6 Haziran 2023 Salı

Yol yürümeyen beklemenin ne olduğunu bilemez

"Ne yol biter ne yolcu. Hepsi gelir gider. Bir tek eşik bekler. Eşik en sadık derviştir, çünkü."
- Yağız Gönüler, Eşikte Beklemek

İnsan vasıl olmak ister elbet ama vuslatın yakıcı bir ateş olduğunu düşünemez. Çocukluğumuzdan itibaren her şeyi adım adım öğreniriz, sevdiğimiz şeylerin dozunu yavaş yavaş artırırız. Yeni doğan bir çocuğa kebap yedirmek hiçbirimizin aklından geçmez. Vücudumuzun dünyanın lezzetlerine hazır hale gelmesini bekleriz. İlk kelimelerini söylemeye başlayan bir çocuğun ilk önce anne mi yoksa baba mı diyeceğini merak ederiz ama bu çocuktan bize olan derin muhabbetini ballandıra ballandıra anlatmasını istemek hepimiz için abartılı olur. Bunun için çocuğun duygusal olgunluğa erişmesini bekleriz. Beklemek; olgunlaşmayı, hazır olmayı, layık olmayı da barındırır içinde. İstemek başlamaksa beklemek tamamlamaktır. Bekleyen, beklenenin rızasını aldığında kabul edilir. Toprağın altına bırakılan bir tohum beklemek suretiyle kavuşur güneşe. Buradan bakıldığında beklemenin pasif bir eylem olduğu düşünülmemelidir. Aksine, beklemek bilinçli ve aktif bir eylemdir. Öbür türlüsü beklemek değil vazgeçmektir. “Tekkeyi bekleyen çorbayı içer.” düsturundaki beklemek miskin miskin oturmak değil; tekkenin müdavimi olmak, tekkenin hizmetkârı olmak, varlığını tekkeye adamaktır.

Ecdadımız “Sel gider kum kalır.” sözüyle, sebat etmenin ve vefanın da ehemmiyetini vurgulamış. Bir kapıya kul olabilirsek kapının sahibinin muhabbetine de nail oluruz. Bu nedenle insanın kıymeti beklediği kapıyla ölçülür. Hangi kapının köpeğiysek o kapının nimetiyle rızıklanırız. Bir şiirinde Yağız GönülerBana tutunacak çok dal verdi hayat / rüyalar, dualar, eskilerin ayak izleri ve kapılar” diyor. Hepimiz bir kapıya tutunuyoruz çoğu zaman farkında olmasak da. Eşiğinde beklediğimiz ve tutunduğumuz kapılar dünya kapısıysa bize ahiret saadeti veremez. Yağız Gönüler iki cihan saadeti için beklenecek eşikleri işaret ediyor Eşikte Beklemek kitabında. Kitap, okuyucunun gönül kapısının eşiğinde bekleyen bir şairin dilinden yazılmakla birlikte okuyucuyu Dost kapısının eşiğinde beklemeye davet ediyor. Yunus’un bir şiiriyle başlıyor kitabına Gönüler: “Bir şâha kul olmak gerek hergiz ma’zûl olmaz ola / Bir işik yastanmak gerek kimse elden almaz ola.” Öyle bir sultanın kapısına kul olmalıyız ki bizi o kapıdan kimse kovamasın. Öyle bir eşiğe yaslanalım ki kimseler bizi oradan alıkoyamasın.

İnsan durduğu yerde tamir olamıyor öyle araba gibi. İnsan giderek tamir oluyor.” diyor bir yazısında Gönüler. Hayat, durduğumuz yerden öğrenilmiyor. İnsan, hata yaparak öğreniyor. Gitmek yani eylemde bulunmak, karar almak, bilinçlenmek, kendini bulmak ve en nihayet kendini gerçekleştirmek yani aslına ulaşmak insan olma serüvenimizi oluşturuyor. İnsan, bir kömür parçası değil ki durduğu yerde elmasa dönüşsün. İnsan kendini kendi parlatacak. Yol yürümeyen beklemenin ne olduğunu bilemez. Beklemek, Allah’ın lütuf ve keremi gökten yağmur gibi yağarken ellerini cebinden çıkarıp semaya açmaktır. Beklemek, kendini bilmeye götürür insanı. Kendini bilen kişi, nefsinin tuzaklarına karşı kendini nasıl koruyacağını da bilir. Kendini bilen kişi, yaratılışının gizlerini de bilir. Kendini bilen kişi yaratılmışlardaki ortak sırrı da bilir. Kendini bilen kişi, en nihayet Rabbini de bilir. Rabbini bilen kişi, başka kapı olmadığını da bilir. Dünya saadeti, ahiret azığı ancak o kapının eşiğinde bekleyenleredir.

Birisi durduk yere karşınıza çıkıp sizi çok sevdiğini, sizin için her şeyi yapmaya hazır olduğunu ve sizden de muhabbetine karşılık beklediğini söylese bu söylediğine hemen ikna olmazsınız. İddia sahibinin iddiasını ispat etmesi gerekir. Peki, nasıl ikna edecek sizi? Cebinden bir tomar para çıkarıp elinize tutuştursa ikna olur musunuz? Muhtemelen derhal parayı geri verirsiniz. Karşınızda yakasını, bağrını yırtıp parçalasa ya da herkesin ortasında sizi ne kadar çok sevdiğini haykırsa ya da ne bileyim bir kamyon dolusu gülü kapınızın önüne boşaltsa… Bütün bunlar bu şahsın size olan sevgisine ikna olmanız için yeterli olmadığı gibi şahsın sizinle ilgili farklı niyetleri olduğunu düşünmeye ve ondan uzaklaşmaya çalışırsınız. İnsanların bize karşı muhabbetlerine ikna olmamızı sağlayan en önemli unsur samimiyettir. Hesapsız kitapsız bir şekilde bizim etrafımızda güzellikler oluşturan birileri varsa, bize hayatı kolaylaştıran, yürüyeceğimiz yollardaki taşları temizleyen birileri varsa onların bize karşı muhabbetlerinden emin oluruz. Böyle bakıldığında sevginin, muhabbetin ispata ihtiyacı yoktur. Sevgi, gösterilecek bir nesne değildir. Gönülden gönüle kurulan bir köprünün adıdır muhabbet ve herkes geçemez o köprüden. Gönül Dağı dizisindeki Sefer karakterinin Zahide’ye olan aşkındaki teslimiyetle kurulabilir ancak bu köprü. Yanmadan muhabbet olmaz.

Enderunlu Ali Bey’in bir uşşâk bestesini alıntılıyor Gönüler. “Kaydet beni de ‘defter-i uşşâk’a a mâhım.” diyor bestede Enderunlu Ali Bey. Beklemek, kayıt defterine adını düşürmektir. Yusuf’un köle pazarında satışa çıkarıldığı gün ihtiyar bir kadıncağız da alıcılar arasında bekler. “Sen neyine güvenerek Yusuf’a talip oluyorsun be kadın?” diye horladıklarında, “Yarın Hakk divanında Yusuf’un taliplileri arasına beni yazsınlar da varsın alamayım.” der. Neye talip olmuşsak oyuz aslında.

Beklemek, kendi kusurunu görmektir. Kusurunu gören kişi kendine çeki düzen verir. Kendi kusurunu düzelten kişi zamanla başkalarının kusurlarını da görmemeye başlar. “Kusur görenindir.” buyurmuş büyüklerimiz. Etrafımızda kusur diye adlandırdığımız her ne varsa Hakk katında bir ölçüye bağlıdır ve beğensek de beğenmesek de olmuş ve olacak her şey Hakk’ın iradesine dahildir. Sebzelerin dibine döktüğümüz hayvan gübresi kötü kokar ama sebzeler için yararlıdır. Kimi kaynaklarda Hz. İsa (as) ile ilgili kimi kaynaklarda ise Hz. Muhammed (s.a) ile ilgili anlatılan bir kıssa da köpek leşini gören arkadaşlarının iğrendiklerini belirtmeleri üzerine “Dişleri ne kadar da güzel.” buyurdukları anlatılır. Bir köpeğin bir balığı koşamadığı için hakir görmesi ne kadar saçmaysa güzelin çirkini, zenginin fakiri, akıllının ahmağı hakir görmesi de o kadar saçmadır. Balığa yüzme yetisini veren Allah onu suya koymuştur ki koşmaya hiçbir zaman ihtiyacı olmayacaktır. Aynı şekilde insanlar da sahip oldukları yeteneklerle, mal varlıklarıyla imtihan edileceklerdir. “Biliniz ki kuşkusuz, mallarınız ve çocuklarınız (sizler için birer) imtihandır.” ayetinin sırr-ı hakikati de budur. Buradaki mallarınızdan kasıt zahiren servet olarak düşünülse de her türlü yetenek, güzellik ve zekâ da buna dahil edilebilir.

Gönüler “Neticede mana da içine girecek bir madde arar.” diyor kitaptaki bir yazsında. Güzellik, muhabbet, samimiyet, nezaket, dostluk, huzur, güven vs. duyguların birer kavanoza doldurulup satıldığını düşünebilir misiniz? Her şey kendi kabında muhafaza edilir. Muhabbetin kabı da Muhammed’dir (s.a.). Muhammed (s.a.) kapısına kapılanmadan muhabbet gıdasına talip olunamaz. Sen bir makamın önüne gitsen ve dışarıda beklemeye başlasan. İçerideki makam sahibi senin orada olduğunu nereden bilecek. Bunu kapıda bekleyen kişiye bildirmen ve öyle beklemen gerekir. Her kapının bekleyeni ayrıdır. Yüzbaşının emir eri ile orgeneralin emir eri rütbece eşit olabilir mi? Kapı ne kadar şerefli ise kapıda bekleyen de o kadar şerefli olur. Bu yüzden “Şeref-ül mekân bi’l-mekin” buyurmuş büyüklerimiz. Muhabbet manası Muhammed (s.a.) maddesine bürünerek var oldu ve ondan sonra da “Benim varisim alimlerdir.” hadisinin sırrınca Allah dostu ulemanın suretinde varlığını devam ettiriyor. Buradan hareketle “Alimin ölümü alemin ölümü gibidir.” hadisini, muhabbetin yok olması alemin varlık sebebinin de yok olması gibidir şeklinde anlayabiliriz.

Bir kutsi hadiste Cenab-ı Hakk’ın “Ben gizli bir hazineydim. Bilinmekliği sevdim ve mahlûkatı yarattım.” buyurduğu rivayet edilir. Allah, bilinmek ister, Allah’ı bilmek de ancak sevmekle mümkündür. Akılla bir yere kadar gidebilen insan, gönül kanatlarını açabilirse Allah insanı Aşk göğünde rızıklandırır. “Onların kalpleri vardır, onunla düşünmezler.” ayetinin sırrı da Cenab-ı Hakk’ın insana akıl yoluyla değil kalp yoluyla yaklaştığıdır. “Ben yere göğe sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım.” kutsi hadisi de Allah’a duyulan muhabbetin büyüklüğünü işaret ediyor.

Yağız Gönüler’in daha önce pek çok yazısında yer verdiği Ebû’l Hasan Harakânî‘nin şu sözü hepimize günlük yaşantımızda gönül ferahlığımız için bir pusula hükmü taşıyor: “Alim sabah kalkar ilmini artırmak için çabalar. Zahid, zühdünü artırmak ister. Tacir de ticaretini artırmanın peşine düşer. Ebû’l Hasan ise bir kardeşinin gönlüne ferahlık, huzur ve yücelik ulaştırma derdindedir.” Sahi, en son ne zaman bir kardeşimizin gönlüne ferahlık, huzur ve yücelik ulaştırdık? Evliya menkıbeleri hep eskilerden anlatılınca velilerin hepsi geçmiş zamanlarda yaşayıp gitmiş sanıyoruz. Gönüler, “Bugünün evliyası sessiz, davasız, iddiasız; iyinin, güzelin, hayrın ve paylaşmanın derdinde. Eyliyanın en mühim huyu nedir? İnsanın ağırlığını, yükünü almasıdır. Bugünün evliyasını nasıl tanırım? diye soruyorsan söyleyeyim. Çaktırmadan gözyaşı silen biri varsa yakınlarında, onu evliya bil.” diyor. Sahi, biz en son ne zaman bir yetim başı okşadık, en son ne zaman sol elimizden habersiz sağ elimizi uzattık bir düşküne? Sahi, başkalarının gözyaşı ne kadar umurumuzda?

Kişinin dilinde kim varsa gönlünde de o vardır. Yağız Gönüler; kitabında sıklıkla Yunus Emre, Mevlânâ, Niyâzî-i Mısrî, İbnû’l Arabî, Harakânî, Hermann Hesse, Jung, Lütfi Filiz, Muzaffer Ozak, Ahmet Amiş Efendi, Süheyl Ünver, Sadettin Ökten ve Yahya Kemal gibi isimleri referans gösteriyor. Bu da bize Gönüler’in ruh dünyasına dair bir izlenim kazandırıyor. Yola çıkmaya niyet edenler için, yolun taşlarına, dikenlerine ve bu taşların, dikenlerin birer nimet oluşuna dair samimi bir iç döküş gibi okunuyor Eşikte Beklemek. Eşiğinde beklediğimiz kapılar şahidimizdir.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

4 Haziran 2023 Pazar

Kendimizi sevmek ya da narsisizm sınırları

Tevazu, Narsistik Dünyanın Tuzaklarından Kurtulmak, Timaş Yayınları’nın psikoloji serisinin son kitabı. Dr. Daryl R. Van Tongeren, yapılan araştırmalar doğrultusunda tevazuya ve narsisizme gerçekçi bir pencereden bakıyor. Son zamanlarda insanların birbirine narsisist yakıştırması yaptığına sık denk geliyordum. Hatta çoğu psikoloji ve kişisel gelişim uzmanının bu konuda bilgilendirmekten ziyade, hap çözümlerine rastlıyordum. Bu tarz videoları sevenler ve yararını görenler de vardır elbet ama bu kitabı gördüğümde detaylı bir araştırma okuyacağımı düşündüm.

Peki nedir bu narsisizm dediğimizde, kelime anlamı olarak özseverlik karşımıza çıkıyor. İnsanın kendini sevmesinin ne zararı olabilir? Hatta yine son dönemde, kendimizle barışmamız lazım, insanları sevmek için önce kendimizi sevmemiz lazım mottolarını da destekleyen bir kelime gibi geliyor. Fakat kabaca narsisizm kişinin kendi bedenine ve/veya zihnine duyduğu yoğun hayranlık olarak tanımlanabilir ve bu pek sağlıklı bir durum değil.

Kitap işte bize sürekli kendimizi sevmenin söylendiği bir dünyada bizi gerçekten mutlu edecek, hüsrana uğratmayacak bir kavramı işliyor, tevazuyu. Kitabın başına tevazunun geçmişte kaldığı bir değer olduğuna fazlasıyla yer verilmiş. Eskiden mütevazı olmanın bile insanların gözünde bir değeri olduğunu söyleyerek ama modern zamanda fazla mütevazı olmamanın öğütlenmesini eleştiriyor. Özsaygı, yaptıklarımızı, kendimizi değerli görmek, kendi değerimizi biçmek demek ve her insanın buna elbette ki ihtiyacı var. Sanırım yanlış anlaşılan şey, tevazunun gerçek anlamı, tevazu sanki insanın kendini gözünde küçültmesi gibi algılanabiliyor. Kitap, bu ikisinin ayrımına dair detaylı bir giriş yapmış. Tevazunun kendini bilmek olduğunu, kendini bilen insanın zaten kendine yeterli özsaygısı olduğunu da anlatmış. Aksine kendi özsaygısını inşa ederken gerçeklerden kaçan, onları olduğu gibi kabullenmeyen insanların yaşadığı hayal kırıklığından, yıkımdan da bahsetmiş.

Tevazu’yu okumak istediğimde ağırlıklı narsisist bireylerle baş etme yöntemlerini okuyacağımı düşünmüştüm. Kitap şaşırtıcı bir şekilde çok daha fazlasını sunuyor, kendi içimizdeki narsisist yönleri görmemizi, onları alt etmemizi, kendi gerçekliğimizi kabul etmemizi söylüyor. Kitabın güzel bir özelliği, sadece bu konuların etrafında dönüp durmaması, kitap insan olmanın pek çok yönüne değiniyor. Tevazu, insanın kendiyle ilişkisine değinen bir kitap ama haliyle başka insanlarla ilişkimizi de inceliyor:

Peki o halde neden bazı ilişkiler zaman içinde gelişirken bazı ilişkilerde insanlar bocalıyor? Nasıl oluyor da bazılarımız arkadaş ve aileleriyle kurduğu derin ve anlamlı bağların keyfini sürerken diğerleri bu yolda tökezliyor? Ve bizler hayatımızın çeşitli alanlarında süregelen ilişkilerimizi nasıl geliştirebiliriz?

Tevazu, kendi değerini olduğu gibi bilmek olduğuna göre bunu çoğu insanın rahatlıkla idrak edebileceğini düşünüyoruz ama maalesef yanılıyoruz. Kendimizi genelde olduğumuzdan daha iyi değerlendirmeye meyilliyiz. Kırılgan egomuz gerçekleri görmemize çoğu zaman engel oluyor. Tevazu’yu okurken sıklıkla o egoya tosladığım ve egomun kırıldığı için yaptıklarım ya da yapmaktan kaçındıklarım aklıma geldi. Sağlıklı ilişkiler kurabilmenin yolu da tevazudan geçiyor, yapılan araştırmalar da bunu doğruluyormuş. Çiftlerin ikisinin de tevazu sahibi olduğu durumlarda ilişkiler de daha yolunda, daha güvenle ilerliyormuş, keza arkadaşlık ilişkilerini de tevazu kolaylaştırıyor. İletişim araçlarının bu kadar çoğalıp iletişim yollarının bu kadar hızlandığı bir çağda iletişimin bu kadar kısıtlı olması ilginç bir ironi. Kimse karşısındakini dinlemiyor, herkes için en değerli, biricik kendisi ve kendi düşüncesi. Hâl böyleyken herkes birbirini anlamakta zorlanıyor. Bizim de toplum olarak birbirimizi anlamakta zorlandığımız günlerden geçtiğimiz aşikâr, kitabı okurken ister istemez kendi düşüncemize, kendi bakış açımıza tıpkı Narkissos gibi âşık olduğumuzu fark ettim.

Kitapta her ne kadar verilen araştırma sonuçları ve istatistikler Amerika ve Avrupa’daki topluluklar üzerine yapılmış olsa da bizim de benzer süreçlerden geçtiğimizi gördüm. Pohpohlanan özgüvenlerimiz ve yaptıklarımızla yaşadıklarımızla bir türlü yetinememe halimiz bile kişinin kendini bilmemesine dayanıyor. Her insanın yapabileceğinin sınırları var ve bunları bilmek aslında insanın potansiyelini ortaya çıkarma, başarılı olma yolunda da önemli. Tevazu, tahmin ettiğimin aksine tek bir konuya yönelmiş bir kitap değil, konu o kadar geniş ve hayatın her alanına temas ediyor ki okura aynı zamanda genel bir kişisel gelişim kitabı okuyor hissi veriyor. Psikolojinin alanı olan, gündelik hayatta zorlanılan konuların çoğu kitapta dolaylı yollardan işlenmiş. E. Gülsen Yüksel’in çevirisi de bu kapsamlı kitabı kolay okunur kılmış.

Yazar tüm bahsettiklerime ve çok daha fazlasına hem araştırmalar ışığında hem de kendi tecrübeleriyle bakabilmiş biri. Bir konferans için davet edildiğinde konunun uzmanlarından biri olmasına rağmen tereddüt etmesini de tevazunun gündelik hayattaki önemini de kitabında yer vermiş. İstatistikler, tüm bu araştırmalar, edinilen bilgiler elbette kitabın omurgasını oluşturuyor ama yazarın kendi hayatından örneklerle bunu anlatması, kullandığı dil okuru kitaba bağlıyor. Genelde insanın eksikleriyle yüzleşmesi zordur, insan kendiyle her zaman karşılaşmak istemez, bundan kaçınır. Yazarın üslubu sayesinde Tevazu, okuruna çok daha rahat bir yüzleşme fırsatı sunuyor.

Esra Karadoğan
twitter.com/emilianatablog

29 Mayıs 2023 Pazartesi

Başka nasıl ölünürdü ki?

"Nasıl Ölünür?" sorusunun peşinde sürükleneceğimiz beş öyküyü bırakıyor önümüze Emile Zola. Hem çok farklı hem de bir o kadar birbirinin aynısı beş hayatı ele aldığı bu kitabında ölüme farklı pencereler açıyor. İnsanın ölüme nasıl baktığını gösteriyor bize. En çok da vurdumduymazlığımızı, biraz da vefasızlığımızı çarpıyor yüzümüze, ölüme karşı.

Onun kalemi aleni ve dobra çizikler atıyor sayfalara. Bazen durup ürperiyorsun bu kadar açık açık yazıyor oluşuna. Aksaklıkları, çirkinlikleri, herkesin bildiği ama kimsenin konuşmaya lüzum görmediği, ağzımızın tadını kaçıran mevzuları, kuytu köşe gerçeklerini... hiç çekinmeden yazıyor. Hayretimiz yazdıklarına değil, aslında hepsinden haberdarız zaten, asıl hayreti dobralığına duyuyoruz. Ölümü ele alışı bana sivrisinekleri hatırlatıyor.

Ölüm, bir sivrisineğin koluna konup bir anlık rahatsızlıktan sonra uçup gitmesi gibiydi. Sürekli etrafında dönüp dolaşır, durmadan vızıldar, bir yerlere, birilerine, çöpe, lezzetli bir yemeğin kırıntılarına, leşe...konar ve alacağını alır gider. Vzıltısını duyarsın ama onu görmezsin genelde. Pek de merak edilmez aslında nerede olduğu, nereye konduğu. Yeter ki senin tenine konmasındı. Hoş, bazen burnumuzun dibinde vızıldayıp dursa bile fark etmeyiz sivrisineği. Ta ki kanımızı tatlı tatlı emip o cılız acıyı hissettirene kadar. Gerçi o acıyı hissedemeyen, kolunda kanını emen sivrisinekle uyuyan nice insanız şimdi. Isırıktan geriye kalan izi de bir bilemedin iki gün sonra silinir gider, ısırıldığını hatırlamaz olur insan. Bu kadar düz, bu kadar dümdüz bir olaydı ölüm. Hiçbir fevkaladesi olmayan, bir küçük sessiz veda. Vedalaşacak birilerini de ardında yasını tutanları da bulamayabiliyordu. Ama hakkını yemeyelim üç gün kadar hatrı sayılır bir vefa ve karın tokluğu başsağlığı, acıyı bir kenara bırak da misafire çay yetiştir telaşı, iyi bilirdik hikayeleri de vardı bizim buralarda.

Bir arkadaşı alıp çıkıyor, sonra da unutulup gidiyordu işte. Charlot'un vedası da öyle unutulup gitmişti: ''Tek odaları vardı, Charlot'la yaşıyor, yemeklerini onun yanında yiyip onun yanında uyuyorlardı. Zaman zaman unuttukları da oluyordu; daha sonra fark ettiklerinde onu bir kez daha kaybetmiş gibi oluyorlardı,'' diyor Zola, yanı başlarında yatan küçük cenazeyle gayet tabi ve buna en çok da sebep olan yoksulluklarıyla yaşayan cenaze sahipleri için. Yine başka bir coğrafyanın ölümü karşılamasını şöyle çarpıcı bir şekilde aktarıyor: ''Kordonlar boğuk bir sesle çukurun duvarlarına sürtündü, tabutun meşe tahtaları çatırdadı. Mösyö Kont de Vertueil artık evindeydi. Kontes ise kanepesinden kıpırdamamıştı. Gözlerini tavana dikmiş hala kemerinin püskülüyle oynuyordu, içinde kaybolduğu hayaller o güzel sarışının yanaklarını kızartıyordu.''. Bu lakaytlığı yüzümüze öyle bir çarpıyor ki, ölümden daha ürpertici bir tokat yemiş gibi oluyoruz.

Beş öykünün beşinde de aynı lakaytlık, aynı vurdumduymazlık ve aynı ölüm yalnızlığını okuyoruz. Sade ve doğal bir üslubun çarpıcı ve kısa soluklu öykülerini okurken hayretimiz de kısa sürüyor. Bir diğer sayfaya geçtiğimizde ölümü okuduğumuzu bile çoktan unutmuş oluyoruz. Oysa Zola'nın dobralığı her öyküde ayrı bir kılıkta ve farklı bir hayatın gözleminde apaçık gösteriyor kendini.

Sanırım o soruyu şimdi yinelememiz gerekiyor: Nasıl ölünür ya da nasıl ölünmeliydi ki unutulmamalıydık?

Elif Uludağ
uludagelif27@gmail.com

22 Mayıs 2023 Pazartesi

Kendinizi en son ne zaman evde hissettiniz?

"Burada insanların ben yaşadığını düşünmüyorum.
Sadece akşamları eve gittiğini düşünüyorum, zorla."
- Bülent Parlak

"Eve dönmek
Kendime sarkıntılık etmekten başka nedir?
- İsmet Özel

"İnsan her akşam bir özür arar kendine
Çünkü eve dönen herkes biraz cesurdur."
- Freud'un Göremediği Rüya

Eve, yersizliğe, köksüzlüğe, kimliğe, kendiyle meşgul olmaya, insan ilişkilerine, arayışa, yürüyüşe dair olan kitaplar, okurların büyük bir kısmı için heyecan vericidir. Son derece tekinsiz ama bir o kadar da verimli olan bu 'okuma arazisi'nin mayını da boldur, meyvesi de. Ağzı burnu kanamadan, içi dışı parçalanmadan bu araziden çıkabilen okur yok gibidir. Hayatta bazı konular entelektüel bir çaba olmaktan çıkmalı, gerekiyorsa okuyanın ve düşünenin içi dışı parçalanmalıdır. Bu parçaları bir araya getirmeden gerçekle yüzleşmek ve daha sonra o gerçeği yaşamak mümkün olmuyor.

Cümlelerimize "pandeminden sonra..." diyerek başladığımız günlerden beri evi, yuvayı, aileyi, ofissiz çalışma düzenini, dostluğu, aşkı, ölümü yeniden sorguluyoruz. Sorgulanan bu kuyulardan ne kadar su çekilebildiği ise ayrı bir merak konusu. İnsanoğlu ölümü yenmeye çalışırken aşkı kaybediyor, aman konforuma zeval gelmesin dediği duvarlar arasında esas evini arıyor, aklını yegane yoldaşı kabul edip ferahlama yollarına sırtını dönüyor, sürekli huzursuz hissetme hâlini yenebilmek için yeni çevrelere, yeni projelere, yeni fikirlere kulaç atıyor. Giderek boğuluyor. Çünkü asıl kulak verilmesi gereken mesajlar ve hadiseler gönülde cereyan ediyor, insanoğlu gönlünü can kulağıyla dinlemiyor. Kavramlar, teknik tanımlar, yorumlar sadece saatleri ve günü oyalıyor. Biz yine kendi bildiğimiz yollarla hiç giremeyeceğimiz yollar arasına birer teyel atıyoruz ve oturduğumuz yerden kalkıp bir kahve yapıyoruz. Sonra "oh be" diyoruz, "hayat güzel". Öyle de, sen nasılsın?

Her şey yolunda giderken bile yüzü hep içindeki oyuklara dönük olabiliyor insanın. Buralardan ne çıkacak acaba diye teyakkuzda bekliyor. Özellikle rutine fazla saplanınca ansızın çıkıveriyor işte oralardan bir şeyler. Sanki "bu böyle gitmez, bak hâlâ yerini bulamadın, nereye konsan oraya dalım diyorsun ama bir kanadın çok uzun zamandır kırık, göremiyorsun" der gibi. Sonrası dalgın bakışlar, birkaç kitap sayfasında çare aramalar, arkadaş sohbetleri, eve dönüş, uyku marşı ve kapanış. Yok öyle kapanma, rüyalar da çıkıveriyor birden. O kaygan zemini hatırlatıyor. Feride Deniz'in kitabının ilk cümlesini: "Kendinizi en son ne zaman evde hissettiniz?"

Acaba dedim, İlahi Vuslat yerine kitabın adını doğrudan böyle mi koymalıydı? Ama o zaman da günümüzün kişisel gelişim kitaplarını çağrıştırabilirdi bu güzel çalışma, halbuki alakası yok. O hâlde dedim, bu soruyu yazının başlığı yapayım, hiç değilse kendi hevesim kursağımda kalmasın. İlahi Vuslat, hem psikolojiyle hem de tasavvufla ilgilenenler için çok lezzetli bir karşılaştırmalı okuma imkânı sunuyor. Doğum travması ve bezm-i elest arasından bir seçim yapma gerekliliği yok kitapta. Psikolojiyle tasavvufun ayrıldığı çok önemli hatlardan birine vurgu var. Yalnız, özellikle batılı bazı hekimlerin ve terapistlerin doğum travmasından bahsederken neredeyse bezm-i elest konusuna yaklaştığı da gözlerden kaçmıyor.

İnsanın dünya üzerindeki ilk evi, anne rahmi. Buradan ayrılmanın ruhta bıraktığı izleri önemsememek mümkün değil. Öyle veya böyle hayata devam ediyoruz ancak dünyaya alışamayışımızın kökeninde, bu kopuşun da izleri olabiliyor. Kimilerine göre özlemler, arzular ve kaygılar hep oraya yönelik. Kimilerine göreyse yeryüzündeki evsizliğimiz, yurtsuzluğumuz, köksüzlüğümüz hep o ayrılışla ilgili. Fredrik Svenaeus, "Freud's philosophy of the uncanny" başlıklı makalesinde "İnsan olmak evsizliğe doğmak gibidir" diyor. Bu tedirgin edici cümle akla hemen Heidegger'in geworfenheit kavramını getiriyor: dünyaya fırlatılmışlık... Doğum Travması kitabında Otto Rank, bu travmanın bütün insanlığı şekillendirdiğini öne sürüyor. Çünkü ona göre anne rahminden ayrılan insanın önünde artık tek bir yol var, endişeyle yürümek. Bütün nörotik rahatsızlıkların kaynağında da işte bu endişe var. Feride Deniz durumu şöyle izah ediyor: "Dünyaya ağlayarak gelen çocuk için bu ayrılık, travmatik ve korku verici bir özelliğe sahiptir çünkü çocuk anne rahmindeki cennetinden ve annesiyle olan birliğinden kopartılmış ve kaotik bir ortama sürüklenmiştir. Rank, bu travmanın izlerini ve etkilerini sadece psikolojide değil sanat, din, bilim, felsefe vb. insanın pek çok farklı eylemlerinde göstermiş ve bu travmanın nasıl da yaşam döngüsünün her aşamasında yer aldığını çeşitli argümanlarla ispat etmeye çalışmıştır."

Psikanalizde doğum travmasını işlerken Freud'dan başlıyor Feride Deniz. Yani kaygıdan ve tekinsizlikten. Sonra Otto Rank'ın bu travmayı aşma yöntemlerinden bahsediyor. Sandor Ferenczi'nin 'denize özlem'inde, Michael Balint'in 'ilk aşk'ında, Nandor Fodor'un 'kayıp sevgili arayışı'nda hep bu travma var. Akabinde Jung'un doğum travmasına yaklaşımı anne arketipi, anima ve animus kavramlarıyla açıklanıyor. Jacques Lacan'ın 'arzumuzun eksik nesnesi' dediği doğum öncesi yaşam ve Julia Kristeva'nın doğum öncesi yaşamla melankoli arasında kurduğu irtibat kitabı zengin kılıyor. Doğum travmasının nesne ilişkileri, bağlanma teorisi, hümanist ve varoluşçu psikoterapiye göre işlenen kısımları da bir hayli kafa açıcı. Meseleye uzak olan okurlar bile rahatlıkla okuyabilirler ve kitabın engin kaynakçasından yararlanabilirler. Zira korka korka da olsa doğum meselesinde 'kendine ait bir yer' arayanların sayısı epey fazla. Transpersonal psikoloji hep ilgimi çekmiştir; haliyle Stanislav Grof ve Michael Washburn gibi isimlerin insanın gelişiminde bu travmayı nasıl ele aldıkları da İlahi Vuslat'ta yer buluyor. Burada, Grof'un defalarca dilimize çevrilmiş Kozmik Oyun kitabından bir alıntı paylaşmayı istedim: "Gerçek varlığımız kozmik yaratıcı ilkeyle bir olduğu için açlığımızı maddî dünyada peşinden koştuğumuz hiçbir şey gideremez. Tanrısal kaynakla mistik birlik dışındaki hiçbir deneyim en derin arzumuzu tatmin edemez."

Kitabın ikinci bölümü tasavvufta birliğin ve ayrılığın temalarını irdeliyor. İnsanın nasıl tasavvur edildiği, ruhun beden zindanında hapsolması, ayrılık acısı, arayış halinde olmak, aslî vatana (eve) özlem, Hakk'ta fani olmak, derken muhteşem son: vuslat ve ölüm. Burayı okurken naçizane tavsiyem, bir sonraki okuma serüveni için İbn Arabî'nin Aşk Risalesi'ni, William Chittick'in Tasavvuf'unu ve Robert Frager'in Kalp, Nefs ve Ruh'unu da listeye dahil etmeniz olsun. Ruhun bedenle ilişkisi çok önemli. İnsanın hem kendisini (nefsini) ve yaratıcısını bilmesi için olmazsa olmaz bilgiler yatıyor bu ilişkide. Bilgiye kavuşmak ne kadar zorsa ondan hayat pratiği (idrak) çıkarmak da o kadar zor. Tek başına olacak hadiseler değil ama ilim talep edene (talibe) verilir. Bu yolda aramaktan daha lezzetli bir şeye de rastlanmıyor. Gelin bu bahsi 20. yüzyılın önemli mutasavvıflarından Ken'an Rifâî'nin Şerhli Mesnevî-i Şerif'inden bir paragrafla kapatalım (daha doğrusu açık bırakalım): "Dünyada ve bir ten kafesinde olmak, Tanrı visaline engel bir hâl içinde bulunmaktır. Tanrı ile bir olmanın sırrını bilip bunun sonsuz yüceliğini idrâk etmişler için böyle bir engel elbette derin bir hicran ve özleyiş sebebidir.". Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'yi Mesnevî'sine "Bişnev in ney çün şikâyet mî küned / ez cüdâyîhâ hikâyet mî küned" başlatan da bu hicran ve özleyiştir. Zira ney (insan-ı kâmil) o ayrılıktan her dem şikayet etmededir. Ondan duyulan nağmeler, bu ayrılığın nağmeleridir ve bizim dinleyişimiz, onun inleyişleridir. İlahi Vuslat'ın son bölümü modern psikolojide ve sufi psikolojisinde doğum travmasına olan yaklaşımları karşılaştırıyor. Hem meslekten olanlar hem de meraklılar için kitabın tansiyonunun en yüksek olduğu yer burası. Bol bol not almak, şaşırmak, tırsıp geriye çekilmek mümkün. Elbette üzerine gidecek cesurlar da vardır. "Yazık, şairler kadar cesur değilim."

Bu tip çalışmaların nasıl bir sona bağlanacağını hep merak eder, heyecan duyarım. Belki de sözü kısaltmanın, en pürüzsüz alandan konuşmanın yeridir o son. Feride Deniz de öyle yapmış. Gelin demiş, şuna travma demek yerine, ayrılık diyelim. Ama bu ayrılık öyle bir ayrılık ki, tekrar kavuşulacağı en başından söylenmiş. Eskilerin birbirlerine "ayrılığın olmadığı yerde görüşelim" demeleri de bundan. Saza gelmiyor, söze gelmiyor o vuslat. Ruhun hafızasında da o vuslat gömülü işte. İnim inim inletmesi bundan. Ama dayanma gücü vermesi de bundan. Yoksa hiç Sultân-ül-Âşıkîn Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî şöyle der miydi: "Selam olsun o kavuşma gününe! Eğer sana mutlaka kavuşacağımı bilmiyor olsaydım, bu ayrılığa tahammül etmem mümkün olmazdı!"

İlahi Vuslat gibi besleyici, zihin açıcı çalışmaların artmasını isteriz. Feride Deniz'i de can u gönülden tebrik ederiz. Bütün yolculuğun kendimizden kendimize doğru olduğunu hatırlatmak niyetiyle, başladığımız yere dönebiliriz: Kendinizi en son ne zaman evde hissettiniz?

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Seksenlerin ahvali: Sokakta

"Her pazar İsmail acaba hangi şiiri bozdurdu da güzelim bir hikayeye çevirdi, diyerek okuduk bu yazıları." diyor Furkan Çalışkan, Sokakta'nın önsözünde.

Kitap bir öykü kitabı olarak çıksa da tamamına öykü diyemeyiz bu iki bilemedin üç sayfalık kısa yazılara. Peki öyleyse türü hakkında ne diyeceğiz? Deneme? Evet, kimisi. Otobiyografi? Olabilir. Yazarımız çocukluğunda, gençliğinde tanıdığı kişilerin hayatından da öyküler devşirmiş.

İsmail Kılıçarslan 1976 doğumlu. Dolayısıyla seksenler çocukluğunu yaşamış. Seksenler deyince hepimizin gözünden bir hasret bulutu geçti değil mi? İşte kitabı okurken o günleri yad ediyoruz. Elimden bırakmak istemediğim bir kitap oldu. Biz tiryakiler işte böyleyizdir, sevdiğimiz bir kitap olunca bitecek korkusuyla ağır ağır okuruz. Kitaba yeterince güzelleme yapıp dikkatinizi çekebildiysem sırayla başlamak isterim şimdi.

Sokakta, "Sana Bu Mektubu", "Huzur Kıraathanesinin Balkonu" ve "Soba Yanıyor" başlıklı üç bölümden oluşan bir öykü kitabı.

İlk bölümdeki öyküler için lirik ağırlıklılar diyebiliriz. Ben en beğendiklerimden biri olan "Sen Tatlı Yeme Sakın" öyküsü burada yer alıyor. Kahraman, anlatıcının fakülteden arkadaşı. Sınıfın en zengin kızlarından birine tutulmuş. Kızın aklındaysa evlilik yok. Bıçkın bir delikanlı olan anlatıcı bu iki genç için bir görüşme ayarlıyor güç bela. Sonunu tahmin edersiniz…

Urfalı yaşlı bir amcanın hikayesini okuduğumuz "Suskunluğa Övgü", bitirince bu atmosfere bizi de çekiyor. Namlı bir eşkıya iken eşini görüp tövbe eden amca, 75'ten sonrasını neneyi toprağa verdiği için saymamış... Kimi zaman Ankara şivesiyle ve diğer şivelerle, doğal bir anlatımla yazılmış cümleler kitaba bir sıcaklık katıyor, “Musa’nın Geçileri” öyküsü gibi mesela.

Bir okur olarak okuduğumuz kitaptan beklentimiz nedir? Hoşça vakit geçirmek, yeni şeyler öğrenmek, bildiğimiz şeyleri tekrar, biraz hüzünlenip biraz gülümsemek, tarif edemediğimiz duyguları ifade etme yetisi... Sokakta, saydığım bu soruların hepsi için gayet tatmin edici bir kitap. "Ah minel aşk" dediğimiz aşklar da okuyoruz, "Vay canına" dediğimiz, mahfillerde adı geçen ustalarla anılar da. “Huzur Kıraathanesinin Balkonu”, İsmail Kılıçarslan ile İbrahim Tenekeci’nin öyküsü, hoş bir anekdot. Ve içinden birkaç cümle:

"Meğer biz koyundan, ağaçtan, çiçekten, çocukluktan bahsederken aynı zamanda dergiden de bahsediyormuşuz. İbrahim abi gibi adamlar şiir yazabilen adamlar değil, ‘pekey demekle kaim’dostlar ararmış meğer."

Burada duralım. İlişkilerimizi, dostlarımızı bir düşünelim. Kaç kişi böyle bir muhabbet yakalayabildi? Cevabı herkes içinden versin.

Akranlarım beni onaylayacaktır; çocukken erkekler berbere gitme vaktinin geldiğine kendileri karar vermezdi. Belli aralıklarla babaları onları uyarır, onlar da berbere gider babasının selamını söyler, tıraşını olur gelirdi. İşte, İsmail, 14 yaşındayken ilk defa berber koltuğunda büyüyor, çünkü ona öyküye de adını veren soru soruluyor: "Nasıl olsun?"

Büyük Yolculuk: Külli Tuffa Beleş” öyküsü şöyle başlıyor: "Sene doksan. Yaş on dört. Bir v6 otobüsün hostes koltuğunda, sonu hiç gelmeyecekmiş gibi duran yolu izliyorum. Birazdan Bağdat'a gireceğiz. Ahmet Murat, ‘Bağdat'ın Yapılışı’ isimli şiirini yazmamış daha. Yazmış olsaydı, şehre girerken dilime pelesenk olurdu: ‘Arapça'da yapıldı, aruz kullanıldı."

Hikaye şu: Bir grup liseli öğrenci öğretmenleri eşliğinde umreye gidecek. O yıllarda kara yolu kullanılıyor. Otobüsle uzun bir yolculuk yapılacak. Irak sınırına gelince sınırdan geçmeden önce hocalar çokça elma alıyor, amaç ticaret. Sınırın öte tarafında elma pahalı, satıp bir taşla iki kuş vuracaklar. Kahramanın şoför olan amcası da elma alıyor. Sonu mu? Yolculuk bitti mi bilmiyoruz bu öyküde ama kahramanın yüreğine su serpildi çünkü külli tuffa beleş!

Aynı yolculuktan bir kaç anı/öykü daha var kitapta. Tarhananın bereketini okuyoruz birinde, bir gencin fikir dünyası nasıl oluşturulur bunu görüyoruz. Kul, gördüğünü işliyor.14 yaşındaki İsmail’in büyüyünce İslamcı bir genç olmasında da bu yolculuğun etkisi muhakkak büyüktür.

Geldik, son bölüme: “Soba yanıyor.”. Buradaki öyküler hikmet odaklı.

"Bugünlük Ekmeğim Var" öyküsündeki pejmürde giyimli yaşlı adam hepimize bir temiz nefis terbiyesi dersi veriyor. Anlayana mı demeliyim yoksa?

Yazar öyküyü şöyle bitirmiş:

Bugünlük ekmeğim var' diyebilen ve bununla yetinebilen insanın dünyayı değiştirme, ona nizam verme şansı hepimizden fazladır. Hatta o zaten bizatihi varlığıyla bile her gün dünyayı değiştirmektedir. Bizse, şahane konforumuzla her gün 'neyi değiştirmemiz gerektiğinden bahsederek' yorgunuz."

"Fazla yaşamaktan yorgunuz" derdim bir öykü yazarı olsaydım.

Sözün sonu: Sokakta, yazar karşınızda oturuyor da sohbet ediyormuşsunuz gibi samimi bir üslupla yazılmış. Bununla beraber bir o kadar gerçek, bir o kadar etkileyici… Hem lezzetli, hem pek çok ders mahiyetinde tadımlık hikayeler.

Birsen Sebahat Tan
birsen_sulubulut89@hotmail.com

21 Mayıs 2023 Pazar

Yüz yıl sonra yeniden: Kırmızı Köşk'ün Esrarı

“Akıllara hayret verecek derecede harikulade vakalar, dünyada misali görülmemiş inceliklerle dolu, şeytanî zekâların bütün kuvvetleriyle birbirleriyle çarpıştığı cinayetlere sahne milli romandır.”

Pertev Şevket'in Kırmızı Köşk'ün Esrarı adlı kitabının ilk sayfasında yer alan bu sözlerden de anlaşıldığı gibi eser, milli romanlarımızdan biridir. Aynı zamanda “Osmanlı Polisiyesi” derlemelerinde geçer. Ancak yazıldığı ve yayımlandığı dönem Cumhuriyet dönemindir. Nitekim kitabın yazı devrimine yetişememiş ve eski yazıyla basılmış olmasından Osmanlı dönemine ait olduğu sanılır. Konusu ise oldukça ilginç. Birden fazla zincirleme olaylar var ve bir macera bitti zannedilirken bir macera daha başlar. Öyle ki emin olduğunuz, suçlu kesin bu karakterler dediğiniz kişiler bir iki sayfa sonra değişir ve hâliyle de her şey başa dönmüş gibi olur. Bunun için okurken biraz sabırlı olmak gerekir.

Peki, kitap nasıl başlıyor? Öncelikle şunu belirtmek isterim ki: roman birinci ve ikinci kısım olmak üzere ikiye ayrılıyor. Birinci kısım “Katilin İzi Üzerinde”, ikinci kısım “Meçhul Şahsiyetler Peşinde.” Biz ilk bölüm olarak Katilin İzi Üzerinde ile başlayalım.

Hüseyin Macit, İzmirli bir tüccarın oğludur. Görünüş itibariyle güler yüzlü, uzun boylu, sarışın, yaşı otuzlarında gösteren genç bir adamdır. Mesleki hayatında gösterdiği başarılar sebebiyle terfi almış ve İstanbul cinayet mahkemesinde savcı yardımcılığı için görevlendirilmiştir. Bir gün öğle yemeği yemek için Sirkeci’deki lokantalardan birine girer ve orada İzmirli tüccar İsmail Şükrü Efendi ile tanışır. Çok geçmeden de muhabbet etmeye başlarlar. Konu ise İsmail Şükrü Efendi’nin istirahati için güzel bir köşk alma meselesine gelir ve Hüseyin Macit’e Erenköyü’nde bir köşk bulduğunu, cuma günü ise gidip göreceğini söyler. Ardından da kibarca yanında gelmesini rica eder. Fakat Hüseyin Macit, çabucak gerçekleşen bu yakınlıktan pek hoşlanmaz, meşgul olduğunu söyleyerek kendisini affetmesini ister.

On beş gün sonra ise bir postanenin önünde rast gelirler. İsmail Şükrü Efendi, köşkü aldığını söyler, ısrarla Hüseyin Macit’i misafirliğe davet eder. Bu sefer kaçamayacağını anlayan Hüseyin Macit, mecburen daveti kabul eder. Nihayet cuma günün gelmesiyle de köşke gider. İsmail Şükrü Efendi, onu güler yüzüyle karşılar. Köşkü beğenip beğenmediğini sorar. Doğrusu Hüseyin Macit, köşkü görünce düşüncelerinde yanıldığını anlar ve gördüğü her şeyi pek beğenir. Üstelik köşkün içine girdikten sonra meraklı gözlerle etrafına bakar ve bronz çerçevenin içine konulmuş genç, sarışın bir kadının resmini görür. Çok beğenir. Ardından bu güzel kıza dair aklından sorular geçmeye başlar. İsmail Şükrü Efendi de durumu anlar, kızın yeğeni olduğunu açıklar. Saatlerin geçmesiyle de konuşmalar yerini sessizliğe bırakır. Hüseyin Macit’in canı sıkılır. Bu durumu anlayan İsmail Şükrü Efendi de ilk önce oyun oynama teklifinde bulunur ancak Macit pek oyun bilmediğinden buna yanaşmaz. Ardından fal bakma teklifini duyunca bu tür şeylere inanmasa bile sesini çıkarmaz, İsmail Şükrü Efendi’nin söylediklerini dinlemeye başlar. Fakat bir vakitten sonra duydukları hiç hoşuna gitmez. Zira söylenenler fena şeylerdir. Bunu anlayan İsmail Şükrü Efendi, ortamı biraz rahatlamak için latife yaparak bunların boş işler olduğunu söyler ve günün akşama dönmesiyle de Hüseyin Macit köşkten ayrılır. Nihayetinde takvimlerin Eylül ayını göstermesiyle herkesi şaşkına uğratan bir olay olur. Öyle ki bu kan dondurucu olay Kırmızı Köşkte gerçekleşmiş bir cinayettir. Maktul ise İsmail Şükrü Efendi’dir. Hüseyin Macit, duydukları karşısında şaşkına uğrarken bir anda kendini bu vakanın içinde bulur. Katilin peşine düşer. Fakat bu sırada karşısına Saime adında genç bir hanım çıkar. Çok geçmeden de bu kızın İsmail Şükrü Efendi’nin yeğeni olduğunu anlar. Ve birkaç günün ardından aralarına biri daha katılır. Sherlock Holmes...

Konu bu akış içinde ilerlerken döneme ait çeşitli bilgiler de verilir. Örneğin; İstanbul’un popüler mekanlarından biri olan Pera Palas hakkında. Nitekim karakterler zamanlarını köşkten sonra en fazla burada geçirirler. Özellikle vapur ve tren saatleri de ayrıntılı olarak verilmiştir. Yolculuklar kitapta önemli bir yerde. Tabii şu kısmı da atlamayalım İzmir hakkında da detaylı bilgiler verilmiş. Zira maceranın bir diğer kısmı da orada geçer. Benim ise romanda en çok sevdiğim birbirinden gerçekleşen bu tuhaf muammaların kitabın sonuna kadar okuyucudan saklanmış olmasıdır. Nitekim ne olursa olsun okuyucular karakterlerle birlikte her şeyi adım adım öğreniyor ve hâliyle de heyecan, merak hiç bitmiyor.

Meçhul Şahsiyetler Peşinde, yani ikinci bölüm de ise İngiliz Rıdvan adında bir karakterin yaptığı hırsızlık olaylarını ve asıl adı Saime olmayan Selma’nın ortadan sır gibi kaybolmasını okuyoruz. Üstelik artık polis müdür yardımcısı Muhsin İzzet Bey ve polis hafiyeliğine merak salmış Necile Hanım yan yanadır. Bu ikili hakikaten kitaba çok farklı bir renk kattığını söyleyebilirim. Zira aralarında geçen diyaloglar çok güzeldi. Romanın yavaş yavaş sonlarına geldikçe de her şey bir düğüm gibi çözülür ve hiç umulmadık bir son ile biter. Benim için okuması çok keyifli olan ve 100 yıl sonra sadeleştirilerek günümüz Türkçesine aktarılan bu kıymetli eseri mutlaka okumanızı tavsiye ederek iyi okumalar dilerim.

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"Belki de şu dakikada bedbahtım, fakat gelecekten ümitliyim. Herhalde saadete de kavuşacağım."

"Hayat mücadelesinde biraz güçlü olmak lazımdır."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

16 Mayıs 2023 Salı

Saplantılı bir aşkın psikolojik ve edebi çözümlemesi

Dünyanın sadece alınıp satılabilen ‘şeyler’ üzerinden değerlendirildiği, görünmeyenlerin yok bilindiği, hissetmenin ve bir duyguya sahip olmanın zayıflık sayıldığı bu dönemde, yeniden insan olduğumuzu ve bir kalbe sahip olduğumuzu hatırlamaya fazlasıyla ihtiyaç duyuyoruz. Bu ihtiyaç doğrultusunda da romanların, şiirlerin, filmlerin, müziklerin peşinden gidip bizi bize hatırlatacak bir yansıma arıyoruz. Hissettiklerimizi, akşamları bir başımıza tekli koltukta otururken düşündüklerimizi, sık sık iç çekişlerimizi, bazen karanlık bazen aydınlık duygularımızı bize anlatacak bir yansıma. Çünkü anlamak ve anlaşılmak istiyoruz, “Bak, onun da başına gelmiş, o da bunları hissetmiş, demek ki dünyada yalnız değilim” diyerek kendimize dünya yorgunu bir arkadaş, yoldaş arıyoruz.

Çağdaş Türk edebiyatında insana ait duyguları sarsıcı bir biçimde tahlil eden, ruhu tanıyan, şehrin tüm katmanlarından haberdar olan ve gerçekçi gözlemlerle insanı insana anlatan isimlerden Tarık Tufan’ın son romanı Âşıklara Yer Yok bizlere sahici bir yoldaşlık teklif ediyor. Bu yolculukta çoğu zaman ruhumuzu bir aynanın karşısında buluyoruz; kendimize bile itiraf edemediğimiz duygular, yaşadığımız travmalar, bağlılıklarımız, bağımlılıklarımız, bizi dümdüz eden aşklarımız, partner seçimlerimizi şekillendiren ebeveyn davranışları ve insana ait türlü zaaflar, güzellikler. Âşıklara Yer Yok bütünüyle insanı kapsayan, olay örgüsü ve karakter tahlilleriyle bizi içinde bulunduğumuz andan sıyıran ve okurda tekrar okumalıyım hissiyatı uyandıran bir eser. Bunlara ek olarak Tarık Tufan’ın dil inşasında gösterdiği titizlik ve özeni de unutmamak gerekiyor. Okuyucuyu yormadan, olay örgüsünde dikkati canlı bir biçimde tutan, detayları ustalıkla işleyen ve orada boğulmayan, dilin imkânlarını sadece anlatmak için değil, anlatıyı yaşatmak için kullanan usta romancı bu yönüyle geniş bir okur kitlesine sahip oluyor.

Kitap ilk bakışta bir aşk hikâyesini anlatıyor gibi görünse de, hikâyenin köklerine doğru indiğimizde gördüğümüz şey çocukluk çağı yaşantılarımızın ruh ve anlam dünyamızı nasıl şekillendirdiği ve de bugünkü ilişkilerimize nasıl yön verebileceği oluyor. Burada altını çizmemiz gereken bir husus var; günümüzde birçok roman, karakterlerin ruh hallerini tahlil etmek ve burada okurla bir bağ kurmak üzerine inşa edilir fakat bu inşa göstere göstere ya da acemice yapıldığında tüm güzellik kaybolur. Tarık Tufan’ı farklı kılan ise bu tahlilleri yetkinlikle yapması ve bizi o karakterlerin ruh dünyalarına doğru bir maceraya çıkartması oluyor. Kitap boyunca bu hissiyat hiç kaybolmadı; eylemlerin ve söylemlerin aslında neden kaynaklandığını, karakterlerin kişilik inşa süreçlerini bizlere acele etmeden gösterdi.

Orhan ve Firdevs’in birbirleriyle kurduğu problemli ve bir o kadar da gerçekçi aşk hikâyesine davet ediyor bizi kitap. Ana karakter Orhan bir sempozyumda Firdevs’le tanışır ve bir anda tutkuyla o güçlü karaktere yani Firdevs’e bağlanır. Ardından ona ulaşmak için dürtüsel ve primitif hamleler yapar. Firdevs, Orhan’ı görür, yaklaşır ve uzaklaşır, yaklaşır ve uzaklaşır. Bu gitgellerin ve bağlanamamanın sebepleri kitabın ilerleyen sayfalarında keşfedilmeyi bekler. Sanırım bu kitapta beni etkileyen şeylerden birisi de bu keşif duygusu oldu.

Orhan kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan, kendisiyle, geçmişiyle ve bugünüyle kavgası hiç bitmeyen bir akademisyen. Üniversitede asistanlığa kabul edilir edilmez Cankurtaran’daki baba evinden, hikâyesinin başladığı mahalleden ayrılır. Orhan bu telaşlı ayrılışı tez yazmak, kendisini meşgul eden arkadaşlar ve eğlence ortamları gibi şeylere bağlasa da, temelde arzuladığı şey kendi kimliğini ortaya koymak ve ailesiyle kurduğu problemli bağları kopartmak. Fakat bu durum çok uzun sürmüyor ve Orhan babasının kaybıyla beraber başladığı yere, Cankurtaran’daki eve, annesinin yanına geri dönüyor. Bazı evler ve bazı muhitler sahiden de insanın kaderi oluyor ve insan kaderinden bir türlü kaçamıyor.

Bazı kadınlar eşleriyle beraber ölür. Bunu nereden bildiğimi sormayın ama bazı kadınlar eşleriyle beraber ölür. Dünyadan elini eteğini çeker, yaşam hevesini, neşesini kaybeder ve kendi içine gömülüp dünyadaki günleri tamamlamaya çalışır. Orhan o eski evde annesinin çöküşünü izlerken bir yandan da hayatının en ağır ithamlarından biriyle yaşar. Anneye göre baba Necdet Bey, Orhan yüzünden ölmüştü ve bunu açık açık söylüyordu: “Baban senin yüzünden öldü!” Bir oğul için taşıması en ağır yük budur belki de. Babasının sözünü dinlemeyen, onun boyunduruğundan kurtulmak için çabalayan, bir türlü ailesini memnun edemeyen Orhan babasının kalp krizinden ölümüne sorumlu tutuluyordu ve şöyle diyordu Orhan: “O paslı bıçak, gece gündüz benim de yüreğime tekrar tekrar saplanıyor. Bu acıyı biteviye yaşamak ve böylece kendimi sonsuz döngüde cezalandırmak için ölüp ölüp yeniden diriliyorum. Babam benim yüzümden mi öldü?

Baba Necdet Bey otoriter bir figür. Her koşulda ailesine ve çevresine destek olmak için elinden geleni fazlasıyla yapan biri ama bunun karşılığında da Necdet Bey için tam teslimiyet, çocuklarının söz dinlemesi, kendi yönlendirmeleriyle hareket etmesi ve boyun eğmesi olmazsa olmazdı. Nitekim kendisi de babasından böyle görmüştü ve kendi evlatlarının da böyle yetişmesini istemişti. Orhan’ın ağabeyi, Necdet Bey’in istediği gibi bir evlattı; babasının sözünü dinleyen, ailesine bağlı ve çizilen istikamet doğrultusunda ilerleyen bir çocuktu. Fakat Orhan sürekli hatalar yapan, üzerinde kurulan tahakküme pasif-agresif bir şekilde direnen, ailesi tarafından hayal kırıklığı olarak adlandırılan biri olarak karşımıza çıkıyor. Ve hem annesi hem de babası tarafından sürekli olarak yetersiz hissettirilen, yetersizlik ve değersizlik şemaları kolayca tetiklenip aktif hale gelen Orhan kitap boyunca bu duygularla baş etmeye çalışıyor. Tarık Tufan bu şemaları doğrudan önümüze koymadan kitap boyunca bir iz sürmemizi istemiş ve bunda da son derece başarılı olmuş.

Terapi odası dışında insanlarla etkileşim halindeyken mesleki olarak düşünmemeye gayret gösteriyorum fakat romanlarda bunu çok başaramıyorum; karakterin kişilik özelliklerine dair çıkarımları bir şekilde yapıyorum. Âşıklara Yer Yok’taki karakter kurgusunun güçlü olması sebebiyle bu çıkarımları yapmak benim için oldukça keyifli oldu. Babasının baskısıyla sürekli olarak ezilen, abisiyle kıyaslanıp eleştirilen, babası öldükten sonra bile annesi tarafından yetersizlikle itham edilen ana karakterimiz Orhan baba figürüyle her ne kadar çatışıyor gibi görünse de, aslında yine babanın boyunduruğu altındadır ve tüm dönüşleri onadır.

Bağımlı kişilik bozukluğunda kişi genellikle bir ötekinin varlığına, bakımına muhtaçtır. Yaşamlarını başkalarının ellerine teslim ederler ve partnerlerine sıkı sıkıya bağlanıp onları bu davranışlarıyla kendinden uzaklaştırıp terk edilirler. Bu olasılığa karşı tedbir olarak partnerlerinin arzularına hemencecik boyun eğer ve onları memnun etmek için tüm güçleriyle uğraşırlar. İlişkileri sona erdiğinde özgüvenleri yerle bir olur. Destek ve bağdan mahrum kalınca içe kapanır, giderek daha gergin ve umutsuz hale gelirler. Orhan’ın Firdevs karşısındaki çaresizliği, bile bile yaptığı akıl almaz fedakârlıklar, kendisine gösterilen kötü muameleye boyun eğmesi ve ayrılık zamanlarında göstermiş olduğu aşırı duygusal tepkiler bu durumun en net örneği. İş arkadaşı Kenan’la yaptığı telefon görüşmesinden sonra şöyle söylüyor Orhan:

Bazı insanlar farkında olmadan çıkışsızlığa, karamsarlığa müptela oluyorlar ve karanlıkta saklanıyorlar. Kalan son güçlerini o karanlık sığınakta tüketiyorlar ve birileri oradan çekip çıkartmak için ellerini uzattıklarında adım atacak mecalleri kalmıyor. Utanarak söylüyorum ki ben o insanlardan biriydim; korkaklığım yüzünden çaresizliğe bağımlı oldum.

Bağımlılar kendileri için inisiyatif almayı neredeyse imkânsız bulurlar, bunun yerine özgüvenli ve güçlü gördükleri kişilerin peşine takılıp onlardan bir kurtuluş yolu beklerler. Kendi kimliklerini başkalarınınkilerle birleştirme eğilimindedirler, karşılıksız sevgi gösterme kapasiteleri muazzamdır. Yalnız kalmaktan nefret ederler, kimlikleri sevdikleri insanların kimlikleriyle iç içe geçmiş olduğundan ayrılık düşüncesi onlar için ölüm gibidir, ilişkiyi kaybettiklerinde kendilerini kaybetmiş gibi olurlar. Orhan’ın güçlü ve üstün gördüğü Firdevs’e duyduğu hayranlık, Firdevs’in kendisini terk ettiği dönemlerde zihninde canlanan olumsuz düşünceler, intihar fikri, yalnız kalmaya ve reddedilmeye gösterdiği aşırı tepkiler onun en karakteristik özellikleri olarak karşımıza çıkıyor. Kafa dinlemek için gittiği Saklıkuyu’da karşılaştığı Defne isimli karaktere bir anda yaklaşması, duygusal olarak etkilenmesi ve Firdevs yerine Defne’yi koyabileceğini düşünmesi de aslında tesadüfi bir durum değil. Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı DSM’nin 5. versiyonunda bağımlı kişilik bozukluğunun 7. maddesi şöyledir: Yakın bir ilişkisi sonlandığında, bakım ve destek kaynağı olarak derhal başka ilişki arayışına girmek.

Orhan, Firdevs’e aşkını ilan ettikten sonra ikili arasında sağlıksız bir ilişki gelişir. Firdevs, Orhan’ın aşkına karşılık vermez ama başı her sıkıştığında Orhan’ın yanına gelir ve sonra onu yeniden terk edip kayıplara karışır; bu durum böyle devam edip gider. Firdevs, Orhan’a birbirlerine çok benzediklerini söyler; bu doğru bir söylemdir aslında, çünkü Firdevs’te de bağımlı kişilik örüntüsü görünür. Buna ek olarak sınırda (borderline) kişilik bozukluğu da Firdevs’in mustarip olduğu bir durumdur. Sınırda kişilik bozukluğunun bir alt türü olan yılgın sınırda kişilikte kişi sadece bir veya iki kişiye biat ederek bağlanma stratejisi izler. Yalnızca bir kişiye sırtlarını dayayan yılgın sınırda kişilikler tüm yumurtalarını aynı sepete koymuş gibilerdir. Hayatta tutunacak tek dallarının her an tehdit altında olduğuna inandıklarından, dünyalarına daima dengesizlik hâkimdir. Haliyle, güvenlik hissedemeyişleri ve çaresizlikleri zihinlerini hep meşgul eder. İlgi ve sevgiye ihtiyaç duydukları halde öngörülemez biçimde zıtlaşmaya meyilli, manipülatif ve değişkenlerdir (Firdevs’in her yara aldıktan sonra Orhan’ın kapısını çalması ve ardından terk etmesi). Dürtü kontrolleri yoktur, çocuksu davranışlar sergilerler. Dengesiz duygudurum düzeyini dışsal gerçeklikle uyumlu hale getirmeyi başaramazlar; normallik, depresyon, heyecan arasında belirgin geçişleri olur veya arasına uygunsuz, yoğun öfke ya da kısa süreli kaygı veya öfori dönemleri serpiştirilmiş, keyifsiz ve kayıtsız dönemler yaşarlar.

Firdevs de Orhan gibi yaralı bir çocuktur aslında. Kumarbaz, borç batağına saplanmış, ilgisiz, korkak ve sorumsuz bir baba. Zayıf ve beceriksiz babasından tiksinen Firdevs babasına hiç benzemeyen Fırat isimli birine fena halde âşıktır. Fırat kaba, sert, heybetli, kavgacı ve serseri bir tiptir; her anlamda Firdevs’i kullanır, istismar eder, peşinden koşturur, ağlatır. Orhan’a Fırat’ı anlatırken şöyle der Firdevs: “Fırat’ın hayatımda önemli bir yeri var. Aslında merhametli bir adamdır, beni sürekli gözetir, kollar. Son zamanlarda çok değişti. Bana zarar verdiğinin farkındayım ama ondan ayrılmayı başaramıyorum.” Evet, Firdevs Fırat’tan ayrılamıyordu, çünkü Fırat’ta babasından görmediği ilgiyi ve gücü görmüştü. Fırat onu tüm dünyaya karşı koruyabilirdi, babası gibi ortada bırakmazdı. Ve Firdevs kendisini deliler gibi seven Orhan yerine Fırat’ı tercih ediyordu, çünkü Fırat da aslında babası gibi zayıf ve korkaktı. Nitekim Fırat Orhan’la karşılaştığında düşündüğü ilk şey onunla nasıl baş edebileceği olmuş ve yoğun bir şekilde yetersizlik hissetmişti. Firdevs’in kaçtığı şey de tam olarak buydu.

Her iki karakter de saplandıkları aşk bataklığının farkındaydı ama bir türlü kurtulamıyorlardı. “Bu bekleyişin ne kadar hastalıklı olduğunun farkındaydım, her sabah uyandığımda ilk iş olarak bundan vazgeçmek için kararlar alıyor, fakat akşam olduğunda tutkumun karşısında zayıf düştüğümden kendimi yeniden Firdevs’in gelmesini arzularken buluyordum” diyor Orhan ve çaresizce devam ediyor: “Bunu bilerek mi yapıyordu? Umut etme sınırını geçtiğim ilk anda yeniden karşıma çıkıp her şeyi tersyüz etmesinin nasıl bir açıklaması olabilirdi? Benden uzaklaşacağı korkusuyla hesap sormaktan kaçınıyordum, delice sorgulamalarım onunla yüz yüze geldiğim anda bitiyordu, bir ay boyunca neden bir daha gelmediğini, bırak gelmeyi bir kez olsun neden aramadığını sormuyordum bile, hiçbir şey yokmuş̧ gibi yüzündeki cezbedici gülümsemeyle ansızın ortaya çıkıveriyordu.” Çünkü Firdevs’e duygusal olarak muhtaçtı ve ne yaparsa yapsın ondan vazgeçemiyordu.

Firdevs’in durumu da aslında Orhan’dan farksız değildi ve Firdevs de büyük bir çaresizlikle babasının açtığı yaraları kapatmaya çalışıyordu: “Keşke senin sandığın kadar güçlü bir kadın olabilseydim Orhan. Maalesef değilim, o kadar zayıf ve o kadar kırılgan hissediyorum ki, sana anlatamam. Üstelik kendime bile itiraf edemediğim bu zayıflıktan dolayı artık utanç̧ içindeyim. Kendimi soktuğum durumlara bak! Acınacak bir halde sevgi dileniyorum, yakınlık dileniyorum, birilerinin pesinden koşuyorum, gerçekten sevilebilmek için neredeyse yalvaracak hale geliyorum.

Aşk dediğimiz olgu ziyadesiyle karışık ama sanki temelde şöyle işliyormuş gibi geliyor bana: Âşık olduğumuz zaman bizdeki libidinal enerjiyi yani yaşamsal enerjimizi karşı tarafa aktarmaya başlıyoruz ve karşıdan bize yansıyan görüntüye tutkuyla bağlanıyoruz. Karşı taraf bu ilişki ve bağı kopartıp gittiğinde onda bize ait bir parça kalır, hayatımızı sürdürmek için ihtiyacımız olan o enerji artık ondadır ve o bir daha geriye dönmemek üzere gitmiştir. Firdevs ve Orhan hayatlarındaki bu kopuşlardan fazlasıyla etkilenip tepki gösterirler, çünkü sahip oldukları kişilik örüntüleri ayrılmaya ve yalnız kalmaya müsait değildir. Hem Firdevs hem de Orhan bu bağımlı ilişkilerden kurtulmak isteseler de başarılı olamazlar, çünkü bağlandıkları profiller kendi eksikliklerini kapatan ve hastalıklı bir biçimde kendilerine iyi geleceklerini düşündükleri tiplerdir.

Âşıklara Yer Yok, üzerinde uzun uzun konuşulacak, çok katmanlı bir kitap. Orhan’ın Saklıköy’deki günleri ve Vedia Sultan Bimarhanesi tuhaf bir ürperti oluşturuyor okurda. Sanırım bu noktada Tarık Tufan’ın sinemaya olan hâkimiyeti devreye giriyor ve zihinsel bir yolculukla bulunduğumuz mekândan kelimelerin gücüyle bizi soyutluyor. Saklıköy’deki Defne, Berna, Ahmet Hilmi Bey gibi karakterlerin hayat yolculuklarını, onları ve Orhan’ı bir araya getiren kader çizgilerini izlemek büyük bir heyecandı.

Tarık Tufan’ın insana yakından bakan ve onu anlayan son kitabı Âşıklara Yer Yok için gönül rahatlığıyla uzunca bir süredir okuduğum en iyi yerli roman diyebilirim. Aşkı anlamak, aşkın psikopatolojik kökenlerini görmek ve hissetmek için tavsiyemdir.

Gökhan Ergür
twitter.com/gokhanergur