23 Ağustos 2023 Çarşamba
Gönül âleminde bir cevelân: Sadr, kalp, fuad, lüb
'Yevme lâ yenfa'u'da kalb-i selîm isterler."
- Rûhî-yi Bağdâdî
Yaşadığı dönemde çevresindeki pek çok âlimi ve ârifi etkilemiş sufilerden biri de Hakîm et-Tirmizî'dir. O, kurduğu üslupla naklî ilimleri ve aklî ilimleri bağdaştırıp bir temele dayandırmıştır. Kendisinin "Hâkîm" ismiyle anılmasının önemli sebebi, gnostisizmden gelen hikmet anlayışını tasavvufa aktarması olmuştur. Dolayısıyla Tirmizî'nin tasavvufi anlayışında da hikmetin merkezde olduğunu belirtmek gerekir. Yaşadığı dönemden bugüne hem en çok ilgi gören hem de en çok tartışılan fikri, "hatmü’l-evliyâ" fikridir. Ona göre eğer bir hâtemü’l-enbiyâ (son peygamber) varsa hâtemü’l-evliyâ (son velî) da vardır. Yalnız buradaki "son" ifadesi, o velînin makamanın, mertebesinin en yüksek mevkide olmasına dair bir işarettir. Hatmü’l-evliyâ, mükemmel velîdir. Tirmizî bu nazariyesi nedeniyle yaşadığı şehir Tirmiz'den uzaklaştırılmış olsa da İbn Arabî gibi birçok büyük sufi onun hâtemü’l-evliyâ nazariyesine önem vermiştir.
Yahyâ b. Muâz ve Ebû Türâb en-Nahşebî gibi önemli sufilerin sohbetlerinden istifade eden Tirmizî'nin hakikat arayışında nasıl yollardan geçtiğini Büdüvvü şeʾn adlı eserinden öğreniyoruz. Abdülfettah Abdullah Bereke'nin TDVİA'da yazdığı Tirmizî maddesinden okuyalım: "Büdüvvü şeʾn’de, her gece seher vakti Kâbe civarında dua edip büyük günahlarından tövbe ettiğini, halini düzeltmeye, dünyaya ilgi duymamaya ve Kur’an’ı ezberlemeye muvaffak kılması için Allah’a yakardığını söyler. Hac dönüşü başladığı hâfızlığı memleketinde tamamlayan Hakîm et-Tirmizî, Allah’ı tanımak ve âhirete yönelmek için kitap okumaya ve araştırmalar yapmaya, belde belde dolaşıp bir mürşid aramaya başladı. Bu arada sürekli olarak oruç tutmaya ve nâfile namaz kılmaya devam etti. Âriflerin sözlerinden etkilendi. Ahmed b. Âsım el-Antâkî’nin bir eserinin tesiriyle riyâzet hayatı yaşaması ve çile çekmesi gerektiğine kanaat getirerek bu yolu tuttu. Yalnızlıktan hoşlandığı, tek başına kırlarda gezdiği ve sık sık harabe ve mezarlıkları ziyaret ettiği bu dönemde kendisine yardım edecek samimi dostlar bulamadığını, ıssız yerlerde dolaşmaya devam ettiği sırada rüyasında Hz. Peygamber’i gördüğünü, nihayet Hak ile arasındaki perdenin kalktığını ve ilhama mazhar olduğunu, meclisine gelenlerle sabahlara kadar sohbet etmeye ve Allah’a yalvarıp yakarmaya başladığını söyler."
Kalbin Anlamı, Tirmizî'nin Beyânü’l-farḳ beyne’ṣ-ṣadr ve’l-ḳalb ve’l-fuʾâd ve’l-lüb adlı eserinin Ekrem Demirli tarafından yapılan bir tercümesi. Bu eserde Tirmizî; sadr, kalb, fuad ve lüb gibi kelimeleri hikmet penceresinden yorumluyor. Çoğu zaman birbirinin yerini tuttuğunu gözlemlediği bu kelimelerin pek çok farklı anlamlara sahip olduğunu, bu anlamların tasavvufta özellikle nefs basamakları bahsinde ayrı bir kıymete haiz olduğunu ayetlerden, hadislerden ve ariflerin yorumlarından misallerle açıklıyor. Şimdi Tirmizî'nin bu kelimelere dair yorumlarına bir göz atalım:
Sadr: "Kinlerin, arzuların, kuruntuların ve beklentilerin kalbe giriş yeridir. Bazen daralır, bazen genişler. Sadr, kötülüğü emreden nefsin yönetim yeridir... Sadr, İslam nurunun yeri olduğu gibi aynı zamanda işitilmiş bilginin korunma yeridir de. Bu bilgi, hüküm ve rivayetler ile dile getirilmiş her türlü şeyden öğrenilen bilgidir. Ona ulaşmanın ilk yolu, öğrenme ve duymadır... Tıpkı gündüzün başlangıcına (sadr) denilmesi gibi, kalbin başlangıç noktasına da sadr denir... İhtiyaçlarla ilgili kuruntular, oradan ortaya çıkar. Bu kuruntular yerleşik hale gelip süre uzadığında, insanı meşgul eden düşünceler oradan kalbe girer."
Kalp: "Sadrdaki ikinci duraktır. Kalp, sadrın içidir ve o gözün içi olan gözün karasına benzer... Kalp, iman nurunun bulunduğu yerdir. Bunun yanı sıra Allah korkusu, Allah'tan sakınma duygusu, Allah sevgisi, Allah'tan razı olmak, kesin inanç, korku-ümit, sabır ve kanaatin yeri de kalptir. Kalp, bilginin esaslarının kaynağıdır... Kesin inanç, bilgi ve niyet kalpten taşar, sadra çıkar. O halde kalp, kök; sadr ise daldır. Dal, ancak kök sayesinde güçlenebilir."
Fuad: "Kalp içinde fuadın durumu -ki bu da üçüncü yerdir- göz karanlığındaki göz bebeği gibidir... Fuad, bilginin ve düşüncenin yeri olduğu gibi, aynı zamanda görme de burada gerçekleşir. İnsan bir şey öğrendiğinde, önce fuad diye isimlendirilen bu yer, ardından kalp öğrenir. Fuad kalbin ortasında bulunduğu gibi kalp de tıpkı bir incinin sedef içinde bulunması gibi sadrın ortasında bulunur."
Lüb: "Fuadın içinde lübbün durumuysa gözde görme ışığının durumu gibidir... Lüb denilen bu yer, birleme nurunun yeri olduğu gibi aynı zamanda Hakk'ı (yarattıklarından her bakımdan) ayrıştırmanın da merkezidir. Söz konusu nur, en yetkin nur ve en yüce otoritedir."
Buradan sonra okur düşünebilir: Durak durak bir ilerleme, içe geçiş söz konusu. Sadrdan başlıyor bu ilerleme ve soğan gibi soyula soyula lübe ulaşıyor. Peki lübden sonra başka yerler, duraklar, makamlar ve mekânlar var mı? Tirmizî buradan sonra özellikle tevhitten ve marifetten bahsediyor. İman nurunun giderek parıldadığı ve son raddeye uzandığı bu yolculuğun devamını 'zarif sırlar' nitelendiriyor.
Sadr faslına tekrar geri dönecek olursak, dilimizde de zaman zaman dua ederken kullandığımız bir söz vardır, "Sadrımı genişlet" diye niyaz ederiz bazen. Zira sadrın genişlemesi ve daralması mümkündür. Tirmizî burada herkesin sadrının bilgisizliği ve öfkesi ölçüsünde daraldığını söylüyor. Üstelik bu daralmanın bir sınırı yok, tıpkı genişlemenin de bir sınırı olmadığı gibi. "Bir sadr Hak (ve hakikat) için daralırsa, bu kez batıl (boş ve gerçek dışı şeyler) için genişleyeceği gibi aynı zamanda batıl karşısında daralan sadr da Hak için genişler" diyen Tirmizî burada kitabın pek çok sayfasında olduğu gibi kişinin ehemmiyetli şeylerle uğraşması gerektiğine dair bir yorumda bulunmuş oluyor. Bunun yanı sıra Allah'ın, kalplerinizi temizlesin diye O'na yakarışta bulunmamızı sevdiğini de söylüyor: "Allah, sadırlarını vesvese ve kuruntulardan koruma işini kendilerine bırakmamıştır. Bunun nedeni, kullarının Allah'ın üzerlerindeki ihsanını öğrenmelerini sağlamaktır."
Akleden kalp meselesi pek çok arif tarafından yorumlanmıştır. Tirmizî de görme ve körlük gibi eylemlerin kalbin eylemi olduğunu dile getiriyor. Hac suresinin 46. ayetini ("Kuşkusuz gözler kör olmaz, sadırlarda bulunan kalpler körleşir") hatırlatırken kalbin konumunu da yeniden aşikar kılıyor. En önemli bilginin batın bilgisi olduğunu, bildiğiyle amel edene bilmediğinin Hakk tarafından öğretileceği müjdesiyle tekrarlıyor. Kalbin katılaşması, kararması gibi konulara sebep olarak insanın sadrındaki nefsin kabarması olduğunu anlatıyor: "Kalp; inançsızlık, kuşku ve ikiyüzlülük karanlıklarıyla dolduğu vakit, Allah o kalbin sahibi için bir şeytan görevlendirir. Böylece o şeytan kişinin kalbinin korumasını üstlenir ve başarısızlık kilidiyle onu kilitler. O kalbin (sahibinin) sonunun ne olacağını ve işinin neye varacağını sadece Allah bilir. Can çekişme anına kadar hiç kimse onu bilemez. Bu durum, başka kimsenin öğrenemeyeceği, Allah'ın bir sırrıdır. Nice Allah'tan uzak kâfir vardır ki kendisine iman etmek nasip edilir. Nice Allah'a yakın mümin vardır ki onu Rabbi başarısızlığa uğratır ve böylece bedbaht birisi olarak ölür."
Bu incecik gibi görünen kitap, insanın kendi sırrına doğru yapacağı yolculuğun hangi mekanları kapsadığına dair harikulade bir özet. İnsanın gönül dünyasının derinliklerini bilmesi, kendiyle ilgili pek çok soruyu sormasına ve o soruların cevaplarını verebilmesine de bir vesile. Kalbin esas anlamını keşfederken selim bir kalbe kavuşabilmeyi de niyaz etmeyi unutmamalı...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
18 Ağustos 2023 Cuma
Tevhid temsilcileri şirk odaklarıyla nasıl mücadele etti?
"Hakk’ı seven âşıkların eğlencesi tevhîd olur
Aşk oduna yanıkların eğlencesi tevhîd olur."
- Niyâzî-i Mısrî
Tüm peygamberlerin en büyük hedefi, hitap ettikleri topluluklardan şirki uzaklaştırmak ve giderek şirkin üzerini tamamen örtmek olmuştur. Peygamberlerin yolunu takip eden ve halk dilinde "Allah dostları" olarak bilinen evliyaların, kâmil kimselerin, velilerin hedefi de esasında insanların gönüllerindeki putları bir bir devirmek olmuştur. Bu putlar devrilmeden insanın hakikat yürüyüşünü yapması, tonlarca ağırlıkta yükü omuzlayıp dimdik ve upuzun bir yokuşu çıkmaya benzer.
Yeryüzünde hakikatin ayan beyan ortaya çıkması -aslında o hep ortadadır da kafa gözüyle değil, kalp gözüyle görülür- için tevhid ehli, şirk düzeninin temsilcileriyle daimi bir mücadele hâlindedir. Bu mücadelenin ne zaman başladığını ve ne şekilde sürdüğünü anlayabilmek için sık sık kitaplara başvurmak durumundayız. Sadece okuyup geçmek ya da bilgiyle donanma yanılsamasına düşmek için değil, bugüne dair hakiki bir bakış atabilmek ve önce kendimize, sonra da çevremize dokunabilmek gayesiyle bir eylem planı oluşturmak için. Necmettin Şahinler'in güzide kaleminden çıkan Tevhidin Karakteri, bu plan dairesinde bize şirki yeniden hatırlatıyor.
Sözlük anlamıyla şirk, "Allah’a eş ve ortak koşma, ortak isnat etme" anlamına geliyor. Bu anlamda şirkin zıddı olarak aklımıza tevhid geliyor. Hemen Hüdâyî sultanın dizelerini de hatırlayalım: Sakın nefse inanma / kendini bildim sanma / şirk ateşine yanma / tevhîde gel tevhîde. Görünür şirkin dışında bir de şirk-i hafî olarak bilinen gizli şirk var: Allah’ın birliğine inandığı halde farkına varmaksızın davranış veya düşüncesinde Allah’a eş ve ortak koşma. Burada hemen Necmettin hocanın yazdıklarına kulak verelim: "Açık şirki tespit etmek kolaydır ama gizli şirk, Allah'ın tasarruflarına kafa tutmak ve Allah'tan beklenmesi gerekeni başkasından beklemek olduğu için insanın iç dünyasında kolaylıkla yer bulabilir, rahatlıkla saklanabilir hatta insanın kendisi bile bunun farkında olmayabilir. Bu yüzden Hz. Peygamber, ümmeti adına açık şirkten değil, daha çok gizli şirkten endişe duymuş ve bunu da birçok sözünde -riyâyı merkez alarak- tekrarlamıştır. Riyâ, Allah'a giden yola en amansız pusuyu kuran ve dini içinden yıkarak insanlığı karmaya ve onursuzluğa mahkûm eden bir karanlıktır."
Birkaç şeyi bir araya getirip bir yapma, birleştirme, Allah’ın birliğine inanma, bir ve tek olduğunu kabul edip söyleme, “Lâ ilâhe illallah” sözünü söyleme, zikretme gibi anlamlara gelen tevhid, Hakk'ın iradesini yaşadığımız hayata olduğu gibi yansıtmaktır. Şirk, işte tam da burada devreye girer. Şirkin temsilcileri, Hakk'ın egemenliğini, kudretini, yetkilerini -haşa- kullandıklarını iddia ederek, yine tüm bunları paylaşmaya kalkanlardır. Şirkin ne olduğu üzerine düşünüp okurken, şirkin temsilcilerini iyi bilmenin önemi de burada yatıyor. Zira onlar, Hz. Âdem'den Hz. Muhammed'e kadar gelen tüm peygamberlerin ortak çağrısı olan tevhidle mücadele etmeyi kendilerine birincil esas kabul etmişlerdir. Dolayısıyla insanların, insan olma, hakikati bulma gayretleri karşısındaki en büyük engel de yine onlar olmuşlardır. Şahinler burada şunları dile getiriyor: "Tevhid, Allah'a teslimiyetin adıdır ve dinin amacıdır veya başka bir deyişle dinin kendisidir. Buna karşı çıkan şirk de bir hayat görüşü, bir inanç olup o da bir dindir. Bütün kavgalar ilahî vahyin toplamı olarak indirilen din ile bu vahyin kurmak istediği yapıya alternatif olarak üretilen, uydurulan din arasındadır."
Tevhidin Karakteri'nde Hz. Nûh'un, Hz. Hûd'un, Hz. Sâlih'in, Hz. İbrâhim'in, Lût peygamberin, Hz. Şuayb'ın, Hz. Mûsâ'nın, Hz. Süleymân'ın, Hz. Îsâ'nın ve Fahr-i Âlem Efendimiz'in şirke karşı nasıl mücadele ettikleri Kur'an'dan ayetler eşliğinde ve hadiseleri günümüzde nasıl yorumlamamız gerektiğine dair bir üslupla ortaya konuyor. Necmettin Şahinler'in şu sözleri, bu mücadelenin hem batıni hem de zahiri yönünü anlamamız açısından bir ipucu özelliği taşıyor: "İlk masumiyet döneminde insan, kötülüğün varlığından ve dolayısıyla eylem ve davranışları için var olan sayısız imkân arasında her an bir seçim yapma gerekliliğinden haberdar değildi. Ne zaman ki insanda, Allah'ın buyruğuna karşı bir itaatsizlik eylemi gelişti, işte bu durağan tutum bir anda değişti. Böylece insan, eğriyi doğruyu ayırt edebilme ve dolayısıyla hayatta tutacağı yolu seçebilme yeteneğine sahip bir kişiliğe dönüştü. Gerçek olan şu ki; bu dönüşüm insanın kaderidir ve kıyâmet gününe kadar kardeşlik ve dostluklar gibi sürtüşme ve düşmanlıklar da dünya hayatının bir parçası olarak sürüp gidecektir."
"Lâ" süpürgesini elimizden hiç düşürmeden gönül evimizi temizlemeyi sürdürmeli, orayı tez vakitte ve en hayırlısıyla "İllallah" sarayına dönüştürmeliyiz. Bunun için de tevhidi bilmekle kalmayıp yaşamış muvahhidlerin hayatlarından da her fırsatta feyz almalıyız. Sanılmasın ki yeryüzü mekânlarında sadece şirk odakları kol geziyor. Tevhid temsilcilerinin Hakk'ın lâmekân kudretinden hisseyâb olduğu asla unutulmamalı...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
9 Ağustos 2023 Çarşamba
Savaş sonrası tükenmiş bir neslin portresi
“Daha çok sevip daha çok ıstırap çekmeyi mi yeğlersiniz; yoksa daha az sevip daha az ıstırap çekmeyi mi? Sanıyorum sonuçta tek gerçek soru bu” diye başlıyor roman ve hemen ardından böyle bir soru sorma şansımızın olmadığını, bu durumda sorunun da olmadığını çünkü hiçbirimizin ne kadar sevdiğini kontrol edemediğini söylüyor. “Eğer kontrol edebiliyorsanız, o zaman aşk değildir o. Bunun yerine başka ne diyeceğimizi bilmiyorum ama aşk değil,” diyor anlatıcı. “Sayısız hikâyeye dönüştürdüğümüz sayısız olay vardır. Ama önemi olan, sonuçta anlatmaya değer olan tek bir hikâye vardır. Bu benim hikâyem.”
Bu roman, baş kahramanı ve anlatıcısı Paul Roberts’ın biricik hikâyesi. Paul Roberts, on dokuz yaşındayken tanıştığı, kırk sekiz yaşındaki evli ve iki çocuklu Susan Maclead’le yaşamış olduğu derin aşk ilişkisini ileri bir yaşındayken hatırlayıp okura aktarıyor. Bu hikâyeyi okura aktarırken Paul’ün tek dayanağı ise belleği. Paul bize bazı detayları hatırlamadığını, önemsemediğini, aktaramayacağını da söylemeyi ihmal etmiyor lakin bu kurmaca dahilinde okurun Paul’ün belleğine güvenmek, inanmaktan başka çaresi de yok. Yer yer tekliyor, anlatı duraksıyor, unuttuğu bir yeri başka bir hikâyeyle yamalıyor. Bunu yaparken de birinci, ikinci ve üçüncü tekil anlatımları birbirine harman yapıyor, yaptıkça dil zenginleşiyor, kimi yerde duygu şöleni, kimi yerde dil ziyafeti kimi yerde de edebiyat harikaları yaratıyor Barnes.
Kitabın konusuna gelince; okulu yaz tatiline girince zamanını geçirmek üzere anne babasının yanına gelen Paul, kasabanın tenis kulübüne geçici üye olur, çiftler turnuvasında Susan’la eşleşen Paul, “kura da bir çeşit yazgıydı değil mi?” derken kaderci yönünü ortaya çıkarmaktadır. Susan’la önce tenis partneri, sonra arkadaş ve en nihayetinde sevgili olan Paul kendinden yaşça büyük bu kadının ekseninden senelerce kurtulamaz. Susan Maclead’ın kocası kaba saba bir taşra insanıdır, aralarında en ufak bir cinsel yakınlık olmadığını öğrendiğimiz karısı Susan’a fiziksel şiddet uygular, bağırır ve çoğu zaman da umursamaz. Görünmez olduğu, mutsuz bir evliliğin içinde hapis kalan Susan’ın Paul’e aşık olması kaçınılmaz olur. Susan’ın evliliğinde tek eksik cinsellik değildir, Susan’ın Paul’e aşık olmasının yegane sebebi de bu olamaz fakat tuhaftır ki Paul hiçbir hayali, amacı, emeli olmayan sıradan bir delikanlıdır. Susan’ın arkadaşı ona bir iş bulması ve para kazanması gerektiğini öğütler oysa Paul’ün hayata dair bir iş planı yoktur, politikadan anlamaz, hevesleri, heyecanları yoktur. Buna rağmen kendinden yaşça büyük ve olgun bir kadınla Londra’ya kaçmayı başarır. Bundan sonrasını okumanın ve satır aralarında dolaşmanın keyfini okura bırakalım.
Üç bölümden oluşan bu roman İkinci Dünya Savaşı sonrasında, yani yüzyılın ikinci yarısında yaşayan ve sıkışmış olan bir neslin tükenmişliğini konu alır. Kadının ev içinde kıstırılmışlığına, cinsellik olmayan bir hayata mahkum edilişine değinirken birbirinden kopuk ve uzak yaşanan ilişkilerin, kalabalık yalnızlıkların ve aile içi sırların da fotoğrafını çekip okura yansıtır. Bir akşam yemeğinde sofra etrafında dönen önemsiz sohbetlerden, bir bulmaca karesine sığdırılmaya çalışan sözcüklere kadar derinlemesine inceleyebileceğiniz bir anlatıdır bu. Hafızamızın güvenilirliğini sorgulayacağımız, belleğin derinliklerine kazınmış anılarınızı hatırlayacağınız ve bunları yaparken size bir edebiyat şöleni yaşatacak bir roman. On dokuz yaşında bir delikanlı hiç farkında bile olmadan kendini içinde bulduğu ve topluma göre dengesiz görünen bu ilişki dinamiğinin içinde sıkışıp kalır hatta kendi deyimiyle “dosdoğru aşkın içine düşer”. Kendi delikanlılığını, aşka düşme hikâyesini, ailesiyle yüzleşmesini, işsizliğini, parasızlığını, yetersizliğini ve hatta kötü sevişmelerini anlatırken de dürüst ve dobradır. Bu bir pişmanlık anlatısı değil, daha ziyade iç travmalar ve dış sebepler sonucu vazgeçmesi gereken bir aşkın anatomik incelemesidir. İçinde yaşadığımızda bir türlü konduramadığımız, ne kadar büyük bir sevda yaşadığımızı anlamadığımı ve lakin kaybettiğimizde sevdamızın büyüklüğünü fark edebildiğimiz bir ilişkinin geniş açıdan bakılmış bir panoraması. Susan kendi nesli için “tükenmiş” derken bu tükenmişliğini gizli gizli içtiği alkolde ve bastırılmışlığı da yerini suyla doldurduğu viski şişesinde görürüz. Yeniyetme bir delikanlının heyecanlarını, bir kadının cesaretini, deneyimli olduğunu düşüneceğimiz iki çocuklu bir kadının deneyimsiz sevişmelerini görüyor, aşkın bir hayatı nasıl dönüştürebildiğini, sevginin her şeyi alt edebileceğine bir an olsun inanıyoruz. “Evden nefret ediyorum” diyen Paul’e, “O zaman neden ona ev diyorsun ki?” diyen Susan bu ontolojik mesele üzerine bizi düşündürüyor. “Hayatta en önemli şeylerden biri güvendir. Biz hepimiz güvenli bir yer arıyoruz. Eğer bu yeri bulamazsan, o zaman zamanı geçirmeyi öğrenmen gerekir” cümlesinde kendi güvenli yerimizi sorguluyoruz.
Kısacası Julian Barnes bu romanında savaş sonrası dönemde yaşayan tükenmiş bir neslin portresini çizerken, aşkı, kaderi, vazgeçmeyi, güvenmeyi, insan ilişkilerini, aidiyet duygusunu sorguluyor, sorgulatıyor. Susan’ın defterine yazdığı şu cümleyi de alıntılayarak bitirelim: “Hiç sevmemiş olmaktansa sevmiş olmak ve kaybetmek daha iyidir.” Sizlerin de kendi biricik hikâyenizi düşüneceğiniz, hayatınızı sorgulayacağınız bir okuma yolculuğu dilerim…
İrem Uzunhasanoğlu
twitter.com/irem_uz
8 Ağustos 2023 Salı
Hayata birkaç adım geriden bakmak
Diğer yanımızdaysa acılarını, hüzünlerini, yaralarını bedeninin her yanına bir dövme gibi kazımış -belki de bu yüzden dövmeye, süse, şatafata ihtiyaç duymamış-, düştüğü yerden kalkmayı, kalkamadığı yerde çökmeyi bilmiş, bazen zaaflarından bazen oyuklarından vurulmuş, vuruldukça hem kanamış hem büyümüş, büyüdükçe sessizleşmiş ve hudâyinâbit yetişmiş kimseler var. Onları dalgınlıklarından, gülüşlerinden, kelimelerinden tanıyoruz bazen. Ama en çok da yaşamın her yanını güzel sevip güzel kaybetmelerinden, güzel beklemelerinden, belki güzel ölmelerinden.
Gökhan Ergür, Yaşanmayacak Kadar Güzel’de acılarını saklamayanlara, yaralarını gizlemeyenlere, yürüdüğü yolda sık sık savrulanlara, yenilgilerinden tecrübeler inşa edenlere sesleniyor. Bunu yapmak için hayata birkaç adım geriden bakmak gerekiyor, o da öyle yapıyor. Bu geride durma eylemi, yaşamak denen savaştan kaçmak gibi anlaşılmasın; bazen cepheyi, muharebe sahasını teferruatlı görebilmek için hadiselerin merkezinden uzaklaşmak gerekiyor. Zamanın insanı koşar adım yaşamayı bir şey zannediyor, sonunda bir hiç elde edeceğini bile bile. Esas kaçış, sürekli bir şeylere yapışmakta olsa gerek. Sürekli yeni şeyler bulup onları put edinmekte, yeni alışkanlıklar ve hatta bağımlılıklar üretmekte. “Ismarlama bir hayatı bırakıyorum” diyordu İsmet Özel. Çünkü yaşamak, kendine sahiden yaşam kurabilen cesurların hakkı. Bunu ısrarla, samimiyetle dile getirenlerin ve şöyle yazabilenlerin: "Bilirsin ki herkes gitmeleriyle meşhurdur, bak işte yeniden baş başayız. Ben yeniden yazıyorum; yorgunluklarımı yazıyorum, yarınsızlığımı yazıyorum, kaybolan çılgın neşemizi, geç gelen farkındalığın acısını, pişmanlıklarımı yazıyorum; elimden başka da bir iş gelmez bunu en iyi sen biliyorsun."
Bazen hikâyenin sonunun acı biteceğini biliriz ama yine de o hikâyeyi okumak isteriz. Hayatta da böyledir. Bir hadise vuku bulur, içimizde bir şeyler canlanır, olacakları önceden kestirebiliriz ve bunun sonunda acı var, hem de çok acı var deriz. Ama yine de yaşamak isteriz. Üzerine gitmek, alacağımızı almak, vereceğimizi vermek, durmak, beklemek, koşmak, dövüşmek. Yakasına paçasına asılmak isteriz hadisenin. Tüm bunlar olurken, biraz işaretleri okumaya da meraklıysak eğer, içimiz cız eder sürekli. Can bulduğumuz yerde yeniden cansız kalacağımız gerçeği bir selam verir. Aleykümselam deriz, demeliyiz. Candan geçmeden hakikat ayan olur mu insana hiç, diye teselli ederiz kendimizi. Gökhan Ergür de teselli ediyor cümleleriyle. “Geçecek, merak etme” demiyor ama. “Yine gelecek” diyor. Bu giden, yeni gelenin habercisi. Acını da neşeni de kendine zevk edin diye oluyor her şey. Giderek, acıdan da neşeden de geçmek gerekecek bilesin. Çünkü toprağa gireceksin. Bedeninin şahit olduğu yaralarla ruhunun şahit olduğu yaralar başka, bambaşka. İkincisi seni insan eylediyse, artık iyisin.
“Yorgunluğumuzu tanıyan ve anlayan birilerine muhtacız hepimiz. Hem de çok uzunca bir süredir.” diyor Gökhan. “Hiçbir şey umduğumuz gibi gitmedi. O adreslerde oturan kim varsa taşınmış, bizimle beraber yol yürümeye söz verenler ilk dönemeçte herkesten evvel kaçmış. ‘O bunu yapmaz,’ dediğimiz kim varsa bir güzel bizi şaşırtmış ve yorgunluğumuza yorgunluk katmış.” diyerek devam ediyor sonra. Bu hep böyle mi olacak? Evet, böyle olacak. Yazının başlığı “Peki şimdi ne olacak?” diye soruyor, yazarı da şöyle cevap veriyor: “Dünyada sınırlı vaktimiz kaldı ve hepimiz öleceğiz. Bu sınırlı vakitte hayatımızı kimin ve neyin peşinde geçireceğimizi yine biz belirleyeceğiz. Kendi payıma; güzel olanı sevmeye ve güzeli anlatmaya, yazmaya, şerefimle yaşamaya, Likya Yolu’nu tamamlamaya, Troya ve Artemea Yolları için plan yapmaya, eski üretim birkaç Mont Blanc bulmaya, gönlü kırıklara yalnız olmadıklarını hatırlatmaya, Şule Gürbüz okumaya, Eşbabiye Meseli’ne ve niçin dünyaya geldiğimizi hep hatırlayıp ona göre yaşamaya devam edeceğim. Rotanızı belirleyin. Zaman azalıyor.”
Ölene kadar sürecek bir çarpışmadır hayat ve Fante’dir bunu söyleyen. Her karamsar cümlenin kendine mahsus bir gerçekçiliği vardır elbet ama biz işi Nimri Dede’ye getirelim ve hepimiz insan olmaya geldik, diyelim. Başka türlüsü kötümser olur ve kötümserlik, esas acziyetin yaraları saklamakta olduğunu bilenlerde sakil durur. Tıpkı hak edilmemiş bir hayatın, o hayatı sürdürenlerde pot yaptığı gibi. Nasıl da anlıyoruz onları değil mi? Instagram sağ olsun, biraz da Twitter. Nasıl da içlerindeki oyukları görmezden gelip yaşam satıyorlar. Nasıl da yüzlerindeki en az kırk maskeyi ayrı ayrı parlatıp her seferinde bize farklı şeyler sunuyorlar. Onları suçlamamalıyız. Çünkü biz bir şeylere hemen inanmaya müptela olduk artık. Her fikri bir kurtuluş reçetesi olarak kabul etmeye, içeriklerini ve yan etkilerini bilmediğimiz hapları yutmaya, sonra onları hazmetmeden yeni inanılacak şeyler, yeni reçeteler, yeni haplar bulmaya hazırız. Çok çiğ çağ: boynumuzdaki ipi de ayaklarımızın altındaki sandalyeyi de biz koyduk oraya, başkaları değil. Öylesine bir kul olduğumuzu hatırlamayı kendimize çok gördük. “Madara Olmadan” başlıklı yazısında şöyle diyor Ergür: “Hepimiz büyük davaların peşinden koşmak zorunda değiliz. Büyük sözler söylemek, büyük işler başarmak, dünyayı kökünden değiştirmek, hiç yapılmamışı yapmak zorunda da değiliz. Ailemize sahip çıkmak, komşumuza el uzatmak, temiz para kazanmak, yalan söylememek, dedikodu yapmamak, marketteyken evi aramak, çocuklarla uzun sohbetler etmek, kargo görevlisine hatır sormak, becerebiliyorsak tüm gücümüzle onu sevmek, Ergin Günçe şiirleri ezberlemek ve karınca yuvalarının etrafını taşla işaretlemek en büyük kahramanlıktır zaten.”
Ergin Günçe bir şiirinde “Çılgınlığı unuttu bütün çocuklar / kapılar ardına dek kapanıverdi” diye yazmıştı. Gökhan Ergür’ün kitabı bana bu dizeyi hatırlattı. Yeni çılgınlıkların hayalini kurabilmeye, sonra onları yaşamak için hiç gidilmemiş kapıları çalmaya, hayatın bizden aldıklarını geri kazanmaya, unutulanları hatırlamaya, kayıpları onarmaya, yaşamın bin bir işaretinde tecelliyi yakalamaya, sıkıntıdan umut devşirebilmeye bir adım niyetine okudum Yaşanmayacak Kadar Güzel’i. Çok güzel olmuş, dedim sonra. Pürüzlü, kılçıklı, kemikli. Çünkü acılı, hüzünlü, yaralı. Neşenin ve mutluluğun geçiciliğini öğrenmiş, bu yüzden önce ve daima huzura güvenmiş münzevi bir ihtiyar gibi güzel.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
31 Temmuz 2023 Pazartesi
“En Güzel Kıssa” ile kendi kıssamızın ardına düşmek
Kur’an’ın eğitim metodunda da kıssaların önemli bir yeri vardır. Kur’an metninin yaklaşık üçte biri kıssalardan oluşur. Hz. Adem, Hz. Nuh, Hz. Musa ve diğer pek çok peygamberin hayatından kesitler Kur’an’da yer alır. Bu kıssalar içerisinde öyle bir tanesi var ki; Allah (c.c) o kıssayı “Ahsenü’l-Kasas” yani kıssaların en güzeli olarak adlandırmıştır. Bir surenin başından sonuna kadar süren, diğer Kur’an kıssalarından farklı olarak kronolojik sıranın gözetildiği ve Kur’an’da sadece bir yerde geçen bu kıssa Hz. Yusuf kıssasıdır. “En Güzel Kıssa” Rabbimizin isimlendirmesinden mülhem olarak Hz. Yusuf’u bizlere Yusuf suresi çerçevesinde anlatan bir eserdir.
En Güzel Kıssa, Kur’an ayetleri çerçevesinde yazılmıştır ama bir tefsir kitabı değildir; Hz. Yusuf’un hayatını anlatır ama bir tarih kitabı değildir. Yazar zaman zaman kıssada geçen karakterleri analiz eder ama bir psikoloji kitabı ya da hayali kişi ve olayların anlatıldığı bir hikaye de değildir. En Güzel Kıssa; her okuyanın kendine birçok hisse çıkaracağı, hayatın içinden, hayata ışık tutacak; her bir Müslümanın hayatının farklı dönemeçlerinde yeniden düşünmesi gereken ilkeleri içselleştirmesi için başvuracağı, tekrar tekrar okunası bir başucu kitabı mesabesindedir.
Emekli Üsküdar Başvaizi Fatma Bayram, otuz yıllık görev hayatında ve sonrasında adım adım Kur’an kıssalarının izini sürmüş ve Müslüman’ın şahsiyetinin oluşmasında kıssaların ne denli önem taşıdığını her vesileyle ifade etmiştir. “Kur’an, muhatabının şahsiyetini verdiği peygamber örnekleriyle inşa eder.” diyen Fatma Bayram, hem kendi hayatında kıssaların yol göstericiliğine başvurmuş, hem de içinde bir nehir gibi çağladığını ifade ettiği “paylaşmak” güdüsüyle yaşamının her döneminde farklı mecralarda onu dinleyen muhataplarının gönüllerine bir vesile ile dokunmuştur. En Güzel Kıssa da Fatma Bayram’ın bu alanda yıllardır edindiği ilmî ve tecrübî birikimin satırlara dökülmüş halidir.
Kitabı okurken Yusuf suresinin her bir ayetini derinlemesine düşünüyor, hem Hz. Yusuf’un hayatında Rabbimizin hikmet tecellilerini görüyor hem de yazarın açıklamaları vesilesiyle kıssanın günümüze yansımalarını arayarak, verilen mesajların her birimizin hayatında nereye tekabül ettiğini keşfetmeye çalışıyoruz. En Güzel Kıssa’yı okurken kendi içimizdeki Yusuf’la bir yolculuğa çıkıyoruz. Kendimizi zaman zaman Hz. Yusuf’un, Hz. Yakub’un, Yusuf’un kardeşlerinin, azizin ve azizin karısının, Mısırlı kadınların ya da zindandaki arkadaşların yerine koyuyoruz. Bazen kendi kuyularımızda yalnızlığımızı, bazen zindanda çaresizliğimizi, bazen de hazinelerin mesulü olarak Mısır sarayında sorumluluklarımızı düşünürken buluyoruz kendimizi. İnsanın hayatı boyunca karşılaşabileceği ve etkisinden kurtulmak için ömür boyu mücadele edeceği olaylar sanki Hz. Yusuf’un hayatında bir araya gelmiş ve biz de kıssayı okurken, pek çok açıdan kendi hikayemizi okur gibi hissediyoruz. Hz. Yusuf’un ilkeli duruşuna, sağlam karakterine, psikolojik gücüne, hayat enerjisine, her durumda ümitvâr oluşuna ve Rabbine duyduğu koşulsuz ve tam güvenine hayran oluyoruz.
En Güzel Kıssa, Fatma Bayram’ın 2008’den bu yana farklı mecralarda yaptığı Yusuf kıssası sohbetlerinin derlenip metinleştirilmesi neticesinde iki kapak arasına alınmıştır. Konuşma dilinin yazı diline aktarılması çok riskli ve zor bir süreçtir fakat kitabın editörü Yasemin Muş’un titiz çalışması bu sıkıntıyı ortadan kaldırmış olmalı ki, kitabı okurken karşımızda Fatma hoca konuşur gibi hissediyoruz fakat metinde bu üslup sakil durmuyor. En Güzel Kıssa, samimi, öğretici, yazarın deyişiyle “bir miktar retorik ve didaktik” aynı zamanda her seviyeden okurun istifade edeceği bir dile sahip, katman katman zengin içeriğiyle her evin kütüphanesinde yer alması gereken bir eserdir. Son olarak En Güzel Kıssa için, özellikle gençlerin elinin altında bulunduğunda onların bakış açılarını değiştirip, ufkunu genişletecek, içimizdeki Yusuf’lara kuyudan saraya yükselme yolculuğunda rehber olacak ve her birimizin kendi kıssamızın ardına düşmemizi sağlayacak bir kitaptır diyebiliriz.
Esra Çetiner
İbn Arabî'ye göre ilâhî aşk
Allah’ın bizim hiçbir amelimize, ibadetimize ihtiyacı yoktur. Bizi Kendisi için, bilinmek istediği için yaratmıştır. Bu da bize bilmeden sevmeye doğru giden bir yol olduğunu gösterir. İnsan bilerek, bilmeye çalışarak aynı zamanda muhabbetini, sevgisini artırır. Kitaplar ve sohbetler de bu anlamda önemlidir. İbn Arabî, özellikle “mürşid kitapların” ve Hakk dostlarının sohbetlerindeki nazarın, saliklerin nezdindeki önemine işaret eder.
İbn Arabî, Nûr suresinin 41. Ayetinde ise ilahi sevginin başka bir yönüne işaret eder. “Göklerde ve yeryüzünde bulunan kimselerle, saf saf uçan kuşların Allah’ı tespih ettiğini görmez misin? Her biri duasını ve tesbihini kesin olarak bilmektedir.” Burada “görmez misin?” sorusuna kadar olan bölüm tüm mahlukat için geçerlidir ancak “görmez misin?” sorusu doğrudan Hz. Peygamber’edir. O görmüştür. Biz ise bu bilgiye iman etmişizdir. Bu bilgiye iman edişimiz bizi bir sevgiye götürmekte ve çekmektedir.
İlahi sevgi bağlamında İbn Arabî, Hakk’ın bize pek çok kanıtlar sunduğunu gösteriyor. Rızıklar, nimetler, kazalar, belalar ve Kur’an-ı Kerim’de dünya ile ahiret için bize yarar sağlayan bilgiler vardır. Her birinde Hakk’ın sevgisi aşikardır. Allah bize daima kendisini hatırlatmaktadır. İnsanoğlunun aklı, Hakk’a şükretmekten ve yaşadıklarına sabretmekten aciz kalırken, Hakk daima sabredenlerle ve şükredenlerle beraber olduğunu söylemiştir. Bu durum mutasavvıfların “Görenedir görene, köre nedir köre ne?” sualini aklımıza getirir. Hayattaki bazı işaretleri ve bize sunulan bilgileri bir araya getirdiğimizde, “Hakk’tan ayan bir nesne yok, gözsüzlere pinhan imiş” gerçeğiyle karşılaşmamız çok doğaldır.
İbn Arabî, “Bilinmeyi istedim” buyruğunun her an tecelli ettiğini belirtiyor. Sevgi her an işliyor. Ona göre Kur’an bize uyarı mahiyetinde buyrulan ayetlerin sonunda ya da başında Hakk’ın Rahman ve Rahim olduğunun hatırlatılması dahi sevginin bir ispatı, işareti anlamına geliyor. “Allah bizim için neyi sakladığını göstermektedir” diyor İbn Arabî. O saklanan ise O’nun sonsuz rahmeti, merhameti.
“Allah bütün acıları var edendir ve bütün acıları ortadan kaldırandır” diyor İbn Arabî. Acıların verilmesinin de acıların ortadan kaldırılması da, derdin ve dermanın sahibi olan Allah’ın sevgisinin bir tecellisi. Burada kullardan beklenen şikayet etmemek, sabretmek. İsyan etmemek, şükretmek. İbn Arabî, arınmış bir nefsin Rabbini razı edecek işlerin peşinde koşması gerektiğini hatırlatır. Zira Allah’tan başka bir ilah yoktur ve bu gayretle beraber kişiyle hakikat arasındaki perdeler yırtılır, hakikat giderek ışıldar.
Bizim Hakk’ı sevmemizin ilkesi görmek değil, duymaktır. İbn Arabî burada “Kün” emrine işaret eder. Biz önce o sesi duymuşuzdur ve bu dünyada da o sesi aramaktayız. İbn Arabî’nin “Âlem Hakk’ın nefesinden meydana gelmiştir. Biz Hakk’ın tükenmeyen kelimeleriyiz” sözünden de bu anlaşılmaktadır. Kün tecellisi her an yaşanmaktadır, dolayısıyla O’nun bilinmeyi, yani sevilmeyi ve dolayısıyla insanın sevmesi de her an çalışmakta, işlemektedir.
İbn Arabî’ye göre ilahi sevginin son basamağı, bu sevginin mahiyetini öğrenmektir. O da sürekli kavuşmak arzusuyla sevenin Sevilene doğru çekilmesidir. Burada çekim denilense muhabbetin şiddetli hâli olan aşktır. Gaye, bu şiddetli muhabbettir. Aşk, vuslat yolunda bir vesiledir. Vuslatta ise artık sen-ben yoktur. Vuslat, ilahi aşkta sevenin, Sevilende yok olmasıdır. Buradaki yokluk, kaybolma veya bitme manasında değildir. Fani olanın Baki olanla kavuşması, dolayısıyla sonsuzluğa ulaşmasıdır.
İbn Arabî, “Arzun sahih olsaydı sana çareler gösterilirdi” diyerek ilahi aşk yolcularını uyarır. Bu sevginin en önemli özelliği nefsani değil ruhani olmasıdır. Bir haz ya da geçici zevkler değil, daimi bir şevk ve iştiyak bu sevginin niteliğidir. İbn Arabî burada ilk dönemin büyük sufilerinden Zünnûn el-Mısrî’nin anlatımına atıfta bulunur: “Allah’ın kalplerini muhabbetinin saflığıyla doldurduğu kulları vardır. Onların ruhlarını Kendisini görmenin özlemiyle açmıştır. İlahi! Sen onlara Kendinden anlamanın tadını tattırdın. Bu, onların hayatlarındaki en güzel tattır. Onların kalplerine melekutunda dolaşma imkânı, hatta sevenlerin muhabbetinin unutturduğu şeyleri verdin. Özlem duyanların özlemi Sana bağlandı. Kalpleri yalnız Sana döndü. Sadıklar Seninle ünsiyet buldu. Korkanların korkusu Sana yöneldi. Rahatlık, onların bıkmasından umudunu kesti. Yorgunluk ve uykusuzluktan bıkmadılar.”
İbn Arabî, ilahi aşka sahip insanların vasıflarını da açıklar: Hüzün, şevk ve özlem onların temel özelliğidir. Sık sık kendilerinden geçip vecd halini yaşarlar. Sık sık dünyadan uzaklaşma isteğiyle yalnız kalmak, uzlete çekilmek isterler. Ciddi kara sevdayla bazen neşe bazen kederle akıllarını devre dışı bırakır, sekr halini yaşarlar. Zaman zaman ağlayıp sızlayarak, of çekerek, inleyerek yanıp kavrulurlar. Tüm bu hallerin özünde ise Hz. Peygamber sevgisi ve O’nun sünnetine riayet vardır. Bu şekilde ilahi sevgileri daha da şiddetlenir. İbn Arabî ilahi aşka sahip insanların özelliklerini açıklarken daha da detaylandırır: “Onlar, üzerlerine hüzün bulutları yağanlardır. Korku ve üzüntüyü her an taşıyanlardır. Hakikat (ölüm ve yakîn) kadehlerinden içenlerdir. Bollukta, darlıkta, açıklıkta, gizlilikte, uykuda, uyanıklıkta daima Allah’la olanlardır. Tefekkürden ayrılmayanlardır. Eşyanın hakikatini kavrayıp onlardan ibret alanlardır. Gecenin bir bölümünü uyanık geçirip gözlerinden yaşlar akıtanlardır. Zayıf, nazik bedenleriyle, çatlamış dudaklarıyla, kurumuş gözyaşlarıyla, öldürücü derin iç çekişleriyle, Kur’an’ın gerçek dostlarıdır onlar. Hakk’ın özlemini duyanlar için gayelerin gayesidir Kur’an.”
İbn Arabî, Kur’an’da Allah’ın hangi kulları sevdiğini özellikle vurgular. Bu aynı zamanda ilahi aşka talip kullar için rehber niteliğindedir. Bu özelliklerden birkaçı şöyledir: Allah, tövbe edenlere özel bir sevgi duyar. Allah et-Tevvab’dır. Kendi ismini ve niteliğini çok sever. Kulunda bunu gördüğünde sevgisi daha da artar. Burada İbn Arabî, “Hakk, kendisini O’ndan uzaklaştıran bütün hallerinde kuluna döner. Kul tövbe ederse ‘Her nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir’ hakikati tecelli eder.” hatırlatmasını yapar. Yine burada mutasavvıfların kötülüğe iyilikle mukabele tavsiyesi de önemli bir çizgidir. Nefsi terbiye eden en önemli eylem, kötü bir davranışa maruz kalındığında tam tersi yönde hareket edilmesidir. Tüm bunlar, ilahi sevgi dairesinde işlenen hakikatlerdir.
İlahi aşk, yani Hakk’ın sevgisini, sevmesini kuvvetlendiren her nitelik ancak Hz. Peygamber’e uymakla mümkündür. Emirlere ve yasaklara dikkat etmek, güzel ahlak sahibi olmak, sünneti yaşatmak ve tüm bunları bir hayat nizamı haline getirmek, ilahi aşkın kaidelerindendir. Bu konuda son sözü yine Şeyhü’l-Ekber İbn Arabî’nin kendisine bırakmayı uygun buluyoruz: “Bil ki, sevgi makamı çok şerefli bir makâmdır. Gene bil ki, sevgi varoluşun aslıdır.”
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
26 Temmuz 2023 Çarşamba
Fatih Sultan Mehmed’in entelektüel portresi
- Halil İnalcık (Kuruluş Dönemi Osmanlı Sultanları)
Sâmiha Ayverdi, 1953’te neşredilen “Edebî ve Mânevî Dünyâsı İçinde Fâtih” kitabında “Bütün ömrü tamamen zaferler ve muvaffakıyetlerle geçmiş olmasına rağmen, asla cihangirlik sarhoşluğu ile tütsülü ve gevşek bir ruh zafiyeti içinde görmediğimiz” bir portre çizer. Bu portreyi dikkatle incelediğimizde, fetih kelimesini tam manasıyla idrak etmiş bir padişahla karşı karşıya kalırız. O, 1453’te İstanbul’u fethedip dünya tarihine adını altın harflerle kazırken, İstanbul’u bir medeniyet, kültür, sanat şehri de yapmak istiyordu şüphesiz. Bunun arka planı muhakkak çok derindi ve oldukça ilgi çekiciydi. İsmail E. Erünsal hocanın Timaş Yayınları tarafından neşredilen Fatih’in Entelektüel Portresi adlı çalışması, işte bu arka plana hücum ediyor ve büyük padişahın meraklarını, kitaplarını, kütüphanelerini önümüze seriyor.
Bir kültür adamının doğuşuna tanıklık ediyoruz evvela. İlk yetişme çağlarından itibaren çok iyi bir eğitim aldığını görüyoruz. Doğu ve Batı kültürünü merak ediyor, bu iki kültürü bir araya getirme vazifesi üstleniyor, ulemayla ve şuarayla sık sık bir araya geliyor. Erünsal burada önemli bir konuya dikkat çekiyor: “Şunu belirtmek gerekir ki Fatih’in Batı medeniyetinin bilgi ve birikimi elde etmek için yaptığı faaliyetleri Saray’ın dört duvarının içine ve kendi özel hayatına münhasır olarak kalmıştır. Osmanlı tebaası ne resim ve madalyonla ne de Geç Antik Çağ’ın felsefesi, tarihi ve kültürüyle ilgilenmiştir. Fatih de bu konuda hiçbir çaba göstermemiş, Saray dışında İslâmî ilimlere, İslâm kültürüne, sanatına, şiir ve edebiyatına vâkıf bir İslâm halifesi gibi davranmıştır.”
Buradan anlaşılıyor ki Fâtih, Doğu ve Batı kültüründen bir sentez elde etme gayretini bilhassa kendi şahsiyetinde gerçekleştirmiştir. “Bir defa Fatih Sultan Mehmed hadd-i zâtında âlim bir insandır: Müspet ilimlerle tıbba, aldığı ilk tahsil ve terbiye dolayısıyla meraklıdır.” diyor Süheyl Ünver. Peki kimdir gençliğinde ona bu ilim aşkını, merak etme istidadını aşılayanlar? Hocazâde Muslihuddin, Molla Gürânî, Molla İlyas, Sirâceddin Halebî, Molla Abdülkadir, Hasan Samsunî, Molla Hayreddin… Diğer yandan: “Fatih döneminde şiir meclisleri sadece sarayda değil, devlet adamlarının ve şehzadelerin konaklarında da düzenlenmekteydi. Sadrazam Mahmud Paşa’nın, Şehzade Bayezid’in, Şehzade Cem’in çevresinde dönemin birçok ünlü şairi toplanmıştı. Fatih, Divan sahibi bir şair olduğu gibi dönemindeki şairlerin de hamisiydi. Âşık Çelebi, onun herhangi bir devlet görevi dolayısıyla maaşı bulunmayan şairlere bin akçe aylık bağladığını söylemektedir.”
Fâtih hangi eserlere ilgi duyuyordu? Bir kere onun Topkapı Sarayı’nda kurduğu kütüphanede İslâmî yazmalar dışında Grekçe, Latince, Ermenice, Süryanice, İtalyanca ve İbranice yazılmış yazma eserlerin de bulunduğunu belirtiyor Erünsal. Laeritius, Herodotus, Livy ve Quintus Curtius gibi tarihçilerin eserlerini okuyan Fâtih; Büyük İskender’in hayat hikâyesine ve eski Yunan tarihine büyük ilgi duyuyordu. Her gün Flavius Arrianus’un Anabasis of Alexander the Great adlı eserini okutturuyordu. Bunun yanında İlyada’lar, sipariş edilen haritalar da cabası.
İsmail E. Erünsal hoca, Fâtih’in şahsiyetini tarihî gerçekler noktasında ortaya koymanın zorluğunu da bizlere göstermiş oluyor aslında. Hükümdarlığının yanı sıra beynelmilel bir entelektüel olduğu gerçeği ise gün gibi ortada duruyor. Bizim en çok beslenmemiz gereken yönü de bu…
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf