16 Aralık 2023 Cumartesi

Beyaz Gemi'den görünen Gazze

“Merhaba beyaz gemi, ben geldim.”

Her okuma eyleminin gölgesi bir yere ya da şeye düşer. Bu düşüş, okurun dünyayı hangi pencereden seyrettiğiyle ilgilidir. Tıpkı ağzında bal tadı olan kişinin yediği her lokmada bal tadı alması gibi okurun zihninde neyin tadı varsa okuduğu her metinde o tadı bulur. Okuma eylemini yaratıcı kılan ve edebi metni sürekli bir yeniden oluşum içinde tutan da budur. Bir süre sonra edebi metin yazarın metni okura emanet ettiği yerin çok uzaklarına doğru uzanır. Her okur edebi metni yeni baştan yazmış olur böylece. Bir yazarın ve dolayısıyla bir edebi metnin büyüklüğü her okur için ayrı bir anlam fırsatı verebilmesindedir. Her okuyucuya aynı tadı vaat eden eserler kalıcı olamazlar. Cengiz Aytmatov, pek çok eseriyle her okur için farklı bir anlam coğrafyası sunabilen büyük bir yazar. Beyaz Gemi romanı da hacim olarak küçük sayılabilecek bir eser olmasına karşın içinde barındırdığı imge ve motiflerle anlam katmanını sürekli büyütebiliyor. Bu yazımızda Beyaz Gemi romanının kahramanı olan küçük çocuk ve romanda kullandığı malzemeler başta olmak üzere romanın diğer kahramanlarının nasıl bir temsiliyetlerinin olduğunu görmeye çalışacağız.

Öncelikle olayların yaşandığı mekân ve kahramanların mekânla kurdukları ilişkiye bakmamız gerekiyor. Küçük çocuk ve dedesi Momun; dağları, ormanları, Isık Gölü ve San-Taş Vadisi’ni kutsal birer varlık ve mekân olarak görürken Orozkul ve diğerleri mekâna karşı alabildiğine kayıtsız görünüyor. Doğulu ve Batılı zihinlerin belirgin düşünme farklılıkları vardır. Mekânı algılama biçimleri de bu farklılıklardan biridir. İnsanın yaşadığı coğrafyanın bir parçası olduğunu kabul eden Doğu insanı, küçük çocuk ve özellikle Momun karakterinde kendini buluyor. Bu iki karakter roman boyunca bütün tepkilerinde Doğu’yu temsil ederken Orozkul başta olmak üzere diğer karakterler Batı’ya özenen ve Doğu’yu küçümseyen bir tavır içinde bulunuyor. Roman kurgusunda ciddi bir yer almasalar da romanın anlamlandırılması için önemli olan iki kahramanımız daha var: küçük çocuğun annesi ve babası. Her ikisi de küçük çocuğu kendilerince farklı sebeplerle terk etmiş ve büyük şehirde kendilerine yeni hayatlar kurmuş. Küçük çocuğun anne ve babası sadece çocuklarını ve bozkırı terk etmiyor aslında. Bu iki karakter bize Orta Asya halklarının ortak bir gerçeğini de sunuyor: Göç. Küçük çocuk, roman boyunca bir gün babasına kavuşacağı günün hayalini kuruyor. Aslında içindeki bütün kırık dökük parçaların babasına kavuştuğunda tamamlanacağını düşünüyor, tıpkı gurbete giden babalarının yolunu çoğu zaman bir ömür bekleyen milyonlarca Asyalı gibi.

Üç aileden oluşan San-Taş Vadisi halkı, aralarındaki ilişkiler yumağıyla bütün bir Orta Asya halklarının ya da Doğu halklarının özeti gibi. Çaresiz, zavallı ve gerçeklerden ziyade hayallerle yaşamayı tercih eden insanlar. Zulümleri dahi kendi insanlarına. Sahipsiz, kimsesiz bir yığın. Küçük çocuğun intikamlarını alması için hayalinde Kulubek’ten yardım istemesi dahi bu sahipsizliğin bir ifadesi. Küçük çocuk, sürekli hayal kursa da hiçbir hayalinin sonunu getiremiyor; hayaller sadece gerçeklerden kaçmak için kullandığı bir araç gibi. Romandaki karakterlerin içinde en baskın olan Orozkul, toplumun ileri gelenlerini temsil etmesi bakımından önemli bir karakter. Romandaki çatışmaların ve gerginliğin merkezinde hep o var. Yaşadığı yeri ve etrafındaki insanları sevmemesi, her fırsatta eşine ve kayınpederine işkenceye varan şiddetler uygulaması ve bir şekilde büyük kente kapağı atma isteğiyle içki ve eğlenceye düşkünlüğü onun öne çıkan özellikleri.

Küçük çocuk, Doğu’nun bütün çocuklarını temsil ediyor. Roman kurgusu içinde kullandığı her aksesuarın da birer temsiliyeti var: Çanta, çocuğun geleceğe dair elle tutulur tek gerçekçi umudu ve Doğu’nun çocuklarının ancak eğitimle kurtulabileceklerini göstermesi açısından oldukça önemli. Boynuzlu Geyik Ana, çocuğun yaşadığı acılardan kaçmak ve kendini avutmak için kullandığı manevi bir kaçış kapısı ve Doğu insanının din ve maneviyat sayesinde yaşadığı acılara göğüs gerdiğini göstermesi açısından önemli. Dürbün, babasına dair elindeki tek iz olan beyaz gemiyi görebileceği tek aksesuar. Kaybettiklerimizi asla bulamayacağımızı ve onları çok uzaktan izlemeye mecbur olduğumuzu göstermesi açısından önemli bir motif. Beyaz Gemi ise küçük çocuğun hayatından çalınan büyük bir boşluğu simgeliyor, tıpkı Doğu’nun bütün çocuklarından çalınanlar gibi.

Nine karakteri de romanda önemli bir temsiliyete sahip. Momun roman boyunca ne zaman Orozkul’a karşı gelmeye niyetlense Nine bir şekilde onu engelliyor. Bu yönüyle Doğu halklarının emperyal güçlere karşı isyan etmelerini engelleyen psikososyal durumlarını temsil ediyor. Nihayetinde zulme rıza gösteren herkesin kendince bir bahanesi var. Nine de Momun’a her defasında başka bir bahane bularak onun başkaldırmasını engelliyor.

Seydahmet ve Momun, Orozkul’un bütün işlerini yapmalarına ve isteseler onu rahatlıkla alt edecek güçte olmalarına rağmen Orozkul’a karşı kendilerini çaresiz ve savunmasız hissediyorlar. Orozkul’un haksızlıklarına ve zulümlerine rağmen haklarını aramayı düşünmüyorlar. Bu durum da Doğu insanının güç ve iktidar karşısındaki çaresizliğini gözler önüne seriyor. Orozkul, her seferinde Momun’a karşı kızı Bekey’i kullanıyor. Bekey’in kendi kocasından sırf çocuğu olmadığı için uğradığı şiddetin sebebi olarak kendi babasını görmesi dahi güç ve iktidarın gerçeği manipüle etmelerini temsil ediyor.

Momun romanın sonunda pes ediyor. Kızının uğradığı zulüm ve torununun geleceğine dair duyduğu kaygının arasında her şeye ve herkese boyun eğebilen bir adam, kendini maneviyatla avutmasına rağmen en sonunda değerlerine de ihanet ediyor. Romanın son bölümünde Koketay ve Orozkul’un sırf zevk ve ziyafet için Boynuzlu Geyik Ana’yı öldürmeleri, Seydahmet ve Momun’un (istemeye istemeye de olsa) bu duruma alet olmaları halkın manevi değerlerinin zalim idareciler ve zenginler tarafından hiçe sayılmasının cahil halkın da bu duruma alet olmasının bir yansıması.

Romanda en fazla öne çıkan motif, Boynuzlu Geyik Ana motifi. Momun ve torunu küçük çocuk yaşadıkları bütün dertlerin Boynuzlu Geyik Ana sayesinde sona ereceği günü beklemektedir ama Orozkul hem Boynuzlu Geyik Ana’yı kesip yer hem de boynuzlarını Momun’un ayaklarının dibine atar hatta bütün bunları yaparken Momun onun kirli işlerini bizzat kendisi yapar. Gazze halkı, İsrail zulmüne karşı İslam aleminden bir yardım eli beklerken Müslüman devletlerinin liderleri İsrail’in zulmüne ses çıkarmazken Batı’yla iş birliğini sürdürüyor. Bütün İslam liderleri Boynuzlu Geyik Ana’yı çoktan bıçağın altına yatırmış durumda. Bütün bunlar yaşanırken küçük çocuk hayal dünyasında Orozkul’dan intikamını almak için Kulubek’in gelmesini bekler, tıpkı Gazzeli çocukların bütün umutlarını bağladıkları Ebu Ubeyde gibi.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

15 Aralık 2023 Cuma

Hâfız’ın eserleriyle kendini tanıyan Goethe

Alman Edebiyatı’nın en önemli şairlerinden biri kabul edilen Johann Wolfgang Von Goethe; binden fazla şiirin yanı sıra, Avrupa’nın en önemli romanlarından sayılabilecek üç esere ve iz bırakan tiyatro oyunlarına imza atmıştır. Goethe’nin şiirleri halen Avrupa’da en çok şarkısı bestelenen dizeler olmakla birlikte, kendi çocukluğunu ve seyahatlerini anlattığı otobiyografik anlatıları ve hatta biyoloji, botanik gibi dallarda yazdığı bilimsel makaleleri de halen beğeniyle okunmaktadır. Kaydı alınmış onlarca söyleşisi, yirmi bine yakın mektubu vardır. Bu üretkenliğiyle birçok edebiyatçıya, filozofa ve bilim insanına taş çıkartan Goethe, 1749 ve 1832 yılları arasında yaşamış ve seksen üç yıllık yaşamının altmış yılını Avrupa’nın en ünlü yazarı olarak geçirmiştir. Goethe’nin biyografisini kaleme alan Nicholas Boyle’un kendisi için “Onun hakkında daha çok şey öğrenmeliyiz, onu herhangi bir insandan daha fazla tanımaya ihtiyacımız var” demesi boşa değildir. Yirmili yaşlarında konuşulmaya başlayan Goethe, o gün bugündür Alman tarihinin en dahi adamlarından biri olarak kabul edilir. Çağdaşları onu bir şifacı ve kurtarıcı gibi görürken; eleştirmenler de modernizmi benimsemiş yazarlarda olmayıp da Goethe’de olanı fark etmişti: bilgelik ve öngörü. Onun insana dair her türlü yarayı ve zafiyeti okuyabildiğini iddia ediyorlardı.

Avrupa’nın önemli kültür ve edebiyat akımlarından biri olan Weimar Klasisizmi; Goethe’nin eserleri üzerinde yükseliyordu. Romantizm, Klasisizm ve Aydınlanma Devri’nin düşüncelerini alıp sentezleyen bu akım insanlık kavramını, antik kültür anlayışını, iyiliği, hümanizmi ve etik değerleri ön planına alırken Goethe hem Almanya’da hem de Avrupa’da bu akımın temsilcisi olarak kabul edilmişti. Aynı zamanda “Sturm und Dang” olarak adlandırılan “Fırtına ve Coşku” akımının da temel yapıtlarını vermiştir.

Frankfurt’ta burjuva bir ailenin oğlu olan Goethe’nin erken dönem edebiyatına baktığımızda, 1765’te aşk şiirlerinden derlediği Arnette isimli şiir kitabını ve ardından da Leipzig Şarkıları isimli on şiirlik derlemesiyle karşılaşırız. Erken döneminde gelen şiir aşkı Goethe’yi önce melankoliye ve ardından da Genç Werther’in Acıları (1774) eserini yazmaya götürmüştür. Werther’in Charlotte’a duyduğu umutsuz aşk sonucu intihara karar vermesi, okurların da kendilerini Werther’le özdeşleştirip intiharına sebebiyet verirken, Goethe’nin bir sonraki eserine dair de bir ışık yakacaktır. Werther’in umutsuzluğa kapılmasını sağlayan aşk değil, bencilliği ve öznelliğidir. Spinoza’nın, Rousseau’nun fikirlerinden de etkilenen Goethe varoluşçu düşünceyi zihninde iyice geliştirecek ve bu yol onu Faust’a kadar götürecektir. 1786 yılında yaptığı İtalya seyahati onun içindeki şiir aşkını alevlendirecek ve Roma Ağıtları isimli şiir kitabını ve ardından da Herman ve Dorothea isimli epik destanı yazacaktır.

Goethe’nin, 1800’ler sonrasında, ilerleyen dönem şiirlerine geldiğimizde ise yoğun bir Doğu şiiri etkisiyle karşılarız. Doğu yolculuğu ve oryantalizm merakı gençliğinde aldığı İbranice dersleriyle başlamış, ardından merak sardığı Fars şiiriyle devam etmiştir. Rumi’nin ve Hâfız’ın şiirlerini hayranlıkla hatmeden Goethe, eserlerinde Doğu imgelerine ve tasavvufi düşüncelere yer vermeyi de ihmal etmez. “Hâfız” olarak tanınan İran şiirinin ünlü ismi Şemsü’d Din Muhammed Şirazi’nin “Divân” eserini keşfettikten sonra ona hayran olan ve uzun süre üzerine çalışan Goethe bu sayede Doğu felsefesine de yaklaşabilmişti. Hâfız’ın Divan’ın dan feyz alarak dev eseri Doğu-Batı Divanı'nı kaleme almıştı. Eserin ilk şiirinde Hâfız ve Goethe konuşması yer almaktadır. Bu vesileyle aralarında bir dostluk kurulmuştur. İkinci şiiri Şikayet’te ve üçüncü şiir Fetva’da, Hâfız’ın mistisizmi tüm dizelere yayılmış, onun sadece dünyanın güzelliklerine terennüm eden bir şair değil aynı zamanda öbür dünyaya hazırlanan ve iç özgürlüğünü kazanmış bir şair olduğunu göstermektedir. Ve şiirler akar gider. Yusuf ile Züleyha’dan, cennetten, Allah’ın isimlerinden, kadından, şaraptan ve daha bir çok konudan bahseder. Kitap toplam on iki bölüm ve iki yüz elli şiirden oluşur. Çoğu yerde kendisini Hâfız’a benzeten Goethe, “İsterse bütün dünya batsın! Hâfız, seninle ancak çıkmak isterim yarışa ben” ve “ikizin olmak isterim senin” diyerek kendini onunla ne kadar özdeşleştirdiğini anlatır. Hâfız-nâme’nin son şiiri ise direkt Hâfız'a ithaf edilmiştir, “An Hafıs” isimli şiir on dört dizeden oluşur. “Galiba sana benziyorum Hâfız” diyerek onunla konuştuğu dizelerde “inancın bu haliyle huzur buldum ben” diyerek kendi Hıristiyanlığını, Hâfız’ın Müslümanlığıyla özdeşleştirir. Yıllarca Batılı yazarların Doğu’yu anlamadığını ve Doğuluları sadece “egzotik” ve “mistik” olarak tanımladıklarını göz önünde bulundurursak Goethe’nin bu şiirleri sayesinde Doğu ve Batı arasında da bir köprü görevini gördüğü aşikârdır. Goethe, “İnsan, kendini yalnız insanda tanır” derken dört yüz yıl arayla dünyaya gelmiş olmalarına rağmen, Hâfız'ın eserleri üzerinden kendini tanımış olması da buna dahildir.

Kısacası Goethe, ona şaheserler yazdıracak kudreti Hâfız’da bulmuş ve onun ilmini, irfanını, hayat görüşünü ve Allah inancını benimsemiştir. Bu da onun yeni bir Divân daha yaratmasına yardımcı olmuştur.

Ölümünden kısa bir süre önce tamamlayabildiği Faust ise Goethe’nin hayatının ve düşüncelerinin bir özeti niteliğindedir. Faust, aslında Alman efsanesinin bir karakteridir. Şeytanla anlaşma yapmaya sürüklenen bu karakter Goethe’nin eserinde de benzer şekilde karşımıza çıkar. 

Ortaçağ döneminde Leipzig’de geçen hikâyede Heinrich Faust, ikilemde kalmış ve hayatı yeterince yaşayamadığına kanaat getirmiştir, kendini bu ruh durumundan kurtarmayı başarırsa ruhunu şeytana satacağına söz verir ve bir anlaşma yaparlar. Faust bu yolculuk süresince aklı ve bilgisiyle şeytana direnir. Hayatındaki tüm başarılarını bu eserinde toplayarak iyice devleşen ve okuruna son selamını veren Goethe, 1832 yılında hayata veda eder.

Goethe’nin ölümünden önce söylediği son sözleri ise “ışık, daha fazla ışık” tır. Aslında görme sıkıntısı yüzünden yardımcısından panjuru açmasını istemektedir fakat hayatı boyunca ışığı kovalamış olan bir ozana, alegorik olarak da epeyce anlam taşıyan böylesi bir veda pek yakışır.

İrem Uzunhasanoğlu
twitter.com/irem_uz

14 Aralık 2023 Perşembe

Psikolojik sağlamlık hangi yollarla kazanılır?

"İnsanoğlu daima bir meseleler çıkınıdır. Yaşamak her an kendimize sorduğumuz bir yığın suale cevap vermekten başka ne olabilir? Biz sormasak bile onlar kendiliklerinden bize gelirler."
- Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi

Her devirde insanların psikolojiyle ilgilenmelerini gerektiren şeyler oluyor. Siyasi ve sosyal pek çok neden, insanların akıl ve ruh sağlığını yine insanların esnekliğine göre etkiliyor. Son yıllarda bilhassa sağlık alanında tüm dünya bir imtihan veriyor. Diğer yandan da ekonomik sıkıntılar -sıkıntı kelimesinin karşılamayacağı kadar vahim derecede- olumsuz sonuçlara götürebiliyor insan ilişkilerini, ülkelerarası ilişkileri. Eskiden birkaç arkadaş bir masa etrafında toplandığımızda, havadan sudan yahut ilgilendiğimiz alanlardan konuşur, mizahı da yanımıza katarak hoş bir günün ardından deşarj olmuş vaziyette eve dönerdik. Şimdi toplanılan tüm masalarda aşağı yukarı şu meseleler konuşuluyor: sağlık sorunları, geçim derdi, ilişki problemleri, çocuk yetiştirmedeki zorluklar, ülke meseleleri.

Psikolojik esneklik/dayanıklılık (resilience) daha da önem kazanıyor tüm bu durumların sonucunda. Çünkü ne kadar farkındayız orası meçhul ama yaşanan her şeyin içine -sosyal medya sağ olsun- sorgusuz sualsiz dalıyoruz. Ülkelerin aralarındaki gerilimlere klavye vasıtasıyla çözüm arıyoruz. Kendimizle ve ilişkilerimizle olan problemleri, yine google, twitter, instagram gibi mecralardan halletmeye çalışıyoruz. Bir nebze entelektüel gelişim göstermiş kimseler, bunların günü geçiren eylemler olduğunu gayet iyi biliyor. Akabinde gelsin kişisel gelişim kitapları, terapi odaları, antidepresanlar. Bu arada bunlar, iyi neticeler. Zira ancak aklı başında insanlar kendilerini tedavi etmek, onarabilmek için terapiye gidiyorlar, ilaç kullanıyorlar ya da kitapla iyileşme (bibliyoterapi) yolunu benimsiyorlar. Aklı başında olmayanlar 'deli doktoru'na niye gitsinler hem? Ayrıca ilaçların büyük yan etkileri var. Kitap desen hem pahalı, hem faydasız. Evet, iyileşmeye dair yapılacak ilk büyük iş, o ilk adımı atabilmek. Bunu da sahiden aklı başında olanlar daha bilinçli, şuurlu bir şekilde gerçekleştiriyorlar.

Gelişimsel psikoloji profesörü ve klinik psikolog Ayşe Bilge Selçuk, hem dünya hem de Türkiye gündemindeki meseleleri ön planda tutarak -yani insanların temel gereksinimlerini unutmadan- oldukça gerçekçi bir çalışma koydu ortaya: Psikolojik Sağlamlık. Psikolojiyle daha önce ilgilenmemiş bir kimsenin bile rahatlıkla okuyabileceği, Kronik Kitap tarafından yayınlanan bu çalışma, okuru Tanpınar'ın şahane romanı Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nden bir cümleyle karşılıyor. Hem edebiyat hem de psikoloji severler için can alıcı bir seçim. Bu seçimle birlikte Ayşe Bilge Selçuk'un hayatın içinden hikayeleri de bize aktaracağını seziyoruz aslında. Zaten kitap boyunca da psikoloji biliminin gerçekleriyle hayatın gerçekleri mümkün olduğunda iç içe geçiyor. Böylece okur, kendine dair aradığı çözümler için kritik patikalar keşfedebiliyor.

Psikolojik Sağlamlık'ın yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi neden bu kadar önem kazandığını Ayşe Bilge Selçuk şu gelişmeler üzerinden yorumluyor en önce: covid-19 salgını, küresel ısınma ve göç, uzayan insan ömrü, dijitalleşen dünya. Burada okur şunu sorabilir: Psikolojik sağlamlık sadece olumsuz durumlarda mı gerekli? Cevabı kitap bize hemen sunuyor: "Başa gelmesini istemeyeceğimiz negatif olayların bizi zorlama ve psikolojik sağlığımızı riske atma potansiyeli tabii ki yüksek. Ama hayatın içerisinde bizi zorlayanlar sadece negatif olaylar olmadığı gibi, psikolojik sağlamlık da salt bizi zorlayan olaylarla baş etmemizi sağlayan bir özellik değil... Psikolojik sağlamlık, olumlu veya olumsuz, kişinin iyi hissetme hâli için risk oluşturan durumların her biri için gerekli."

Peki psikolojik sağlamlığı nasıl tanımlayabiliriz? Bunu psikolojinin kavramlarıyla açıklamaya çalışmaktansa, hepimizin zaman zaman yaşadığı günler üzerinden yorumlamış Ayşe Hanım: "Yataktan kalkamayacak kadar üzgün ve enerjisiz hisseden birinin kendinde güç bulup sadece yataktan çıkması bile psikolojik sağlamlıktır. Ertesi gün kahvaltı yapması, ertesi hafta neşelenmek için kendine iyi gelecek şeyleri düşünmeye başlaması da psikolojik sağlamlıktır. Çok büyük hedefler değil, o an yapamadığın bir sonraki şeyi yapabilecek gücü bulmaktır psikolojik sağlamlık."

Kitabın ilk sayfalarında psikolojik sağlamlığın insanda nasıl gelişim gösterdiği, diğer yandan da nasıl örselendiği inceleniyor. Bilişsel esneklik, yaşama açıklık, çevrenin gelişimdeki rolü, öz-düzenleme, duygu düzenleme gibi olumlu faaliyetlerin yanı sıra öğrenilmiş çaresizlik, değişime direnç ve kayıplar gibi son derece hassas olumsuz durumlar da söz konusu. Bunların hemen sonrasında kitabın en keyifli bölümü olan psikolojik sağlamlığı besleme konusu karşılıyor okuru. İnsanı zor zamanlarda en mutlu eden, hayat enerjisini yeniden aktif hale getiren şeylerden biri yararlanabileceği kaynakları bilmesidir. İşte burada Ayşe Bilge Selçuk, psikolojik sağlamlık için nelerden beslenilebileceğini yorumluyor. Sanat ve yaratıcılık, oyun, hayal, mizah, din, şükür, egzersiz, nefes çalışmaları, farkındalık ve meditasyon uygulamaları, zihin geliştirme faaliyetleri bunlardan bazıları. Özellikle Stoacı felsefenin de böylesi güncel bir çalışmada yer bulması, bu felsefeyle ilgilenenler için heyecan verici.

"Her gün yaptığımız tercihlerimiz, kişilik özelliklerimiz, yakın arkadaşlarımız, hobilerimiz, en sevdiğimiz yemekler, hatta aralarında en sabit olduğunu düşündüğümüz değerlerimiz dahi yeniden şekillenebilir. Profesör Dan Gilbert bu konudaki TED konuşmasında 'İnsanoğlu her bir zaman diliminde yapım aşamasındadır' der. İnsan her yaşam döneminde artık tamamlandığının yanılsamasını yaşar; 30'undayken 'Oldum, artık ben buyum' gibi hisseder. Sonra bir bakar; 40 yaşına geldiğinde, kendisiyle ilgili kalıcı olduğunu düşündüğü pek çok konuda tahmin edebileceğinin ötesinde, kayda değer değişim yaşamış."

Kitabın son bölümünde, günümüzde yaşanan olumsuz meselelerden belki de en çok etkilenen kesim olan çocuklara çözümler arıyor Ayşe Bilge Selçuk. Onların psikolojik sağlamlığını güçlendirmek konusunda neler yapılabileceğini anlatıyor. Bu bölümü bilhassa ebeveynlerin ve öğretmenlerin dikkatle okuması gerekiyor. Hayat yolunda kazandığımız her bir deneyim, eğer iyi kullanabilsek gelişme yolunda bizi destekliyor. İnsan düşe kalka ilerlediği hayat yolunda şunu asla unutmamalı: "Geçmişteki yaşantılarımızın etkisi zamanla nasıl hafiflediyse, şuan yaşadıklarımız da ileride böyle olacak."

Doğal afetlerin, savaşların, sağlık sorunlarının kelimelerle ifade edilemeyecek olumsuz etkilerinin giderek arttığı günümüz dünyasında, elimizin altında olması gereken kitaplardan biri Psikolojik Sağlamlık.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

13 Aralık 2023 Çarşamba

Hitler ve Stalin üzerinden Haziran 1941

Her savaşın başlangıcı karanlık bir odanın kapısını açmak gibidir. Karanlıkta nelerin saklı olduğunu hiçbir zaman kimse bilemez.

Hitler, Rusya ile savaş halindeyken kurmuştu bu cümleyi. Çünkü Almanya da Britanya da Japonya da hatta Rusya da savaşın galibinin Hitler ve Almanya olacağını düşünüyordu. Fakat tarih, düşünülenin aksini ispatlamaktan hiçbir zaman vazgeçmez. Mesela o vakitte Japonya’nın aldığı bir yanlış kararla imparatorluğunun çökeceğini kimse bilmiyor, tahmin etmiyordu. Savaşlar sadece savaşan devletlerin uluslarının değil, dünyada yaşayan tüm ulusların hayatını ve kaderini doğrudan etkiler. İşin trajik yanı ise dünyanın bütün uluslarının kaderini etkileyenin devletten ziyade aslında tek bir lider olduğu gerçeğidir.

John Lukacs, Haziran 1941’de İkinci Dünya Savaşı’nı, etkilerini, başlangıcını, diğer devletlerin hamlelerini liderler üzerinden yorumluyor. Lukacs, Hitler ile Stalin’i eserinin en temel noktası olarak belirliyor. Onların savaşta yaptığı adımlar, kurduğu planlar değil sadece merceğe alınan; iki liderin kişilikleri, zaafları, hırsları, egoları, zihni ve duygusal yapıları da önümüze seriliyor.

Liderlerin misyonu geleceği dizayn etmektir. Dizayn ederken lideri oldukları ulusa yeni bir kader çizerler. İroni buradadır: Lider, geleceği dizayn ederken kendi geçmişinden kurtulamaz. Hal böyle olunca da ulus, liderinin geçmişinin çizikler attığı bir kader planında bulur kendini. Tarih bu nedenle trajedilerle ve kaybedişlerle doludur. Örneğin, Hitler’in başına gelmiş en kötü şey intihar etmesi değildir, Alman halkını uğrattığı yıkımdır.

Tarih bilimi gerçeğin peşinde koşarken tuhaf bir şekilde gerçeğin çarpıtılmış halini de üreterek var olur. Tarihçi çarpıtmaları temizlemek, ayıklamak ve saf gerçeği ortaya çıkarmak için kolları sıvar ve kendi tarih yazımını var eder. Ancak o da belli çarpıtmalardan kurtulamaz. Ve tarih okyanusuna katkıda bulunduğu damlalar hem gerçeklerdir hem de gerçeğin çarpıtılmış versiyonlarıdır. Bu nedenle liderlerin kişilikleri önemlidir. Rakamlar aldatıcıdır, onlar harf gibi bir görünüme sahiptir fakat hakikat ancak harflerin bir araya gelmesiyle dile getirilebilir (ki o da her zaman yetersiz kalmaya mahkûmdur), rakamlar görüntüyü kalabalıklaştırır, ayrıntılarla kelimeleri boğar ve tarih kuru bir ansiklopedi maddesine dönüşmekten kurtulamaz.

Lukacs bize rakamları vermiyor, o tarihi yazarken harflere sığınıyor. Liderlerin, tarihi kişiliklerin karakterlerine iniyor, onların insan yönünü bize tanıtıyor. Böyle olunca biz insanı anlayarak tarihi ve dünyanın gidişatını çözümleyebiliyoruz.

Hitler ile Stalin bugünkü modern dünyanın oluşmasında en etkin şahıslardan ikisidir. Çünkü onlar dünyayı kasıp kavurmuş milliyetçilik ve komünizm adlı iki ideolojinin temsilcileriydi. Fakat ideolojileri, hamlelerinde sadık bir şekilde dayanakları mıydı? Yoksa kendi kişisel hırsları adımlarına yön vermede etkili olmuştu da o durumlarda ideolojileri bir sığınak mıydı? Bu ikisinden birini seçmek önemli mi?

Yine de tarihi iyi irdeleyen birisi ilahi iradenin devletlerin, liderlerin, ideolojilerin, büyük paralarla inşa edilmiş planların üstünde konumlandığını ve asıl patronun kim olduğunu gösterdiğini anlayacaktır. Tarih, belli bir zaman dilimi aşıldıktan sonra yeni gelmiş nesillere geçmişte gerçekleşmiş olayların onların yararına mı zararına mı olduğunu gösterir. Bu yüzden ders çıkarılacak en iyi öğretmendir. Lukacs gibi biz de yazıyı Portekiz atasözüyle bitirelim: “Tanrı eğri çizgilerle doğru yazar.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

7 Aralık 2023 Perşembe

Siyasetin ve suçun iç içe geçtiği bir polisiye

Genel kanının aksine, Türk Edebiyatı’nda roman, öykü, şiir gibi türlerde iyi ürünlerin yayımlandığına inanıyorum. Ancak o kadar çok yazan var ki, bir yazar/şair enflasyonu oluşmuş durumda. Böyleyken iyi ürünler ve hatta iyi yazarlar/şairler arada kaybolabiliyor. Üstelik bilinen, büyük yayınevlerinden eseri çıkan yazarlar dahi görülemeyebiliyor. Sanırım Selman Bayer’in son romanı Batın da bu görülmeyen romanlardan. Ekim ayında ve Profil Kitap etiketiyle yayımlanmış ama hakkında şimdiye kadar herhangi bir yazı göremedim. [İlk kitabına dair bir yazı ise şurada].

Batın’a ne diyebiliriz? Kısa yoldan gideceksek polisiye bir roman diyebiliriz. Türkiye’de yapılacak önemli bir uluslararası toplantı öncesinde toplantıya katılacak yabancı temsilcilerden birinin tercümanı öldürülür (bu noktaya daha sonra değineceğim) ve olaylar gelişir. Ülkenin geçmişi karanlık ama kitabın güncel zamanında hem iktidara yakın hem de çok zengin kişileri (yediler olarak adlandırıyor yazar) de kendini bu işin ve devlet içi hesaplaşmanın ortasında bulur. Cinayetler bitmeyecektir ve kitabın sonuna kadar devam edecektir. Kuş bakışı baktığımızda bunu söyleyebiliriz kitap için ama klasik polisiyenin aksine biraz suç hatta biraz da siyasi yönü ağır basan bir roman Batın. Hatta -bunu bir okur olarak söylüyorum- Selman Bayer’in kurgusundaki kişiler bile gerçek hayattan/siyasetten ve basından alınmış kişiler. Bazılarını tahmin etmek bile mümkün. Ama tabiî ki “bu romandaki tüm kişi ve kurumlar hayal ürünüdür(!)”.

Karakter açısından zengin bir kitap Batın. Tercüman cinayeti için soruşturma bir zamanların efsane komiseri Kemal İzdeş’e verilir. Yardımcısı ise komiser yardımcısı Feza Nemlioğlu’dur ve Kemal İzdeş’e fena halde âşıktır. “Yediler”in en önemlisi ise Nefsi Müdafaa Cemiyeti Strateji Enstitüsü Başkanı Raci’dir. Bir de olayların başlayıp bittiği ve kitabın merkezinde yer alan Eflatun Sahaf’ın sahibi Eflatun Bey vardır. Bize gösterilen birçok karakterin kare ası bunlar diyebiliriz. Yan roller açısından da oldukça zengin olan romanda Emniyet Müdürü İsmet Selami, Başkan’ın müsteşarı Salim Soyarı önemli rollerdedir. Eflatun Sahaf’ın çırağı, 13-14 yaşlarındaki Kamil Velet ise romana renk katan karakterlerdendir. Alper Canıgüz’ün Alper Kamu karakterinin yaşça büyüğü desek yanılmış olmayız sanırım. Tabiî bunlardan başka olayın içinde önemli rolü olan birçok karakter de mevcuttur. Bu tür kitaplar hakkında yazmak zordur çünkü bu yazıdan sonra okuyacaklara spoiler vermemek gerekir. Her ne kadar klasik bir polisiye roman diyemesek de işin içinde birden fazla cinayet olduğu için yine de detaya inmemek gerekir. O yüzden konuyu bu kadarla geçip yazarın bazı şeyleri nasıl anlattığına, kitabın olumlu/olumsuz yönlerine ve diline değinip yazıyı bitireceğim.

Bu tür kitaplarda klişedir: Kitabın ana karakteri olan komiser genelde etrafını pek umursamayan, yalnız yaşayan, problemli ama meslekte efsane ve genelde bu tür görevleri zorunluluktan kabul eden kişidir. Bu romanda da bu şekilde yazılmış komiser Kemal İzdeş. Yardımcısıyla aşka dönüşen iş arkadaşlığı da bu klişeye aslında destek verir. Ama okuru sıkmaz bu durum. Okur bunu baştan kabul ederse hoşuna bile gidebilir.

Kitabın türü siyasi polisiye olsa da yazarın üslûbu ve dili sıkça mizaha yaslanmış ve bu kitapta ustalıkla kullanılmış. Ciddi konulu bir roman için sırıtmamış bu dil. Ancak yazarın anlatımı okuru bazen yorabiliyor. Muratmenteşvari bir anlatımın ve kelime oyunlarının, benzetmelerin çokluğu bazen zorlayabiliyor okuru. Çünkü bu tür anlatımlarda aforizma cümleleri çok oluyor. Selman Bayer de aforizmalarını bolca yerleştirmiş romana. Ortalama yüzüncü sayfadan sonra ivme kazanan ve bu ivmenin sonuna kadar devam ettiği romanda yazar gözlem gücünü mükemmel kullanmış. Özellikle devletin çıkarları doğrultusunda hareket etmesi ve iç hesaplaşmaları konusunda:

…Çünkü Ankara ne pahasına olursa olsun bu cinayetin çözülmesini istemişti ama çıkan sonuç hakkındaki tasarrufu kendi uhdesine alacağını da şerh düşerek.

Lakin devlet de böyleydi işte. Tanrı gibi. Kendisine dair hiçbir yoruma ses etmez sabırla vaktini beklerdi.

Birkaç da olumsuz gördüğüm yerleri söylemek istiyorum. Cinayete kurban giden kişilerin öldürülüş şekilleri ve sonrasında cesetlerin bulunduğu hâl bazı karakter için detaylı anlatılmış ama bu ölüm şekillerinin hikâyeye pek katkısı olduğunu düşünmüyorum. Bu kısımlar daha yüzeysel anlatılabilirdi belki. Bir de kitabın ve olayların başlamasına sebep olan tercüman cinayetinin (ki arka kapakta bile anılır, asıl olay olması lazımdır) kitaba katkısını hiç yeterli görmedim. Sanki ana olaya pamuk ipliğiyle bağlıydı tercüman. Daha sağlam bir bağ varsa da en azından ben görmedim diyeyim. Fakat normal bir romana göre fazlaca olan karakterlerin hemen hemen hepsini başarılı bir şekilde oluşturmuş yazar. Kendi içinde tutarlı, somut ve kanlı canlı çıkıyor okur karşısına ve katman katman açılıyor bu karakterler. Bu durumu başarılı buldum. Sadece Kemal İzdeş’e kitabın bir yerinden sonra çizdiği “âşık adam” tavrı biraz çiğ kalmış. Ya da bu geçişi daha yumuşak yapmalıydı Bayer. Romantik adamlığa keskin geçiş Kemal İzdeş karakterine çok uygun değildi bence.

Kitabın sonu için de bir şey söylemek istiyorum spoiler veremeye çalışarak. Bu tür sonlar bu tür romanlarda çok kullanılmaz ama çok detay vermeden şöyle söyleyebilirim: Bazı karakterlerin havada kalması bence iyi olmuş. Sonuçta her şeyin net bir akıbeti olmak zorunda değil. Karakterler de dünyayla birlikte yaşamaya devam ediyorlardır belki de.

430 sayfalık hacimli bir eser Batın. Ama kendini genel olarak rahat okutuyor. Salt polisiyeden sıkılanlara da iyi gelecektir. Bu yıl içinde okuduğum başarılı romanlardan biriydi. Özellikle siyasetin ve devletin ne olduğu ve devlet içi hesaplaşmaları, kişilerin makam mevki uğruna neleri feda edebileceğini, çirkinlikleri vs. bir romanda görmek isteyenler beğenecektir. Okurların güncel siyasetle bol bol alaka kuracağına eminim.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

4 Aralık 2023 Pazartesi

Bir tevhid meselesi: Filistin

Kudüs, biz Müslümanların ilk kıblesi olması dolayısıyla bir tevhid merkezidir. Fahr-i Kainat Efendimizin Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya götürülmesi sebebiyle de miracın şahidi konumundadır. Diğer yandan, Yahudilikte ve Hıristiyanlıkta da kutsal sayılmış, asırlar boyunca pek çok inanıştan halkı bünyesinde himaye etmiştir. Osmanlı dönemi boyunca ilimden ticarete dek canlılığını korumuş, şehrin kaderinden olsa gerek pek çok mimari faaliyete ev sahipliği etmiştir. Memlükler ve Osmanlılar döneminde inşa edilen camiler, tekkeler, ribatlar, hankahlar, çarşılar; şehrin ekonomik ve sosyal hayatının can damarı olmuştur.

Kudüs’ün bilhassa Kanûnî Sultan Süleyman döneminde altın çağı yaşadığı söylenir. Sayısız inşanın yanı sıra vakıflar ve imarethaneler yoluyla da Kudüs oldukça renkli bir şehir hüviyeti kazanmıştır. Âkif Emre merhum bu hüviyeti şöyle yorumlar: “Modern zamanların siyasal projeleri işin içine girene kadar bütünlük oluşturan bir ahenkti Kudüs.

1917, Kudüs’ün tabiri caizse kaderinin değiştiği bir tarihtir. Balfour Deklarasyonu’yla birlikte İngiltere, Yahudilerin bu bölgede siyasi bir varlık kurmalarının gerekliliğine işaret etmiş, bunu sonuna kadar destekleyeceklerini de dile getirmişlerdir. Yaklaşık bir ay sonra bölgeye giren İngiliz askerleri, bundan sonra hiç dinmeyecek fırtınanın da habercisi olmuştur. Artık ne Filistin, Filistin gibi kalmış, ne de Kudüs, Kudüs gibi durmuştur. Tarihte gerçekleşmiş Haçlı Seferi’yle bir müddet kesintiye uğrayan Müslüman hakimiyeti, 1917 itibariyle yerini derin bir kaosa, karmaşaya ve giderek katliamlara bırakmıştır. 1917-1920 yılları arasında İngiliz askerî yönetiminin her şeyi baştan aşağı değiştirmeye çalıştığı yıllardır. Bu tarihlerde gerçekleşen büyük Yahudi göçleri, daha sonra gerçekleşecek hadiselerin de bir habercisi gibidir. Özellikle 1920’den 1936’ya kadar Kudüs’te huzura dair hiçbir şey kalmamış, sık sık silahlı eylemler yapılmıştır. 1948’deki Arap-İsrail savaşında Kudüs şehri doğu ve batı olarak ikiye bölünmüş, şehrin maddi ve manevi mirası talan edilmiştir. Bu tarihte şehirdeki Arap nüfusu 60.000 olmasına karşın Yahudi nüfusu 100.000’dir. 1967’de Yahudi nüfusu 200.000’e ulaşmıştır. Zira Arap-İsrail savaşında şehri bütünüyle işgal eden Yahudilerin en büyük ve bitmeyen planı, şehrin her köşesini Yahudileştirmektir. Bundan elbette sosyal ve ticari yaşam da nasibini alacak, Müslümanlar darbe üstüne darbe yiyecektir. Tüm bunlar yaşanırken Birleşmiş Milletler’in kınamaları, karşı çıkmaları, dünyanın çeşitli ülkelerinin sönük çıkışları da tarihin utanç sayfalarında yerini almıştır. Tıpkı vaktiyle Bosna’da gerçekleşenler gibi.

Bugün haritaya bakıldığında Filistin diye bir memleketin varlığının yalnızca kâğıt üzerinde olduğu net biçimde görülür. Zira İsrail, 1960’ların sonundan itibaren işlettiği korkunç politikalarla şehirde -burayı yüksek sesle ve her zaman dile getirmeliyiz- bir soykırım gerçekleştirmiştir. Şehirdeki tarihi yapıların yıkılması, Arapların gayrimenkullerine Yahudilerin el koyması, kadın-çocuk-ihtiyar demeden Filistinlilerin katledilmesi, nihayet şehirdeki Arap nüfusunu olabildiğince azaltmıştır. Ne acı ki Filistin’de yaşanan kayıpların yanında Yahudiler ve İngilizler tarafından hep öne sürülen Arap göçleri, devede kulaktır. Gelelim günümüze…

Artık karşımızda insanlık düşmanı, haysiyet yoksunu, şeytanı şaşırtacak kadar hain, katil oluşu herkes tarafından kabul görmüş bir İsrail gerçeği var. Bu gerçek öyle bir kerede ortaya çıkmış da değil. Adım adım, planlanmış bir şekilde oldu her şey. Başta biz Türkler olmak üzere zaman zaman gerçekleştirilen protestolar elbette önemliydi. Ama fiziki bir “işte buradayız!” duruşu olmadığı sürece, Yahudilerin işgalinin giderek artacağı da başka bir gerçekti. Bugün artık ‘ama’ların gölgesi altındayız. Ama dünya sistemi, ama politik manevralar, ama ekonomik kaygılar, ama hayatın gerçekleri. Oysa ama’dan sonrasının bir önemi kalmıyor. İki elimizi açıp Allah’tan af ve merhamet dilemekten başka ne yazık ki elimizden bir şey gelmiyor. Katili kınamakla bir yere varamayacağımızı, katilin ancak ve ancak cezalandırılarak bir yere varılacağını hepimiz biliyoruz. Ama uluslararası mahkemelerin “biraz ilginç” çalıştığını da sürekli görüyoruz. Artık şaşırmadığımız bir tuhaflık da şu: Değişik yaratık türleri var. Bunlardan en korkunç olanı, Müslümanların başına asla bir felaket gelmediğine inanan ve toplumu da buna inandırmaya çabalayan tür. Her şey Müslümanların başının altından çıkıyor onlara göre. Balkanlarda, Anadolu'da, Ortadoğu'da... Ve bunların mesleği de gazetecilik. Oysa düşünce sistemleri de davranışları da yalnızca rezillik. Başkası adına utanmak nedir, gün geçtikçe daha çok yaşıyoruz.

Takkeyi önümüze koyalım. Allah süt verir, sütlacı siz yaparsınız. Allah size sütlaç vermez yani. İster ki yarattığı kul aklını kullansın, çalışsın ve netice alsın. Sonra da tüm bunları yapabildiği için şükretsin. Biz şu anda gökten sütlaç bekliyoruz. Henüz aklımızı kullanma aşamasına geçemedik. Maalesef. Şu dakikadan sonra yapılması gerekenler o kadar ağır ve zor ki, tevhidle aramıza giren mesafenin cezasını çekiyoruz. Müslümanlar olarak ehl-i tevhid olamadık, ehl-i tevhidden ders almaya talip olmadık, bize bırakılmış en kıymetli mirasın tevhid bilinci olduğunu kavrayamadık. Haliyle birbirimizden de uzaklaştık. Hem de bir daha asla eskisi gibi yakın olamayacağımız kadar. "Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar” diye yazmıştı şair. Ruhumuzdaki ağırlığı bir dize ancak bu kadar kuvvetli taşıyabilir tüm zamanlara.

Hangi filmdendi hatırlamıyorum ama gerçekliği gün geçtikçe daha da ortaya çıkıyoran bir replik var: İnsanların acılarını anlayamazsın. Sadece öldüklerini anlayabilirsin. Kim bunun tersini söyleyebilir? Kim bu hakikati inkâr edebilir? İşte tevhidin önemi de burada aslında. Müslümanları birbiriyle bütün eden, hepsini aynı cephede, safta, kubbede buluşturan tevhid, bir başkasını anlayabilmenin, bir başkasıyla dost ve yâr olabilmenin gereğiydi. Şurasını haykırarak söylemek gerekir: Tevhid bayrağı yeniden dirilmedikçe, bir Filistin’den söz etmek mümkün olmayacak. Filistin’in dirilişi için tevhidin dirilişi de gerekli. Dolayısıyla Filistin’in siyasi, politik, ekonomik, dini bir boyutundan söz edeceksek, bunları kendimize dert edineceksek, önceliğimiz daima ve daima tevhid olmalı. Kabuktan öze geçmenin yegâne planı tevhid. Eğer ortak bir meselemiz varsa, bu meselemiz Filistin ve Kudüs ise, yani derdimiz sahiden de “ortak olmak” ise hani tevhid nerede?

İslâm Deklarasyonu kitabında Aliya İzzetbegoviç, çok önemli bir hatırlatmada bulunmuştu. Kudüs, sadece Filistin’in ve Arapların bir meselesi değil, yeryüzündeki bütün Müslümanların bir meselesidir demişti. Bu meseledeki tevhid boyutunu, tevhide olan ihtiyacımızı ise şöyle belirtmişti: İsrail, Filistin’de ve Kudüs’te yaptığı tüm eylemlerle aslında dünya Müslümanlarını tahrik etmektedir. Orada yapılan tüm hücumlar ve planlar, Müslümanlara yönelik birer hücum ve plandır.

Peki kopma nerede gerçekleşti? Onu da İz’ler kitabında merhum Âkif Emre, bir Filistinlinin ağzından şöyle aktarmıştı: “Çok acı çektik. Türkler buradan gittiğinden beri Filistin huzur görmedi. Aslında bizim çektiklerimiz Şerif Hüseyin'in halifeye isyanının bedelinden başka bir şey değildir… Türkler tekrar buralara gelmeden bizim ağız tadını bulmamız zor.

Yazımı, Âkif Emre’nin başka bir kıymetli kitabı olan Çizgisiz Defter’den bir alıntıyla bitirmek istiyorum: “Kudüs, Müslüman bilincin sürekli diri tutması gereken bir emanettir. Hatta yeryüzünde varlık iddiasını sürdürmesinin göstergesi... Kudüs'ün tutsaklığı aslında İslam dünyasının bedenen ve zihnen rehin alınışını hatırlatmalı. Bu acı gerçek kavranmadan yeni Selahaddinlerin çıkışını beklemenin de Selahaddin tipinin çağımızdaki örneklerini yetiştirmenin de imkânı kalmayacak.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Derviş lokması irfan içindir

Tasavvuf, kişinin Hak yoluna talip olmasıdır. Hal böyle olunca tasavvuf dünyasında, yaşamın her anı bir mana kazandırılarak sistemleştirilmiştir. Tasavvuf yolcusu yani derviş, attığı her adımı onu Allah’a götürmesi maksadıyla atar. Zamanla bu çaba belli bir matematik içinde dizayn edilmiş, her tasavvuf yolu kendine özel bir usul belirlemiştir.

Usulden elbette yemekler de payını almıştır. Yediği her lokmanın helal olmasına dikkat eden derviş, helal lokmayı yerken de onu Allah’a götürecek bir aracı kılmak istemiştir. “Tasavvuf düşüncesinde yemek kültürüne ‘Sofra, eğitim kürsüsü, muhabbet sofrası ve irfan pazarıdır’ denilerek insanın eğitilmesi ve sosyalleşmesi boyutunda önemli bir misyon yüklenmiştir.

Bilindiği üzere her tasavvuf yolunun kendine has meşrebi ve usulü vardır. Hepsi temel anlamda Muhammedi şeriat üzerine kuruludur fakat yolu yürüme metodu farklılıklar gösterebilir. Yol, aynı yoldur. Farklı olan yöntemdir. Bu farklılık kendisini yemek konusunda da göstermiştir. Bazı tasavvufi kollarda riyazet amaçlı olarak yemekten uzak durulmuş veya mutlaka az yenilmesi gerektiği öğütlenmiştir. Örneğin, “İmam Gazzali’ye göre açlık, İslam’ın haram ve helal hükümlerine uymak kadar önemlidir. Zira tokluk insanı güçlendirmediği gibi, ibadetten de alıkoyar.

Tasavvufta yemek, Allah’ın cemal sıfatının bir tezahürüdür. Derviş yediği her yemekte hem Allah’ın cemalini müşahede ve tefekkür eder hem de cemaline ve rahmetine müştak olduğu için hamdeder. Burada da az önceki örnekten farklı bir örnek olması amacıyla Hasan eş-Şazeli’yi verebiliriz. Bir müridi kendisine gelip “Efendim ben soğuk su içmeyi çok seviyorum. Fakat nefsimi terbiye etmek gayesiyle ondan mahrum edip suyu ılık içmeyi tercih ediyorum. Ne dersiniz?” diye sorduğunda, Hasan eş-Şazeli “Evladım suyu ılık içersen sadece dilinle şükredersin. Suyu soğuk iç ki bütün vücudunla şükredesin” demiştir. Bu düşünce aynı zamanda Hasan eş-Şazeli’nin “Sen Allah ile ol da nasıl olursan ol” düşüncesinin bir tezahürüdür.

Dolayısıyla yemek bahsi dervişlerin, mutasavvıfların şiirlerine de konu olmuştur. Onlar şiirlerinde yemekten bahsederken yemeği bir sembol olarak kullanmış, aynı zamanda da yemeğin onlar için irfana götüren bir araç olduğunu göstermişlerdir. Yemek konulu şiirlere “sımâtiye” denmiştir. Örnek vermek gerekirse Mevlana’nın oğlu olan Sultan Veled şöyle bir dörtlük yazmıştır:

“Karnum açdur, karnum açdur, karnum aç;
Rahmet etgil Tanrı bana bir kapu aç.
Uçmak aşından dilerim bir çanak;
Nur hamirinden iki üç bozlamaç.”

Burada kastedilen açlık hem zahiri açlık hem de manevi açlıktır. Arzu edilen zahiri açlığın yanında manevi olarak da rızıklanmaktır. Nitekim Kuran’ı Kerim’de sofra olarak geçen aynı zamanda bir surenin de doğrudan adı olan maide kelimesi, manevi rızkı temsil etmektedir.

Derviş nefsini tanırken ve onu ıslah ederken uyacağı mutlak ölçü, edep çizgisidir. Derviş manevi yolculuğunu ancak edep ile aşabilir. Dolayısıyla batıni edebiyle zahiri edebini cem edebilmelidir. O nedenle tekkelerde yemek yemenin de ayrı bir adabı olmuştur.

Yemekten önce insanın elini ve ağzını yıkayıp temizlemesi, acıkmadan sofraya oturmaması, henüz iştahı varken yemekten çekilmesi, mideyi fesada uğratacak kadar çok yememesi, hadiste buyrulduğu üzere mideyi üçe ayırıp bir bölümünü yemeğe, diğer bölümünü suya ayırıp üçüncü bölümünü nefes almak üzere boş bırakması gerekmektedir. Yemeğe besmeleyle başlaması, hamd ve sena ile bitirmesi gerekir.

Tekkelerde sofra kurulurken kaşıkların dizilmesi dahi belli kurallar içinde gerçekleşmiştir. Örneğin, Bektaşi tekkelerinde kaşıklar iç kısmı yukarı bakacak şekilde dizilirken, Mevlevi tekkelerinde sapları sağa ve yüzleri aşağıya bakacak şekilde dizilmiştir. Kaşığın bu pozisyonuna “niyazda” veya “şükürde” denilmiştir.

Yine Bektaşi tekkelerinde sofra meydana gelmeden önce “terceman” denilen şu dua okunmuştur: “Evvel Allah diyelim, Kadim Allah diyelim, geldi Ali sofrası, destur ya Şah diyelim.” Eğer kurban lokması varsa o zaman da şöyle dua edilmiştir: “Allah Allah nimet-i Celîl, sofra-i Halîl, ma’nayı Merdan, düvazdeh-i İmam, vechen ruh-ı masum-i pâk kabul-i kurban keskin-i Zülfikar, ez dem-i pîrân, bercemâl-i Muhammed, kemâl-i Hüseyn, Ali bülend salavât eyvallah.

Derviş Lokması, Güldane Gündüzöz’ün zenginliğiyle göz dolduran, boşluk bırakılmamış derecede hassas hazırlanmış çalışması. Kendisine bizleri böylesine engin bir eserle buluşturduğu için müteşekkiriz. Gündüzöz eserinde tasavvufta yemek kültürünü tüm ayrıntılarıyla anlatırken, tekke mutfaklarının işlevini, işleyişini, kurallarını da aktarıyor. Pişen yemeklere örnekler veriyor, yemek tarifleri sunuyor. Yemeğin nasıl bir irfan kapısı olduğunu öğrenmek isteyen tüm taliplerin ziyadesiyle istifade edeceği bir eser.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_