21 Şubat 2024 Çarşamba

Akıl korkarken kalp üstüne yürür bütün gölgelerin

“Su altında en fazla 2 saat 20 dakika kalabiliriz. Tütün içilmezse 3 saat.”

Başlangıçta kimse yoktu, hiçbir şey soğuk da değildi, güneş öyle yakıcıydı ki hayat suyun içine saklandı. Ne zaman ki ilk nefes güneşe üfledi, yaşam suyun içinden çıkıp bir şezlonga uzandı. Âdem’le Havva dişledikleri elmanın tadı damağında, yıllarca birbirini aradı durdu peki sonunda ne mi oldu; olacakların, olmuşların, olması muhtemel olanların rüyasını görecek insanlar dünyaya dağıldı. Hırs gökyüzünde kara bir bulut, akıl yeryüzünde kibirli bir dev olarak peyda oldu. İnsanların gölgesi düştü üzerlerine, gölge boyu uzun olan sakladı hırsını da kibrini de, saflığını da, zekâsını da. Ne zaman ki hırs döşeğinde uykuya daldı insanlar, işte o zaman ateşin rüyasında olan canavar uykusunu delip pençesini geçirdi etrafındaki herkese. Kimse kurtulamadı kendine palavradan destan yazan iki kişi dışında!

İhsan Okay Anar’ın çarpıcı üslubuyla kurguladığı Abdülhamit dönemindeki tahtelbahirden geriye iki kişi kaldı gerçekten de; âleme ibret olsun diye mi, yoksa olanların gün yüzüne çıkma isteğine araç olmaları için mi bilinmez. Olanların tellallığını yapacak birileri hep bulunur dünya denen yuvarlağın üzerinde.

Yazar sekiz yıl evvel yayımladığı son romanı Galiz Kahraman’dan sonra bir daha roman yazmayacağını şu sözlerle açıklamıştı: “Severek yaptığım, zevk aldığım şeylerden biri de roman yazmaktı. Onu da tükettim. Yedi kitap yazdım, artık yeter. Sekizincisini yazarsam, bu bir tür enflasyon demektir. Bu yüzden başka bir türe geçebilirim. Bir işi tadında bırakmak gerekir. Elbette bu benim şahsi kanaatim.” Burada yazı yazarın peşini bırakır mı sorusu aklıma gelse de bu başka bir yazının konusu olarak kalacak çünkü Anar’ın söylediklerinde benim asıl odaklandığım nokta “Sekizincisini yazarsam, bu bir tür enflasyon demektir. Bu yüzden başka bir türe geçebilirim.” sözleri oldu. Sekizinci kitabı Tiamat Şubat 2022’de raflardaki yerini aldı. Anar her ne kadar bir daha yazmama sözünü tutamasa da başka bir türde yazma kehanetini gerçekleştirmiş görünüyor.

Tiamat kimileri için bir zombi romanı, kimilerine göre bir denizaltı bana göre ise kesinlikle korku-gerilim-aksiyon türünde bir roman. Anar Türk edebiyatının kör noktalarına bu romanıyla atış yapmış. Yazarın tek mekân kullanımı, tamamen kapalı bir alanın tercihi okurlarını klostrofobileriyle karşı karşıya getiriyor. Okurken bulunduğunuz yerin camlarını açmak suretiyle yer yer hava almak istiyorsunuz.

İhsan Oktay Anar’ın felsefeci olduğunu okurları çok iyi bilir, öyle ki kaleme aldığı tüm eserlerinde felsefenin ayak izlerini görmek mümkündür. Anar’ın büyülü imgelem dünyası bu eserinde okurunu birçok şeyin peşine düşürüyor. Kendini okuturken okurunu sürekli öğreneceği bir şeylerin ardında koşturan bir kitap Tiamat. Bazen mitolojik bir tanrıçanın peşine düşüyor, kimi zaman bilim tarihine uzanıyor, bazen de inanç bağlamında kurgulanan paragrafların peşinde geziniyorsunuz. Mors alfabesinin, demirin, tahtanın, eserin anlatıldığı dönemdeki teknolojinin bilgileri Tiamat’ta yazarın ne yapmaya çalıştığı ile ilgili ipuçları veriyor.

Denizin altında zengin olma hayaliyle, ellerinde bir sandıkla sıkışıp kalan mürettebatın ahvali ast üst ilişkileri noktasında incelikle anlatılıyor. Buradan yukarıda olanların aslında sürekli zıpladıkları için arada başlarının göründüğüne ikna ediyor yazar bizi. Günümüz görünürlük çağı için de bu zıplamak meselesi aynı değil mi sahi? Ha tahtelbahirde sürekli zıplayan kumandan, ha sosyal medyada birkaç beğeni ve takipçi adına hoplayıp zıplayan insanlar.

Anar’ın denizcilik terminolojisi noktasında çok iyi çalıştığı ya da profesyonel bir yardım aldığı muhakkak. Kitabül Hiyel ve Amat kitabı için de bu durum geçerli olsa da kitaplar arasında pek bir benzerlik yok, mürettebatın başına gelen garip olaylar dışında. İlk seksen sayfa terminoloji nedeniyle yokuş yukarı tırmanış gerektiriyor, ancak sonrası gerçek bir roman okumanın verdiği hazla yorgunluğu unutturuyor.

Türk okurları klasik olarak sevdiği yazarların son çıkan kitaplarını hep en sevdikleri kitapla karşılaştırır. Tiamat hemen Puslu Kıtalar Atlası’nın önüne atılıveriyor. Bu yaklaşımın sorunlu olduğunu düşünmeden edemiyorum, okur elbette tadı damağında kalan lezzeti arıyor ancak araya giren yıllar, yazarın değişimi, hesaba katılmadan yapılan değerlendirmeler yavan ekmek gibi okuru susatıp duruyor sadece. Belki de ikisi arasındaki tek bağlantı Puslu Kıtalar Atlası‘nın meşhur Uzun İhsan Efendi'sinin bu kitapta olmaması. Uzun İhsan Efendi yazarla da özdeşleşen bir karakter olarak Anar’ın Tiamat dışında yazdığı bütün eserlerinde görülmüştü.

Tiamat bilim kurgu, korku, aksiyon-gerilim, fantastik gibi birçok tür üzerinden okunmaya müsait bir roman. Bu yazarın koşulsuz bir başarısı bence, birçok türü yüz elli altı sayfalık kısacık bir romanda toplamak kolay bir iş değil. Özellikle roman boyunca şunu düşünmeden edemedim; şayet hakikaten 1915 yılında olsaydık, Osmanlı yazınında bilim kurgu örneği olarak okunacak ve hiç de garipsenmeyecek bir kitap olabilirdi Tiamat.

Kitap alt metin açısından da göndermeler cenneti olarak karşımızda. Evvela isminden başlarsak Tiamat tahtelbahirin çağrı kodu, T1AMAT şeklinde yer alıyor kitapta. Kelime anlamı açısından mitolojide deniz tanrıçası olarak geçiyor ve ne tesadüf ki bu tanrıça ilk kaostan sorumlu. Söz konusu tahtelbahirin mürettebatı da batırdıkları şilepten buldukları sandukayla birlikte büyük bir kaosa sürükleniyor. Burada insanın aklına dünyadaki ilk kaos geliyor, Habil ve Kabil arasında olanlar yani. Anar’ın yaradılış ve varlık noktasındaki mesajları kitabın bütününde yer yer karşımıza çıkıyor. İnsanın yaradılışı ve en çok da yeryüzüne inişi bir kaosun sonucudur, tahtelbahir de romanda kuvvetle ihtimal dünyanın kendisini temsil ediyor, mürettebat ise bütün insanlığı.

Bu sonuca kitabı hiç okumadan Ali Yaycıoğlu’nun Osmanlı tuğrası içine yerleştirdiği gemi ve mürettabından mülhem kapak resminden varmak mümkündür. İnsan dünyada sıkışıp kalmıştır ve gerçek hayatta birden fazla sanduka ve canavar vardır. Bugün günlük hayatımızda üzerimize salyalarını akıtarak kafamıza çiviler fırlatan canavarları saysak listeye hangileri girerdi; ırkçılık, kapitalizm, mobingler, aile baskıları, el âlem canavarı, başarı putları, kariyer planları… Liste böyle uzayıp gider muhtemelen.

Anar’ın tahtelbahirin içine sıkıştırdığı mürettebattaki tipler toplumu aynalar. Osmanlı’nın erkek egemen dünyası da romanda çıplak bir kadın gibi karşımızdadır. Mesela aşçı olan Karagümrük neden sıskadır, yemediğini yedirerek o büyük günaha teşne bir tip midir? Kumandanın sağ kolu Mülazım, üst ast hiyerarşisine fazlası ile maruz kalırken mış gibi yapması kaçınılmaz mıdır? Sonra Parlakçı’nın ya da Baltanur’un kusurları neydi? Gemiyi günahkâr bir mürettebatın doldurduğunu düşünürken karakterlerin hepsi için ayrı ayrı sorular sormak mümkün elbet.

Metinlerarasılık anlamında zengin bir roman denilebilir Tiamat için yine. Her ne kadar Babil Yaratılış Destanı ile birebir ilgili olmasa da romanda mürettebatın sonunu getiren yedi çivi ile destandaki yedi tablet benzerliği dikkat çekicidir. Bu kısa romanda Anar, diğer eserlerinde olduğu gibi dini sorgulamaları, aklın sınırlarını, korkuyu, ölümü aralara yerleştirmek suretiyle irdeler sürekli.

Son olarak bu zengin ama kısa metinin sinematografik açıdan zenginliği eminim dikkatli okurun gözünden kaçmaz.

Anar ile daha önce tanışmamış olanların bu kitapla başlaması muhtemelen pek doğru bir seçim olmayacaktır; ancak dikkatli okur nezdinde postmodern romanın en iyi örneklerini veren Anar’ın zengin hayal dünyası ve birikimini aktaracağı nice romanlar yazacağını umarak şöyle bitirmek istiyorum:

İnsan kendi karanlığının gölgesinde yürürken kendini kör sanıyor. Gün gelip karanlık bittiğinde bizi birilerine anlatacak birkaç mürettebatı sağ bırakmamız lazım. Anar, “Akıl bize korkmayı öğretir.” diyordu Tiamat’ta. Doğru ama eksik sanki. Akıl korkarken kalp üstüne üstüne yürür bütün gölgelerin. Bu yüzden başlangıçta her şey sıcak, dolu ve anlamlıydı çünkü insan bir mana üzere yaratıldı. Sona yaklaştıkça kendimiz hakkında öyle çok bilgi verir olduk ki etrafa mana denizinde buharlaştık ve kara deliklerin sahibi olduk. Kör zekâların ışıldayan gözleri beyaz kuğuların tüylerini yolarken siyah kuğulara kadeh kaldırdı. Akıl tutuldu, göz kapandı, gemi battı.

Gülnaz Eliaçık Yıldız
twitter.com/glnz_eliacik

20 Şubat 2024 Salı

Kant'ın düşünce sisteminde adalet

Tarih boyunca büyük düşünürler, ilim insanları hep daha iyi bir toplumun daha doğrusu ideal toplumun nasıl olacağı fikrinin peşine düşmüşlerdir. Bu düşünce mesaisi de onları ister istemez adalet kavramına yönlendirmiştir. Ancak adaletin tesis edilebildiği bir toplum, ideal toplum hüviyetine kavuşacaktır.

Filozoflara baktığımızda Sokrates’in çabası ilk olarak karşımıza çıkar. Sokrates, adaletsizliğin çözümü için tek tek bireyleri dönüştürme, kemale erdirme çabasına girmiştir. Ancak çabası başarısızlıkla sonuçlanmış, neticede de kendisi idam edilmiştir. Platon üstadının başarısızlığından gerekli dersi çıkarmış ve çözümün tek tek bireyleri dönüştürerek değil de doğrudan devleti dönüştürerek gerçekleşeceğine karar vermiştir. Kararı doğrultusunda da bir filozof tipi ortaya atmıştır: İdeaların bilgisine vakıf ve devlet yöneticisi bir filozof.

Platon, Sokrates gibi idam edilmemiştir ama sunduğu filozof tipi de hiçbir zaman yönetici olmamıştır. Ancak bu başarıya nereden baktığımıza bağlı bir konudur. Neticede Sokrates böyle bir çaba ve düşünceye girişmeseydi, Platon da kendi düşüncesini ortaya çıkaramayacaktı. Daha sonra Aristoteles de olmayacaktı belki. Aynı şekilde Kant’ın adalet düşüncesi de yine onların çabalarının sonucunda düşüncenin birbirine değer katarak ilerlemesiyle gelişecek ve zuhur edecekti.

Kant’a göre insanın duygulanımları nefsi ve bedenine bağlıdır ve o nedenle göreceli anlayışlara zemin hazırlamaktadır. Kant bilgi problemini çözüp mantığı temellendirerek ahlakı formel bir şekilde belirlemeyi amaçlamıştır. Böylece de mantık nasıl duygulara aşkın ise, bilgi ve ahlak da duygulara aşkın olacaktır.

Mantık, eylemin belirleyicisidir. Ahlak da doğru bir şekilde temellendirildiğinde, insan göreceli olmayan doğru davranışlar sergileyecektir. Saygı ve sevgi koşulsuz bir şekilde insan yaşamında yerini edinecektir. Kant, yetmişli yıllarının başındayken Kral Wilhelm’e yazdığı bir mektupta “kendi içimdeki yargıcı eserlerimi yazarken hep yanımda hayal ettim” şeklinde yazacaktır. Dahası “alemlerin yargıcı önünde hesap vereceğim” diyerek de adaletin sonsuzlukta mutlaka tesis edileceğini ve vicdanının bunu örtbas edemediğini itiraf edecektir. Bu iki itirafı dahi Kant’ın adalet üzerine ne denli titizlikle çalıştığını ve konuyu ne kadar hassasiyetle ele aldığını göstermektedir.

Kant yazdığı bütün eleştirel eserleri “kritik” kelimesiyle adlandırmıştır. Kelime Yunanca “krinein” kelimesinden türetilmiştir ve temelde “ayırt etmek” pratikte ise “yargılamak” anlamına gelmektedir. Kant böylece eserlerinde adalet arayışını saf aklı, pratik aklı ve yargı gücünü yargılayarak gerçekleştirmeye çalışmıştır.Yani Kant’ın “kritikleri” aynı zamanda bir yargıçtır.

Kant’ın en temele aldığı soru “Quid juris” sorusudur. Anlamı “Ne hakla?” demektir. Ne hakla sorusu Kant’ın düşüncelerinin temelinde yer almaktadır. Dolayısıyla Kant kavramları ele alır ve eleştirirken dahi onların ne hakla o şekilde değerlendirildiğini incelemiş ve yine adalet düşüncesini tesis etmede yargıçlık yapmıştır.

Kant’a göre siyaset ve ahlak birbirinden ayrılamaz. İyilik ve kötülük gibi ahlaki kavramlar, siyasetin içinde bizatihi yer almaktadır. Kant’ın siyaset anlayışında yasallık, biçimselcilik, zorunluluk ve evrensellik gibi kavramlar ön plandadır. Kant’ın adalet ilkesinde, evrensellik bir kanıt olarak merkezdedir. “Her bir iradenin özgürlüğünü, başka herkesin özgürlüğü ile birleştiren her eylem adildir” sözü Kant’ın adalet çerçevesini netleştirmekte ve çizmektedir.

Oğuz Düzgün’ün çalışması olan Kant’ta Adaletin İmkanı biz okurlara adalet kavramının felsefe dünyasında ele alınışını ve Kant’ın düşüncesini ayrıntılarıyla irdeleyerek sunmaktadır. Yaşadığımız çağda dünyada adaletsizliğin kol sürdüğüne şahitlik eden biz modern zaman insanlarının her sayfasından ayrı istifade edeceği bu eser hak ettiği değeri görmelidir. Modern insan, çağıyla o kadar iç içe girmiştir ki ona geçmişe dönmekten ve kavramları tekrar en baştan ele almaktan başka çare kalmamıştır belki de.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

16 Şubat 2024 Cuma

Mostari’de babanın evinde gibi yaşamak

Yıl 2000… Ankara’da lisans öğrenimimin sonlarına gelirken yok paramla almıştım Gündüz Vassaf’ın Annem Belkıs’ını. Cehenneme Övgü’yü önceden duysam da elime geçen ve okuduğum ilk kitabı da bu olmuştu. Şimdi yazacaklarımı bir gün kendisine söylemeyi çok istiyordum, belki vesile olur bu yazı. Kitabın girişinde Ustrumcu’dan (Strumitsa) bahsederken komşu kapılarından ya da kapıcıklardan bahsediyordu Vassaf. Önceleri mahalledeki kadınların sokağa çıkmadan bu kapılar sayesinde selamlıktan selamlıklara geçişini anlatırken sonraları bu kapıların nasıl bir kaçış yolu olduğunu öğrenmiştim. Sonra aslen Makedonya, Kırçovalı (Kicevo) olan ben de Türkiye’ye göçen anne ve babamın aynı kapıdan bizim bahçemize açtığını görünce/fark edince yazdığım ilk öykü “Komşu Kapısı” olmuştu ve sonra ilk öykü kitabım da bu isimle yayımlanmıştu elbette. Uzun lafın kısası Mostari’yi bu kadar merakla beklememin, merak etmemin en mühim sebebi, galiba Vassaf ile birleşen Rumelilik ruhu ve Rumeli hissi oldu.

Mostari: Bir Köprü Bekçisinin Günlüğü kitabın ismi gibi dursa da bir durum ya da tanımı başlı başına karşılıyor aslında. Bu manada hiçbir kinaye ya da mecaza başvurmadan kitap, Vassaf’ın Mostar Köprüsü başında bıkmadan usanmadan ve dahi büyük bir aşkla bekleyişini anlatıyor. Ama bu öyle boş boş bir bekleyiş değil; köprüden, bir zamanı, çağı izlemek, anlamak, dahası aktarmak hali ile.

Bir günlük, özünde mahremi olmalı insanın. Herkes bilir ki, bir günce kişinin özelidir, okumak bir mahremi ihlal gibidir. Bu manada hem Rumelili hem de birkaç kez Vassaf’ın beklediği mekânları gezen, duran, dokunan bir Mostar âşığı olarak kitap benim için pandemi şartlarında Mostar’ı gezme fırsatı sayıldı. Vassaf ile birlikte tabii.

Son yıllarda bizde hâkim bir dil olarak neo-Osmanlıcı söylem ile siyasal İslâmcı dilin cıvık cıvık bir romantizme esir ettiği Bosna’nın bu mistik noktasının Vassaf gözü ile anlatılmaya ihtiyacı varmış ve iyi ki anlatmış. Her satırı ve tespitleri ile damla damla aktardıkları, onun gözünün gördüğü bir ânın karşılığı gibi görülse de “işte Bosna, işte Mostar bu dediğim” o kadar çok not var ki… Mesela Fransa’dan Mehmet ile diyaloğu: “İçki içilecek yer var mı?” “Çok” “Başörtülü kız?” “Görmedim.” Lisansüstü iki tez yazarak rahatlıkla bir Balkan tarihçisi olduğunu söyleyebileceğim ben, sadece bu diyaloğun bile yukarıda bahsedilen romantik simülasyonun aksine tek başına bugünün Bosna’sına dair mühim bir tespit olduğunu ifade edebilirim. Vassaf, bir günce tutarken işte tam da bu gerçekliği bazen ezber bozacak şekilde aktarmış. Kızan olacaktır, kabul etmek istemeyecekler de ama Bosna gerçeklerinden biri de tam bu diyalog. Saray Bosna’nın tam ortasından geçen sınır çizgisinin aşağısı ile yukarısı arasındaki kültür/biçim/mimari farkının da bu gerçeği, her şeyi aktardığını düşünürüm her daim. Bosna Başçarşı’dan (Bascarsija) ibaret değil dostlar.

Kitabı okuyan ve Bosna’yı seven, özleyen herkeste evvela oluşacak his, İsmeta Pihe Krese 11’e duyulan kıskançlık olacak, buna eminim. En azından bende oluştu. Penceresinden Mostar’ın gözüktüğü ve Vassaf’ın ikamet ettiği adres. Bekçinin mekânı. Her şey elinin altında. Bosna’nın kahvesi, Neretva’nın gür akan suları, bitmek bilmeyen turist kafileleri, fesli Türkler, fessiz Türkler, fotoğraf çeken Japonlar ve bunun etrafında akan Mostar hayatı.

Vassaf’ın verdiği ayrıntıları bir güzergâha dönüştürürseniz -ki ben gibi buralara birkaç kez gitme şansınız oldu ise bu oldukça kolay olacaktı-, kitap ile buralara gitmek için harika bir sebebiniz olacak. En azından köprünün altından, köprüyü kadraja sığdırmak çabasından çok daha ciddi bir gerekçe olacağı açık.

Vassaf’ın notlarını okurken içinde bulunduğumuz zamanda etrafımızda akan zamanın ve mekânın tadını çıkarmak yerine içine düştüğümüz kayıt hastalığına bir kez daha kahrettim. Mostar’a gittim, hem de birkaç kez ve ben o köprübaşına dirseklerimi koyarak onu izlemedim saatlerce. Hediyelik eşyacılarda, pazarlıklarla geçen çok fazla ziyaret yaptık mesela.

Vassaf, sadece bir ânı kaydetmemiş elbette. Çoğu zaman lirik bir dille sunmuş gözlemlerini. Sadece toprak üstünü değil, toprak altını da görüp aktarmış bizlere. Sonra geçmişe dönmüş zaman zaman. Gelmeden buraya dair okudukları, tespitleri, izledikleri, dinledikleri… ne varsa usul usul anlatmış. Yani bir merakı gidermenin ötesinde okuyana öğrendiği hissini de vermiş, veriyor, verecek Mostari ile.

Vassaf, köprüyü beklerken içini de dökmüş bize dair. Dertleşmiş sanki. Yakın tarih, uzak tarih, şimdiki biz. Kahırlı cümleler, sitemler, tavsiyeler. Ama öyle didaktik değil. Köprübaşında bosanska kafa içerken sohbet eder gibi. Bu arada en büyük sitem köprüyü Mimar Sinan yaptı diyen Evliya Çelebi’ye.

Vassaf, sanki yanında getirdiklerini, heybesindekileri Mostar’ın başından Neretva’ya dökmeden geçmiyor bir türlü köprüden. Okurken bir iki yerde “yahu geç artık şu köprüden” diye düşünmedim değil. O bekledikçe ben gibi köprüden gidip gelenlerin buranın kıymetinin bilmediğini düşünüp kızdım kendime.

Siz kitabı okurken, acaba Mostar’a dair ne anlatacak diye beklerken, Gündüz Vassaf okuyucuya çok daha derin bir anlatı sunuyor. Bazen maillerini paylaşıyor sizinle, bazen gördüğü bir tabelayı. Manasız geliyor belki ilk anda ama sonrasında bu parçalar, onun anlattıkları ile bir bütüne eviriliyor. Yani Vassaf’ın zihni önce Mostar’a hazırlanmış gibi, köprü daha önce Andriç’in Drina için yaptığından çok daha canlı bir hale bürünüyor. Mostar’ın yükünün düşünüldüğünden çok daha ağır olduğunu anlamak da kaçınılmaz oluyor elbette. İnsan taşımıyor sadece. Her bir basamak bu çağa atılmış bir çentik gibi oluyor. İşte insan o zaman, şimdi gitsem galiba ben de geçerken tereddüt edeceğim diyor.

Mostari özel bir kitap… Vassaf’ın kitaba motto olacak sözlerine de çok yakışıyor: Mostar’da ne yaşamaya acelem var, ne de ölmeye… Herkesin aceleye getirip birkaç saatte gezip fotoğrafladığı bir köprübaşında, Vassaf, yazdıkları ile Mostar’a ait bir unsur bence artık. 2013’te yayımlanan ilk hali sonrasında aradan geçen zaman düşünüldüğünde, yeni baskısını bugünün zorunlu olarak yavaşlayan evresinde harika bir sükûnet şansı olarak görmek hiç de yersiz değil. Hele ki Vassaf’ın Nâzım’dan aktardığı şu cümleyi okuyunca: Dünya babanın eviymiş gibi yaşa. Ve tabii ki Vassaf’ın eklemesi ile:

"Dünyanın babanın evi olmadığını da bil!"

Galip Çağ
twitter.com/caggalip

"Fazla vatanperver" bir diplomat: Ahmet Rüstem Bey

19. yüzyıl münevverlerini anlatırken Ahmet Hamdi Tanpınar, bunların hemen hepsinin yeni açılan mekteplerde okuma yazma öğrendiğini, ecnebi lisanları bildiğini böylece garp fikirlerine daha açık olduklarını ve gittikçe yaygınlaşan matbuatın kendilerine sunduğu düşüncelerin tazyikine kapıldıklarını söylemektedir. (19. Yüzyıl Türk Edebiyatı, 1988: 220) Hiç şüphe yok ki bu durum Tanzimat sonrası Osmanlı toplumunda doğan, büyüyen, diğer bir ifadeyle yetişen Osmanlı aydınlarını müstesna bir konuma getirmektedir.

Osmanlı Devleti’nin son dönemi ve Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına tanıklık eden diplomat ve aydın Ahmet Rüstem Bey (1862-1934) de bu müstesna kişilerden biridir. Ö. Kürşad Karacagil’in kaleme aldığı Ahmet Rüstem Bey: Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Sıra Dışı Bir Diplomat isimli eser Rüstem Bey’in yaşamı, diplomatik görevleri, karmaşık kişiliği ile yakın çevresini, arşiv belgeleri, devrin gazeteleri başta olmak üzere zengin kaynaklar ve yalın bir üslupla okuyucuya aktarıyor.

Kitap, Ahmet Rüstem Bey’in ailesi hakkında bilgi vererek başlıyor. Buna göre; Alfred Rüstem Bilinski olarak doğan Ahmet Rüstem Bey, 1854’te Osmanlı hizmetine girerek Müslüman olan Polonya asıllı Nihat Paşa’nın (Seweryn Bilinski) oğludur. 1862’de babasının görev yapmakta olduğu Midilli’de dünyaya gelen Rüstem Bey, İzmir’deki İngiliz Mektebi’nde ve İstanbul Kadıköy’deki Frer Mektebinde (Fransız Saint Joseph Lisesi) eğitim gördü. Avusturya’nın Lümberg şehrinde yüksek tahsilini tamamladı. Aldığı eğitim ve kozmopolit aile yapısının etkisiyle Lehçe, Almanca, Rumca, İngilizce, Fransızca, Arapça, Farsça gibi doğu ve batı dillerine hakimdi.

Rüstem Bey, 1881’de Bulgaristan’da, Osmanlı Devleti’nin fahri Fransızca tercümanı olarak ilk memuriyetine başladı. Sonrasında Washington Sefareti Başkâtipliği’nde ve Londra Sefareti Başkâtipliği’nde bulundu. 1911’de Çetine (Karadağ) Büyükelçisi görevine getirildi. 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’na yüzbaşı rütbesiyle katılan Ahmet Rüstem Bey savaştan sonra madalya ile ödüllendirildi.

Mayıs 1914’te Washington büyükelçiliğine tayin edilen Rüstem Bey, İstanbul’da ayrılmadan önce teamüller gereği Sultan Mehmed Reşad’ın huzuruna çıkar. Bu esnada oldukça ilginç bir hadise yaşanır ve Rüstem Bey, Padişah’ın huzurunda Müslüman olduğunu açıklar. Bu karardan oldukça memnun olan Mehmed Reşad, altın saat ve tesbihini Rüstem Bey’e hediye eder. Alfred Rüstem olan ismini de Ahmet Rüstem olarak değiştirir. Aristokrat ve Katolik bir aileden gelen Rüstem Bey’in Müslüman olması, Washington büyükelçiliği gibi önemli bir vazifeye atanmış olması hasebiyle yerli ve yabancı basınının ilgisini çeker ve hakkında birçok haber yapılır.

Rüstem Bey, Washington büyükelçiliği esnasından Amerikan basınında Türkiye aleyhtarı söylem ve propagandalara karşı tepkisini sık sık ortaya koyar. 8 Eylül 1914’te Evening Star gazetesine verdiği demecinde Amerikan basınında Ermenilerin katledildiği yolunda çıkan haberlerin asılsız olduğunu söyler. Açıklamaları ABD yönetimini kızdırır ve istenmeyen kişi (persona non grata) ilân edilir. Bu durum üzerine Amerika’dan ayrılıp Avrupa’ya geçen Rüstem Bey’in kısa süren Washington Büyükelçiliği kendisinin Hariciye’deki son görevi olmuştur. Rüstem Bey, Avrupa’da Türk aydınlarla birlikte çeşitli lobi faaliyetlerinde bulunur.

Gerek yurt içinde gerek yurt dışında birçok görev alan Rüstem Bey hayatının büyük bir kısmını Türkiye dışında geçirir. Osmanlı hariciyesinde tercümanlıkla başladığı memuriyet hayatında büyük elçiliğe kadar yükselmiş uluslararası arenada Türk milletinin haklarını savunan çok sayıda makale ve kitap kaleme alır. Fransızca, İngilizce ve Almanca başta olmak üzere çeşitli dillerdeki yayınlarında Ermeni Meselesi, Musul Sorunu, Kapitülasyonlar, Boğazlar Meselesi, Cumhuriyet’in kuruluş süreci, Türkiye’nin geleceği gibi önemli meseleleri konu edinir.

Rüstem Bey, 17 Eylül 1919’da Millî Mücadele’ye katılmak üzere İstanbul’dan ayrılır. Önce Ankara’ya geçer, ardından Sivas Kongresi’ne katılır. Rüstem Bey’in Millî Mücadele açısından yürüttüğü faaliyetler oldukça önemlidir. Diplomatik tecrübesi ile Heyet-i Temsiliye’nin yurt içinde ve yurt dışında sesini duyurmak için oluşturulan heyette görev alır. Mustafa Kemal Paşa ile Ankara’ya gelen Ahmet Rüstem Bey, İstanbul’da toplanan son Osmanlı Mebusan Meclisi’ne ve Ankara’daki ilk Büyük Millet Meclisi’nde Ankara milletvekili olarak seçilir.

Karacagil araştırmasında, yazdığı makaleler ve kitaplar kadar polemikleri ve düellolarıyla da dikkat çeken Ahmet Rüstem Bey’in çoğunlukla aşırıya varan haysiyet algısı sebebiyle yaşadığı düello maceralarına da yer vermektedir. Bu düellolar arasında en dikkat çekicisi Mustafa Kemal Paşa ile olanıdır. Mustafa Kemal Paşa’ya yaptığı düello teklifinden kısa bir süre sonra kendi isteğiyle milletvekilliğinden istifa ederek yurtdışına çıkar. Avrupa’da yabancı dilde makale ve kitaplar yayımlayarak Türkiye lehine propaganda faaliyetlerinde bulunur. Bu süreçte Mustafa Kemal Paşa ile mektuplaşmaya ve maddi destek görmeye devam eder.

1923’te Türkiye’ye dönen Rüstem Bey yaşadığı sağlık sorunları sebebiyle resmî bir vazifede bulunmaz. Bunula beraber vefatına kadar mektup yoluyla Mustafa Kemal Paşa ile haberleşmeyi sürdürmüş, yazdığı makale ve kitapları kendisine ulaştırmıştır. Uzun süre Türkiye’de ve Avrupa’da tedavi görmesine karşın hastalığına çare bulunamaz. 23 Eylül 1934’te Şişli Etfal Hastanesi’nde hayata veda eder.

Türk olmamasına rağmen Türk milletine gönülden bağlı olan Rüstem Bey hayatı boyunca uluslararası kamuoyunda Türkiye’nin menfaatine çalışmaktan geri durmamıştır. Karşısında kim olursa olsun doğru bildiğini söylemekten çekinmeyen cesur ve dürüst bir kişiliğe sahip olan Rüstem Bey, aynı zamanda oldukça sert, alıngan ve öfkeli mizacıyla tanınmaktadır. Yakın arkadaşı Celal Nuri’nin ifadesiyle o bir “chavin”dir yani Fransızca “fazla vatanperver”dir.

Kitapta, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan devirde yaşamış sıra dışı bir diplomatın hayat hikayesi tüm yönleriyle tarih severlerin beğeni ve dikkatine sunuluyor.

Rüveyda Okumuş
twitter.com/ruveyda_okumus

13 Şubat 2024 Salı

Validelerimizi tanımak Efendimizi yakından tanımaktır

"Ol cihânın fahrinin sırrına kurbân olayım
Hutbe-i levlâk âyetin şânına kurban olayım
Kaab-ı kavseyn-i ev ednâsına kurbân olayım
Ben anın ilm ile irfânına kurbân olayım
Ben anın esrâr-ı Mi’râc'ına kurbân olayım."
- Niyâzî-i Mısrî*

Ömer Tuğrul İnançer Efendi'nin âlem-i cemale yürüyüşünün üzerinden bir seneyi aşkın zaman geçti. Onun gidişiyle birlikte kavrulan gönüller, bir şeyin farkına vararak bir nebze ferahlık buluyor: Murâdî Hazretleri kelâmıyla, hâliyle, eserleriyle, emekleriyle, her zaman örnek tavrıyla, her an eyvallahsız duruşuyla, Fahr-i Kainat Efendimize ve Türk Bayrağına olan yüksek hassasiyetiyle her an aramızda.

Zaman ilerledikçe sözlerinde, davranışlarında ve hassasiyetlerinde ne kadar haklı olduğunu, bu hassasiyetlere sarıldığımız müddet içinde elde ettiğimiz kazançtan anlayabiliyoruz.

Ne elde ediyoruz, nedir kazancımız? Evvela Allah'ı bilmemize, bulmamıza ve böylece daha çok sevmemize yegâne vesile olan Peygamberimizi daha çok tanımak. Tanıdıkça daha çok bilmek, bildikçe daha çok sevmek. Tıpkı Mevlâ'mızla aramızdaki ilişki gibi. Böylece varlık âleminde tek var olanın Hakk olduğunu bilmek, kâinata böyle bakabilmek, en yakından en uzağımıza bu bilinçle hizmet edebilmek. Vatanımızın, kültürümüzün, medeniyetimizin kadrini kıymetini anlamak. Dört bir yanımızda ve elbette Anadolu'muzda yaşanmaya devam eden tasavvuf iklimine mûsıkîyle, nutk-i şeriflerle, hurde-i tarîke olan hassasiyetiyle emek vermiş büyükleri hatırlamak, onları anlatmak ve dolayısıyla hâlâ hayatta oluşlarından yeni hisseler devşirmek. Saymakla bitmiyor ama şurası gerçek ki sadece saymakla bile insan neşe buluyor. Bir de yaşanıyorsa, ne âlâ.

Tuğrul Efendi dendiğinde akıllara ilk gelen kelimelerden biri maariftir. O tek başına bir bilgi ve kültür hazinesidir. Onu iyi takip edenler ve gönül kulağıyla dinlemiş olanlar şu hayati meseleleri hayatlarında farklı bir boyuta taşımış olmalılar: Peygamber sevgisi, bayrak hassasiyeti, müziğinden edebiyatına ve mimarisinden ahlakî yaşamına dek Türk tarihi, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve Mevlevîlik. Bendeniz birkaç yıldır yaptığım çevrimiçi atölyelerde acizane söylerim; Mevlânâ sultanımız ve Mevlevîlik üzerine ne buldumsa okumaya çalışıyorum. Ancak pek çoğu Tuğrul Efendi'den okuduklarımın ya da işittiklerimin yanında sönük kalıyor. Bu da bir bahs-i diğer... Yine Tuğrul Efendi'nin sadece son yıllarında değil -burayı özellikle vurgulamak isterim- ömrü boyunca dile getirdiği bir başka hassasiyet noktası da Peygamber Efendimizin hanımlarıdır. Sure-i Ahzâb'ın altıncı ayetine binaen Ümmehâtü’l-mü’minîn ya da Ezvâc-ı Tâhirât şeklinde tabir edilirler. Söz konusu ayet, Peygamberimizin hanımlarına gönlümüzün ne yanıyla bakmamız gerektiğine dair de yegâne işarettir: "Müminler için Peygamber, kendi nefislerinden daha evladır. Peygamber'in zevceleri müminlerin anneleridir."

Mustafa Tınmaz ile İzzet Yılmaz'ın hazırladıkları Mübarek Annelerimiz, 2024 yılının Sufi Kitap nezdindeki ilk kitaplarından oldu. Tuğrul Efendi'nin 2013 yılında umuma açık olarak yaptığı sohbetlerden derlenen bu kitapla birlikte, Tuğrul Efendi'nin "İnşallah bu sohbetleri bir yayıncı ele alır ve hazırlayıp kitap hâliyle neşreder" temennisi de tecellîye dönüşmüş oluyor. Peki, okuyucuları Mübarek Annelerimiz kitabında neler bekliyor? Efendimizin zevceleri hakkında oldukça öz ve faydalı bilgiler, on üç validemizin hayatlarından hadiselerle birlikte bazen nükteler bazen de günümüze tesir eden meseleler, asr-ı saadette cereyan eden bazı önemli olaylara nasıl bakmamız gerektiğine dair ince yorumlar... Kitabın sonunda ise yine Tuğrul Efendi'nin vaktiyle tarif ettiği, çizdirmeyi istediği, mübarek annelerimizin odacıkları (hücreleri) hakkında bir kroki yer alıyor. Sohbet, tasavvufta işte böylesine önemli bir araç. Yaşıyor ve yaşatıyor zira kaynağı belli, sebebi belli. Burada Mustafa Kara hocamın şu latif sözlerini hatırlatmak isterim: "Herkes severse, Sevgili etrafında sohbet döner durur. Mevlânâ da İbnü’l-Arabî de bunu anlatıyor, bizim Yûnus'umuzun da derdi budur, başka bir derdi yoktur. Gönül adamlarının, gönül erlerinin başka bir derdi yoktur. Yaşadıkları sevdayı bizim de yaşamamızı istiyorlar."

Tuğrul Efendi, gerek televizyon programlarında gerek konferanslarda özellikle bazı konulardaki hassasiyetini net biçimde ortaya koymuştur. Bir Müslümanın yaşamındaki olmaz olmaz kaideleri hem ifadeleriyle hem de bu ifadeleri dile getirirken takındığı tavırla belli etmiştir. Kamu nezdinde kimi zaman 'celalli' görülen bu hâllerin kaynağında sevginin olduğuna asla şüphe edilmemelidir. Zira ancak seven, çok seven bir insan bu kadar dert sahibi olabilir. Ancak bu kadar dert sahibi olan biri başkalarının dertlenmesini ister. Öte yandan şu kaide de unutulmamalıdır: Asabiyet-i diniyesi olmayanın imanı tehlikededir... Herkes için "Ben Hakk'a âşığım" demek kolaydır ama eskilerinde buyurduğu gibi ispat isterler, delil isterler. İşte o ispatlar ve deliller içinde şu zamanda en anlamlısı da bir tavrı hiç eğip bükmeden ortaya koymaktır. Tuğrul Efendi bunu yer, mekan, zaman fark etmeksizin yapmış, çoğu zaman da hem halk hem de yöneticiler nezdinde bazı önemli değişiklerin olmasına zemin hazırlamıştır. Perşembe geceleri (cuma gecesi) okunan salalar sadece bir geleneğin sürdürülmesi için değil, Fahr-i Âlem Efendimize olan sevgimizi aşikâr etmenin, sahiden de sevebilmenin bir gereğidir. İşte nicedir unutulan bu hassasiyet, Tuğrul Efendi'nin bilhassa televizyon ekranlarından yaptığı çağrının bir neticesidir: "Perşembe günü akşamları, salâ, İstanbul'da kalktı, yok! Salâ verilmiyor. Neden? Yani İstanbul'da kanun başka; Konya'da, Malatya'da, Sivas'ta başka mı? Bendeniz 42 senedir Konya'ya Hazret-i Mevlânâ ihtifallerine giderim. Her Perşembe akşamı, oh, elhamdülillah, salâ dinlerim! İstanbul'da niye dinlemiyorum?! Hangi münasebetsiz buna mani oluyor veya kim mani oldu da kim yeniden ihdas etmeğe cesaret edemiyor? Cevabı yok! Buyurun! Ve bunu bendenizden başka söyleyecek adam yok mu? İstanbullu Müslümanlar ne yapıyor? Yoksa salât okunmamasından rahatlar mı, memnunlar mı?"

İşte, Mübarek Annelerimiz de bir sevginin ve hassasiyetin neticesi olarak şimdi kitaplık raflarımızda. İnşallah satırlardan sadırlara, gönüllerden gönüllere ulaşır ve annelerimizi daha çok bilerek Efendimiz Hazretlerini de daha çok bilir ve severiz. Vesilelere ihtiyacımız var, bilgi bu anlamda değerli bir araç. Yoksa herkes bir şeyler okuyor ve kitaplığına geri koyuyor. Biz Türkler asırlar boyunca Peygamber sevgisiyle tanınmış bir milletiz. Çünkü bunu hep aşikâr etmişiz ve asla vazgeçmemişiz. Sevgiden, hele ki Peygamber sevgisinden vazgeçilir mi? Bir insanın, bir topluluğun kendini bitirmesi için tek başına yeter bir sebeptir bu. Kitaptan okuyalım: "Kat'i bir kanaatle söyleyebilirim ki cemiyetimizin hastalıklarının tamamı sevgisizlikten kaynaklanmaktadır. Bu sevgisizliğin temelinde de Risâletpenah Efendimiz Hazretlerini (sav) tanımamak, dolayısıyla onu örnek almamak vardır. 'Tanıyoruz' diye itiraz ediyorlar. Lisanen tanıdıklarını söyleseler bile zihinlerinden, gözlerinden anlaşılıyor tanımadıkları. Varlığından haberdar olmak, tanımak demek değildir. Biz Efendimizin sadece varlığından haberdarız. Tanımıyoruz. Efendimizi tanıyıp da sevmemek mümkün değildir. Biz tanımadığımız için yeterince sevmiyoruz. Sevmeyince de toplumumuzun hastalıklarını çözemiyoruz."

Mübarek Annelerimizin evvela isimlerini sırasıyla bilelim. Hz. Hatice, Hz. Sevde, Hz. Ayşe, Hz. Hafsa, Hz. Zeynep binti Huzeyme, Hz. Ümmü Seleme, Hz. Cüveyriye (Cevriye), Hz. Zeynep binti Cahş, Hz. Reyhâne, Hz. Mâriye, Hz. Safiyye, Hz. Ümmü Habîbe, Hz. Meymûne. Sonra hayatlarından hiç değilse ummandan birer katre öğrenelim. Bu öğrendiklerimizin, hayatımızı (okul, iş, aile, eş, sosyal veya ticari ilişkiler) ne kadar dönüştüreceğini muhakkak yaşayacağız. Kademe kademe hayatımıza bir pratik olarak sokarsak eğer öğrendiklerimizi, sevginin nelere vesile olacağını tadıp, gönül safası bulacağız. Kitaptan birkaç paragraf aktarıp yazımı nihayete erdirirken, cümle İslâm âlemi için Ezvâc-ı Tâhirât validelerimizin şefaatlerini Cenab-ı Hakk'tan niyaz ederim.

- Aşk asla tek taraflı olmaz. Karşılıklı iki gönlün muhabbetidir aşk. Bu gönlün biri Resûlullah'ta öteki de Hz. Hatice'de. Nasıl bir aşktır ki o, Efendimiz dünyadan çekilinceye kadar devam etmiştir. Hazreti Hatice dünyadan çekilinceye kadar değil.

- Cenâb-ı Ali Efendimiz bir hadis rivayetinde Hazreti Ayşe'den bahsederken "Resûlullah'ın sevgilisi" diye söylüyor. Hazreti Ali hiç Resûlullah'ın sevgilisine muhalefet edebilir mi? Tâbiînden Hazreti Mesrûk ise Hazreti Ayşe Validemizden rivayet ettiği hadislerin senedinde "Allah'ın sevgilisinin sevgilisi, semadan inen âyetle temize çıkan validemiz" ifadesini kullanmıştır.

- Efendimizin Hazreti Ayşe Annemizle ilgili bir sözü var. "Ben, beni sevdiğin zamanları ve bana nispeten kızgın olduğun zamanları biliyorum" diyor Efendimiz. "Nasıl ya Resûlallah?" diyor Hazreti Ayşe. "Bana kızgın olduğun zamanlar İbrâhim'in Rabbine yemin ederim ki dersin. Beni çok sevdiğin zamanlar Muhammed'in Rabbine yemin ederim ki diye konuşursun."

- Herkes kafasına da gönlüne de çok iyi yazsın. Hulefâ-yi Râşidin Efendilerimizin hepsi bilaistisna seçimle gelmiştir. Muaviye'den itibaren böyle değildir. Muaviye kendi kendine halifeliğini ilan etmiştir. Bu hareket yanlıştır. Hazreti Hasan Efendimiz yeni bir fitne çıkmasın diye Muaviye'nin lehine hilafetten feragat etmiştir. Şiileri sadece İran Şii'si zannediyorlar. Otuz küsur tane Şii grup var. Bir Şii grup Hazreti Hasan'a her gün söverler biliyor musunuz? Niye? Muaviye lehine hilafetten feragat etti diye. Fesubhanallah! Sonra bunlar Resûlullah'ı sevdiğini söylüyorlar. Sonra bunlar Müslümanlık iddiasında.

- Biz Efendimizin sevdiklerini severiz, sevmediklerini sevmeyiz. Efendimizin sevmediği kimse yoktur. Efendimizin sevmediği sıfatlar vardır. Onun için Müslümanlar hiçbir meseleyi kişileştirmezler, şahsileştirmezler. Hiçbir Müslüman, hiçbir sarhoşa düşman değildir fakat sarhoşluğa düşmandır. Hiçbir hırsıza düşman değildir. Hırsızlığa düşmandır. Hiçbir kâfire düşman değildir, küfre düşmandır. Bunları doğru anlamamız, anlatmamız lâzım.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
*Niyâzî-i Mısrî Hazretlerinin bu nutk-i şerifi, Neyzen M. Hakan Alvan tarafından bestelenmiştir. Şuradan dinlenebilir.

Ömür, bir gönül durağında beklemek değil midir?

"İnsan her yerde durabilir. Bir parkta, trafik ışığının altında, market kuyruğunda, otobüs durağında. Fakat insan her yerde bekleyemez."

İnsanoğlu bedeninin ve ruhunun ait olmadığı yerleri hisseder. Buna göre hayatını şekillendirmeye özen gösterir. Kalp, huzur bulamadığı mekânlarda sıkılır. Kendini ya bir serinliğe, ya bir ağaç gölgesine atmak ister zaman zaman. Ruhuna iyi gelen nereyse orda kalmak ister. Ama kalmak bir varış değildir. Aslında o noktada bekleyişidir, bedenine ve ruhuna iyi gelen.

Bir modern zamandan kaçış dalgası tutturmuşuz gidiyoruz. Ruhumuzu doyurma çabasındayız elbette. Bunu nasıl yapmak, neyle meşgul olarak gidermek her kalpte farklıdır elbet. Nerede bekleyeceğinizi bilmek ya da bilmeye uğraşmak, bu yolda olabilmek ya da yolun hiç bitmeyeceğini bilebilmek… İşte bu güzel düşünceleri hayatınıza ve aklınıza katabileceğiniz, okudukça sonunun gelmesini istemeyeceğiniz, her sayfasında farklı pencerelerden hayata mı yoksa iç dünyanıza mı bakacağınız arasında kararsız kalabileceğiniz, bitirince tekrar sayfalarını karıştırırken kendinizi bulacağınız harika kitap; Eşikte Beklemek. Bu arayışların, buluşların, bekleyişlerin, kayboluşların içerisinde olabilmenin huzurunu size sunarken, hayatın anlam ve amacını sorgulatmadan da sizi bırakmayacak.

Yağız Gönüler’in bu güzel kitabı; Profil Kitap'tan çıkmış, deneme türünde yazılmış ve herkesin kendine ait normlar bulabileceği bir eser niteliğindedir. Okuyucuyu yormamasının yanı sıra, sanki yakın bir tanıdığınızla çay sohbeti ediyormuşsunuz tadı da veriyor. Kitabı bitirdikten sonra, altını çizdiğiniz yerleri tekrar okuyup üzerine düşüneceğiniz, kaliteli zamanlar geçirmenize vesile olacak diyebilirim.

Yazar bizi kısa kısa deneme yazılarıyla, iç âlemimizi sorgulamaya yöneltirken, hayatla olan mücadelemizin de aslında ne yönde olduğunu, nasıl ilerleyebileceği hususunda da güzel nokta atışları yapıyor. "Koca bir hayatla mücadele edecek gücü kendinizde görebilmemiz bile büyük bir kibir. Çünkü ayrılığın, yoksulluğun ve ölümün olduğu bir hayatı yaşıyoruz.". Okuyucuya verilen mesaj aslında oldukça açık. Mücadele vermek demek tam anlamıyla her şeyin üstesinden gelebileceğimiz anlamına gelmiyor elbet. Önemli olan bu yolda yürüyor olabilmek. Pes etmeden. En önemli mücadelenin ise insanın kendisine doğru yapılan olduğu vurgulanıyor aslında kitabın çoğu yerinde.

Yazar, insanın hayatında ve iç âleminde yaptıkları veya yapmaya çalıştıklarını kalplere sorgulatırken aynı zamanda sizi çok güzel mısralarla, türkülerle, kıssadan hisselerle buluşturmaktan da geri durmuyor. Niyazi-î Mısrî’den Mevlânâ’ya Yahya Kemal’den Taşlıcalı Yahya’ya Süheyl Ünver’den Akif’e kadar geniş bir yelpazeyle karşılıyor bizleri. Anlatılan kıssalar, okunana mısralar yaşamaya çalıştığımız günler içerisinde okuyucuya bir çay molası, belki küçük bir göz dinlendirmesi ya da bazılarımız için ‘anlam’ buluşlarını barındırıyor. Veyahut anlamın özüne inerken oralarda kaybolabilmeyi, bu kayboluştan gerçek sandığımız hayata geri dönme isteğini en aza indirmeyi içeriyor.

Yazar, "Kendi gönül âleminden uzak kaldığın her an gurbettesindir. Gurbet bir yer değil, hissiyattır." diyor. Kitaptaki çıkarımları çok da kıyaslamak istemiyorum. Çünkü hepsinin ayrı bir önemi mevcut, insan hayatının değeri için. Lâkin bu cümle, benim nazarımda kitabı süzgeçten geçirince elimde kalan en güzel çıkarımlardan biri. Aslında insanoğlu kendini biliyor. Kalbin neye ihtiyacı olduğunu, gönlünü beslemekten uzak kaldığını, uzaklaştığında kendindeki eksikliği… Sınırları geçince vardığımız memleket gibi değil, gönül işi. Ona sınırları içinde ve sınır dışında da ne verdiğimizle alakalı aslında bu iş. Eğer yolunu bulduramadıysak kalbimize, durup bir düşünmekte fayda vardır. Durup, beklemeli. İşte bu beklediği yerdir aslında en önemlisi. Başta da söylediğimiz gibi insan her yerde bekleyemez. Ancak manasını bulduğu yerde beklemelidir. Çıkarımlarımı yazarın kitabı bitirdiği şekilde bitirmek en güzeli olacak sanırım. Yazar, kitabını başladığı gibi Yunus Emre ile bitirmiş, şöyle sonlandırmış:

"Âşık öldü deyû salâ verirler
Ölen hayvân imiş âşıklar ölmez."

Büşra Yıldız Geçgel

12 Şubat 2024 Pazartesi

Kaderine uygun bir kılıf bulmak

Sırlar insanın kamburunu inşa eden tuğlalardır. Bu tuğlalar, büyük şehirlerde daha yavaş duvar örerken küçük yerlerde bir ivedilik hâkimdir. Komşulardan gizlenenler, akrabaların bilmemesi gerekenler, çekirdek aile içinde odadan odaya, kalpten kalbe kaldırılanlar nihayetinde insanın kendine bile söyleyemedikleri şeyler. Fatma Nur Kaptanoğlu’nun üçüncü kitabı Ateşten Atlamak, arka kapak yazısında böyle bir sırrın varlığından bahseder. Okur merakla bu sırrın peşine düştüğündeyse iki uzun öykü ile karşılaşır. Bu sır ilk öykü olan Ateşten Atlamak'ta daha aşikârken ikinci öyküdeki “Daha Uygun Bir Kader"de gizli saklıdır.

Kitabın ilk yarısını oluşturan Ateşten Atlamak'ta Sonya ve kendi adını hiç zikretmeyen başkarakterimizle tanışıyoruz. Başkarakterimizin annesiyle denizden taş topladığı bir sahneyle açılıyor öykü. Burada dikkat çeken ilk unsur, taş toplarken annenin kızına dua etmesini söylemesine rağmen kızının içinden şarkı söylemesi. Anne gelenek ve din noktasında hassasiyetlere sahip; ancak bu hassasiyetin kitabî değil de geleneksel bir zeminden beslendiği geçiyor okura.

Taş toplarken elinden on üçüncü taşı düşüren karakterimiz, bir uğursuzlukla mı karşılaşacak acaba diye sormadan edemiyor insan. Öykünün ilerledikçe isimsiz karakterimizin Sonya ile duygusal bir yakınlık kurduğunu görüyoruz. Okurun dikkatini çeken sır, bu yakınlaşmanın katmanlarından biri. Bu sır esasında annenin de bildiği ancak bilmezden geldiği bir konu.

Öykü boyunca başkarakterimizin annesiyle ilişkisi dikkat çekiyor. Küçük yerlerde çocukları iyi okullar okuyan, iyi işlerde çalışan ebeveynlerin övgü tokmağıyla, buldukları ilk kişinin yanında çaldıkları davullardan bahsediyor Kaptanoğlu. Çocuklarını överek belki de kendi gelemedikleri yerlere gelmiş hissi yaşıyordur bu anne babalar kim bilir. Bu tutumdan rahatsız olan ancak elinden bir şey gelmeyen karakterimizin iç sesini de epey yakından işitiyoruz.

Hıdırellez ritüelleri ekseninde şekillenen öykü başkarakterin ateşten atlamasıyla o küçük sırrını ifşaya hazırlandığı hissi veriyor okura. Kim bilir yan komşunun kulağına çalınmıştır bile belki bu sır ve tüm mahalle duyar. Peki, böyle olsa ne olurdu diye soruyor okur, muhtemelen aile yaşadığı o küçük şehirden onları kimsenin tanımadığı başka bir şehre giderdi. Böylece Sonya ile başkarakterimiz belki de birlikte olabilirdi.

Daha Uygun Bir Kader” adlı ikinci öykünün ana karakterinin ismi bilinse de bu okura kahramanı ilk öykünün isimsiz karakterinden daha çok tanıma fırsatı vermiyor. Abaven ve babası arasında öykü boyunca süren bir gerilim var. Hatta Abaven babasının ölmesini isteyen bir evlat olarak karşımızda. Annesinin babasını neden çektiğine anlam veremeyerek ondan boşanmasını istiyor. Burada coğrafya eksenli bir baba eleştirisi olduğu muhakkak. Çünkü babalar, özellikle taşranın bunaltan havasının baskın olduğu yerlerde tam da Abaven’in babası gibiler. Kaptanoğlu ile yapılan bir söyleşiden öğrendiğime göre Abaven “sığınak, sığınılan yer” anlamına gelen Ermenice bir kelimeymiş. Abaven otuz yaşında ve hâlâ üniversiteyi bitirememiş… Bu durum da babası ile olan gerginliğinin ana sebebi gibi dursa da tipik bir oedipus kompleksi ile karşı karşıya kaldığımızı düşünüyorum. Çünkü annesine karşı daha sahiplenici bir tavır içinde. Ancak burada yine kasabadaki kadınların her şeye rağmen kocalarına katlandıkları ve boşanmak gibi bir fikri akıllarında geçiremedikleri gerçeğiyle de karşılaşıyoruz.

Öykünün dikkat çeken diğer karakteri ise Linda. Abaven’in zamanlı zamansız çalan kilise çanına merakı sonucu tanıştığı, evinde ağırlandığı Linda. İki karakterin ortak noktası ise babaları. Linda’nın babası onu çok küçük yaşta terk etmiştir, yani vardır ama yoktur da aynı zamanda, tıpkı Abaven’in babası gibi.

Abaven kendi güvenli alanından başını en fazla Linda’nın evine kadar çıkarabiliyor. Yani ateşten atlamaya cesaret edemiyor ve mümkün bir kaderin içine sığınıyor. Bu tutumunda kız kardeşini kaybetmiş olmasının payı da büyük, çünkü insan kardeşini kaybetmişse ve başka bir kardeşe de sahip değilse Abaven gibi, anne babasını bırakıp bir yere gidemez. Her ne kadar öykünün başında şehirden anne babasını ziyarete gelen Abaven ile karşılaşsak da öykünün sonuna geldiğimizde kendi kabuğunu kıramayan bir Abaven bekliyor bizi.

Her iki öyküyü de kendi hayatının iplerini eline almak açısından okuduğumuzda Ateşten Atlamak'ın başkarakteri bu cesareti naif bir biçimde de olsa gösterirken, Abaven’in kaderine saplanıp kalan bir karakter olduğu hissi yoğun. Çünkü varlığını yokluk çamuruna gömen babaların çocukları hayatta her zaman bir iç sıkıntısının gölgesi olarak gezer. Linda bir gölge, Abaven de öyle. Gölgeler neşet ettikleri asılları her zaman huzursuz ederler. Abaven’in babasının huzursuzluğunun asıl kaynağı budur belki, Linda’nın babasının onu terk ettikten sonra hiç aramaması gibi.

Her iki öyküde de babanın gölgesinin düştüğü yerlerde diş izleri var. Küçük yerlerin bir kaderi olarak babalara dışarıdan susulur ama insanın içi hep konuşur. O iç bir çetele tutar. Bu çeteledeki diş izlerini hiçbir merhem iyileştirmez. Hatta öyledir ki insan çocukken bu acıyla ağlamayı becerir ama büyüdükçe, kalbimizdeki tüm ısırıklar saklanması gereken birer sırdır, görenlerin bile inkâr ettiği…

Gülnaz Eliaçık Yıldız
twitter.com/glnz_eliacik