeyleri kabul ettiğimizde onların bizi bir şekilde alt ettiğini düşünmüşümdür. Bunun hiç de doğru olmadığı ortaya çıktı; meğer insan ancak onları kabul ederek onlara karşı bir tutum takınabilirmiş. Şimdi hayat oyununu oynamaya niyetliyim; bana gelen her şeye, iyi ve kötüye, sonsuza dek yer değiştiren güneş ve gölgeye açık olacak ve bu şekilde kendi doğamı da olumlu ve olumsuz yanlarıyla kabul edeceğim. Böylece her şey benim için daha canlı hâle gelecektir. Ne kadar aptalmışım! Her şeyin olması gerektiğini düşündüğüm şekilde gitmesi için nasılda kendimi zorlamışım!"

İnsan ruhunun, yani o uçsuz bucaksız derinliğin bir haritası çıkarılabilir mi? Bu sorunun yanıtını vermek çok zor. Jung da bu zorluğu biliyordu ve yapması gerekenin en iyisini yaptı: bazı kolaylıklar sundu. Üstelik bunu yaparken Murray Stein'in dediği gibi ruhun nihai gizemine saygı duydu. O hâlâ, bir şeyler göstermeye çalışıyor meraklılara. Kendini, insanı, ruhu merak edenlere. Belki de bu yüzden yazdıklarına, düşüncelerine doyum olmuyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

3 Temmuz 2024 Çarşamba

Hz. Peygamber'in hayatını okumak

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav) son peygamber olarak marifetin temsilcisi olmuş, her anlamıyla tam ve mükemmel bir kişilik, ahlak sergilemiştir. Onun hayatının her anı, müminler için bir ders niteliğindedir. Sadece dini anlamda değil, toplumsal anlamda da doğru yaşamak, sevilen ve saygı görülen biri olmak, isabetli kararlar vermek ve adımlar atmak isteyen herkesin yapacağı tek şey Peygamber Efendimiz’in hayatını okumak, sünnetlerini öğrenmek, hadislerini anlamaya çalışmak olmalıdır. Evlilik hayatı, iş hayatı, arkadaşlık, sıkıntılara göğüs germe gibi her olayda Peygamberimizin hayatında müthiş derecede örnekler bulunmaktadır.

Peygamber Efendimiz alemlere rahmet için gönderilmiştir. O nedenle rahmete nail olmanın yolu, O’nun yolunda bulunmak, O’nu örnek almak ve O’na muhabbet beslemektir. O’na muhabbeti zayıf olanın Allah’a da muhabbeti zayıf olur. O’nun yolunda sürçen, Allah’ın rızasına giden yolda da sürçmüş olur. O’nu örnek alamayan O’nun ahlakıyla ahlaklanamaz, dolayısıyla Allah’ın ahlakıyla da ahlaklanamaz. Yunus Emre Muhammed cümleye dindir imandır” derken bir yönüyle de bu gerçeği kastetmiştir. Hakk’a giden yol, Rasulullah’ın izinden geçmektedir. Kişi Peygamberimiz’e yaklaşabildiği ölçüde Allah’a yaklaşmış olur.

Arifler “Salavat, mürşidi olmayanın mürşidi olur” demişlerdir. Peygamber Efendimiz de kendisine çokça salat ü selam getirenin ne büyük mertebelere erişeceğini, ne sevaplar kazanacağını hadislerinde sıkça dile getirmiştir. Salavat, Peygamber Efendimiz’e olan muhabbeti de artırır. Muhabbeti artırmanın bir yolu da Peygamber Efendimizin hayatını okumak, hayatının izini sürmekten geçer. O nedenle kişi siyer okumalı, siyer okumayı kendisine vazife olarak bellemelidir.

Müminler Allah’ın rızasını kazanmanın Peygamber Efendimiz’den geçtiğini bildiğinden dolayı Peygamberimizle alakalı nice eserler kaleme almışlardır. Kaleme alınan eser türlerinden biri de siyer olmuştur. İslam tarihine baktığımızda sayılamayacak kadar çok siyer yazıldığını görürüz. Ne kadar şükretsek azdır!

İşte bu siyerlerden biri de Ahmed Cevdet Paşa’nın kaleme aldığı Peygamber Efendimiz adlı eseridir. Ketebe Yayınları’ndan çıkan eser, barındırdığı sade dili ve latif yönüyle okuyanların Peygamber aşkını bereketlendirecek türden nadide bir eser.

Son dönem Osmanlısında yetişen Ahmed Cevdet Paşa çok yönlü kişiliğiyle dikkat çekmiş, hem başarılı bir devlet adamı hem de servet niteliğinde eserler kaleme almıştır. İslam hukukunu Mecelle isimli eseriyle çok detaylı bir kitap haline getirmiş, çeşitli kanunların büyük çoğunluğu onun elinden sadır olmuştur. On iki ciltlik Tarih-i Cevdet adlı eserinde Osmanlı tarihini detaylıca, boşluksuz ve eksiksiz biçimde ele almıştır. Devletin resmi tarihçisi olarak görev almış, nadide eserler üretmiştir. Türk dilinin Türkçe yazılmış ilk dil bilgisi kitabı kabul edilen Kavâ’id-i Osmaniyye’nin yazarı da yine kendisidir. Kısas-ı Enbiya en ünlü eseridir, tüm peygamberlerin hayatını sade bir dille yazmıştır.

İşte bahsettiğimiz siyer kitabı bu denli büyük bir kişiliğin kaleminden çıkmadır. Yine son derece sade bir dille yazılmış, böylece okuyucunun dikkati Peygamber Efendimiz’in hayatından bir an bile kopmamaktadır. Tarih, mekan ve isim konusunda son derece titiz davranılmış, İslam’ın ortaya çıkışı ve yayılışı öğretici bir vaziyette yazıya dökülmüştür.

Peygamber Efendimiz kitabı, Peygamber aşığı olmaya talip her Müslüman için fırsat niteliğinde bir ihsan.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_