16 Şubat 2024 Cuma

Mostari’de babanın evinde gibi yaşamak

Yıl 2000… Ankara’da lisans öğrenimimin sonlarına gelirken yok paramla almıştım Gündüz Vassaf’ın Annem Belkıs’ını. Cehenneme Övgü’yü önceden duysam da elime geçen ve okuduğum ilk kitabı da bu olmuştu. Şimdi yazacaklarımı bir gün kendisine söylemeyi çok istiyordum, belki vesile olur bu yazı. Kitabın girişinde Ustrumcu’dan (Strumitsa) bahsederken komşu kapılarından ya da kapıcıklardan bahsediyordu Vassaf. Önceleri mahalledeki kadınların sokağa çıkmadan bu kapılar sayesinde selamlıktan selamlıklara geçişini anlatırken sonraları bu kapıların nasıl bir kaçış yolu olduğunu öğrenmiştim. Sonra aslen Makedonya, Kırçovalı (Kicevo) olan ben de Türkiye’ye göçen anne ve babamın aynı kapıdan bizim bahçemize açtığını görünce/fark edince yazdığım ilk öykü “Komşu Kapısı” olmuştu ve sonra ilk öykü kitabım da bu isimle yayımlanmıştu elbette. Uzun lafın kısası Mostari’yi bu kadar merakla beklememin, merak etmemin en mühim sebebi, galiba Vassaf ile birleşen Rumelilik ruhu ve Rumeli hissi oldu.

Mostari: Bir Köprü Bekçisinin Günlüğü kitabın ismi gibi dursa da bir durum ya da tanımı başlı başına karşılıyor aslında. Bu manada hiçbir kinaye ya da mecaza başvurmadan kitap, Vassaf’ın Mostar Köprüsü başında bıkmadan usanmadan ve dahi büyük bir aşkla bekleyişini anlatıyor. Ama bu öyle boş boş bir bekleyiş değil; köprüden, bir zamanı, çağı izlemek, anlamak, dahası aktarmak hali ile.

Bir günlük, özünde mahremi olmalı insanın. Herkes bilir ki, bir günce kişinin özelidir, okumak bir mahremi ihlal gibidir. Bu manada hem Rumelili hem de birkaç kez Vassaf’ın beklediği mekânları gezen, duran, dokunan bir Mostar âşığı olarak kitap benim için pandemi şartlarında Mostar’ı gezme fırsatı sayıldı. Vassaf ile birlikte tabii.

Son yıllarda bizde hâkim bir dil olarak neo-Osmanlıcı söylem ile siyasal İslâmcı dilin cıvık cıvık bir romantizme esir ettiği Bosna’nın bu mistik noktasının Vassaf gözü ile anlatılmaya ihtiyacı varmış ve iyi ki anlatmış. Her satırı ve tespitleri ile damla damla aktardıkları, onun gözünün gördüğü bir ânın karşılığı gibi görülse de “işte Bosna, işte Mostar bu dediğim” o kadar çok not var ki… Mesela Fransa’dan Mehmet ile diyaloğu: “İçki içilecek yer var mı?” “Çok” “Başörtülü kız?” “Görmedim.” Lisansüstü iki tez yazarak rahatlıkla bir Balkan tarihçisi olduğunu söyleyebileceğim ben, sadece bu diyaloğun bile yukarıda bahsedilen romantik simülasyonun aksine tek başına bugünün Bosna’sına dair mühim bir tespit olduğunu ifade edebilirim. Vassaf, bir günce tutarken işte tam da bu gerçekliği bazen ezber bozacak şekilde aktarmış. Kızan olacaktır, kabul etmek istemeyecekler de ama Bosna gerçeklerinden biri de tam bu diyalog. Saray Bosna’nın tam ortasından geçen sınır çizgisinin aşağısı ile yukarısı arasındaki kültür/biçim/mimari farkının da bu gerçeği, her şeyi aktardığını düşünürüm her daim. Bosna Başçarşı’dan (Bascarsija) ibaret değil dostlar.

Kitabı okuyan ve Bosna’yı seven, özleyen herkeste evvela oluşacak his, İsmeta Pihe Krese 11’e duyulan kıskançlık olacak, buna eminim. En azından bende oluştu. Penceresinden Mostar’ın gözüktüğü ve Vassaf’ın ikamet ettiği adres. Bekçinin mekânı. Her şey elinin altında. Bosna’nın kahvesi, Neretva’nın gür akan suları, bitmek bilmeyen turist kafileleri, fesli Türkler, fessiz Türkler, fotoğraf çeken Japonlar ve bunun etrafında akan Mostar hayatı.

Vassaf’ın verdiği ayrıntıları bir güzergâha dönüştürürseniz -ki ben gibi buralara birkaç kez gitme şansınız oldu ise bu oldukça kolay olacaktı-, kitap ile buralara gitmek için harika bir sebebiniz olacak. En azından köprünün altından, köprüyü kadraja sığdırmak çabasından çok daha ciddi bir gerekçe olacağı açık.

Vassaf’ın notlarını okurken içinde bulunduğumuz zamanda etrafımızda akan zamanın ve mekânın tadını çıkarmak yerine içine düştüğümüz kayıt hastalığına bir kez daha kahrettim. Mostar’a gittim, hem de birkaç kez ve ben o köprübaşına dirseklerimi koyarak onu izlemedim saatlerce. Hediyelik eşyacılarda, pazarlıklarla geçen çok fazla ziyaret yaptık mesela.

Vassaf, sadece bir ânı kaydetmemiş elbette. Çoğu zaman lirik bir dille sunmuş gözlemlerini. Sadece toprak üstünü değil, toprak altını da görüp aktarmış bizlere. Sonra geçmişe dönmüş zaman zaman. Gelmeden buraya dair okudukları, tespitleri, izledikleri, dinledikleri… ne varsa usul usul anlatmış. Yani bir merakı gidermenin ötesinde okuyana öğrendiği hissini de vermiş, veriyor, verecek Mostari ile.

Vassaf, köprüyü beklerken içini de dökmüş bize dair. Dertleşmiş sanki. Yakın tarih, uzak tarih, şimdiki biz. Kahırlı cümleler, sitemler, tavsiyeler. Ama öyle didaktik değil. Köprübaşında bosanska kafa içerken sohbet eder gibi. Bu arada en büyük sitem köprüyü Mimar Sinan yaptı diyen Evliya Çelebi’ye.

Vassaf, sanki yanında getirdiklerini, heybesindekileri Mostar’ın başından Neretva’ya dökmeden geçmiyor bir türlü köprüden. Okurken bir iki yerde “yahu geç artık şu köprüden” diye düşünmedim değil. O bekledikçe ben gibi köprüden gidip gelenlerin buranın kıymetinin bilmediğini düşünüp kızdım kendime.

Siz kitabı okurken, acaba Mostar’a dair ne anlatacak diye beklerken, Gündüz Vassaf okuyucuya çok daha derin bir anlatı sunuyor. Bazen maillerini paylaşıyor sizinle, bazen gördüğü bir tabelayı. Manasız geliyor belki ilk anda ama sonrasında bu parçalar, onun anlattıkları ile bir bütüne eviriliyor. Yani Vassaf’ın zihni önce Mostar’a hazırlanmış gibi, köprü daha önce Andriç’in Drina için yaptığından çok daha canlı bir hale bürünüyor. Mostar’ın yükünün düşünüldüğünden çok daha ağır olduğunu anlamak da kaçınılmaz oluyor elbette. İnsan taşımıyor sadece. Her bir basamak bu çağa atılmış bir çentik gibi oluyor. İşte insan o zaman, şimdi gitsem galiba ben de geçerken tereddüt edeceğim diyor.

Mostari özel bir kitap… Vassaf’ın kitaba motto olacak sözlerine de çok yakışıyor: Mostar’da ne yaşamaya acelem var, ne de ölmeye… Herkesin aceleye getirip birkaç saatte gezip fotoğrafladığı bir köprübaşında, Vassaf, yazdıkları ile Mostar’a ait bir unsur bence artık. 2013’te yayımlanan ilk hali sonrasında aradan geçen zaman düşünüldüğünde, yeni baskısını bugünün zorunlu olarak yavaşlayan evresinde harika bir sükûnet şansı olarak görmek hiç de yersiz değil. Hele ki Vassaf’ın Nâzım’dan aktardığı şu cümleyi okuyunca: Dünya babanın eviymiş gibi yaşa. Ve tabii ki Vassaf’ın eklemesi ile:

"Dünyanın babanın evi olmadığını da bil!"

Galip Çağ
twitter.com/caggalip

"Fazla vatanperver" bir diplomat: Ahmet Rüstem Bey

19. yüzyıl münevverlerini anlatırken Ahmet Hamdi Tanpınar, bunların hemen hepsinin yeni açılan mekteplerde okuma yazma öğrendiğini, ecnebi lisanları bildiğini böylece garp fikirlerine daha açık olduklarını ve gittikçe yaygınlaşan matbuatın kendilerine sunduğu düşüncelerin tazyikine kapıldıklarını söylemektedir. (19. Yüzyıl Türk Edebiyatı, 1988: 220) Hiç şüphe yok ki bu durum Tanzimat sonrası Osmanlı toplumunda doğan, büyüyen, diğer bir ifadeyle yetişen Osmanlı aydınlarını müstesna bir konuma getirmektedir.

Osmanlı Devleti’nin son dönemi ve Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına tanıklık eden diplomat ve aydın Ahmet Rüstem Bey (1862-1934) de bu müstesna kişilerden biridir. Ö. Kürşad Karacagil’in kaleme aldığı Ahmet Rüstem Bey: Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Sıra Dışı Bir Diplomat isimli eser Rüstem Bey’in yaşamı, diplomatik görevleri, karmaşık kişiliği ile yakın çevresini, arşiv belgeleri, devrin gazeteleri başta olmak üzere zengin kaynaklar ve yalın bir üslupla okuyucuya aktarıyor.

Kitap, Ahmet Rüstem Bey’in ailesi hakkında bilgi vererek başlıyor. Buna göre; Alfred Rüstem Bilinski olarak doğan Ahmet Rüstem Bey, 1854’te Osmanlı hizmetine girerek Müslüman olan Polonya asıllı Nihat Paşa’nın (Seweryn Bilinski) oğludur. 1862’de babasının görev yapmakta olduğu Midilli’de dünyaya gelen Rüstem Bey, İzmir’deki İngiliz Mektebi’nde ve İstanbul Kadıköy’deki Frer Mektebinde (Fransız Saint Joseph Lisesi) eğitim gördü. Avusturya’nın Lümberg şehrinde yüksek tahsilini tamamladı. Aldığı eğitim ve kozmopolit aile yapısının etkisiyle Lehçe, Almanca, Rumca, İngilizce, Fransızca, Arapça, Farsça gibi doğu ve batı dillerine hakimdi.

Rüstem Bey, 1881’de Bulgaristan’da, Osmanlı Devleti’nin fahri Fransızca tercümanı olarak ilk memuriyetine başladı. Sonrasında Washington Sefareti Başkâtipliği’nde ve Londra Sefareti Başkâtipliği’nde bulundu. 1911’de Çetine (Karadağ) Büyükelçisi görevine getirildi. 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’na yüzbaşı rütbesiyle katılan Ahmet Rüstem Bey savaştan sonra madalya ile ödüllendirildi.

Mayıs 1914’te Washington büyükelçiliğine tayin edilen Rüstem Bey, İstanbul’da ayrılmadan önce teamüller gereği Sultan Mehmed Reşad’ın huzuruna çıkar. Bu esnada oldukça ilginç bir hadise yaşanır ve Rüstem Bey, Padişah’ın huzurunda Müslüman olduğunu açıklar. Bu karardan oldukça memnun olan Mehmed Reşad, altın saat ve tesbihini Rüstem Bey’e hediye eder. Alfred Rüstem olan ismini de Ahmet Rüstem olarak değiştirir. Aristokrat ve Katolik bir aileden gelen Rüstem Bey’in Müslüman olması, Washington büyükelçiliği gibi önemli bir vazifeye atanmış olması hasebiyle yerli ve yabancı basınının ilgisini çeker ve hakkında birçok haber yapılır.

Rüstem Bey, Washington büyükelçiliği esnasından Amerikan basınında Türkiye aleyhtarı söylem ve propagandalara karşı tepkisini sık sık ortaya koyar. 8 Eylül 1914’te Evening Star gazetesine verdiği demecinde Amerikan basınında Ermenilerin katledildiği yolunda çıkan haberlerin asılsız olduğunu söyler. Açıklamaları ABD yönetimini kızdırır ve istenmeyen kişi (persona non grata) ilân edilir. Bu durum üzerine Amerika’dan ayrılıp Avrupa’ya geçen Rüstem Bey’in kısa süren Washington Büyükelçiliği kendisinin Hariciye’deki son görevi olmuştur. Rüstem Bey, Avrupa’da Türk aydınlarla birlikte çeşitli lobi faaliyetlerinde bulunur.

Gerek yurt içinde gerek yurt dışında birçok görev alan Rüstem Bey hayatının büyük bir kısmını Türkiye dışında geçirir. Osmanlı hariciyesinde tercümanlıkla başladığı memuriyet hayatında büyük elçiliğe kadar yükselmiş uluslararası arenada Türk milletinin haklarını savunan çok sayıda makale ve kitap kaleme alır. Fransızca, İngilizce ve Almanca başta olmak üzere çeşitli dillerdeki yayınlarında Ermeni Meselesi, Musul Sorunu, Kapitülasyonlar, Boğazlar Meselesi, Cumhuriyet’in kuruluş süreci, Türkiye’nin geleceği gibi önemli meseleleri konu edinir.

Rüstem Bey, 17 Eylül 1919’da Millî Mücadele’ye katılmak üzere İstanbul’dan ayrılır. Önce Ankara’ya geçer, ardından Sivas Kongresi’ne katılır. Rüstem Bey’in Millî Mücadele açısından yürüttüğü faaliyetler oldukça önemlidir. Diplomatik tecrübesi ile Heyet-i Temsiliye’nin yurt içinde ve yurt dışında sesini duyurmak için oluşturulan heyette görev alır. Mustafa Kemal Paşa ile Ankara’ya gelen Ahmet Rüstem Bey, İstanbul’da toplanan son Osmanlı Mebusan Meclisi’ne ve Ankara’daki ilk Büyük Millet Meclisi’nde Ankara milletvekili olarak seçilir.

Karacagil araştırmasında, yazdığı makaleler ve kitaplar kadar polemikleri ve düellolarıyla da dikkat çeken Ahmet Rüstem Bey’in çoğunlukla aşırıya varan haysiyet algısı sebebiyle yaşadığı düello maceralarına da yer vermektedir. Bu düellolar arasında en dikkat çekicisi Mustafa Kemal Paşa ile olanıdır. Mustafa Kemal Paşa’ya yaptığı düello teklifinden kısa bir süre sonra kendi isteğiyle milletvekilliğinden istifa ederek yurtdışına çıkar. Avrupa’da yabancı dilde makale ve kitaplar yayımlayarak Türkiye lehine propaganda faaliyetlerinde bulunur. Bu süreçte Mustafa Kemal Paşa ile mektuplaşmaya ve maddi destek görmeye devam eder.

1923’te Türkiye’ye dönen Rüstem Bey yaşadığı sağlık sorunları sebebiyle resmî bir vazifede bulunmaz. Bunula beraber vefatına kadar mektup yoluyla Mustafa Kemal Paşa ile haberleşmeyi sürdürmüş, yazdığı makale ve kitapları kendisine ulaştırmıştır. Uzun süre Türkiye’de ve Avrupa’da tedavi görmesine karşın hastalığına çare bulunamaz. 23 Eylül 1934’te Şişli Etfal Hastanesi’nde hayata veda eder.

Türk olmamasına rağmen Türk milletine gönülden bağlı olan Rüstem Bey hayatı boyunca uluslararası kamuoyunda Türkiye’nin menfaatine çalışmaktan geri durmamıştır. Karşısında kim olursa olsun doğru bildiğini söylemekten çekinmeyen cesur ve dürüst bir kişiliğe sahip olan Rüstem Bey, aynı zamanda oldukça sert, alıngan ve öfkeli mizacıyla tanınmaktadır. Yakın arkadaşı Celal Nuri’nin ifadesiyle o bir “chavin”dir yani Fransızca “fazla vatanperver”dir.

Kitapta, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan devirde yaşamış sıra dışı bir diplomatın hayat hikayesi tüm yönleriyle tarih severlerin beğeni ve dikkatine sunuluyor.

Rüveyda Okumuş
twitter.com/ruveyda_okumus

13 Şubat 2024 Salı

Validelerimizi tanımak Efendimizi yakından tanımaktır

"Ol cihânın fahrinin sırrına kurbân olayım
Hutbe-i levlâk âyetin şânına kurban olayım
Kaab-ı kavseyn-i ev ednâsına kurbân olayım
Ben anın ilm ile irfânına kurbân olayım
Ben anın esrâr-ı Mi’râc'ına kurbân olayım."
- Niyâzî-i Mısrî*

Ömer Tuğrul İnançer Efendi'nin âlem-i cemale yürüyüşünün üzerinden bir seneyi aşkın zaman geçti. Onun gidişiyle birlikte kavrulan gönüller, bir şeyin farkına vararak bir nebze ferahlık buluyor: Murâdî Hazretleri kelâmıyla, hâliyle, eserleriyle, emekleriyle, her zaman örnek tavrıyla, her an eyvallahsız duruşuyla, Fahr-i Kainat Efendimize ve Türk Bayrağına olan yüksek hassasiyetiyle her an aramızda.

Zaman ilerledikçe sözlerinde, davranışlarında ve hassasiyetlerinde ne kadar haklı olduğunu, bu hassasiyetlere sarıldığımız müddet içinde elde ettiğimiz kazançtan anlayabiliyoruz.

Ne elde ediyoruz, nedir kazancımız? Evvela Allah'ı bilmemize, bulmamıza ve böylece daha çok sevmemize yegâne vesile olan Peygamberimizi daha çok tanımak. Tanıdıkça daha çok bilmek, bildikçe daha çok sevmek. Tıpkı Mevlâ'mızla aramızdaki ilişki gibi. Böylece varlık âleminde tek var olanın Hakk olduğunu bilmek, kâinata böyle bakabilmek, en yakından en uzağımıza bu bilinçle hizmet edebilmek. Vatanımızın, kültürümüzün, medeniyetimizin kadrini kıymetini anlamak. Dört bir yanımızda ve elbette Anadolu'muzda yaşanmaya devam eden tasavvuf iklimine mûsıkîyle, nutk-i şeriflerle, hurde-i tarîke olan hassasiyetiyle emek vermiş büyükleri hatırlamak, onları anlatmak ve dolayısıyla hâlâ hayatta oluşlarından yeni hisseler devşirmek. Saymakla bitmiyor ama şurası gerçek ki sadece saymakla bile insan neşe buluyor. Bir de yaşanıyorsa, ne âlâ.

Tuğrul Efendi dendiğinde akıllara ilk gelen kelimelerden biri maariftir. O tek başına bir bilgi ve kültür hazinesidir. Onu iyi takip edenler ve gönül kulağıyla dinlemiş olanlar şu hayati meseleleri hayatlarında farklı bir boyuta taşımış olmalılar: Peygamber sevgisi, bayrak hassasiyeti, müziğinden edebiyatına ve mimarisinden ahlakî yaşamına dek Türk tarihi, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve Mevlevîlik. Bendeniz birkaç yıldır yaptığım çevrimiçi atölyelerde acizane söylerim; Mevlânâ sultanımız ve Mevlevîlik üzerine ne buldumsa okumaya çalışıyorum. Ancak pek çoğu Tuğrul Efendi'den okuduklarımın ya da işittiklerimin yanında sönük kalıyor. Bu da bir bahs-i diğer... Yine Tuğrul Efendi'nin sadece son yıllarında değil -burayı özellikle vurgulamak isterim- ömrü boyunca dile getirdiği bir başka hassasiyet noktası da Peygamber Efendimizin hanımlarıdır. Sure-i Ahzâb'ın altıncı ayetine binaen Ümmehâtü’l-mü’minîn ya da Ezvâc-ı Tâhirât şeklinde tabir edilirler. Söz konusu ayet, Peygamberimizin hanımlarına gönlümüzün ne yanıyla bakmamız gerektiğine dair de yegâne işarettir: "Müminler için Peygamber, kendi nefislerinden daha evladır. Peygamber'in zevceleri müminlerin anneleridir."

Mustafa Tınmaz ile İzzet Yılmaz'ın hazırladıkları Mübarek Annelerimiz, 2024 yılının Sufi Kitap nezdindeki ilk kitaplarından oldu. Tuğrul Efendi'nin 2013 yılında umuma açık olarak yaptığı sohbetlerden derlenen bu kitapla birlikte, Tuğrul Efendi'nin "İnşallah bu sohbetleri bir yayıncı ele alır ve hazırlayıp kitap hâliyle neşreder" temennisi de tecellîye dönüşmüş oluyor. Peki, okuyucuları Mübarek Annelerimiz kitabında neler bekliyor? Efendimizin zevceleri hakkında oldukça öz ve faydalı bilgiler, on üç validemizin hayatlarından hadiselerle birlikte bazen nükteler bazen de günümüze tesir eden meseleler, asr-ı saadette cereyan eden bazı önemli olaylara nasıl bakmamız gerektiğine dair ince yorumlar... Kitabın sonunda ise yine Tuğrul Efendi'nin vaktiyle tarif ettiği, çizdirmeyi istediği, mübarek annelerimizin odacıkları (hücreleri) hakkında bir kroki yer alıyor. Sohbet, tasavvufta işte böylesine önemli bir araç. Yaşıyor ve yaşatıyor zira kaynağı belli, sebebi belli. Burada Mustafa Kara hocamın şu latif sözlerini hatırlatmak isterim: "Herkes severse, Sevgili etrafında sohbet döner durur. Mevlânâ da İbnü’l-Arabî de bunu anlatıyor, bizim Yûnus'umuzun da derdi budur, başka bir derdi yoktur. Gönül adamlarının, gönül erlerinin başka bir derdi yoktur. Yaşadıkları sevdayı bizim de yaşamamızı istiyorlar."

Tuğrul Efendi, gerek televizyon programlarında gerek konferanslarda özellikle bazı konulardaki hassasiyetini net biçimde ortaya koymuştur. Bir Müslümanın yaşamındaki olmaz olmaz kaideleri hem ifadeleriyle hem de bu ifadeleri dile getirirken takındığı tavırla belli etmiştir. Kamu nezdinde kimi zaman 'celalli' görülen bu hâllerin kaynağında sevginin olduğuna asla şüphe edilmemelidir. Zira ancak seven, çok seven bir insan bu kadar dert sahibi olabilir. Ancak bu kadar dert sahibi olan biri başkalarının dertlenmesini ister. Öte yandan şu kaide de unutulmamalıdır: Asabiyet-i diniyesi olmayanın imanı tehlikededir... Herkes için "Ben Hakk'a âşığım" demek kolaydır ama eskilerinde buyurduğu gibi ispat isterler, delil isterler. İşte o ispatlar ve deliller içinde şu zamanda en anlamlısı da bir tavrı hiç eğip bükmeden ortaya koymaktır. Tuğrul Efendi bunu yer, mekan, zaman fark etmeksizin yapmış, çoğu zaman da hem halk hem de yöneticiler nezdinde bazı önemli değişiklerin olmasına zemin hazırlamıştır. Perşembe geceleri (cuma gecesi) okunan salalar sadece bir geleneğin sürdürülmesi için değil, Fahr-i Âlem Efendimize olan sevgimizi aşikâr etmenin, sahiden de sevebilmenin bir gereğidir. İşte nicedir unutulan bu hassasiyet, Tuğrul Efendi'nin bilhassa televizyon ekranlarından yaptığı çağrının bir neticesidir: "Perşembe günü akşamları, salâ, İstanbul'da kalktı, yok! Salâ verilmiyor. Neden? Yani İstanbul'da kanun başka; Konya'da, Malatya'da, Sivas'ta başka mı? Bendeniz 42 senedir Konya'ya Hazret-i Mevlânâ ihtifallerine giderim. Her Perşembe akşamı, oh, elhamdülillah, salâ dinlerim! İstanbul'da niye dinlemiyorum?! Hangi münasebetsiz buna mani oluyor veya kim mani oldu da kim yeniden ihdas etmeğe cesaret edemiyor? Cevabı yok! Buyurun! Ve bunu bendenizden başka söyleyecek adam yok mu? İstanbullu Müslümanlar ne yapıyor? Yoksa salât okunmamasından rahatlar mı, memnunlar mı?"

İşte, Mübarek Annelerimiz de bir sevginin ve hassasiyetin neticesi olarak şimdi kitaplık raflarımızda. İnşallah satırlardan sadırlara, gönüllerden gönüllere ulaşır ve annelerimizi daha çok bilerek Efendimiz Hazretlerini de daha çok bilir ve severiz. Vesilelere ihtiyacımız var, bilgi bu anlamda değerli bir araç. Yoksa herkes bir şeyler okuyor ve kitaplığına geri koyuyor. Biz Türkler asırlar boyunca Peygamber sevgisiyle tanınmış bir milletiz. Çünkü bunu hep aşikâr etmişiz ve asla vazgeçmemişiz. Sevgiden, hele ki Peygamber sevgisinden vazgeçilir mi? Bir insanın, bir topluluğun kendini bitirmesi için tek başına yeter bir sebeptir bu. Kitaptan okuyalım: "Kat'i bir kanaatle söyleyebilirim ki cemiyetimizin hastalıklarının tamamı sevgisizlikten kaynaklanmaktadır. Bu sevgisizliğin temelinde de Risâletpenah Efendimiz Hazretlerini (sav) tanımamak, dolayısıyla onu örnek almamak vardır. 'Tanıyoruz' diye itiraz ediyorlar. Lisanen tanıdıklarını söyleseler bile zihinlerinden, gözlerinden anlaşılıyor tanımadıkları. Varlığından haberdar olmak, tanımak demek değildir. Biz Efendimizin sadece varlığından haberdarız. Tanımıyoruz. Efendimizi tanıyıp da sevmemek mümkün değildir. Biz tanımadığımız için yeterince sevmiyoruz. Sevmeyince de toplumumuzun hastalıklarını çözemiyoruz."

Mübarek Annelerimizin evvela isimlerini sırasıyla bilelim. Hz. Hatice, Hz. Sevde, Hz. Ayşe, Hz. Hafsa, Hz. Zeynep binti Huzeyme, Hz. Ümmü Seleme, Hz. Cüveyriye (Cevriye), Hz. Zeynep binti Cahş, Hz. Reyhâne, Hz. Mâriye, Hz. Safiyye, Hz. Ümmü Habîbe, Hz. Meymûne. Sonra hayatlarından hiç değilse ummandan birer katre öğrenelim. Bu öğrendiklerimizin, hayatımızı (okul, iş, aile, eş, sosyal veya ticari ilişkiler) ne kadar dönüştüreceğini muhakkak yaşayacağız. Kademe kademe hayatımıza bir pratik olarak sokarsak eğer öğrendiklerimizi, sevginin nelere vesile olacağını tadıp, gönül safası bulacağız. Kitaptan birkaç paragraf aktarıp yazımı nihayete erdirirken, cümle İslâm âlemi için Ezvâc-ı Tâhirât validelerimizin şefaatlerini Cenab-ı Hakk'tan niyaz ederim.

- Aşk asla tek taraflı olmaz. Karşılıklı iki gönlün muhabbetidir aşk. Bu gönlün biri Resûlullah'ta öteki de Hz. Hatice'de. Nasıl bir aşktır ki o, Efendimiz dünyadan çekilinceye kadar devam etmiştir. Hazreti Hatice dünyadan çekilinceye kadar değil.

- Cenâb-ı Ali Efendimiz bir hadis rivayetinde Hazreti Ayşe'den bahsederken "Resûlullah'ın sevgilisi" diye söylüyor. Hazreti Ali hiç Resûlullah'ın sevgilisine muhalefet edebilir mi? Tâbiînden Hazreti Mesrûk ise Hazreti Ayşe Validemizden rivayet ettiği hadislerin senedinde "Allah'ın sevgilisinin sevgilisi, semadan inen âyetle temize çıkan validemiz" ifadesini kullanmıştır.

- Efendimizin Hazreti Ayşe Annemizle ilgili bir sözü var. "Ben, beni sevdiğin zamanları ve bana nispeten kızgın olduğun zamanları biliyorum" diyor Efendimiz. "Nasıl ya Resûlallah?" diyor Hazreti Ayşe. "Bana kızgın olduğun zamanlar İbrâhim'in Rabbine yemin ederim ki dersin. Beni çok sevdiğin zamanlar Muhammed'in Rabbine yemin ederim ki diye konuşursun."

- Herkes kafasına da gönlüne de çok iyi yazsın. Hulefâ-yi Râşidin Efendilerimizin hepsi bilaistisna seçimle gelmiştir. Muaviye'den itibaren böyle değildir. Muaviye kendi kendine halifeliğini ilan etmiştir. Bu hareket yanlıştır. Hazreti Hasan Efendimiz yeni bir fitne çıkmasın diye Muaviye'nin lehine hilafetten feragat etmiştir. Şiileri sadece İran Şii'si zannediyorlar. Otuz küsur tane Şii grup var. Bir Şii grup Hazreti Hasan'a her gün söverler biliyor musunuz? Niye? Muaviye lehine hilafetten feragat etti diye. Fesubhanallah! Sonra bunlar Resûlullah'ı sevdiğini söylüyorlar. Sonra bunlar Müslümanlık iddiasında.

- Biz Efendimizin sevdiklerini severiz, sevmediklerini sevmeyiz. Efendimizin sevmediği kimse yoktur. Efendimizin sevmediği sıfatlar vardır. Onun için Müslümanlar hiçbir meseleyi kişileştirmezler, şahsileştirmezler. Hiçbir Müslüman, hiçbir sarhoşa düşman değildir fakat sarhoşluğa düşmandır. Hiçbir hırsıza düşman değildir. Hırsızlığa düşmandır. Hiçbir kâfire düşman değildir, küfre düşmandır. Bunları doğru anlamamız, anlatmamız lâzım.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
*Niyâzî-i Mısrî Hazretlerinin bu nutk-i şerifi, Neyzen M. Hakan Alvan tarafından bestelenmiştir. Şuradan dinlenebilir.

Ömür, bir gönül durağında beklemek değil midir?

"İnsan her yerde durabilir. Bir parkta, trafik ışığının altında, market kuyruğunda, otobüs durağında. Fakat insan her yerde bekleyemez."

İnsanoğlu bedeninin ve ruhunun ait olmadığı yerleri hisseder. Buna göre hayatını şekillendirmeye özen gösterir. Kalp, huzur bulamadığı mekânlarda sıkılır. Kendini ya bir serinliğe, ya bir ağaç gölgesine atmak ister zaman zaman. Ruhuna iyi gelen nereyse orda kalmak ister. Ama kalmak bir varış değildir. Aslında o noktada bekleyişidir, bedenine ve ruhuna iyi gelen.

Bir modern zamandan kaçış dalgası tutturmuşuz gidiyoruz. Ruhumuzu doyurma çabasındayız elbette. Bunu nasıl yapmak, neyle meşgul olarak gidermek her kalpte farklıdır elbet. Nerede bekleyeceğinizi bilmek ya da bilmeye uğraşmak, bu yolda olabilmek ya da yolun hiç bitmeyeceğini bilebilmek… İşte bu güzel düşünceleri hayatınıza ve aklınıza katabileceğiniz, okudukça sonunun gelmesini istemeyeceğiniz, her sayfasında farklı pencerelerden hayata mı yoksa iç dünyanıza mı bakacağınız arasında kararsız kalabileceğiniz, bitirince tekrar sayfalarını karıştırırken kendinizi bulacağınız harika kitap; Eşikte Beklemek. Bu arayışların, buluşların, bekleyişlerin, kayboluşların içerisinde olabilmenin huzurunu size sunarken, hayatın anlam ve amacını sorgulatmadan da sizi bırakmayacak.

Yağız Gönüler’in bu güzel kitabı; Profil Kitap'tan çıkmış, deneme türünde yazılmış ve herkesin kendine ait normlar bulabileceği bir eser niteliğindedir. Okuyucuyu yormamasının yanı sıra, sanki yakın bir tanıdığınızla çay sohbeti ediyormuşsunuz tadı da veriyor. Kitabı bitirdikten sonra, altını çizdiğiniz yerleri tekrar okuyup üzerine düşüneceğiniz, kaliteli zamanlar geçirmenize vesile olacak diyebilirim.

Yazar bizi kısa kısa deneme yazılarıyla, iç âlemimizi sorgulamaya yöneltirken, hayatla olan mücadelemizin de aslında ne yönde olduğunu, nasıl ilerleyebileceği hususunda da güzel nokta atışları yapıyor. "Koca bir hayatla mücadele edecek gücü kendinizde görebilmemiz bile büyük bir kibir. Çünkü ayrılığın, yoksulluğun ve ölümün olduğu bir hayatı yaşıyoruz.". Okuyucuya verilen mesaj aslında oldukça açık. Mücadele vermek demek tam anlamıyla her şeyin üstesinden gelebileceğimiz anlamına gelmiyor elbet. Önemli olan bu yolda yürüyor olabilmek. Pes etmeden. En önemli mücadelenin ise insanın kendisine doğru yapılan olduğu vurgulanıyor aslında kitabın çoğu yerinde.

Yazar, insanın hayatında ve iç âleminde yaptıkları veya yapmaya çalıştıklarını kalplere sorgulatırken aynı zamanda sizi çok güzel mısralarla, türkülerle, kıssadan hisselerle buluşturmaktan da geri durmuyor. Niyazi-î Mısrî’den Mevlânâ’ya Yahya Kemal’den Taşlıcalı Yahya’ya Süheyl Ünver’den Akif’e kadar geniş bir yelpazeyle karşılıyor bizleri. Anlatılan kıssalar, okunana mısralar yaşamaya çalıştığımız günler içerisinde okuyucuya bir çay molası, belki küçük bir göz dinlendirmesi ya da bazılarımız için ‘anlam’ buluşlarını barındırıyor. Veyahut anlamın özüne inerken oralarda kaybolabilmeyi, bu kayboluştan gerçek sandığımız hayata geri dönme isteğini en aza indirmeyi içeriyor.

Yazar, "Kendi gönül âleminden uzak kaldığın her an gurbettesindir. Gurbet bir yer değil, hissiyattır." diyor. Kitaptaki çıkarımları çok da kıyaslamak istemiyorum. Çünkü hepsinin ayrı bir önemi mevcut, insan hayatının değeri için. Lâkin bu cümle, benim nazarımda kitabı süzgeçten geçirince elimde kalan en güzel çıkarımlardan biri. Aslında insanoğlu kendini biliyor. Kalbin neye ihtiyacı olduğunu, gönlünü beslemekten uzak kaldığını, uzaklaştığında kendindeki eksikliği… Sınırları geçince vardığımız memleket gibi değil, gönül işi. Ona sınırları içinde ve sınır dışında da ne verdiğimizle alakalı aslında bu iş. Eğer yolunu bulduramadıysak kalbimize, durup bir düşünmekte fayda vardır. Durup, beklemeli. İşte bu beklediği yerdir aslında en önemlisi. Başta da söylediğimiz gibi insan her yerde bekleyemez. Ancak manasını bulduğu yerde beklemelidir. Çıkarımlarımı yazarın kitabı bitirdiği şekilde bitirmek en güzeli olacak sanırım. Yazar, kitabını başladığı gibi Yunus Emre ile bitirmiş, şöyle sonlandırmış:

"Âşık öldü deyû salâ verirler
Ölen hayvân imiş âşıklar ölmez."

Büşra Yıldız Geçgel

12 Şubat 2024 Pazartesi

Kaderine uygun bir kılıf bulmak

Sırlar insanın kamburunu inşa eden tuğlalardır. Bu tuğlalar, büyük şehirlerde daha yavaş duvar örerken küçük yerlerde bir ivedilik hâkimdir. Komşulardan gizlenenler, akrabaların bilmemesi gerekenler, çekirdek aile içinde odadan odaya, kalpten kalbe kaldırılanlar nihayetinde insanın kendine bile söyleyemedikleri şeyler. Fatma Nur Kaptanoğlu’nun üçüncü kitabı Ateşten Atlamak, arka kapak yazısında böyle bir sırrın varlığından bahseder. Okur merakla bu sırrın peşine düştüğündeyse iki uzun öykü ile karşılaşır. Bu sır ilk öykü olan Ateşten Atlamak'ta daha aşikârken ikinci öyküdeki “Daha Uygun Bir Kader"de gizli saklıdır.

Kitabın ilk yarısını oluşturan Ateşten Atlamak'ta Sonya ve kendi adını hiç zikretmeyen başkarakterimizle tanışıyoruz. Başkarakterimizin annesiyle denizden taş topladığı bir sahneyle açılıyor öykü. Burada dikkat çeken ilk unsur, taş toplarken annenin kızına dua etmesini söylemesine rağmen kızının içinden şarkı söylemesi. Anne gelenek ve din noktasında hassasiyetlere sahip; ancak bu hassasiyetin kitabî değil de geleneksel bir zeminden beslendiği geçiyor okura.

Taş toplarken elinden on üçüncü taşı düşüren karakterimiz, bir uğursuzlukla mı karşılaşacak acaba diye sormadan edemiyor insan. Öykünün ilerledikçe isimsiz karakterimizin Sonya ile duygusal bir yakınlık kurduğunu görüyoruz. Okurun dikkatini çeken sır, bu yakınlaşmanın katmanlarından biri. Bu sır esasında annenin de bildiği ancak bilmezden geldiği bir konu.

Öykü boyunca başkarakterimizin annesiyle ilişkisi dikkat çekiyor. Küçük yerlerde çocukları iyi okullar okuyan, iyi işlerde çalışan ebeveynlerin övgü tokmağıyla, buldukları ilk kişinin yanında çaldıkları davullardan bahsediyor Kaptanoğlu. Çocuklarını överek belki de kendi gelemedikleri yerlere gelmiş hissi yaşıyordur bu anne babalar kim bilir. Bu tutumdan rahatsız olan ancak elinden bir şey gelmeyen karakterimizin iç sesini de epey yakından işitiyoruz.

Hıdırellez ritüelleri ekseninde şekillenen öykü başkarakterin ateşten atlamasıyla o küçük sırrını ifşaya hazırlandığı hissi veriyor okura. Kim bilir yan komşunun kulağına çalınmıştır bile belki bu sır ve tüm mahalle duyar. Peki, böyle olsa ne olurdu diye soruyor okur, muhtemelen aile yaşadığı o küçük şehirden onları kimsenin tanımadığı başka bir şehre giderdi. Böylece Sonya ile başkarakterimiz belki de birlikte olabilirdi.

Daha Uygun Bir Kader” adlı ikinci öykünün ana karakterinin ismi bilinse de bu okura kahramanı ilk öykünün isimsiz karakterinden daha çok tanıma fırsatı vermiyor. Abaven ve babası arasında öykü boyunca süren bir gerilim var. Hatta Abaven babasının ölmesini isteyen bir evlat olarak karşımızda. Annesinin babasını neden çektiğine anlam veremeyerek ondan boşanmasını istiyor. Burada coğrafya eksenli bir baba eleştirisi olduğu muhakkak. Çünkü babalar, özellikle taşranın bunaltan havasının baskın olduğu yerlerde tam da Abaven’in babası gibiler. Kaptanoğlu ile yapılan bir söyleşiden öğrendiğime göre Abaven “sığınak, sığınılan yer” anlamına gelen Ermenice bir kelimeymiş. Abaven otuz yaşında ve hâlâ üniversiteyi bitirememiş… Bu durum da babası ile olan gerginliğinin ana sebebi gibi dursa da tipik bir oedipus kompleksi ile karşı karşıya kaldığımızı düşünüyorum. Çünkü annesine karşı daha sahiplenici bir tavır içinde. Ancak burada yine kasabadaki kadınların her şeye rağmen kocalarına katlandıkları ve boşanmak gibi bir fikri akıllarında geçiremedikleri gerçeğiyle de karşılaşıyoruz.

Öykünün dikkat çeken diğer karakteri ise Linda. Abaven’in zamanlı zamansız çalan kilise çanına merakı sonucu tanıştığı, evinde ağırlandığı Linda. İki karakterin ortak noktası ise babaları. Linda’nın babası onu çok küçük yaşta terk etmiştir, yani vardır ama yoktur da aynı zamanda, tıpkı Abaven’in babası gibi.

Abaven kendi güvenli alanından başını en fazla Linda’nın evine kadar çıkarabiliyor. Yani ateşten atlamaya cesaret edemiyor ve mümkün bir kaderin içine sığınıyor. Bu tutumunda kız kardeşini kaybetmiş olmasının payı da büyük, çünkü insan kardeşini kaybetmişse ve başka bir kardeşe de sahip değilse Abaven gibi, anne babasını bırakıp bir yere gidemez. Her ne kadar öykünün başında şehirden anne babasını ziyarete gelen Abaven ile karşılaşsak da öykünün sonuna geldiğimizde kendi kabuğunu kıramayan bir Abaven bekliyor bizi.

Her iki öyküyü de kendi hayatının iplerini eline almak açısından okuduğumuzda Ateşten Atlamak'ın başkarakteri bu cesareti naif bir biçimde de olsa gösterirken, Abaven’in kaderine saplanıp kalan bir karakter olduğu hissi yoğun. Çünkü varlığını yokluk çamuruna gömen babaların çocukları hayatta her zaman bir iç sıkıntısının gölgesi olarak gezer. Linda bir gölge, Abaven de öyle. Gölgeler neşet ettikleri asılları her zaman huzursuz ederler. Abaven’in babasının huzursuzluğunun asıl kaynağı budur belki, Linda’nın babasının onu terk ettikten sonra hiç aramaması gibi.

Her iki öyküde de babanın gölgesinin düştüğü yerlerde diş izleri var. Küçük yerlerin bir kaderi olarak babalara dışarıdan susulur ama insanın içi hep konuşur. O iç bir çetele tutar. Bu çeteledeki diş izlerini hiçbir merhem iyileştirmez. Hatta öyledir ki insan çocukken bu acıyla ağlamayı becerir ama büyüdükçe, kalbimizdeki tüm ısırıklar saklanması gereken birer sırdır, görenlerin bile inkâr ettiği…

Gülnaz Eliaçık Yıldız
twitter.com/glnz_eliacik

En çok kendinin farkında olmaya çalışmak

Herkes zaman zaman hayatının muhasebesini yapar. Kişi ne kadar kaçınırsa kaçınsın başına bir “musibet” isabet eder ve muhasebe kaçınılmaz olur. Ancak hiçbir muhasebe “nihai” ve “mutlak” bir netice vermez. Sonuçta zamanla ve mekânla sınırlı bir hayatımız ve idrakimiz var. Öldükten sonra hakkımızda yapılan “toplamlar” ömrümüz bitmiş bile olsa hakkımızda yapılacak hesaplaşmalar yapıldığı dönemlere ve muhasebe yapan kişilere ait birer ara toplamdan ibarettir. Neticede “insanoğlu”nun bütün hesaplamaları ve hesaplaşmaları ara toplamdır. Neyse bu başka ve uzun bir konu zaten.

Bugünkü Ara Toplam, Ahmet Mümtaz Taylan ile Irmak Zileli’nin gerçekleştirdiği nehir söyleşi kitabı. Ahmet Mümtaz Taylan hakkında müstakil bir yazı kaleme alıyor olsaydım başlığı “Farkındalık Maratoncusu” olurdu. Zira Ara Toplam'dan okuduğum kadarıyla Taylan, kendisini “farkındalığını” korumak ve geliştirmek için “uzun soluklu” bir mesaiye vakfetmiş. Evet, bir yüz metreci de olabilirdi Taylan. Bu da saygı değer bir tercih olurdu elbette. Ancak o zaman dikkati, farkındalığı başka türlü gelişirdi. Başka bir insan olurdu.

Seni anlatan şey söylediklerin değil, en çok yaptıkların” diyen Taylan, farkındalık maratonu esnasında en çok kendisinin farkında olmaya çalışmış ve en çok kendisini eleştirmiş. Adım adım kendini inşa etmiş. Onun farkındalık maratonunu gelin bir de kendi cümlelerinden okuyalım:

Yani çiçek yapmak da asfalt döşemek de delik delmek de hepsi bugün yaptığım işle ilgilidir. Yani rejiyle, oyunculukla, yazmakla, yazmaya çalışmakla ilgilidir; birebir ilgilidir. Dinamit deliği delmenin oyunculuğa faydası vardır.

Kitabın ilerleyen sayfalarında Taylan’ın dinamit deliği delme ile eskrim sporu arasında kurduğu bir benzerlik de var ki buraya alıntılarsam aynı tadı yakalayamayacağım kanaatindeyim. Kitaba müracaat etmekte fayda var.

Hatırladığım kadarıyla İsmet Özel, iyi bir şairle iyi bir marangozun muhabbet etmesi halinde iyi bir şairle kötü bir şairin konuşmasından daha anlamlı bir sonuca ulaşabileceğini, bu sohbetten iki tarafın da çok faydalanabileceğini söylemişti.

Ahmet Mümtaz Taylan bu anekdotun neresinde duruyor peki? Tabii ki “iyi bir aktör” tarafında. Mesleğini, sanatını ciddiye alan, onu en iyi şekilde yapmak için gayret gösteren ve yeteneğinden ziyade gayretini anlamlı bulan Taylan, aktörlüğünün hakkını vermek için zihninde sık sık ara toplam almış. O ara toplamların hasılasının büyük kısmını onun oyunculuk performansında görüyoruz. Hasılanın yazıyla en ifade edilebilir kısmı ise Ara Toplam'da kitaplaşmış.

Yine de ne yalan söyleyeyim, kitabın içindekiler sayfalarından ara başlıklarını okuyunca biraz tedirgin de olmadım diyemem. “Bir Yaşam Refleksi olarak Farkındalık”, “Eleştiriyi Karşılamak”, “Yapmak İstediğin İşi, Olmak İstediğin İnsanı Seçmek”, “Kendinle Barışık Bir Hayat”, “Aslolan Vicdanı Temiz Tutmak”, "Öğrenmek Ama Nasıl?”, “Yeteneğini Keşfetmek ve Geliştirmek Nasıl Mümkün Olur?” “Konfor Alanından Çıkmak” gibi başlıkları art arda görünce bir kişisel gelişim kitabını mı okumak üzereyim tedirginliği kapladı benliğimi.

Ancak sayfalar ilerledikçe kitabın bir kişisel gelişim gurusunun önü arkası sorgulanınca geriye ileri tutar yanı kalmayan satırlarıyla alakası olmadığını görerek rahatladım. Taylan kitabını şu sözlerle nihayetlendiriyor: “Ben bütün bunları zaman içerisinde öğrendikçe unutmamaya çalışarak ve her gün ertesi gün bir daha hiç çalışmayacakmış gibi çalışarak yürütmeye çalıştım. Bu benim yordamım.” Kitabı standart piyasa işi bir kişisel gelişim kitabından farklı kılan tam olarak bu. Özellikle de “Bu benim yordamım.” cümlesi. Yaşanarak, çalışarak, okuyarak, düşünerek geliştirilen ve içselleştirilen bir yordam Taylan’ın yaptığı. O bu yordamı kimseye dayatmıyor, kestirme ve kolay bir yöntem önermiyor. Ara Toplam kendini iyi hisset, evrene pozitif mesaj gönder tadında mesajları kopyalayıp yapıştıran bir kitap değil.

Ara Toplam'da Taylan’ın hayatında yer eden insanlarla tanışıyoruz. Mesela “ustam” dediği tiyatro sanatçısı Yücel Erten. Ancak bu noktada bir ihtarda bulunmam lazım. Kitapta yer alan insanların anlatılma sebebi onları okurun merakını yüksek tutacak birer magazin sosu olarak kullanmak değil. Dolayısıyla kitaptan arkadaşlarla kahve içerken tatlı tatlı dedikodusunu edebilecek materyal devşiremiyoruz.

Mesela Yücel Erten’den bahsederken nehir söyleşi, tiyatroda usta-çırak ilişkisinden, insan ustasını nasıl seçer sorusuna; oradan da “çırak ustasını eleştirebilir mi?”ye akıyor. Taylan, büyük laflar, hayatında karşılığı olmayan sözler etmiyor. Esasen burada bahsettiğim “büyük laflar” zinciri kolayca üretilebilir bir şeydir ve kolayca ve hatta keyifle de tüketilebilir. Ancak ne yazan için ne de okuyan için netice hiç de besleyici olmaz.

Kitabın sonunda yer alan “Sevdiklerim” listesi de okurun dikkatine yeni filmler, kitaplar ekleyecek yahut zaten bildiği kitapları, filmleri tekrar ve yeni bir bakışla seyretmeye sevk edecek nitelikte. Her ne kadar bir tarih kitabı olmasa da yakın tarihin Ahmet Mümtaz Taylan’ın hayatında bıraktığı izleri takip edebileceğimiz bir kitapla karşı karşıyayız. Ara Toplam'da yer alan ve yer almayan her detay, bir şekilde okuru olan bitene farklı bir açıdan bakma isteği uyandırıyor. “İnsanın Yurdu Neresidir?” sorusuna Ahmet Mümtaz Taylan’dan çok farklı bir cevap verseniz bile onun verdiği cevabın da sizin kendi ara toplamınıza bir katkısı olacağını düşünüyorum.

Ara Toplam'ı emsal nehir söyleşi kitaplarından ayıran temel unsur, kitapta rolü soru sormakla sınırlı bir kişi ile cevap vermek için orada bulunan bir başka kişinin koordineli monoloğunun olmaması. Günümüz Türk edebiyatının dikkat çeken yazarlarından Irmak Zileli ile Ahmet Mümtaz Taylan’ın gerçek bir diyaloğundan oluşuyor Ara Toplam. Hikâye anlatmanın farklı yordamlarının temsilcileri diyebiliriz onlar için. Diyalog neymiş, nehir söyleşi nasıl yapılırmış gibi sorulara sağlam bir cevap veriyor Ara Toplam.

Ara Toplam okurunu kendi ara toplamını yapmaya davet eden bir kitap.

Sırf bu davetin hatırına bile okunabilir.

Suavi Kemal Yazgıç

6 Şubat 2024 Salı

Entelektüelin değeri ve vazgeçilmezliği

İnsan, kimi zaman da çok okumaktan yazamıyor. Bu defa bana öyle oldu en azından; üst üste okuduğum kitapların yoğunluğu altında ezilmekten yazmaya geçemedim. Yeterince sindirip düşünemediğim için yazma hissi oluşmadı. Buna rağmen zorlamalı ve yazmalıydım belki de ama içimdeki sese kulak vererek bekledim.

Yeterince demlenmeden yazmak yürümeden koşmak gibi; nefesinizin nereye kadar yeteceğini hiç bilemeyeceğiniz, dahası hedefe ulaşma ihtimalinizin genellikle çok düşük olduğu, aradığınız keyfi alamadığınız, zararlı bir yorgunluk olma ihtimali yüksek. Demlenmek için bir ömür bekleyip -Knut Hamsun gibi mesela- tek satır yazamayan yazarlar olduğunu bilmek yazamadığımız zamanlar için bir teselli midir, yoksa ıstırap kaynağı mı bu da ayrı bir soru olarak dursun.

Son bir iki aylık süreçte, geçen yoğun sükûnet döneminden sonra dönüp okuduklarıma baktım ve hangisinin en çok demlendiğini anlamaya çalıştım. İçlerinde, yazıya da başlığını veren, Malezyalı siyasetçi ve sosyolog Seyid Hüseyin Alatas’ın kitabı Entelektüeller ve Aptallar (Babil Kitap) öne çıktı. Belki de zaten üzerine sıkça kafa yorduğum bir konusu olduğu içindir, ya da yazdıkları onda daha fazla demlenmiş olduğundandır, bilemiyorum; su hazırdı demini çabuk aldı! Oysa, Cemil Meriç’ten Rimbaud’a uzanan çok geniş bir yelpazede epeyce okumuştum. Belli ki okuduğumuz kitapları sadece biz seçmiyoruz!

Seyid Hüseyin’in, benzer düşünür, alim ya da siyasetçilerden en önemli farkı Doğuyu da Batıyı da eşit derecede ve derinlikli bir biçimde biliyor olması. Bu durum, hem kendi toplumunu sert ve rahat eleştirmesine, kişisel bir hesaplaşmaya girişebilmesine hem de Batı’ya yönelik hamasi ve yüzeysel öfkelerle saldırmaksızın düşünsel bir hesaplaşma gücü gösterebilmesine imkan veriyor. Bunun tersi de oldukça geçerli bir şekilde, hem Batı’ya en sert eleştirileri ve hücumları getirebiliyor hem de kendi toplumunu ve bütün bir Şark’ı olabilecek en güçlü ve doğru yerden savunabiliyor.

Kendisini Türk okuruna çok kolay sevdirebilecek bir yazar dolayısıyla, hemen her dönem yakıcı şekilde ihtiyacını duyduğumuz ama her nedense en zor bulduğumuz türden kalemlerden. Okumaya başlar başlamaz, bu bizim de hikayemiz hissi ilk sayfadan itibaren sizi sardığı için bir süre sonra yabancı bir yazar okuduğunuz hissini kaybediyorsunuz. Temel meselesi de çok ama çok tanıdık: “Biz niye böyleyiz?”.

Kitabın benim açımdan önemi, bugünlerde Türkiye için de hiç olmadığı kadar değer kaybına uğradığı bir dönemde, gerçek anlamda entelektüelin değerini ve toplumlar açısından vazgeçilmezliğini güçlü şekilde hatırlatıyor olması. Aynı şekilde, entelektüelsiz bir toplumun kaba siyasetçiler elinde nasıl çocuksu ve aşırı duygulara savrularak gerçeklik kaybına uğrayacağını ve “aptallaşacağını” iyi anlatıyor.

Alatas’a göre, insan topluluğunun olduğu her yerde entelektüel de hep olmuştur çünkü bu bir gerekliliktir: “Entelektüellerin işlevi, düşünce alanında…liderlik sağlamaktır. Toplumun sorunlarını açıklayan ve çözüm bulmaya çalışanlar entelektüellerdir; fikir üretir ve bunları toplumun diğer üyelerine yayarlar. Bu faktör, büyücü-hekimlerin, şamanların veya rahiplerin entelektüellerin rolünü üstlendiği basit toplumlarda bile geçerlidir.” (s.32).

Entelektüellerin toplumla bağ kurabilmesi ve söz konusu işlevini yerine getirebilmesi için bir entelektüel kültürün -köklü bir geleneğin ya da- olması, entelektüeller arasında birbirini besleyen, eleştiren, karşı çıkan ya da destekleyen hakiki bir güçlü ilişkiye dayalı bir topluluk bilinci olmalıdır.

Entelektüel, fikri olarak toplumla yıldızı barışmasa da tek başına ya da yalnız değildir. Kendisi gibi düşünmese de birliktelik hissi duyduğu bir entelektüel grubun parçasıdır ve bu durum her görüşten insanla kurulan bir düşünsel dayanışma ilişkisi olduğu için onu aynı zamanda toplumun uzağına düşmekten alıkoyar. Entelektüel, toplumuyla organik bir ilişki içindedir: “Gerçek bir entelektüel, çevresiyle organik bir ilişki içinde bağlamsal düşünür.” (s.106). Kara kaplı kitaplar, “evrensel doğrular”, değişmez tutumlar değil bağlamlardır önemli ve daha gerçek olan! Entelektüeller topluluğu “entelijansiya” demek de değildir.

Alatas’a göre entelijansiya, “Yüksek örgün ve modern eğitimden geçmiş olanları, uzmanları ve profesyonelleri” içine alır (s.33). Oysa entelektüel, uzman ya da profesyonel demek değildir. Entelektüel -Edward Said’den de bildiğimiz gibi- “uzmanlar tarafından ele alınmayan ve alınamayan sorunlar”la ilgilenir (s.34). “Entelektüel faaliyet alanı, herhangi bir disiplin tarafından belirlenen sınırları takip etmez.” (s.34).

Entelektüelin ayırdedici vasfı, neyi nasıl düşünürse düşünsün hep bir felsefi ruhla bunu yapmasıdır. Bu nedenle, herhangi bir ideolojiye kesin bir bağlılığı söz konusu değildir. Sorgulamaların kendisini nereye götüreceğini baştan bilmemektedir. Dogmalarla ve inanç temelli düşüncelerle başı derttedir ve bu bir inanca bağlı olmadığı için değil düşünceyle inancın birbirinden ayrı doğası nedeniyledir. Her alanda -ve hatta her insanda- entelektüel ilgiyi doğuran şey işte bu felsefi ruhtur (Ne yazık ki siyasetçilerden sonra az bulunan bir başka grup da din adamlarıdır ve Alatas tam da bu nedenle istisnai bir figür olarak Cemalettin Afgani’yi istisnai ve önemli bir isim olarak kaydeder.)

Böylesi bir felsefi ruhtan ve entelektüel ilgiden yoksun din adamları, siyasetçiler, bürokratlar, uzmanlar ve hatta yazarlar, amaçladıklarının tam aksine bir biçimde kitleleri yoldan çıkarırlar çünkü sorgulama bittiğinde aslında yol da biter ve kimse nereye gideceğini bilemediği için insanlar, sanılanın aksine birbirine güçlü şekilde tutunan sıkı gruplar değil başıboş yığınlar haline gelirler. O andan itibaren hep bir yol göstericiye sıkıca tutunma ihtiyacı yakıcı hale gelir ama felsefi ruh ve entelektüel ilgiye sahip olmayan “yol göstericiler”in kılavuzluğu hemen her zaman kendi hırslarından ve menfaat arzularından beslenir. Toplum, kendisinden ve benliğinden hiç olmadığı kadar uzaklaşır. Dönüp kendini aradığında tanınmayacak halde, küçük tanıdık parçalarla birleştirmeye çalıştığı bir siluetle karşılaşır.

Dolayısıyladır ki iyi işleyen bir entelektüeller grubu özellikle Batı düşüncesi karşısında gücünü yitirmiş toplumlar açısından hayati derecede önemlidir: “İşleyen bir entelektüel grubu olmayan toplumlar, belirli bir bilinç düzeyinden ve hayati sorunlara ilişkin kavrayıştan mahrumdur.” (s.34). Bu nedenledir ki bu tür toplumlar şu dört şeyden yoksun demektir: “(1) sorunların ortaya konması; (2) sorunların tanımlanması; (3) sorunların analizi; (4) sorunların çözümü.” (s.42).

Bu tür yerlerde en az sorulan ve sorulsa da hiçbir zaman gerçekliğe dayalı olarak cevaplandırılamayan soru, “neden” sorusudur. Bu soru diğer soru kalıpları içinde eritilerek soruluyormuş gibi yapılır ama kendi başına ayrı ve güçlü şekilde sorulmaz ya da cevaplanmaz. Oysa bir entelektüelin esas sorusu budur. İşin aslı, düşünenle düşünmeyeni, entelektüelle aptalı ayıran da bu sorudur. Aptallar asla neden sorusuyla ilgilenmezler. Daha çok “kim kiminle nerede ne zaman” soruları ilgilerini çeker!

Aptallık, doğuştan getirilen biyolojik, zihinsel bir eksiklik ya da gerilik demek değildir. O daha çok hayat karşısındaki çaresizliğin zamanla baş edilemez boyutlara ulaşmasıyla geliştirilen bir konfor halinden zevk almaya çalışmakla oluşan bir boş vermişlik halidir.

Aptallar, düşünme yetisinden değil düşünme iradesinden yoksundurlar ve düşünme faaliyetinin olası sonuçlarından tedirgin olmaktadırlar. Rahatlarının kaçmasından dehşete kapılırlar ama gelin görün ki aptallar için hayat, hep bir çaresizlik hali olmaya devam eder. Büyük otoriteler, büyük güçler, büyük insanlar vardır onların hayatında ve bunlara tutunarak hayatta kalma çabası aptalların en belirgin özellikleridir. Her şeyleri ithaldir. Her şeyin dışarıdan alınabilir olduğuna inanarak kendi varlıklarını inkar etmek bir noktadan sonra artık zorunluluktur. Yakıcı bir güce düşkünlükle zayıflık aynı anda yaşandığından içsel çelişkilerin üstesinden gelmek için en etkili yol daha fazla aptalca davranmaktır. Bu insanlar, kendi başlarına kaldıklarında derin bir korku duygusu onları herkesten çok sosyal ve herkesten çok “koşturan” haline getirebilir!

Alatas’ın moderniteyi bütün toplumlar için ulaşılması gereken zorunlu bir amaç gibi sorgusuz sualsiz kabulüne ve başka birçok görüşüne pek çok itirazım olsa da entelektüellerin toplumlar için yerini ve değerini bizatihi kendi ülkesinden canlı örneklerle gösteriyor olması önemli. Tabii, bunca aptallığın ortasında böylesi kitapların olması da!

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca