7 Kasım 2023 Salı

Herkesin bir vazifesi var, onu bulup kuşanmalı

Mah-ı Muharrem’in 10. gününde, doğup büyüdüğüm ve hayatıma kattığı değerler vesilesiyle çok şeyler borçlu olduğumu düşündüğüm Kocamustafapaşa’dayım. XVI. yüzyılda Mimar Sinan’ın bu şehre ve semte emanet ettiği Ramazan Efendi Camii’nde hüzünle muhabbetin iç içe geçtiği bir cuma vakti. Etraf kalabalık, hava epeyce sıcak. Caminin dışında, sağ tarafta kalan bir ağacın önündeki safta hocayı dinliyorum. İstiyorum ki Mah-ı Muharrem’den bahsetsin, eskilerin bugünlerde neler yaptığını anlatsın, Şühedâ-yı Kerbelâ’yı hatırlatsın, Hasaneyn Efendilerimizi yâd etsin. Peki hoca nelerden bahsediyor? Erkeklerin ve kadınların nasıl giyinmesi gerektiğinden, çağların ardından her iki cinste görülen değişimden, bu değişimin hepimizi helak edeceğinden, kendimize çekidüzen vermemiz gerektiğinden, neye bakıp neye bakmayacağımızdan, cayır cayır yanmaktan nasıl kurtulacağımızdan, kabir azabından. Bunlardan bahsedilmesin mi? Ya hu bahsedilsin, bahsedilmesin demiyorum ama Mah-ı Muharrem’in 10. günündeyiz. Üstelik bugünün hassasiyetini bilen bir semtte, vaktiyle Halvetiyye-Ahmediyye yolunun Ramazâniyye kolunun kurucusu Mahfî Ramazan Efendi’nin tekkesine ev sahipliği yapmış bir camideyiz. Biraz gönüllere hitap edilse, biraz günün anlam ve öneminden bahsedilse ne kaybedilirdi? Hiçbir şey kaybedilmez, çok şey kazanılırdı. Ama hakikat treni, bir kere daha geçti istasyonu. Ne hazin.

Eve dönerken, Sâmiha Ayverdi’nin yeni bir kitabının neşredildiği aklıma gelmişti. Sen Onu Kaybettin adı verilen kitap, Ayverdi’nin 1975-1982 tarihli sohbetlerinin deşifresinden oluşuyor. İlk sayfalarından itibaren İstanbul’un merkezde olduğu fakat coğrafyamızın tüm köşelerine ulaşan bir sohbetler silsilesi kucaklıyor okuru. İnsan ilişkileri, mahalle hayatı, çocukların nasıl yetiştirildiği, mürşid-mürid ilişkisi ve yaşanan tasavvuf, öte yandan sanat, felsefe, psikoloji derken birçok alanda anılar, hatıralar, ibretlik vesikalar… Ne kadar doğru bir isim seçilmiş kitaba dedim okumaya başlar başlamaz. Kaybettiğimiz ne varsa, işte burada. Misal: Yukarıda anlattığım hadisenin 2023 yılında gerçekleştiğini bilelim ve Sâmiha Ayverdi’nin 4 Ocak 1975 tarihli sohbetinden şu hatırasını hemen nakledelim ki hem hiçbir şeyin değişmediği hem de nelerin kaybedildiği bir kere daha meydana seriliversin:

Merkez Efendi Hazretleri Câmii’nde Cuma vaazı veriliyordu. Hoparlörle sesi dışarı vermişler. Şunu dinleyeyim, dedim, ne var, ne söylüyor adamcağız. Dinledim. Aaa öldükten sonra kemikler birbiriyle nasıl vedalaşırmış. Adam nerede, biz nerede? Canım bırak, şimdi onlar nasıl vedâlaşırsa vedâlaşsın; sen bugün ne münâsebet kuruyorsun etrâfınla? Bir kere dünya münâsebetini hallet, insanlığını doğrult, kaç adım attın insan olmak için, nasıl bir cehd u gayret gösteriyorsun? Ondan sonra olsa da olur, olmasa da. Sen temiz ahlâkla, yüz akıyla git de nasıl vedâlaşırsa vedâlaşsın. Yâni bizim Diyânet kadromuzun maalesef büyük bir ağırlığı bu kadar mânâsız şeylerle meşgul oluyor. Mesela Kâzım Beyefendi’nin [1904-1993, eczâcı, mevlithan, Ken’an Rifâî Büyükaksoy’un oğlu] sesi çok güzel. Hangi câmiye gitse cemâat olarak müezzinler, imamlar, kayyumlar tanıyor kendisini. Hemen ricâ, minnet mihraba geçiriyor, imâmet ettiriyor. Teberrüken imamlığı veriyor. Gâlip Paşa Câmii’ne gitmiş geçen seneler. Şu Erenköyü’ndeki. Oradaki imam efendi: ‘Kâzım Bey, Kâzım Bey, senin arkanda namaz kılınmaz.’ demiş. O da derviş adam. ‘Pekiyi, eyvallah, neden kılınmıyor, söyleyebilir misin bana?’. ‘Ağzında altın diş var.’ demiş. Böyle. Sonra Vâlide Câmii’ne gitmiş. Gene âlây-ı vâlâ ile, mihrâba geçirmişler. Namazdan sonra birisi yakalamış: ‘İmam efendi’ demiş, ‘Senin arkanda namaz kılanların birinin namazı olmadı.’ Gene sormuş gayet yumuşak. ‘Neden?’ demiş. ‘E, çünkü başına giydiğin sarık çok büyüktü. Alnın secdeye vardığı zaman iyice yere temas etmemiştir de.’ demiş, onun için. Buradan söküp çıkarmak lâzım. Fikret Gündüz, ‘On bir senedir, imam hatip mekteplerinde edebiyat okutuyorum, illallah dedim katılıklarından,’ diyor. Onun için bizim bugün elimizde hiçbir imkân yok. Fakat ileride sizin elinizde imkân olabilir. Bizim, yabancılara değil, kendi kendimize yâni müslümanı müslüman edecek bir misyon teşkîlâtı kurmamız lâzım. Hristiyan misyonerler, hristiyan olmayan din sâhiplerini hristiyan etmeye uğraşıyorlar. Biz müslümanı müslüman etmek için bir misyon teşkîlâtı kurmalıyız. Ona göre bir din adamı yetiştirmeye mecburuz.

Ayverdi’nin sohbetlerine baktığımızda çok kritik, bugün belki de en çok ihtiyaç duyduğumuz şeyi öne taşıdığını görüyoruz. O, bir dert sahibi olarak bu derdini sohbet halkasında olan herkese aktarmak, onların da bu derdi taşımalarını sağlamak istiyor. İşte bu dert, toplumun her yanında görmek, beslenmek istediğimiz, münevver kimseler. Sadece din adamı olarak değil; öğretmen de münevver olsun, sporcu da münevver olsun, mimarı da mühendisi de münevver olsun. Böylece onların irtibat kuracağı her kimse mutlaka bu münevverlikten nasibini alacak, kendini geliştirme iştiyakını harekete geçirecek, olduğu gibi durmayacak, hem kendini hem çevrisini yetiştirecek.

Bu derdin önünde dün olduğu gibi bugün de ciddi bir bariyer var: birbirimizle olan bağımızın yıpranması ve giderek birbirimizden uzaklaşmamız. İki bekarı bir edip evlendiren mahalleli de yok mahalle de yok artık. Bundan bahsedilmesi bir ‘nostalji edebiyatı’ değil, tam aksine bir realiteyi dile getirmek aslında. Teknolojiyi hunharca kullanmanın, şehirlerdeki yığılmanın, konforla kafayı bozmanın bir neticesi olacaktı hepimiz için. İnsani değerler giderek zedelendi, dijital duygularla plastik ilişkiler bize yeni bir ‘neşe’ verdi. Yaşam neşesi diyemiyoruz buna, günü geçirme neşesi diyebiliyoruz belki. Ne hikmetse, sonu da hep hüsranla bitiyor. Çünkü gerçek ayan beyan ortada. Hepimizin bir başkasına ihtiyacı var. Yeni şeyler öğrenmek için, paylaşmak için, derdi hafifletip dermanı yayabilmek için. Allah’ın insana insandan tecelli ettiği gerçeği var burada. Bu tecelliyi derinden hissedip yaşayabilmek ve hatta yaşatabilmek için sevgiyle ünsiyetimizi kitaplardan, yani satırlardan sadırlara indirmek gerekiyor. Bu minvalde, sohbetlerin birinde manevî evlatlarından Ergun Balcı, “Efendim, sevgi öğretilebilir mi, tâlimle, eğitimle, maârifle, yoksa kendinde olan bir şey mi?” diye soruyor. Sâmiha Ayverdi ise şöyle cevap veriyor: “Aslında kendinde olan bir şeydir ama şu var: İstidatlar da inkişaf ettirilir oğlum. Meselâ, elinde bir pırlanta var. Çamura yâhut da kirli bir yere düşürmüşsün. Çeşmenin altına götürüyorsun, yıkıyorsun, pırlantalığı meydana çıkıyor. Ama çakıl taşını istediğin kadar yıka, hattâ suyun içinde yıllarca bırak, pırlanta olmaz, çakıl taşıdır. Onun için ezeli istidâdı da dürtüp, meydana çıkarmak, mühim, çok lâzım.

Sâmiha Ayverdi, romanlarında ve düzyazılarında yaptığı gibi insanın nefsiyle olan kavgasının devamlılığını da hatırlatıyor bu kitabında. Kendini bilme ilmine bir türlü merak duyamayan insanın, orayı burayı görmekle yahut dünya zevklerinden yeni zevkler devşirmekle hiçbir şey elde edemeyeceğini o eşsiz ve nazik üslubuyla dile getiriyor. Kimine ikaz, kimine öğüt, başkasına nasihat. Herkes kendi ihtiyacınca ve hayatına bir ahenk katma gayretiyle dikkat kesilirse sohbetlere, sohbetin canı nasıl ayaklandırdığını da görüp hissedecektir muhakkak. Kitaptan şu satırlarla yazıyı bitirmek isterim: “Aya gidiyorlar. Mükevvenat aydan mı ibâret? Artık iftihârından, gurürundan fezâya çıktık, aya gittik diye yere göğe sığmıyorlar. Mükevvenâtın azameti karşısında aya gitmek nedir? Hiç. Bir arpa boyu yol demek. Ne aylar var, güneşler var, ne kıyâmetler var! Bunu insan bilebilecek mi? Hayır bilemeyecek. Bilmesi de lâzım değil. Bizim evvelâ bilmemiz lâzım olan kendimiz. Kendi benliğimiz. Neresi tasfiye edilecek, neresi temizlenecek, neresi ayıklanacak. O gidenlerin yerine ne gibi iyilikler gelecek, getirilecek. Bilmemiz lâzım olan bu.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

6 Kasım 2023 Pazartesi

Birbirinin kimliğinde saklanan kadınlar

Bizlere yüzyıllar öncesinden seslenen yazarların eserlerini hayranlıkla okuyor, yapıtlarındaki farklı söylem biçimlerini, bazen “deneysel” diye nitelediğimiz anlatılarını kuramlarla açıklıyoruz. İçinde bulunduğumuz kendi yüzyılımıza gelince ise duraksıyoruz, bizden sonraki yüzyıla kimin kalacağının keşfi biraz meşakkatli zira edebiyatın nasıl tanımlandığı, hangi türlerin makbul olduğu gibi birçok bileşen var. Tıpkı pandemi günlerinde distopya türünün birden daha makbul olması gibi. Oysa iyi bir edebiyat metni ve usta bir kalem tüm bu güncel bariyerleri yıkabiliyor. Güney Afrika doğumlu, İngiliz yazar Deborah Levy de bu yüzyılın iyi kalemlerinden biri. Yazma hayatına tiyatro eserleriyle başlayan, oyunları defalarca Royal Shakespeare Company’de sergilenen Levy, yazarlık yaşamına kısa öykü ve romanlarıyla devam ediyor. Pek azı dilimize çevrilmiş olmakla birlikte onlarca oyunu, öyküsü ve romanı var. Bunların içinde en çok dikkati çeken romanlarından Swimming Home (Eve Yüzerken, Everest Yayınları) 2012 senesinde; Hot Milk (Sıcak Süt, Everest Yayınları) ise 2016 senesinde Man Booker ödülünün kısa listesine kalmayı başarıyor. Sıcak Süt romanı korona virüsle geçen günlerimize inat, okura bir tutam edebiyat sunmak, hoş bir okuma süreci geçirtmek üzere Everest Yayınevi etiketi ve Eda İşler çevirisiyle yayımlandı.

Deborah Levy’in 2019 senesinde yine aynı yayınevinden yayımlanan “Bilmek İstemediğim Şeyler” isimli romanı, anlatıcı kadının Mallorca’da Çinli bir bakkalla karşılaşması ve bakkalın “nerelisin” sorusuna cevap veremediği için çocukluğunun Afrika’sına dönmesiyle başlıyordu. Bu etkileyici sahne neredeyse hiç aklımda gitmemişti ki Sıcak Süt romanı yine benzer sıradanlıkta bir sahnenin insanın hafızasında heyula gibi dikilen aidiyet sorununu tetiklemesiyle başlıyor. Annesinin ayaklarındaki kısmi felci iyileştirmek üzere İngiltere Yorkshire’daki doktorasını yarıda bırakan, bir kahvecideki garsonluk işinden ayrılan, evini ipotek ettirip Güney İspanya’daki Gomez kliniğine gelen Sofia, bir plajda denize girer fakat o bölge “medusa” ismini verdikleri zehirli ve ısırgan deniz analarıyla doludur. Sofia, bir medusa tarafından ısırılır, plajın revirine koşar, revirde bir form doldurması gerekmektedir. İsim: Sofia Papastergiadis , Ülke: İngiltere, Meslek: ? İşin aslı şu ki Sofia’nın babası Yunan’dır ve onu dört yaşında terk ettiği için babasının dilini bilmez ve fakat soyadını bir damga gibi taşır. Bundan sonrasında Sofia nereye ait olduğunu düşünür, esasen evinin ve dilinin neresi olduğunu bulmaya çalışır ve sırf bunun için Yunanistan’daki babasını ziyarete gider. Bir hesaplaşma yaşanır. Fakat burada da dil bir bariyer olur zira dilini bilmediği bir baba memleketi ona köksüzlüğünü ve aidiyet sorununu hatırlatmaktan başka bir işe yaramaz.

Romanın merkezindeki en önemli izleklerden biri de anne-kız arasındaki o kuvvetli ve hastalıklı bağdır. “Anneme olan aşkım bir balta gibiydi, derinden kesiyordu” cümlesi aralarındaki marazi ilişkinin bir kanıtıdır. Romanın neredeyse tümüne hakim olan medusa isimli denizanaları da bu dişil savaşı temsil eder. Sofia bakışlarıyla taşa çeviren medusalar tarafından ısırılıp durur, ilkin can yakan ısırıklara sonrasında alışır ve hatta tedavisini başka bir dişide bulur (Plajda tanıştığı Ingrid’te). Sofia annesinin tahakkümü altında olan, bilinçaltında ondan özgürleşmeye çalışan bir kız olsa da en nihayetinde annesine dönüşmesi kaçınılmazdır. Annesi hasta bacaklarından dolayı topallayarak yürür, onun koluna her girdiğinde Sofia da topallamaya başlar. Bu da er ya da geç anneye dönüşeceğinin kaçınılmazlığına işaret eder. Anne, roman boyunca kızına bağımlı, kızından devamlı su getirmesini isteyen aciz bir rolde resmedilse de gerçekte şu yatar; Sofia doktorasını, işini, yaşamını annesinin tedavisi için bırakmıştır. Yani aciz olan Sofia, otorite olan annedir. Bu otoritenin el değiştirmesi için uğraşan Sofia, romanın en sonunda okuru ürkütücü şekilde alaşağı edecek bir hamle yapar.

Sıcak Süt romanı dikkatli okurun gözünden kaçmayacak kadar önemli metaforlarla bezenmiştir. Örneğin “taklit” bir Yunan vazosu kırılıp paramparça olur. Bu Yunan vazosu Sofia’nın yaşamıdır, babasına ait Yunan kökleridir ve anlaşılacağı üzere toparlanamayacak kadar paramparçadır. Dahası Yunan vazosu görünümüne rağmen ucuz bir replikadır, orijinal ya da organik değildir. Bilgisayarının ekran koruyucusundaki “Lactea” isimli samanyolu, babasının doğduğu Selanik’in otuz dört mil doğusundaki Halkidiki’de doğan Aristo’nun baktığı takımyıldızıdır. Sofia bir antropologdur ama eski insanlardan çok kendini incelediğini, tanıdığını söyler. Roman boyunca rahatsız edici bir şekilde devamlı havlayan bir köpek vardır, Pablo’nun köpeği. Sofia romanın en başından beri onun tasmasını açıp özgür bırakma hayalini kurar. Azad etmekte yaşadığı ikilemse şudur, köpeğin özgür olmayan ama iyi bir hayatı vardır ama özgür olduğunda rahat bir şekilde yemeğe ulaşamayacak ve yolunu yurdunu bulamayacaktır. Bu durumda esaret mi iyidir özgürlük mü?

Bölüm aralarında italikle yazılmış kısa geçişlerde Sofia’yı uzaktan gözlemleyen tuhaf bir anlatıcı vardır. Bu anlatıcı geceleri uykusunda bile Sofia’nın çıplak bedenini gözetleyen ve bizi ürküten biridir. Kim olduğunu romanın ilerleyen sayfalarında öğreniriz. Roman ilerledikçe her şey daha da tekinsiz bir hal almaya başlar. Sofia’nın plajda tanıştığı, terzilik yapan Alman kız Ingrid de bu tuhaf karakterlerden biridir. Ayağında erkek ayakkabıları vardır, Sofia bunu tuvalette kapı altından ilk gördüğünde ürker. Eril dünyaya ait bir şeyin dişil bir dünya tecavüzü gibidir erkek ayakkabıların kadın tuvaletinde görülmesi. Daha sonra Ingrid o ayakkabılardan da özgürleşir, bir daha onları hiç giymez. Sofia ile geliştirdikleri arkadaşlık ilişkisi gittikçe sevgililik ilişkisine dönüşür, Sofia onun deniz anası yaralarını sıkıp zehri akıttığına inanır. Ingrid ona bir bluz hediye alır ve üzerine nakışla “Sevilen” kelimesini işler, fakat Yunanistan ziyaretinde “beloved” beheaded” a dönüşür, yani sevilen değil, başı kesilen. Bunun gibi onlarca metaforla doludur roman.

Sofia’nın annesini tedavi için getirdiği Gomez Kliniği de tüm bu tekinsiz havadan payını alır. Doktor Gomez ona tuhaf bir tedavi biçimi önerir, heyecanla iyileşecek mi yoksa daha da mı kötüleşecek diye bekleriz. Kliniğin başka müşterisi yoktur, klinik duvarlarına mavi boyayla yazılar yazılır. Gomez’in bir şarlatan olup olmadığı şüphesi Sofia’yı bir türlü terk etmez. Romanın başından sonuna kadar okur şunu görür, Sofia tüm gerçeğini, geçmişini ardında bırakmış, her şeyi silmiş ve o an, orada, o sahil kasabasında kendi gerçekliğini yazıyor ve kendini onun içine hapsediyordur. Sofia’nın sadece telaffuzu zor soyadında var olan Yunanistan da tıpkı o sahte Yunan vazosu gibi kırık döküktür, ülke ekonomik çöküş içindedir, duvarlarında muhalif yazılar vardır, üstüne üstlük ait olmadığı babası kendine başka bir kadın ve yeni bir bebekle bir yaşam kurmuştur. Evlerinde kaldığı sürece yattığı kamp yatağı rahatsızdır, tuhaf rüyalar görür. Önüne Yunan alfabesini koyup çalışmasını isterler. Sofia her şeye yabancılaşır.

Deborah Levy, takıntılar, anne-kız bağı, baba-kız hesaplaşması, kimlik bunalımı, aidiyet sorunsalı ve kadim dişil gelenek üzerine kurduğu Sıcak Süt romanında hem güç dengesini, iktidar olmayı, rekabeti irdeliyor hem de hastalıklı bağımlılığı gösteriyor. Her romanında kadın kalemlere selam vermeyi ihmal etmeyen Levy’nin romanlarında, Virginia Woolf’un, Simone de Beauvoir’ın, Julia Kristeva’nın kadınlık, annelik, evlilik ve ilişkiler üzerine yazdıkları yazıları alt zemini oluşturur. Sofia bir yerde şöyle bir iç hesaplaşma yaşar:

Babamı değiştirmek için bir B planım yok; çünkü her ne kadar akrabalık ilişkilerinde böyle şeylerin olduğunu görsem de baba gibi bir koca istediğime emin değilim. Bir kadın kocasına anne olabilir; bir oğul annesine koca ya da anne olabilir; bir kız annesine kız kardeş ya da anne olabilir; anne kızına hem anne hem baba olabilir; belki bu yüzden hepimiz birbirimizin kimliğinde saklanıyoruz.

Sizler de Sıcak Süt’ü okuduğunuzda hayata Sofia’nın gerçekliğinden bakacak ve yer yer tekinsizleşen bu anlatıdaki kimlik karmaşasını derinden hissedeceksiniz. Ve çok şeyiniz olacak Deborah Levy’nin kalemi üzerine konuşacağınız…

İrem Uzunhasanoğlu
twitter.com/irem_uz

3 Kasım 2023 Cuma

Kahramanlıkla hainlik arasındaki o ince çizgi

"Neye yemin ettiysen, onun için yaşarsın. Ne yaşarsan sen osundur. Devlet benim elime neşteri verirken sadece cerrah olmaya değil, gerekirse vatan için cellat olmaya da yemin ettim. Bunun için de yaşarım inatla..."

Cumhuriyetimizin 100. yılını idrak ettiğimiz 2023 yılı, sadece ülkemiz için değil dünya için de zor geçti, geçiyor. Hastalıkların ve ekonomik krizlerin üzerine savaşlar da eklenince, insan bağımsızlığın önemini bir kere daha kavrıyor. Bizler, Milli Mücadele dönemini okullarda okuyup, sonra Türk edebiyatının güzel romanları arasında biraz volta attıktan sonra bir kenara bırakıyoruz. Giderek bayramdan bayrama hatırlanan bir nostaljiye dönüşme tehlikesi var o şanlı Milli Mücadele dönemimizin. Oysa İstiklâl Harbi, Türk milletinin her an hatırlaması gereken, bu topraklardaki beraberliğin ve bağımsızlık mührünün en önemli kaynağı.

Edebiyatımızda o dönemi ve sonrasını hatırlamak, satır aralarındaki hakikatleri çözebilmek, tarih ilminin hüneri olan geçmişten ibret alma meselesini yaşamak için neler okuyoruz? Öncesi ve sonrasıyla Milli Mücadele döneminin hem şehirdeki hem köydeki reaksiyonları için Yakup Kadri Karaosmanoğlu, yine dönemin tansiyonunu ölçmek için Halide Edip Adıvar, Türk tarihinin önemli şahsiyetlerinin hayatını bir roman üslubu sürerek öğrenmek için Şevket Süreyya Aydemir, örselenmiş bir medeniyetin izini tarihin ve sanatın her yönüyle kavrayabilmek için Yahya Kemal, bilhassa cumhuriyet sonrası dönemde yaşadığımız anlam kırılmaları için Ahmet Hamdi Tanpınar, insanımızın yaşadığı psikolojik çözülme için Peyami Safa, kaybolan anahtarlarımız için Sâmiha Ayverdi, İstanbul’un ve özellikle Boğaziçi’nin değişimi üzerine Abdülhak Şinasi Hisar ve elbette Halit Ziya Uşaklıgil, Reşat Nuri Güntekin, Mithat Cemal Kuntay, Tarık Buğra, Falih Rıfkı Atay, Kemal Tahir...

Özellikle Milli Mücadele dönemi ve İstiklal Savaşı'na dair yaptığı çalışmalarla, hâlâ aydınlatılamamış ya da raflarda tozlanmaya terk edilmiş meseleleri yeniden gündeme taşıyan bir isim Selim Erdoğan. Savaş tarihini anlatırken saha çalışmalarından da nasıl yararlanılması gerektiğini ders niteliğinde gösterdiği üç eserle kendisini tanıdı tarih okurları: Sakarya: Türk Bitti Demeden Bitmez, Büyük Taarruz: Dağlarda Tek Tek Ateşler Yanıyordu, İstiklal: Vatanımda Bir Tek Düşman Kalmasın. Tarihçi hassasiyetiyle fakat roman üslubuyla kaleme aldığı kitapları, Türk’ün istiklal yürüyüşünün hiç bitmemesi gerektiğine dair de birer uyarı gibiydi aslında. Çünkü mücadeleye, hele ki bu 'çok çiğ çağ'da daha çok ihtiyaç duyuyoruz. Bağımsızlığın ve bir arada oluşun kıymetini dünyada süregelen her felakette yeniden anlıyoruz. Selim Erdoğan'ın yakın zaman önce Kronik Kitap'tan yayınlanan kitapları arasına bir yenisi eklendi. Hain, başından sonuna kadar soluk soluğa okunan bir milli mücadele romanı. Alt başlığı "Mezarıma Tükürecekler!" romandaki hiç azalmayan heyecana gayet iyi bir atıf. Yeri gelmişken, Kutan Ural'ın şahane kitap kapaklarına bir yenisini eklediğini de söylemek lâzım.  

Hain'de 1919-1920 yıllarına dönüyoruz. Yani Türklerin gözbebeği, dünyanın da her zaman nazarlarını çeken İstanbul'un işgal altında olduğu zamanlara. Balkan Harbi'nin ve Cihan Harbi’nin yaraları henüz kapanmamışken, insanlardaki endişe ve kaygı en üst noktadayken şimdi bir de İstanbul'a itilaf devletleri dadanmıştır. Amaç, Türk coğrafyasını dört bir yandan bölmek. Başlangıç noktasının İstanbul olması bile bu işaret değil miydi zaten? Bir ülkeyi kalbinden vurmak, onun geri kalan uzuvlarını da işlevsiz hale getirmek demek. İşte bu dönemde, bir Türk zabiti olan Ahmet Muhtar da diğer insanlar gibi yorgunluğunu sırtlamış, geleceğin neler getireceğini düşünmekten harap olmuş vaziyette ayakta kalmaya çalışmaktadır. İstanbul'un karanlık ruh hali, onun da üzerini sarmıştır. Oysa Anadolu'da durum bambaşkadır. Mustafa Kemal Paşa önderliğinde pek çok vatansever bir araya gelmiş, memleketin bağımsızlığı için canla başla çalışmaktadır. Onlar, Anadolu'da başlayacak hareketin vatanı düşmandan temizleyeceğine iman edercesine iş başındadır. Yeri gelmişken, Selim Erdoğan, romanın kurgusu içinde sık sık tarihi sor(u)nları da okurun önüne getirir ve onunla birlikte cevaplar arar. Mesela:

"Şimdi diyorsun ki 'Cihan Harbi'ne memleketi İttihatçılar durduk yere soktu, koskoca imparatorluğu batırdı.'. Öyle mi Ahmet Muhtar? O zaman şuna ne dersin? Ben de diyorum ki, Cihan Harbi'nin geleceği daha Balkan Harbi'nde belliydi. Saflar aşağı yukarı belli olmuştu. Hatta 1330'un Kanun-i Sâni'sinde Londra'da harekât planlarını yaptıklarını bile biliyoruz. Orada Rusların tüm gücüyle üzerimize çullanmasına karar verildiğini de. Yani Binbaşı, Almanlarla ittifak yapmaktan başka çaremiz kalmayacağını da hesaba katarak yapmışlardı planlarını."

Ahmet Muhtar, kahramanlıkla hainlik arasında derin bir sınav verecektir. Burası romanın sırrı ve aynı zamanda yazarın hüneri. Zaten Selim Erdoğan tarih kitaplarında aslında romana ne kadar yatkın olduğunu da göstermişti. İçindeki milli duyguların hırpalanmasıyla boşluğa düşen Ahmet Muhtar'ın İngilizlerden gelen bir iş birliği teklifiyle ne zamandır ölü olan ruhu kıpırdamaya başlar. Tam bu esnada okurun önünde de bir bomba patlıyor: Enver Paşa hayranı olan, memleketi için pek çok cephede savaşmış, ne kadar yorgun olsa da mutlaka canını siper edip vatanı için savaşacağından emin olduğu Ahmet Muhtar, yoksa ihanetin eşiğine mi yürüyecek? Hatta o kapıdan içeriye mi geçecek? Güm.

"Birbirine eklenmiş cevapsız sorular yürümeyi yeni öğrenmiş çocuklar gibi kafasının içinde oradan oraya koşturmakta, başı çatlarcasına ağrımaktadır. Hesapta Cuma’yı Gül Camii’nde kılacak, anasını babasını görecektir ama zihni bu kadar doluyken hangi soruya ne cevap vereceğini, kime ne yalan söyleyeceğini bilmemektedir. ‘Açık, mavi gökyüzü iyi gelir’ diyerek kendini Karaköy yoluna vurmuştur ama ayakları tedirgin, yüreği ise kasvet yüklüdür. Köprüden geçerken her zamanki gibi dünyasının değiştiğini hisseder. Bir anda şapkalı, saten kısa etekli kadınların yerini çarşaflı olanlar alır. Fötr şapkalı, takım elbiseli mösyöler ise âdeta buharlaşıp yok olmuşlardır. Ne yana baksa gördüğü yamalı ütüsüz pantolonları ve kalıpsız fesleriyle kendi gerçekliğidir."

Zaman zaman şarkıların, İstanbul türkülerinin eşlik ettiği romanda oldukça zengin bir şehir panoraması da var. Her milletten esnaf, birbirinden çakal tüccarlar, 'milli inadı'nı sürdüren Türk savaş gazileri, İttihatçılar, İngilizler, mandacılar, Kuvâ-yı Millîye'ciler, kaosun hüküm sürdüğü ortamda Pera'da gecesini gündüzüne katan Levantenler, şöhret sahipleri, paranın uşakları... Burada karakterler arasındaki diyaloglar ve dönemin krizleri, yazarın hüneriyle romanı renklendiriyor.

"- Peki Haim Efendi, madem bu Galata’da, Pera’da kim var kim yok tanırsın, Veronese’yi de bilir misin? Cadde-i Kebir’deki.
- Bilmez miyim kuzum? Dimitri’nin lüks mobilya dükkanidir. Topraği bol olsun, sevimsiz herifin teki idi. Ama mallari İstambol’un bir nümerosu idi her daim. Duydum, öldürmüşler yazıhanesinde. Çok paran olduğunu yüz kişi bilse, o yüzün bir tanesinin aklı parana kaysa yeter kuzum. Aliverir canini. Ortalikta fiyakayla gezersen, o fiyakanin atlari kadar yasarsin. Sonra da dört kolluya bindirirler kuzum.
"

Bazen Nâmık Kemal'in "Ecdâdımızın heybeti ma'rûf-ı cihândır / Fıtrat değişir sanma! Bu kan yine o kandır" dizelerini hatırlatıp duygulandıran, bazen Emin Bülent Serdaroğlu'nun "Garbın cebin-i zalimi affetmedim seni / Türk’üm ve düşmanım sana kalsam da bir kişi!" dizelerini hatırlatıp coşturan, zaman zaman hüzünlendiren, öfkelendiren, dopdolu, sürükleyici bir roman Hain. Mücadelenin en milli olanına bir armağan, geleceğe gürbüz bir hatıra...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

30 Ekim 2023 Pazartesi

Rüyalarımızda saklı olan mesajlar

Kişiliğin Gelişimi kitabını okuduğumda Jung'un bilhassa rüyalara dair söyledikleri çok çarpıcı gelmişti. Zaten sonrasında da onun Rüyalar kitabına yönelmiştim. Peki ne diyordu Jung rüyalara dair? Rüyalar, doğal fenomenlerdir. Kasti ya da keyfi olarak ortaya çıkmazlar. Doğal oldukları için de kandırmazlar, yalan söylemezler, bir şeyleri saklamazlar. İnsanların bazı rüyalardan rahatsız olmalarının, bazı rüyalar sebebiyle de yanılmalarının tek sebebi, rüyaların çoğu zaman anlaşılamaz oluşundadır. Biz her ne kadar rüyalardan anlamlar üstüne anlamlar çıkarmaya çalışsak da aslında onlar tek bir şeyi anlatırlar. Bunu yaparken de lafı eğip bükmezler. Bu basit bilgilendirme hâli rüyayı daha da anlaşılmaz ve zor kılar. "Deneyimlerden öğrendiğimiz kadarıyla ben'in bilmediği ve anlamadığı şeyleri sürekli açıklamaya çalışırlar" sözü önemli.

Peki 'her gece kendi çapında felsefe yapan' rüyalarımız bize başka neler söylüyor? Rüyalar kitabında ilk dikkatimi çeken "Her rüya, bastırılmış bir arzunun giderilmesini temsil eder" ifadesiydi. Tamam, belki birkaçı böyledir ama hepsi mi diye sormuştum kendi kendime. Nihayet, bir başka sayfada daha açıklayıcı bir anlatım bulmuştum. "Hayatımızı arzularımızın farkına varmak için mücadele ederek geçiririz: Yaptığımız her şey bir şeylerin olmasını ya da olmamasını istememizden kaynaklanır." diye yazmıştı Jung. Giderek, insanın kendi ruhunu daha çözebilmesi için bir araç olduğunu düşündüm rüyaların. Sessiz gibi görünen ama çok fazla ses içerebiliyor bu enstrüman. Haliyle, sesleri çözebilmek için de bazı yöntemleri keşfetmek gerekiyor.

2022'de Gölgeyle Buluşma kitabıyla fevkalade bir çeviriye imza atan Özgür Ertana, bu kez de psikiyatrist, Jungiyen analist James A. Hall imzalı bir kitabı kazandırdı dilimize. James. A. Hall 1991 yılında geçirdiği bir felç nedeniyle emekli olmak zorunda kalmış. Vefat ettiği 2013 yılına kadar da Jungiyen psikoloji, rüyalar, aktarım/karşı aktarım, parapsikolojiye Jungiyen bakış açısı ve hipnoz gibi konularda önemli araştırmalar yapmış, makaleler yayımlamış. Jungiyen Rüya Analizi: Teori ve Pratik El Kitabı, en popüler çalışması ve Timaş Yayınları etiketiyle artık ülkemizde.

Kitabın Jungiyen psikolojinin temel kavramlarıyla başlaması oldukça iyi düşünülmüş. Özellikle Jung okumalarına yeni başlayanlar için buradaki psişe, kompleks, arketip, ego, gölge, anima, animus, persona, bireyleşme gibi kavramların açıklanması bir nevi hazırlık aşaması olarak düşünülebilir. Sonrasında ise rüyanın tabiatı bölümüyle okuyucu, rüyaların nasıl bir gözle değerlendirmesi gerektiğini görüyor. Üçüncü bölümle birlikte rüyalara jungiyen yaklaşım başlıyor. James A. Hall, rüyanın telafi edici olduğunu söyleyebileceğimiz üç duruma işaret ediyor. İlki; rüya, ego yapısındaki geçici bozulmaları telafi ederek kişiyi tutum ve eylemleri hususunda daha kapsamlı bir anlayışa yönlendirir. İkincisi ve daha derin bir telafi biçimi; psişeyi temsil edem rüyanın, faal egoyu bireyleşme sürecine daha iyi adaptasyon sağlama ihtiyacıyla yüz yüze getirmesi. Üçüncüsü ise rüyalar, arketipsel egonun daha bilinçli bir düzeyindeki kimlik ihtiyacını karşılayan komplekslerin yapısını değiştirme teşebbüsü olarak da değerlendirilebiliyor. James A. Hall, genel bir yorum olarak şöyle söylüyor:

"Rüya yorumunda, rüyanın tamamen anlaşıldığını hiçbir zaman düşünmemek gerekir. Olsa olsa rüyanın faydalı ve güncel bir anlamını keşfedebiliriz fakat bu bile sonraki rüyaların ışığında değişebilir. Zira rüya yorumunda ego ile bilinçdışı arasında sürekli bir diyalog söz konusudur ve bu, hem içeriğinin odak noktası hem referans seviyesi değişebilen ve sonsuza dek uzayan bir diyalogdur. Rüyalar yorumlanmadıkları zaman bile uyanıklık bilinci üzerinde derin bir etki yaratabilirler. Analiz edilmemiş rüyaların etkisi gözlemlendiğinde, hatırlanmayan rüyaların dahi psişenin toplam yaşamının hayati bir parçası olduğunu çıkarsamak mümkündür."

Kitabın yaygın rüya motifleri bölümü oldukça çarpıcı bir bölüm. Burada ensest, yas, evler, otomobiller, alkol ve uyuşturucular, ölüm ve bazı hayvanların rüyalardaki anlamı üzerine yorumlar yapılıyor. Elbette Jung'un yaşamında önemli bir yer kaplayan simya sembolizmi üzerine de değerlendirmeler var. Rüyalarda simyevi motifler ve birlik imgeleri, doğu inanışlarına meraklı okuyucular için de çok zevkli. James A. Hall, rüya yorumunda iki tür gerilim olduğundan bahsediyor. İlki, rüya motiflerinin nesnel ve öznel yorumları arasındaki gerilim. İkincisi ise yalnızca rüya yorumunu değil, tüm analitik süreci karakterize eden kişisel ve arketipsel anlamlar arasındaki gerilim. Şurası dikkate değer: "Psikolojik bireyleşmeye özgü gerilim, kişisel ve arketipsel olan arasındaki karşıtlık şeklinde de ifade edilebilir. Gündelik hayatın kolektif, dış gerçekliğine fazlasıyla gölümü olanlar için kendi rüyalarında psişenin nesnel derinliklerinden gelen evrensel, arketipsel imgeleri keşfetmek özgürleştirici bir deneyim olabilir.

Rüyaların anlattıkları iyi okunduğunda, onların bireyleşme sürecine hizmet ettiği de kitap boyunca gözler önüne seriliyor aslında. Tıpkı tasavvufta olduğu gibi rüyaları yorumlamaya çalışırken egonun ekleme ve tahriflerinden sakınmak gerekiyor. Her şey olduğu gibi, en doğal haliyle anlatılmalı. Ayrıca rüyalar, sahibinin mevcut yaşamının bağlamında değerlendirilmeli. Diğer yandan rüya, "kaynağı kişisel ama müphem, manaya gebe ama belirsiz olan ve uyanın egonun dünyasındaki kaderi bizim elimizde bulunan bir hakikat parçasıdır. Ona saygı ve ilgiyle yaklaştığımızda bize pek çok şekilde hizmet eder. Onu göz ardı ettiğimizde dahi psişenin derinliklerinde simyevi dönüşümler yaratarak bilinçli yardımımız olsun olmasın, bireyleşme yönünde bizi harekete geçirir."

Kitabın sonunda James A. Hall tarafından derlenmiş bir Jungiyen Terimler Sözlüğü var. Burada okuyucu anima, animus, arketipler, kompleks, ego, bireyleşme, persona, yansıtma, puer aeternus, benlik, senex, gölge, aşkın işlev, aktarım ve karşı aktarım, uroboros gibi pek çok terimin açıklamalarını bulabilir. Yine kitabın ekler bölümünde uzman klinik psikolog Berin Orhan'ın yazdığı İnsan Ruhunun Bir Haritası başlıklı bir makale var. Psişeye jungiyen yaklaşım noktasında başka okumalar yapmak ve alanda biraz daha derinleşmek isteyenler için önemli öneriler, çizimler ve kaynaklar var bu makalede. Yine Bazı İyileşme Sembolleri de bu bölümün ileri düzey makalelerinden biri. Kitabın oldukça zor bir çeviri mesaisinden geçtiği çok belli. Özgür Ertana, ömrünün büyük bölümünü vakfettiği Jung okumalarının ve merak duygusunun hakkını fazlasıyla vermiş, ne mutlu. Onun da belirttiği gibi, "Doğmak isteyen bir şey kendi uygun koşullarını yaratıyor" demek ki...

Son söz kitabın yazarından olsun: "Rüyalar gizemli varlıklardır. Şefkatli fakat objektif bir arkadaşın gönderdiği mesajlara benzerler. Yazma biçimleri ve kullandıkları dil kimi zaman zor anlaşılır fakat hiç kuşkusuz esas itibariyle nihai refahımızla ilgilenirler ki bu, bizim hedeflediğimizden çok farklı bir esenlik hali olabilir. Alçakgönüllülük elzemdir. Hiçbir rüya tam olarak anlaşılamaz. Gelecekteki olay ve rüyalar, mükemmel bir şekilde anlaşılmış gibi görünen bir rüyanın yorumunu değiştirebilir. Bilinç ile bilinç dışı; bireysel ile ben-ötesine dair kavrayaşımızın sınırında var olan rüyaların gizemli tabiatını her daim göz önünde bulundurmak gerekir."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

27 Ekim 2023 Cuma

İlk kadın avukat ve daha fazlası: Süreyya Ağaoğlu

Uzun yollar yolculuklar arasında Yapı Kredi Yayınları’nın Şubat ayında (2023) yeniden bastığı Bir Ömür Böyle Geçti’yi, Süreyya Ağaoğlu’nun hatıralarını okudum. Kesik kesik ara ara, uyuya uyuya ama hep aynı zevk ve heyecanla okudum ve de.

Ağaoğlu ailesinin bütün fertlerinde olduğu gibi bir ciddiyet, vakar, dil zevki, ülkesine adanmışlık ve hayata bağlılık süzülüp geliyordu satır aralarından. Kitabı yazma amacını kitabın sonunda şöyle yazıyordu: “Yegâne temennim, memleketin nereden gelip nereye vardığını benim gibi uzun seneler tecrübeler geçirerek gören insanların gençlere bunları anlatarak memleketi demokrasi ve hürriyet içinde mesut bir ülke yapmanın yollarını aramalarına yardımcı olmalarıdır.” (s.150).

Açıkçası, kitabı daha çok Samet Ağaoğlu’na duyduğum güçlü saygıdan almıştım, bu değerli ablayı tanımıyordum ama okudukça bu duygumdan utandım. Süreyya Ağaoğlu’nun kimseye ihtiyacı yoktu zira. Tam aksine, hayatı boyunca kendi yolunu kendisi çizmiş, hep bunun için yaşamış, kadınların hukuk fakültesinde okuyabilmesini sağlamak için cesurca kendini ortaya atmış, ilk kadın avukat, ilk çocuk çalışmaları aktivisti, denebilir ki ilk uluslararası hukukçumuz bir kadındı o. Bu ülkede düşünce özgürlüğünün tam bir serbestlikle hakim olması için var gücüyle uğraşmıştı. New York mahkemelerinde duruşmalara katılmış, Delhi’de kongre başkanlıkları yapmış, Londra’da iş ortaklıkları kurmuştu.

Büyük acılarla büyük başarıları aynı olgunlukla karşılamayı başarabilmiş, ülkesini gerçek anlamda özgür ve demokratik bir dünya devleti yapabilmek için menfaatlerini bir tarafa bırakabilmiş, idealist bir insandı. Çocuk Dostları Derneği'ni, Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti’ni kurmuş, en zor zamanlarda hukuku savunabilmiş, karşısındaki kim olursa olsun lafını esirgemeden söyleme cesaretini gösterebilmiş biriydi. Yassıada’da savunmalar yapmış, hukukun ve adaletin yerlerde süründüğü dönemlerde hakka ve hukuka olan inancını yitirmeyebilmişti! Her satırda, bastıramadığı heyecanını üzerimde hissettim. Acılara iniş çıkışlara, yok oluşlara rağmen sürdürülebilen bu heyecanın kaynağını iyi anlamak ve onu arayıp bulmak lazım dedim kendi kendime. Çin’de olsa arayıp bulmak!

Henüz doğru dürüst uçak yolculuğunun, konaklama imkânlarının olmadığı, ekonomik şartların yerinden oynamaya pek de izin vermediği bir zamanda ülke ülke dolaşırken her defasında yanında Türkiye’yi de götürmesine hayran kaldım. Biyografisi yazılmalı bu insanın dedim bu kez. Neden bugüne kadar yazılamamış ki!

Ve tabii, çok şaşırdım; 30’lu 40, 50’li yıllara ve sonrasına dair yazdıklarıyla bugün olan biten arasında neredeyse hiçbir farkın olmamasına, Şark’ın bitmeyen kendi kendiyle uğraşmalarına, iki ileri bir geri durumlarına ve verdiği bilgiler arasında daha önce hiçbir yerde karşılaşmadığım utan verici detaylara…mesela şunun gibi: “Türkiye’ye dönünce üzücü bir işle uğraşmak zorunda kaldım. Kardeşim Samet’in Yassıada’da tutuklu olduğu sürede yazmış olduğu hatıraları, Ada Kumandanı Tarık Güryay alıkoymuş ve birkaç yıl sonra bu anıları Hürriyet gazetesine satmıştı…Bu olay Ada Kumandanlığı yapmış bu zatın ne karakterde olduğunu göstermeye yeterlidir.” (s.172).

Onun karakterinde beni en etkileyen kısım galiba, olan bitenler ne kadar umut kırıcı olursa olsun iyimser bir isyanla karşı koyabilme gücü oldu. Bunu, kırıp döken yok edici bir ezme ezilme savaşı gibi değil yaratıcı ve yeniden yaratıcı bir ruh gücü ve insana inanmışlıkla yapabilmesi ne büyük bir duruştu! Hümanizm bu olsa gerek dedim! İçindeki isyan hisleri her nasılsa hep çok güçlü kalabilmişti. Tıpkı, Fuat Köprülü’nün dönemlere göre değişen karakterinden bahsederken, “Türkiye’nin ezeli derdi opportunizmi çevremde çok izlediğim için bu tutumla davrananlara karşı içimden gelen isyan hisleri çok kuvvetli.” (s.86) derken olduğu gibi.

Uluslararası hukukçuların bugün bile hayli doğru ve yerinde başlıklarda düzenledikleri saygın toplantılara gidip gelirken tesadüf ettiği bir Hintli’nin, öğlen yemeğinde tam bir “Lord” gibiyken akşam yemeğinde tam bir “Hintli” olarak karşısına çıkmasına şaşırınca, “Siz bizim İstiklal Savaşı sonrasındaki halimize benziyorsunuz: Kendini beğenmişlik ve emniyetsizlik hisleriyle dolusunuz.” (s.98) sözünü hiç eskimemiş buldum. Belki de bitmeyen bir İstiklal Savaşı sonrası halinde yaşadığımız içindir, kim bilir!

Hukuk ve siyaset arasındaki ilişkinin demokratik gelişme açısından taşıdığı önemin daha o yıllardan farkındadır Ağaoğlu, bu ikisinin birbirinin güvencesi iken, olabilecekken aynı zamanda çürütücüsü de olabileceğini görmüştür: “Esasen Türkiye’de demokrasi mücadelelerinin insanlara çektirdiği azabın büyük sebebinin Adalet kavramının tam manasıyla anlaşılamamış olması kanısındayım.” (106). Serbest Fırka tecrübesi ona çok şey öğretmiş -tıpkı bütün ülkeye olduğu gibi!-, biraz da bu yüzden kendisine atılan sayısız iftiraya hiç şaşırmadan yoluna devam edebilmiştir: “Serbest Fırka tecrübesine dayanarak Türkiye’de iftiralarla neler yapılabileceğini biliyordum.” (s.113).

Ve tabii, Yassıada mahkemeleri…ne çok insanlık dersi görmüş, insanın ne çok alçalmalarına, küçülmelerine şahit olmuş, ne çok acı çekmiştir. Hukukun ve adaletin görülmemiş derecede çukura düşmesi karşısındaki isyanı içten içe duyduğu acının içine gömülerek kendini sonraki kuşaklar için var etmiştir. Duruşmalar tam bir rezilliktir: “Bu duruşmalarda dinlenen şahitlerin bir kısmı beni hayretler içinde bıraktı. İnsanların ne kadar alçalabileceklerini bu mahkemede gördüm.” (s.123). Sadece şahitler mi, mahkemeye dinleyici olarak gelenler peki? “Mahkemeye gelen dinleyiciler iki gruptu. Bir grup eğlenmeye geliyordu. Adeta kokteyle gidermiş gibi süslenmiş hanımlar, kahkahalar, işaretler ve hakaretlerle vakit geçiriyorlardı. Diğer grup ise Demokrat Partililerin mustarip aileleri idi. Zaten vapurda da bu iki grup ayrı yerlere oturtulurdu.” (s.129).

Yanlış zamanda yaşamamış olsa eğlenceli ve muzip biri olarak tanıyacaktık belki de. Bir keresinde yine uluslararası bir hukukçular toplantısında sürekli somurtan Koreli delegeye takılmaktan kendini alamaz, şöyle yazar: “Vietnamlı ilginç bir delege işçi kökenliydi, Fransızca da biliyordu. Koreli delege ise tebessüm dahi etmiyordu. Lisan da bilmiyordu. Bir kere nasılsa gülünce, ‘Ay, gülünce ne güzel oluyorsunuz’ dedim. Bu sözümden de hoşlanmadı.” (s.178). Ya da şu anlattığı hikâye onu ne çok anlatıyor: “Bir gün Londra’da Oxford Street’te iki İrlandalı yürürken biri diğerine, ‘Bak şu karşıdaki adamı hiç sevmiyorum’ demiş. Öteki, ‘Tanıyor musun?’ deyince, “Tanımıyorum, onun için sevmiyorum’ cevabını vermiş.” (s.186).

Ondan bize kalan kubbede hoş bir sedadan ibaret olmamalıydı. Belki de değildir de ben bilmiyorumdur. Ama öyle olsaydı, çocuklarımız bu halde, adalet yerlerde, hukuk siyaset karşısında çaresiz, oportünistler hiç olmadığı kadar neşeli, iftira hiç olmadığı kadar geçer akçe olmamalıydı herhalde! Hiçbir şey olmasa onun şu sözü bir yerlere asılabilmeliydi: “Adalet olmayan yerde hiçbir rejim başarılı olamaz!” (s.206). Kim bilir belki hâlâ vakit vardır.

Her şeye rağmen onun hayatı, çok sevdiği, Türk gibi başlayıp İngiliz gibi bitirebilmek sözündeki sırra ulaşabilmiş gözüküyor. Darısı yeni başlayanlara!

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

İranlı seyyahlara göre Osmanlı İstanbul’u

Osmanlı İstanbul’u hem Avrupa güzergahında hem de Müslümanların hac yolu üzerinde olması hasebiyle pek çok seyyah, gezgin, derviş, yazar ve devlet adamının yolunun düştüğü gezip gördüğü kadim bir şehirdi. Bilindiği gibi İran’dan hacca gitmek isteyen bir hacı adayı Karadeniz üzerinden İstanbul’a gelir ve burada hac kafilelerine katılırdı.

19. yüzyılda bazıları modern yaşamı tanımak bazıları da hac vazifesini yerine getirmek yahut gezmek için İstanbul’a gelen İranlı yolcular, gezip gördükleri şehir hakkında çeşitli seyahatnameler kaleme aldılar. Kendi devirlerinde tanınmış İranlıların İstanbul üzerine yazdıkları Yasemin Asadi tarafından derlenerek okuyucuyla buluştu.

İranlıların İstanbul seyahatleri Osmanlı İmparatorluğu’ndaki gelişmelerden haberdar olmalarını, iki milletin karşılaşması ve temas kurması bakımından önem taşımaktadır. Gezginlerden münzevî dervişlere, yazarlardan devlet adamlarına kadar farklı kesimden İranlılar gezip görme imkânı buldukları 19. yüzyıl İstanbul’u hakkında kaydettikleri bilgiler şehrin tarihine farklı bir bakış açısı sunuyor. Bu anlatımlarda şehrin hanları, hamamları, tekkeleri, türbeleri, camileri, sarayları, kahvehaneleri, çarşıları, mezarlıkları, dar sokakları eşsiz biçimde okuyucunun zihninde canlanıyor.

İran şahı tarafından siyasi bir görev için Avrupa’ya gitmek üzere görevlendirilen Mirza Fettah Han Germrudi İstanbul’a gelen İranlı seyyahlardandı. Kısa bir müddet kaldığı İstanbul’da Sultan II. Mahmud’la görüştüğü gibi şehri de gezip dolaştı. İstanbul’un ihtişamına benzeyen başka bir yer görmediğini söyleyen Mirza, şehrin yumuşak bir havası olduğunu, dışarıdan bakıldığında gayet görkemli olan köşk ve binalarının çoğunun ahşaptan yapıldığını, Ramazan ayı olması hasebiyle gece boyunca sokaklarda kandiller yandığını ve her yerin gündüz gibi aydınlandığı söylemektedir.

Osmanlı Devleti, hac yollarının güvenliğini sağladığından dünyanın farklı yerlerinden gelen hacılar gibi İranlı hacı adayları da daha uzun fakat güvenli olan bu hac yolculuğunu tercih etmekteydi. Hac ibadeti için ülkelerinden ayrılan İranlılar, Bakü ve Batum üzerinden Karadeniz’e çıkarak İstanbul’a geliyor, burada birkaç gün kaldıktan sonra deniz yoluyla Süveyş’e ve ardından Mekke’ye ulaşıyorlardı. 1882’de Mirza Abdülhüseyin Han Afşar, 1875’te şehzade Ferhat Mirza, 1898’de Mirza Hasan Musevi İsfahanî hac yolculuğuna çıkmış ve İstanbul’a da uğramışlardı.

1887’de İstanbul’a gelerek çeşitli diplomatik görüşmelerde bulunan İran asıllı Hint Devlet Adamı Mir Layık Ali Han, dünyanın hiçbir yerinde etrafı köşkler, enfes binalar ve güzel camilerle dolu olan İstanbul Boğazı kadar güzel bir manzara görmediği ifade etmektedir. Bir ay kadar kaldığı İstanbul’da İran ve İngiltere büyükelçisinin Boğaziçi’ndeki yalılarında verdikleri davetlere katılır. Ayasofya Camii, Sultan Ahmed Camii, Topkapı Sarayı, Tepebaşı Bahçesi, Hünkâr Suyu ve Büyükada’ya gider.

İstanbul’a yolu düşen İranlıların arasında Nasıreddin Şah ve Muzaffereddin Şah’ın seyahatleri üst düzey resmi birer ziyaret olmasıyla diğerlerinden oldukça farklıdır. Avrupa’ya seyahat eden ve anılarını yazan ilk İran şahı olan Nasıreddin Şah, Avrupa’yı dolaştıktan sonra Şubat 1873’te İstanbul’a gelir. Beylerbeyi Sarayı’nda misafir edilen Nasıreddin Şah, maiyetiyle birlikte İstanbul’da sur içini, Boğaziçi’ni, adaları, Beyoğlu’nu ve Göksu’yu gezip görme imkânı bulur. Sultan Abdülaziz’in kendisi için Beşiktaş Sarayı’nda verdiği ziyafete katılır. Şah, Osmanlı devlet adamlarıyla görüşmelerde bulunduğu gibi yabancı ülkelerin temsilcileriyle de bir araya gelir. İstanbul’da Çırağan Sarayı, Ayasofya Camii, Topkapı Sarayı ve İran elçiliğini ziyaret eden Nasıreddin Şah, birkaç defa açıldıkları Boğaziçi’nin köşk ve yalılarına, havasına, manzarasına hayran kalır.

Babası Nasıreddin Şah gibi Avrupa’yı gezmeye hevesli olan Muzafereddin Şah da ilk Avrupa seyahatini gerçekleştirdikten sonra Ekim 1900’de trenle Sofya’dan İstanbul’a ulaşır. Hariciye Nazırı Tevfik Paşa tarafından karşılanan Muzafereddin Şah, Yıldız Sarayı’nda Sultan II. Abdülhamid tarafından kabul edilir. İstanbul’da kaldığı esnada ise kendisine tahsis edilen Şale Köşkü’nde ikamet eder. Muzafereddin Şah, birkaç gün kaldığı ve çeşitli temaslarda bulunduğu İstanbul’dan yine trenle ayrılır.

İstanbul’da bulunma amaçları ve sosyal statüleri birbirinden farklı olmakla beraber kitapta sözü edilen İranlı yolcular, kendi kültürleriyle karşılaştırarak kimi zaman hayranlıkla kimi zaman kınayarak Osmanlı payitahtına dair gözlemlerini aktarmışlardır. Bununla birlikte okuyucu, İranlıların Osmanlı günlük yaşamına dair daha detaylı gözlem ve tespitlerini merak etmekten geri duramıyor. Asadi’nin daha akıcı olması uğruna kitaba almadığını söylediği, seyyahların İstanbul’daki tarihi eserler hakkında verdikleri teknik bilgileri, günlük hayat rutinlerini ve kim oldukları hakkında herhangi bir bilgi vermedikleri insanlarla yaptıkları görüşmeleri atlaması önemli bir kayıp olarak görülebilir. Yine de yazarın bu hususları açık yüreklilikle dile getirmesi ve atladığı kısımları (…) ile göstermesi araştırmacıları yönlendirmek bakımından kıymetlidir. Kitapta alıntılanan her bir seyahatnamenin tam haliyle müstakil birer eser olarak Türkçeye kazandırılması kuşkusuz yerinde olacaktır.

R. Rüveyda Okumuş
twitter.com/ruveyda_okumus

26 Ekim 2023 Perşembe

Bir Mevlevî şeyhinin mektupları

Dost, Mevlânâ bir mektup derlemesi. Onu önemli kılan husus mektupların sahibinin Üsküdar Mevlevîhanesi son postnişini Ahmet Remzi Akyürek Efendi olmasından geliyor. Mektuplar bir mevzu üzerine ortaya çıkmış olsa da satır araları dikkatle okunduğunda, cümlelere titizlikle yaklaşıldığında bir Mevlevi’nin sahip olduğu irfan, derinlik, nezaket, letafet kendisini aşikar kılıyor. Bizlere de o derinlikten nasipdar olmak düşüyor.

Ahmet Remzi Dede, Kayseri Mevlevîhanesi Şeyhi Süleyman Atâullah Efendi’nin oğludur ve annesi ünlü mutasavvıf İbrâhîm-i Tennûrî soyundan Kadriye Emetullah Hanım’dır. Ahmet Remzi Dede Mevlevilik kültürünü babasından almış, babasına intisap etmiştir. O 1909’da Kütahya’da, 1910’da Kastamonu’da ve 1914’te Halep’te şeyhlik yapmış, Kütahya’da şeyhlik vazifesini vekaleten yürütmüştür. İlminden, derinliğinden, sahip olduğu irfandan dolayı gittiği her yerde cümle insanın muhabbetini kazanmış, hürmete layık görülmüş, aranmış ve özlenmiştir.

Birinci Dünya Savaşı’nda Gönüllü Mevlevî Taburu’nun önde gelen isimlerinden biri olmuş, 1915’te Suriye cephesine gitmiş, Şam’da Emevi Camii’nde vaazlar vermiş, Mesnevi dersleri gerçekleştirmiş, savaş sırasında birçok yararlı işler ortaya çıkardığından dolayı da kendisine harp madalyası verilmiştir.

Tekkelerin kapatılmasından sonra kendisine Üsküdar Mevlevîhanesi’ne kalması için müsaade edilmiş, Üsküdar’da vaazlara ve Mesnevi derslerine devam etmiş, 1927’de Üsküdar Selimağa Kütüphanesi’ne müdür olarak atanmış ve görevini layıkıyla ifa etmiştir. O bulunduğu devrin son kültürlü, donanımlı isimlerindendir. Onlar insanların arasında yaşamışlar fakat aslında sahip oldukları derin kültürel zenginliğin taşıyıcısı olarak hikmet çerçevesinde bir vazife sürdürmüşlerdir. Dolayısıyla cevheri cevher anlamış, onun da çok değerli ve kıymetli dostları olmuştur. Hem o dostlarından istifade etmiş hem de dostları ondan istifade etmiştir. Feridun Nâfiz Uzluk, Nüzhet Ergun, Süheyl Ünver, Asaf Hâlet ve Yaman Dede yakın dostlarındandır.

Elimizdeki eser Ahmet Remzi Dede’nin, ülkemizin önde gelen tıp tarihi mütehassıslarından Feridun Nafiz Uzluk’a yazdığı mektuplardan oluşmaktadır. Feridun Nafiz Uzluk, Türkiye’de 7-8 sene doktorluk yaptıktan sonra 1932 senesinde kendi imkanlarıyla ihtisas için Almanya’ya gitmiştir. Almanya’dayken zihninde çok büyük bir proje belirir: el-Âsâru’l- Mevleviyye fi Edvari’s Selçukiyye: Anadolu Selçukîleri Gününde Mevlevi Bitikleri. Projeye göre Hz. Mevlana’nın ve Mevlevi büyüklerinin eserleri, Mevlevi kaynakları asıllarıyla ve tercümeleriyle yani günümüz diliyle birer birer basılacak, milletimizle buluşturulacaktır. Proje kapsamında Hz. Mevlana’nın Mecâlis-i Seb’a ve Mektûbât isimli eserleriyle Sultan Veled’in Divan’ı yayımlanacaktır. Ancak bu çok zor bir iştir. Çünkü yeni alfabe ve yazıya henüz intibak edilmeye çalışılmaktadır, üstelik eski eserleri aslından okuyabilecek insan sayısı azdır ve onları bulmak zordur, eski harfli eserlerin basımına rağbet de yoktur. Kısacası matbuat alemi güçlüklerle, engellerle doludur. Feridun Nafiz bey projesini Mevlevi büyüklerine açar, desteklerini arzular. Onun projesine en olumlu cevabı, en heyecanlı karşılığı Şeyhi Ahmet Remzi Dede verir, eserlerin Farsça metinlerinin hazırlanmasını ve takibini de üstlenir ve ortaya elimizdeki eserde yer alan mektuplar çıkar. Mektuplar bize dönemin matbuat hayatını anlatır, yayıncılık faaliyetlerinin nasıl işlediğini gösterir. Ayrıca, yazının başında da belirttiğimiz gibi Ahmet Remzi Dede’nin satır aralarından bir Mevlevi büyüğünün sahip olduğu letafeti, nezaketi, irfanı da görürüz.

Sadece onlar değil tabi ki. Mektuplar eser basımı üzerine olduğu için ve mektuplaşanlar da Mevlevi büyükleri olduğu için mektuplarda Mevlevilik düşüncesinin esaslarını, tarih ve kültürüne dair birçok kıymetli bilgiyi okuruz. Aynı şekilde Mevlevi tarikatına mensup dervişlerin tekkeler kapandıktan sonra nasıl bir yaşam tarzını düstur edindikleri, yeni düzene karşı takındıkları tavır ve onu yorumlayışları, duygu ve düşünceleri kendisini bize mektuplarda açık etmektedir.

Ahmet Remzi Efendi’nin sevilen biri olduğundan, dostlarının da kıymetli insanlar olduklarından bahsetmiştik. Mektuplar bize devrin birçok büyük ismine dair de bilgiler saçmaktadır. Birkaç isim sıralamamız icap ederse mektuplarda Mevlana Dergahı’nın son postnişini Abdülhalim Çelebi’nin bazı yakınlarını, Galata Mevlevihanesi’nin son şeyhi Ahmed Celaleddin Dede’yi, Üsküdar Mevlevihanesi Türbedarı Hafız Vehbi Dede’yi, Tahirü’l-Mevlevî’yi, Neyzen Emin Efendi’yi, Ahmed Avnî Konuk’u, Abdülbaki Gölpınarlı’yı, Zeki Velidî Togan’ı, Süleymaniye Kütüphanesi Müdürü Zâhir Efendi’yi ve yukarıda isimlerini verdiğimiz Süheyl Ünver’i, Yaman Dede’yi görür, onların hayatlarından yeni kesitler ve onlara dair yeni malumatlar sahibi oluruz.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_