24 Ocak 2023 Salı

Geleceğin toplumlarında çocuğa yer var mı?

Iskarta, herhangi bir sebepten dolayı önemini yitiren mal demek. Bu kelime genelde cansız varlıklar için kullanılır. Ama bu kitapta tam tersi. Yan yana gelemeyecek kadar birbirine zıt olan iki kelime bu kitabın ana teması; 'ıskarta' ve 'çocuk'.

Amerikalı yazar Neal Shusterman tarafından ilk defa 2010 yılında yayımlanan ve New York Times çok satanlar listesinde olan Iskarta isimli bu distopik eser, bizleri hayalini kurmayı bile istemeyeceğimiz bir dünyaya götürüyor. Youtube'da bir videoda tesadüfen adını duyduğum bu kitabın beni bu kadar etkileyeceğini açıkçası hiç düşünmemiştim. Belki de biz kadınların en hassas noktası olan çocuklardan 'ıskarta' diye bahsedildiği için içerde bir yerlere dokunmuş olabilir. Ama şuna eminim ki erkek olsun kadın olsun bir çocuğun 'yetersiz' kabul edildiği için gözden çıkarılması hiç kimse tarafından kabul edilebilecek bir şey değil. Kitabı okuduğunuzda söylediklerime hak vereceğinizi düşünüyorum. Peki nedir bu ıskarta?

İkinci iç savaş üreme hakları yüzünden çıkmıştır. Bu savaşta üç taraf vardır; Yaşam Ordusu, Seçim Tugayı ve Amerikan ordusunun geri kalanı; onların işi iki tarafın birbirini öldürmesini engellemeye çalışmaktır. Bir yanda insanlar yaşam hakkını korumak için, kürtaj yapan doktorları öldürürken diğer yanda birtakım insanlar fetüs dokusunu satabilmek için hamile kalırlar. Ve bu savaşta herkes liderini bu mesele hakkındaki tavrına göre seçer. Savaş devam ederken Yaşam Kanunu çıkar. Bu kanuna göre çocuğun, ana rahmine düştüğü andan itibaren 13 yaşına kadar hayatının sonlandırılması yasaklanır. Nobel Ödüllü bir bilim adamı çözümü şöyle bulur; hamileliğin çocuğun aklı kemale erdikten sonra, geçmişe dönük olarak sonlandırılması. Bilim adamının keşfettiği teknik, bir donörün her parçasının nakledilebilmesine imkan tanır. Savaşın sonuna doğru istenmeyen çocukların hayatlarına son vermeden ortadan kaldıran 'ıskarta yöntemi' öne sürülür. Ve bu yöntem iki taraftan da kabul görür. ABD donanmasının eski Amirali bu durumu şöyle anlatıyor: "Savaş iyice kötüye giderken iki tarafı masaya getiren bir ateşkes sağlamayı becerdik. Sonra da, istenmeyen çocukları hayatlarına son vermeden ortadan kaldıran ıskarta fikrini öne sürdük. Bunun iki tarafı da şoke edip nihayet gerçeği görmelerini sağlayacağını düşünüyorduk. Masanın iki tarafından birbirlerine bakacaklar ve birileri bunun saçmalığını belirtecekti. Kimse öyle yapmadı. Yaşamı sona erdirmeden yok etme fikri iki tarafında isteklerini karşılamıştı. Yaşam Kanunu imzalandı, Iskarta Mutabakatı yürürlüğe girdi ve savaş sona erdi."

Yaşam Kanunu demişken, bu kanuna göre istenmeyen hamileliklerden doğan çocukların kapı önlerine bırakılması da serbest. Anne eğer bebeğini istemezse dışardan zengin olduğu belli olan evlerin kapısına çocuğunu bırakabiliyor. Ve bu aileler o çocuklara sahip çıkmak zorunda kalıyor. Eğer o ailede çocuğu sahiplenmek istemezse kimsenin görmediği bir şekilde yine başka kapıya bırakıyor. Kapı önlerine bırakılıp da sahiplenilmeden ölen çocukların sayısı da bir hayli fazla.

Söz gelimi 'işe yaramayan', hiç bir becerisi olmayan toplum tarafından 'sorunlu' olarak adlandırılan çocuklar 13 yaşına geldiğinde aileleri tarafından ıskartaya çıkarılır. Anne-baba ortaklaşa aldıkları kararla Iskarta Mutabakatını imzalarlar. Bu çocuklar 13. doğum günlerinde gençlik polisleri tarafından alınıp Hasat Kamplarına götürülür ve orada Iskarta işlemi gerçekleşir. Eğer 18 yaşına kadar hayatta kalmayı başarabilirlerse bu işlemden kurtulurlar. Çünkü Iskarta İşlemi sadece 13 ve 18 yaş aralığındaki çocuklara uygulanır.

Hasat Kampında neler olduğunu, ıskarta işleminin nasıl gerçekleştiğini kimse bilmemektedir. Çocuklar kampa geldikten sonra vücutlarındaki uzuvların sağlıklı kalabilmesi için her türlü tedbir alınmıştır. Çünkü nakil yapılacak olan kişilerin sağlıklı organlara ihtiyaçları vardır ve ıskartaların bütün organları başkaları tarafından kullanılır. Eski Donanma Amirali ıskartalardan bahsederken şöyle der: "Daha fazla insan organlarını bağışlasaydı ıskarta işlemi hiç olmayacaktı... ama insanlar kendilerinin olan şeyi kendilerine saklamayı seviyorlar, hatta öldükten sonra bile."

Kamptaki çocuklar genel olarak ikiye ayrılmıştır; belalılar ve ondalıklar. Bu iki grubun birbiriyle iletişim kurması dahi yasaktır. Ondalıklar yazarın deyimiyle "Titanic'deki birinci sınıf yolcu" muamelesi görür. Belalılar ise en erken ıskartaya çıkarılan çocuklardan oluşur. Toplumda hiçbir şekilde kendine yer bulamamış çocuklara bu kamplarda da yer yoktur ve ilk önce onlar gözden çıkarılır. Tıpkı günümüzde olduğu gibi anne-babasının değer vermediği, sahip çıkmadığı çocuklar toplum içine karıştıkları zaman da aidiyet duygusundan yoksun kalıyorlar.

İşte bu kitap ıskarta işleminden kaçmak için her yolu deneyen Connor, Risa ve Lev adında üç çocuğun mücadelesini anlatıyor.

Connor ailesinde, okulunda, arkadaş çevresinde sürekli kavga eden, problem yaratan bir çocuktur. Ailesinin kendisini Iskartaya çıkardığını tesadüfen öğrenir ve gençlik polislerine teslim edilmeden kendisine bir kaçış planı hazırlar.

Risa devlet yurdunda büyümüştür. Klasik piyano çalar. Fakat devlet yurtlarındaki yoğunluktan ötürü Risa'ya yurtta yer kalmamıştır. Çıkarıldığı heyet tarafından yeteri kadar yetenekli kabul edilmez ve ıskartaya çıkarılmasına karar verilir.

Lev ise bir doğduğu günden itibaren ondalık olduğuna inandırılarak büyütülür. Kalabalık bir ailenin son çocuğudur. Daha doğmadan 13 yaşına geldiğinde ıskarta olması için mutabakat imzalanır ve Lev hayatı boyunca Tanrı için özel olarak seçildiğine inanarak büyür.

Connor'ın kaçma planınından sonra peşpeşe yaşanan kazalar Connor, Risa ve Lev'i bir araya getirir. Lev'in saplantılı düşünceleri, kendisine inandırılan 'kutsal görev' inancı bu üç ıskartanın başına türlü işler açar. Fakat Connor ve Risa Lev'i ıskarta işleminden korumak ve fikirlerini değiştirmek için büyük fedakarlıklar yaparlar.

Distopik eserler gerçek olmamakla birlikte içinde gerçekliğe dair çok fazla mesajların yer aldığı eserlerdir. İstenmeyen çocuklar, kapı önlerine bırakılan bebekler, kürtaj, organ bağışı, sorumsuz aileler gibi toplumsal sorunları kitabında işleyen yazar, harika bir kurguyla bunları göz önüne seriyor. Kendinizi kitaptaki karakterlerin yerine koyduğunuz zaman sorguladığınız, kafanızı kurcalayan çok fazla meselenin olduğunu göreceksiniz. Cevap veremediğiniz sorular, çözüm bulamadığınız olaylar, üzüldüğünüz konular olacaktır. Ben kitabın kapağını kapattığımda keşke dedim, keşke yeryüzünde sahiplenilmemiş, sevilmemiş, değer görmemiş bütün çocuklara sarılabilseydim. Sarılsaydım ve onlara ne kadar değerli olduklarını anlatabilseydim...

Ahsen Sena
ahsensna@windowslive.com

20 Ocak 2023 Cuma

Kemal'den Piraye'ye mektuplar

Kemal Tahir, Nâzım Hikmet’le birlikte yargılandığı Donanma Davası’ndan dolayı çarptırıldığı on beş yıl hapis cezasının ne kadar ağır bir şey olduğunun farkında değildi; çünkü her an hapishaneden çıkabileceği gibi bir ruh halinde olduğunu onun Piraye’ye yazdığı mektuplarda görebiliyoruz. Hâlbuki bu on beş yılın on iki yılını bilfiil yatmış, daha sonra çıkan afla tahliye olmuştur. Ama, hapisliğinin ilk yıllarında dahi mektuplarında “yakında hâlâs olursak sana Çankırı’dan ne getireyim” diye soruyor Piraye’ye. Bunu yazdığı yıl 1940. Tahir, bu cümlenin üzerine Çankırı’dan sonra daha Çorum’u ve Malatya’yı dolaşacak, nice romanı, hikâyeyi kâğıtlarda ve aklında filizlendirecek ve ancak 1950’de tahliye olacaktır. Umut, hiç bitmiyor, Baudelaire’nin bir şiirinde dediği gibi “Ve İnsanoğlu, ki yoktur umut yitirdiği/Deliler gibi koşar, erinç bulmak ister de!

(Edebiyatımızın bir eksiğidir Kemal Tahir’in mektuplarının toplu bir halde bulunmaması. Zamanında Bağlam Yayınları’ndan çıkan bir Notlar/Mektuplar kitabı, ilk eşine yazdığı Fatma İrfan’a Mektuplar kitabı mevcut. Bir de Orhan Kemal’e Mektuplar adlı kitapta Kemal Tahir’in Orhan Kemal’e yazdığı mektupları görebiliyoruz ancak bunları eksiksiz ve toplu bulamıyoruz. Son olarak da İthaki Yayınları’ndan çıkan Şiirler/Ziya İlhan’a Mektuplar kitabı var ama bunlar hem ayrı baskılarda olup hem de bulunması zor olunca okumak ve Tahir’in mektuplarına hâkim olmak zor oluyor. Tabiî ben oldukça eksik olduğunu düşünüyorum bunların. Bir de şimdi bahsedeceğim Kemal’den Piraye’ye Mektuplar kitabı var elimizde ancak Kemal Tahir on iki yıllık hapis hayatında Piraye’ye sadece on beş mektup mu yazdı? Ki Piraye bildiğim kadarıyla kendisine yazılan mektupları saklayan biri. İnşallah Kemal Tahir’in yeni yayıncısı Ketebe Yayınları bu sorunu çözüme kavuşturacaktır.)

Umut hiç bitmiyor ve Kemal Tahir sanki durumun farkında da değil. Sürekli, yakında çıkacağını ve bu işin “şakacıktan” başladığını düşünüyor; belki de bu yüzden hep ümitvar. Şöyle diyor 1940 tarihli bir mektubunda: “… Turşumuzu kurmayı dahi tasmim etmiş olsalar, gene bu kışa bizi çıkarırlar sanıyorum. Şakacıktan başlayan bu iş kâfi derecede uzadı.

Kitap sadece Kemal Tahir’in Piraye’ye yazdığı mektuplardan oluşmuyor. Piraye’ye yazılan on beş mektubun dışında yine Piraye’ye kısa bir not, Nâzım ve Piraye’ye birer kartpostal, Nâzım’a iki tane mektup ve bir tane de Naci Sadullah’a mektubu ihtiva ediyor. (Piraye’ye olan mektuplar 1940-1945 yılları arasını kapsıyor. Nâzım’a 1942 ve 1947’de birer mektup -çünkü Nâzım bir süre sonra Çankırı’dan Bursa Cezaevi’ne nakil oluyor- görüyoruz. Naci Sadullah’a 1941 yılında yazıyor. Kartpostallar 1940 yılına ait) Ayrıca sunuş ve giriş yazılarında da Kemal Tahir’in Nâzım Hikmet üzerinden Piraye’yle olan abla-kardeş ilişkisine değiniliyor. Bol fotoğraflı bir kitap bu. Piraye’yi, Memet Fuat’ın küçüklüğünü, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı ve başka kişileri de Kemal Tahir’le beraber, o yıllardaki halleriyle görebilmemiz açısından değerli ve arşivlik malzemeler sunuyor. (Nâzım’ın Çankırı’da yaptığı yağlı boya tablolar da kitapta yer almış.)

Mektuplarda genel olarak Kemal Tahir günlük yaşantılarından bahsediyor. Ve elbette hiç bitmeyen geçim derdinden. Alamadığı paralarından vs. Ayrıca yazdığı hikâyeleri Piraye’ye de gönderip onun fikrini alıyor ve önemsiyor da. Bu durum bize Piraye’nin entelektüel seviyesini de gösterebilir. Bu kitap yine Nâzım Hikmet’in İthaki Yayınları’ndan çıkan Kemal Tahir’e Mapusaneden Mektuplar kitabıyla önlü arkalı okunursa dönemin ekonomik ve siyasal ruhu çok daha iyi anlaşılacaktır. Örneğin tek parti devrindeki sansürü şöyle anlatıyor Tahir: “Pek canım sıkılıyor. Tan’daki hikâyeleri insafsız ve cahilane sansür ediyorlar. Mesela (başındaki abani sarıklı fesi vardı) cümlesini çıkarıyorlar. Sipsivri şu cümle kalıyor (Siyah fötr şapkasını nahiyeye, kasabaya giderken bir de hatırlı misafir gelince giyerdi). Sonra birtakım psikolojileri birtakım vakaların karşısında tespit etmişim. O vakaları galiba müstehcen bulup budamışlar. Hikâyenin adamları, ortasından kopmuş filmlere benzedi. Anlaşılıyor, biraz yazıya benzeyen yazı olmamalı.” Ayrıca bu mektuplarda kişilerin özel duygu ve davranışlarına da tanık oluyoruz. Mesela Tahir, Nâzım’ı inanılmaz çok seviyor ve onun şairliğini -yer yer aşırı abartsa da- yere göğe sığdıramıyor. Bir de dikkatimi çeken şu oldu: Kemal Tahir mektuplarında dinî terimleri çok kullanıyor (Elhamdülillah, Allah razı olsun, ruz-ı mahşer vb.) Ve bunları dinle alakası olmayan birinin kültürel ifadeleri gibi değil, bir Müslüman’ın hayatının içinde bu cümleleri/kelimeleri eritmesi gibi kullanıyor. Hayatı boyunca solda olmuş bir yazarın bu terimleri bu şekilde kullanışı ilginç bir görüntü oluşturuyor bence. (Hapishaneye de komünizm davasından girmişti, hatta ilk eşi Fatma İrfan kendisini bu sebepten -vatan millet düşmanı bir ideolojiyi benimsemiş biriyle birlikte olamam diyerek- terk etmişti.) Belki de o yaşlarda -otuzlu yaşlar- dine bakışı daha farklıydı. Yine de şunu demek istiyorum, şimdiki sol görüşlü yazarlar (sol da demesek olur aslında, ne oldukları belli değil) Türk Edebiyatı bile diyemiyor. Tahir’in baştan ayağa namuslu bir Türk aydını ve Türk insanı olduğunun belirtilerinden biri bence bu durum. Tam bu toprakların insanıydı Kemal Tahir.

Yazıyı bağlayalım. Mektup, 1940’ların, 50’lerin, 60’ların en önemli iletişim araçlarından biri ve devrin muhasebesinin döndüğü en önemli yazınsal belgelerden biri. Birçok görüş ve bilgiye hâkim olabiliyor okur dönemli ilgili. Bu yüzden -işin etik yönüne girmeden- bu tür mektupların daha çok ve daha dikkatli edisyonlarla yayımlanması gerektiğini düşünüyorum. (Turgut Uyar dememiş miydi İsmet Özel’e: Dergiler çıkarıyoruz, hâlbuki birbirimize mektup yazsak yeter diye.) Tabiî nicelik yönünden de artarak. İnşallah Kemal Tahir’in daha fazla mektubu ve kurgusal yazıları o meşhur sarı defterleri aşacak ve bizle buluşacaktır. Bazı kuru-teorik-akademik anlatımlı kitaplara ek olarak (bunlar da lazım) dönemi ve kişileri daha insani yönleriyle öğrenmiş oluruz.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

13 Ocak 2023 Cuma

Bilinenden kurtulmak veya nefsi dizginlemek

İnsan bildiğinden, emin olduğundan, güvendiğinden sınanır; yani kendinden. Bu hayat boyu böyle süreceği için eskiler "Hâk ol ki Hudâ mertebeni âlî eyleye" demişler. Yani, toprak gibi tevazu sahibi ol, dereceni Hakk yükseltsin. Kuşadalı'nın "Gör geç, belle geç, durma geç" deyişinde de bu hakikat gizli. Üzerinde durduğumuz ve sahiplendiğimiz her bilgi kadar, yine üzerinde durduğumuz, eşelediğimiz, takıntı hâline getirdiğimiz duygu ve düşünceler de bizi ele geçiriyor. Hiç farkında olmadan kendimize tabular, putlar inşa ediyoruz. Sonra bu tabuları yok etmeye, putları yıkmak için ömür tüketiyoruz.

Bildiğini düşünen insanın büyük yanılgıları, sosyal medyada en çok ilgi çeken post’ları ve tweet’leri oluşturuyor. Herkes birbirine nasıl olması gerektiğini söylüyor. Şöyle olursak böyle olur, böyle olursak şöyle yaparız, öylece yaşarız, insan daha güzel olur, hayat daha yaşanılır olur. Kim belirliyor böyle olacağını ve bu kesinlik neden? Birkaç kişisel gelişim ve psikoloji kitabı okuyup, akşamları önümüze gelen meyve tabağının dibini sıyırırken yaptığımız yorumlar, kâinatın yumaklarını çözmeye kâfi mi? Bu yumakların ne yandan geleceğini ve bizden neler götüreceğini bilmiyoruz. Buna rağmen geçmişteki bildiklerimiz, o büyük putlar, bizi hikmetli sözler söylemeye götürüyor. Hepimiz bunu yapıyoruz. En iyi duygularla bile kaleme aldığımız cümleler içinde yargı var. Başkalarına, sırf bizim gibi düşünmedikleri ve bizim gibi olmadıkları için saldırıyoruz, bunu da olabildiğince nazik yapıyoruz. Nezaketin bu anlamda insan varlığına kasteden bir tarafı vardır. Bilmişlik ve nezaket yan yana yürümez, bilgelik ve nezaket ise iki yoldaştır. Bizler bilge olmadan, bilgeymiş gibi yaparak, kendimizi marifetin serin gölgesine dayanıyoruz. Halbuki marifetin serin bir gölgesi de yok. Bilgiye çok fazla ihtiyaç duymakla daha fazla sevmek arasında bir bağlantı var. Daha çok öğrenenin, daha fazla sevmesi gerekiyor. Bizde ne hikmetse bilgi, nefreti ve yargıyı beraberinde getiriyor.

Jiddu Krishnamurti, özgür zihnin ne olduğunu anlatıyor Bilinenden Kurtulmak adlı kitabında. Özgür zihin, bilgiyle her tanıştığı anda büyülenen hatta ürperen bir zihin. Çünkü geçmişte girmek zorunda kaldığı yollarla, saplandığı bataklıklarla vedalaşmış biri. Onun umudu zaman değil, an. Çünkü reddediyor maskeleri, illüzyonları, plastik müfredatları. Her şeyi olduğu hâliyle bilmek, gerçeğiyle yaşamak istiyor. Eşyanın hakikatine susamış gibi gayret ediyor, bu gayretinde bir alışveriş gözetmiyor. Vaktiyle Üsküdar’da bir şeyh efendi, yeni taliplerinden birine Allah demeyi yasaklamış. Talip, yeni bir yola girmenin verdiği huzuru yaşayacakken bu yasakla beraber yanmaya başlamış. “Ya hu, yıllarca bir yola girmek için bekledik, şimdi mürşidimize kavuştuk ama o da bize Allah demeyi yasakladı” diye tekkede içli içli söyleniyormuş. Efendi bunun farkında ama biraz beklemiş. İstemiş ki iyice yansın talip, öyle gelsin, diz çöksün. Çünkü efendi farkında, talibin içinde kaskatı kesilmiş isyanın. “Her şeyi biliyorum” isyanının. Velhasıl, “gel” demiş talibine ve bu yasağın sırrını söylemiş: “Evladım sen kafanda bir put yaratmışsın, ona Allah diyorsun. O iş öyle değil.

O iş öyle değil. Eskiler, bilmeden bulunmayacağını özellikle işaret etmişler. Oysa bizim aklımız önce bulmaya sonra bilmeye odaklıdır. Bilen bulur, bulan da gayretinde sadık ve samimi ise mutlaka olur. Olanlardan olur. Bu da ancak ölmekle mümkündür. Nefsin terbiyesi, tasavvuf geleneğinde ölmeden evvel ölmek sırrına kavuşmakla mümkündür. Henüz bu ölümü gerçekleştirmeden ipuçları sunarak, öğütler vererek kişi en önce kendini kandırmış olur. Ne demişler? Bilenler söylemez, söyleyenler bilmez. Bizler henüz konuşmanın, hatta söylenmenin makamındayız, eğer orası bir makamsa. Söyleniyoruz, yani şikâyet ediyoruz. Şimdiye kadar bizde kalıplaşmış olan bilgiler karmaşasının, hayat yumağını çözeceğine inanıyoruz. Derken Kadir-i Mutlak, yani tek ben olan, esas ben, bakıyor ki yarattığı sürekli ben diyor. Ben yaptım, ben hallettim, ben çözdüm, ben söyledim. Madem öyle, haydi bakalım göster kendini, kulum ben olmaya pek meraklı ise dalsın şu kahır deryasında dolansın biraz. Eğer biraz hakikatle hemhal olmaya çabalıyorsa kul, ne yapıyor? Gaza geliyor amiyane tabirle. Hatta kahrın da hoş, lütfun da hoş diyor. Gerçekten hoş mu, yoksa bundan bir hikâye yaratıp insanlara sunmak için mi bu sözü dilimize doluyoruz? Kahırlara ne kadar sabrımız var bizim? Sabah ekmek almaya giderken başlamıyor mu şikayetlerimiz? Güneşin defteri kapanıp da akşam sayfası açıldığında, eve dönerken suratımız adaleti, merhameti, şefkati aramıyor mu esas anlamlarına uzak sınırlarda gezinirken? Dervişi imtihanlar yormuş. Varmış mürşidine. Sözü "aman efendim eyvallah diyoruz, kahrın da hoş lutfun da hoş diyoruz" diye bağlamış biraz da taltif bekleyerek. Efendi Baba dayanamamış: "Aman oğlum sen lutfun da hoş lutfun da hoş de. Kahrı öyle çocuk oyuncağı değildir."

Bunların yanı sıra bir de uyumlu olma diye bir dert çıktı başımıza. İlle de birilerine uyumlu olmak zorundayız. Bir kategoriye dahil edilmediğiniz sürece, önemsenmeyecek ve sevilmeyeceksiniz. Aykırısınız çünkü ve marjinalsiniz. Siz diyor Krishnamurti, kendinizi topluma ve dünyaya uyum sağlamak zorunda hissediyorsunuz. Çünkü böyle olursanız sizi sağlıklı ve normal olarak kabul edecekler. Oysa derinlemesine hasta bir topluma uyum sağlamak bir sağlık ölçütü değildir. Çevrenizdeki asıl hastalıkları görmüyorsunuz çünkü zihninizi özgür bırakmıyorsunuz. Birini severken bile seviyorum demek için seviyorsunuz, her şeyde olduğu gibi sevgiyi de kendiniz için istiyorsunuz diyor. Bu ifadeler, “Aramakla bulunmaz, bulanlar ancak arayanlardır” sözünü yeniden düşünmeyi gerektiriyor. Bu kadim sözü belki başka bir yazıda didiklemeye çalışırız ancak Krishnamurti evvela aramayı bırakmalı diyerek, arama eylemine gereğinden fazla anlam, hatta kutsallık yüklendiğini belirtiyor. Aramaktan ziyade anlamanın üzerinde durmalı: "Yaşamın bütününü anlamanız gerek, sadece küçük bir parçasını değil. İşte bu yüzden okumak zorundasınız, bu yüzden gökyüzüne bakmak zorundasınız, şarkı söylemek, şiirler yazmak, acı çekmek ve anlamak zorundasınız; tüm bunlar hayattır.". Sonrasında yola kendinden çıkmalı, başkalarıyla kıyaslamalar yaparak ya da başkalarını yargılayarak değil: "Bir Tanrının ya da hakikatin ya da gerçekliğin -ya da her ne derseniz- olup olmadığı sorusu kitaplar, rahipler, filozoflar ya da kurtarıcılar tarafından asla cevaplanamaz. Sizden başka hiç kimse ve hiçbir şey bu soruyu cevaplayamaz, işte bu yüzden kendinizi tanımanız gereklidir. Toyluk ancak kendinden tamamen bihaber olmaktan doğar. Kendini anlamak bilgeliğin başlangıcıdır."

Bilinenden kurtulmakla nefsini dizginlemek arasında çok güzel irtibatlar var. Krishnamurti’nin kitabı sadece bunu hatırlatmasıyla bile çok değerli. Hep geçmişin yüklerinden kurtulma üzerinde duruluyor, doğrudur. Geleceğin de yüklerinden kurtulmalı. Ne olacağını bilmektense, O’nun çaresiz bırakmayacağını bilmek, şu zamanda en güzel reçetelerdendir. Yapan da çatan da O’dur. O’dur tek bilen ve bilinmesi gereken.

Yağız Gönüler 

9 Ocak 2023 Pazartesi

Hat sanatına gönül verenlerin başucu kitabı

İslam sanatları arasında müstesna bir yeri olan hüsn-i hat sanatının tarihi hakkında Prof. Dr. Süleyman Berk’in kaleme aldığı Devlet-i Aliyye’den Günümüze Hat Sanatı isimli eseri genişletilmiş yeni baskısıyla İnkılâb yayınlarından okuyucuya sunuldu. Yazdığı kitaplar ve hattatlığıyla hat sanatında sarf-ı mesaide bulunan Süleyman Berk hüsn-i hattın tarihi, geçirdiği evreleri, üstatlarını ve yazı örnekleri kitabında ele alıyor.

Hüsn-i hat sanatını öğrenenlere ve bu sanata ilgi duyanlara bir kaynak eser olan kitap meşhur hattatların meşk murakkaları, levha ve kitabeleri, hilye-i şerif ve icazetnamelere kadar geniş bir yelpazede pek çok hat eserini ihtiva ediyor. Arap yazısının kaynağı, Emevilerden Selçuklular’a ve Osmanlılar’a kadar uzanan tarihi seyri ile yazının sanata dönüşümü kitabın ilk bölümünde konu ediliyor.

Osmanlı hat sanatında Şeyh Hamdullah, Ahmet Karahisarî, Hafız Osman, İsmail Zühdî, Mustafa Rakım, Mahmud Celaleddin, Mehmed Şevki, Sâmi Efendi, Mehmed Nazif ve Hasan Rıza’ya kadar ekol sahibi üstatların yaşamları ve eserleri tafsilatlı olarak anlatılıyor.

Hat sanatında icra edilen ve aklam-ı sitte denilen muhakkak, reyhânî, sülüs, nesih, tevkii, rikaa yazı türleri ile talik, kufi, divani, celi divani ve rik’anın ortaya çıkışı, özellikleri, yazım teknikleri kitabın bir başka bahsini oluşturuyor. Hüsn-i hat sanatını meşk edebilmek için gerekli olan malzemeler ve bunların hususiyetleri de elbette önem arzetmektedir. Kamış kalem, aharlı kâğıt, mürekkep, mühre, kalemtıraş, makta, mürekkep hokkası, mıstar ve yazı altlığı hat sanatında kullanılan malzemelerdir.

Karşısında durup hayranlıkla seyredilen sanat eserlerinin büyük bir emekle meydana geldiği kuşkusuzdur. Bu bağlamda celi sülüs bir hat levhasının hazırlanmasında geçirdiği safhaları ve inceliklerini de kitapta okumak mümkün.

Hüsn-i hat sanatında yazılmış levhalardan en müzeyyeni olan hilye-i şerifler kitapta müstakil bir bölüm olarak karşımıza çıkıyor. Hz. Peygamber’in (sav) yazı ile anlatıldığı hilye-i şerif formu onu övmek, insani ve ahlaki vasıflarını en güzel şekilde ortaya koymaktadır. Bugün bilinen klasik anlamdaki hilye-i şerif levhası hattat Hafız Osman’ın (1642-1698) eseridir.

Hat sanatında yer alan formlardan biri olan tuğra formu ise saltanat alameti olarak Selçuklular, Memlükler ve Anadolu Beylikleri ve Osmanlılar tarafından kullanılmıştır. Padişah tuğraları berat, ferman, menşur, antlaşma, vakfiye gibi resmi evraklarda, bayrak ve pullarla, binaların üzerinde bulunmaktaydı. Birçok hattat tarafından padişahların değişik istiflerde tuğraları yapılmıştır. Osmanlı’da padişah tahta çıktığında kendisine gösterilen tuğra örneklerinden birini beğenir ve bu da saltanatı boyunda kullandığı alametlerden biri olurdu. Hattat Mustafa Râkım Efendi ve Hattat Sâmi Efendi, padişah tuğralarını estetiğin zirve noktasına ulaştırmışlardır.

Usta çırak ilişkisiyle öğrenilen hat sanatında başarıya ulaşan ve eserlerinin altına imza atmaya izin verilen talebeye hocası tarafında bir icazetnâme (diploma) verilir. İcazetnamede bir kıt’a yahut hilye-i şerif formu ile hocanın iznini belirten ibare bulunmaktadır. Osmanlı’nın son döneminde kurulan 1914’de kurulan ve devrinin kudretli sanatkârlarının ders verdiği Medrese-i Hattâtîn’den (Hattatlar Mektebi) mezun olanlara klasik icazet yerine mektebin bütün hocalarının mührü ya da imzasının bulunduğu icazetnâme verilmiştir.

Söz konusu kitabın önemli bir bölümünü meşhur hattatların kaleminden hat sanatının en güzel örnekleri oluşturuyor. Bunlar arasında kıt’alar, Hilye-i Şerifler, Mushaf-ı şerifler, meşk murakkaları, camilerdeki çeşitli yazı ve levhalar, mezar taşı kitabeleri, yazı kalıpları hat sanatının görkemini ve zenginliğini gözler önüne seriyor.

Hat sanatının tarihini, üstatlarını, ekolleri, kullanılan malzemeleri ve çok çeşitli örneklerini derleyip bir araya getiren Devlet-i Aliyye’den Günümüze Hat Sanatı bu sanata gönül verenlerin başucu kitabı olma özelliği taşıyor.

Rüveyda Okumuş
twitter.com/ruveyda_okumus

Entelektüel sayıklamalar ve geçiyor zaman

Süleyman Unutmaz’ı ilk defa “Mesnevi okuyup sigara içen mütebessüm kızlar beni niçin sevmez?” şiiriyle tanımıştım. Daha sonra dergilerden şiirlerini takibe devam ettim. Eski Bir Yaz Vakti İçin Mektuplar ise yazarın aldığım ilk kitabı.

Kitabın ilkin kapağına takıldı gözüm. Çünkü tiryakiler kapağından başlar sevmeye… “Orada bir köy var uzakta” şarkısını bilirsiniz, bir kısmı yeşil bir kısmı sararmış ekin dolu tarlaların, uzaktan görünen birkaç evin ve ağacın olduğu resim bize bu şarkıyı bağıra bağıra söylediğimiz yılları, çocukluğumuzu anımsatıyor.

Bir taşra yerlisi olan bizim için “nerelisin?” sorusu can sıkıcıydı hep. “Bizim köyümüz yok” dediğimizde kimse inanmaz, “Vardır vardır sen bilmiyorsundur. Baban nereli baban?” diye ısrar ederlerdi.

Yaz tatili dönüşü öğretmen “Yaz tatilinde ne yaptınız?” konulu kompozisyon yazdırınca herkes köyünden bahsederdi. Ebesiyle koyunları sağdığını, dedesiyle tarlaya gittiğini, köy evini, tandır ekmeğini, tezek kokusunu…

Eve gelir bir daha izahat isterdik, nasıl olmaz bizim köyümüz biz de köye gitmek istiyoruz. Orada, bizim de bir köyümüz olmalı, tatil dönüşü anlatacağımız!

Kapağına bu kadar güzelleme yaptıktan sonra içini açıyorum ve daha ilk denemede, “Ben ve Allah” başlıklı yazıda çakılıp kalıyorum bir süre. Hele de son satırlarına;

Sonra dedim ki, ikindide bağrımda bir şiir sesi yemyeşil yürüyorsam, kıyametimin sancağı daha da kızıllaşır.

Tek bunu anla.

Ya Rabbi!
Olamadım!

Bağışla!


S a a t l e r” denemesinde tek bir cümle, “İnsanın dedesinin ölümü çocukluğunun ölümüdür” cümlesi, dedesini vakitsiz kaybetmiş herkes gibi benim de gözyaşlarımın akmasına sebep oluyor.

Yalnızca Edebiyat’ın dindireceği ruhlara…” diye bitiriliyor arka kapak yazısı. Elimdeki kitap şiir mi, deneme mi, öykü mü karar veremiyorum. Ama ne vakit biraz kendimi dinlemek, dinlenmek istesem elim bu kitaba gidiyor şu sıralar.

Bir denemenin tamamını büyük harfle yazması, diğerinde hiç büyük harf kullanmaması, bir başlığın sonuna nokta konması, başka bir başlıkta harfler arasında boşluk olması fakat başka bir cümlede hiç boşluk kullanılmaması gibi şekilsel oyunlar, başlık içindeki küçük başlıklar ve daha pek çok dilsel oyunlar kurması içeriğin zenginliği kadar şekil olarak da okuru tatmin ediyor kitabın bir şairin kaleminden çıktığını ele veriyor.

Denemeler hem bir adamın günlükleri gibi, mektupları gibi geçmişine, taşraya, özlediği günlere, çocukluğuna; hem de yaptığı göndermelerle yoğun bilgi birikimi isteyen entelektüel mülahazalar gibi…

Denemelerin başlıkları da birbirinden çarpıcı ve şahane. Dikkatinizi celbetsin ve içeride sizi neler bekliyor fikir versin diye birkaç tanesini almak istiyorum buraya, elbette içlerinden küçük alıntılar da yaparak.

Dünya yalandır dünyanın yalan oluşu gerçek… buyrun burdan yanın.

Paul Auster’e küfürlü konuşabilecek kadar yakın bir dostu tarafından yazılmış bir mektup okuyoruz aslında bu denemede ve şu paragraf altı çizilip sık sık okunası:

uyuyamayınca yazıya oturanlar bunu bilir: Cennette yalnızsındır. Yalnızlığın dünyevi ölçeklerine başkaldıran bir yalnızlıktır bu ve neredeyse çok mutlusundur da…

Requiem Ya Da Moğolistan Hatıraları

Dostum Cioran,
Mezarından bana uzattığın kitaplarını aldım. Hayatımın en berbat günlerinde elime geçen Çürümenin Kitabı’nı okurken duyduğum tanışıklık hissi yakamı bırakmadı.” diye bir mektuba başlıyor yazarımız burada ve burukluk kelimesinin pek çok tanımını yapıyor. Mektup ve deneme şu cümleyle bitiyor: “ Tanışsaydık senden nefret ederdim ve seni çok severdim Cioran.


cennetle müjdelenen 11.kişi –aksi ispat olunana kadar-benim.

ellerimi nereye koysam ikinci yenidir.
Yunus Emre’ye hak vermek için yaşıyoruzdur.
Soğuk hava yoktur, yoksulluk vardır.
Limonata içenler de hüzünlü olabilir.
-Burada piyano sesleri olacak.


Bu bölümü çok beğendim “ama anlatacaklarımın bununla bir ilgisi yok

Son başlığımız finalde son bir gol atıyor duygusallığımıza: “Ben Zaten Yahudilerden Daha Çok Patates Yedim.

179 sayfalık kitabın son kelimesi büyük harflerle BİTTİ:

Hızlı bir son yahut acemi bir final niyetine de şu cümleyi söyleyelim, kovanın yerini gösterip damağa bal çalmak bizden, kovanın başına gidip devamını tatması sizden aziz okuyucu.

Birsen Sebahat Tan
twitter.com/BirsenSulubulut

29 Aralık 2022 Perşembe

Huzurda olma hâli

"Kardeş, sen ancak o düşünceden, o ruhtan ibaretsin. Mütebaki varlığın bakımındansa kemik ve deriden başka bir şey değilsin. Düşüncen, manevi varlığın gülse, gül bahçesisin; dikense külhana lâyıksın."
- Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (Mesnevî: Gölpınarlı)

Bir yola bağlansa da bağlanmasa da, Anadolu'nun mayasıyla ilgilenen kimseler mutlaka büyük gönül sultanı Mevlânâ'da duruyorlar ve oradan beslenebildikleri kadar besleniyorlar. Tasavvufta gayelerden en önemlisi, bu beslenişi samimi kılabilmektir. Herkes tekke, türbe ziyareti yapabilir ve âriflerin, velilerin hayatlarıyla ilgilenebilir ancak bir yere kalp çarpıntısıyla gitmek ve kavuşunca gözyaşı akıtmak, bir büyüğü sahiden de kalbin merkezine koymak, bambaşka bir hadisedir.

Batıda doğup büyümüş, ailesinden gelen inancı benimsemiş, fakat sonra ne olduysa olmuş ve kendine başka bir yol benimsemiş kimseler hep dikkatimi çekmiştir. Aslında bu, bizim toplumumuzun bir zaafıdır. Meseleye nereden baktığımız, kabukla mı yoksa özle mi meşgul olduğumuz bu zaafın altında gizlidir. Yakın zaman önce vefat eden Shems Friedlander, bu anlamda önemli isimlerden biriydi. Kendisi bir cerrâhî müntesibi ve aynı zamanda bir Mevlânâ âşığıydı. Amerika'da başlayan yeryüzü ömrünün Konya'da nihayete ermesi bile çok ilgi çekici bir insanlık hikâyesidir. Mesela Annemarie Schimmel'in hayatı da bu anlamda tetkik edilmeli, Sâmiha Ayverdi ile mektuplaşmaları okunmalı. Onun, Süheyl Ünver ve diğer pek çok kimseyle olan kalbi muhabbetindeki gaye, birer mana güzelliği olarak telakki edilmeli diye düşünüyorum. Böyle batılı olup da bir şekilde Mevlevî yolunun yolcusu olmuş pek çok kimse var. Yeri gelmişken, Muzaffer Ozak Efendi'nin yurt dışına yaptığı seyahatlerdeki ayinlerinin ve Celaleddin Çelebi'nin bilhassa Amerika'daki talebelerinin bu anlamda bir etkisi olduğu gayet açık. Özellikle 21. yüzyıl itibariyle hem batıda hem doğuda açılan enstitülerin de insanların tasavvufa merak duymasına, giderek daha fazla ilgilenmesine ve hayatını bir şekilde değiştirmesine imkân tanıdığı ortada. Modern zamanların buhranı satın alınan şeylerle değil, birbirine adanacak gönüllerle çözülebiliyor dersek, hata etmiş sayılmayız.

Kabir Helminski, yukarıda bazı andıklarımız gibi Mevlevî mayasından beslenmiş ve nihayet önemli bir topluluğa rehberlik edecek noktaya gelmiş bir isim. Eşiyle birlikte kurdukları ve etki alanını giderek genişleten bu topluluğun adı The Threshold Society. Kabir Helminski, Süleyman Hayatî Dede'nin talebesi olduktan sonra Amerika'da Mevlevîlik üzerine yoğun faaliyetlere girişmiş. Pek çok Mevlânâ eserinin yabancı dillere çevrilmesinde önemli roller üstlenmiş. Mevlevî mûsıkîsinin de etkilenerek bazı organizasyonlar düzenlemiş, kayıtlar yapmış. Bir şeyh olarak görünmek istemese de vaktiyle 1990'lı yıllarda Celaleddin Çelebi tarafından kendisine bu vazifenin verildiği de biliniyor. Helminski ve topluluğu, güncel sorunlara ve modern krizlere kadim sufi yaklaşımlarıyla çözümler arıyor. Farklı ritüelleriyle bazılarının ilgisini, bazılarının da eleştirisini çekiyor. Türkçemize Bilen Kalp adıyla çevrilen kitabı vaktiyle çok sevilmişti. Aralık 2022 itibariyle Timaş Yayınları tarafından İlahi Huzurda: Sonsuzla Bağ Kurmak ve Bilinçli Farkındalık adlı bir kitabı daha, Özlem Ezer çevirisiyle meraklılara sunuldu. Tıpkı Bilen Kalp'te olduğu gibi kolayca okunan, hem sufi geleneğinden hem de benötesi (transpersonal) psikolojisinden yararlanan, Mesnevî gibi pek çok kaynaktan gelen satırların sadırlara kavuşması için Helminski'nin şahsi hayatından hikâyelerle zenginleştirdiği bir metin var önümüzde.

Helminski, bir gönül yolculuğunun ilahi yolculuk olabilmesi için bazı temellerin olduğunu anlatıyor. Bu temellerin bilgisine sahip olmak yetmiyor elbette. Harekete geçmek ve daima eylem hâlinde olmak gerekiyor. Kişinin bulunduğu zamanın, hatta anın farkında olabilmesi bile bir eylem meselesi. Bunun içinde benlik, kalp, ruh nedir gibi önemli sorular karşımıza çıkıyor. Özellikle sahte benlik(ler) ile öz benlik arasındaki mesafe, maneviyat noktasında insana önemli farkındalıklar kazandırıyor: "Tüm akıl, güzellik, güç, şefkat, affedicilik, sabır ve eminlik Ruh'un armağanları ve sıfatlarıdır. Ruh'la bağlantımızın farkındalığı arttıkça bu sıfatlar bizde hakkaniyetiyle tecelli eder. Kalbin aynasını parlattığımız ölçüde aksettirici hale geliriz. Bu saf Ruh'un sevgilileri oluruz."

İşte burada, anlatılan bu saf Ruh'un nasıl bulunacağı sorusu ortaya çıkıyor. Helminski, iki yoldan bahsediyor: "Öncelikle, Ruh en yoğun haliyle, ona yönelip içinde fark eden insanın gönlündedir. Kendi deneyimlerimize dönerek, kendi ruh hallerimize dair bir uyanıklık geliştirerek kendimizi tanımaya ve bu sayede bizde tecelli eden Ruh'u anlamaya başlarız. İkinci olarak, iki ya da daha çok insan zikir (hatırlayış) için bir araya geldiğinde kalplerin kolektif titreşimi herkesi yükseltir. Ruh'un lütufları, bir gönülden diğerine iletilir. Bu hal yalnızken nadiren yaşanır. Bu Hakikat'in nuru altındaki paylaşımın neticesi dostluk ve kardeşliktir."

Kitap boyunca bizi bekleyen konular, daha önce tasavvufi kavramlarla ve bazı yolların usulleriyle, erkanlarıyla ilgilenenler için kolaylıkla okunabiliyor. Burada güzel olan, günümüzün diline ve yaşayış biçimine uygun bir yol, yani orta yol seçilmesi. Fazlanın da eksiğin de bilincinde olarak, insan ne kadar yapabiliyorsa o kadar, ama hep diri ve samimi biçimde çalışıyor. Bir ihtimalin peşinden gidiyor. O ihtimal, insana merhametin kokusundan bir miktar verirse, yol daha hızlı ve lezzetli alınıyor. Aşk artıyor, şevk artıyor. Ortaya derin, gizemli ve kimi zaman yakıcı bir muhabbet çıkıyor. Yol boyunca, tıpkı bir arabanın rutin bakım işlemleri gibi kalbi de bakıma ve gerekiyorsa onarıma sokmak gerekiyor. Bunun için de vicdanı iyi bilmek, öz benliği görmek, egoyla arkadaşlık etmek, farkındalık aynasını iyice parlatmak, kalbin sesine daha çok dikkat kesilmek, kişiliğin inşa ederek bir şahsiyet hâline getirmek, bugünlere parçalanarak gelmiş olan benliği toplamak, bedenin oyunlarına karşı hazır olmak, bize lütfedilen ömrün ve rızıkların hakkını vermek, gayreti asla elden bırakmamak, korkuyu bilinçten kovarak özgürleşmek ve böylece elemin, gamın, kederin, ıstırabın çoğu zaman illüzyon olduğunu anlamak, bencilliği kovup yerine başkalarına hizmet edebilmeyi yerleştirmek, nihayet "ölmeden önce ölmek" denen sırra kavuşmak, işte bu yolun durakları. Yolcu, duraklarda kısa bir süre bekleyerek yola devam etmeli, edebini korumalı, kendine bir şey, bir değer, bir kıymet atfetmeden, nefsinin acziyetini ve gönlünün azizliğini bilerek yürümeli.

Mesele çalışmayı elden bırakmamaktır. "Hakiki Benlik'imiz, gizli hazinemiz, farkındalığımızın ve kişiliğimizin ötesindedir ama ona doğru giden bir kanal bulabiliriz. Bu kanal, içinizdeki latif enerjilerin mevcudiyetiyle yaratılır ve bu enerjiler belli bir çalışmanın sonucudur. Sinir sistemimizdeki bu mevcudiyet hali, bizi Varlık'ın daha latif hallerine bağlamaya yardım eder." diyor Helminski. Bu çalışmanın içinde karşımıza zayıflık, uyanış ve denge gibi konular çıkıyor. Her birini aşıp karara ulaşıldığında hedef de kendini göstermiş oluyor: "İç aynamızı temizleyebilirsek Varlık'ın nuru gözlerimizden akarak dışarıya yansıyacaktır."

İlahi Huzurda; ihtiyacının, yani manevi bir yolculuğa çıkması gerektiğinin farkında olan okura bir kapı gösteriyor. Kapıya gidene kadar da ona bir tamir çantası sunuyor. Gerisi, okurun, yani yolcunun gayretine kalıyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Kızılbaşların serencamı

Yabancılara, başka din mensuplarına gösterdiği toleransı, hoşgörüyü kendi arasında gösteremeyen bir geleneğin mensuplarıyız. Farklı düşünmek, inancı farklı yorumlamak ve farklı pratiklere sahip olmak ne yazık ki hoş görülmüyor. Tahammülsüzlük, toleranssızlık, düşmanlık, kin ve öfke düşünceyi, inancı, kültürü, yaşam pratiklerini zenginleştirmeyi engelleyerek tekdüze bir düşünce ve yaşam dünyasını diretiyor. Aynı zamanda bu coğrafyada siyasal mücadeleler, güç kavgaları, iktidar savaşları dinî, itikadî bir durum olarak ele alınıyor. Beylerin, paşaların, sultanların, hanların, veliahtların kişisel iktidar ve gücü ele geçirme mücadeleleri din savaşları gibi algılanıyor. Bu mücadeleyi kim kazanırsa kendi inancını, mezhebini meşrebini de merkezileştiriyor. Gücün, iktidarın şemsiyesi altına giremeyen düşünce, inanç biçimleri dehşet bir baskıya tabi tutuluyor.

Baskı, ötekileştirme, yok sayma, şeytanlaştırma hiç bir alanda sorun çözemediği gibi dinî, siyasî, toplumsal alanda da hiçbir sorun çözemiyor. Sıkıntılar, ayrılıklar zaman geçtikçe kangren haline geliyor. Kin birikiyor, öfke çoğalıyor… Zamanında çözülmemiş, bir sonuca kavuşturulmamış meseleler günümüzde güncellik ve popülizm kaygısıyla ele alınarak merkezden uzaklaşıyor. Meselelerin bütününden ziyade çok küçük kısımları tartışılıyor. İşinin uzmanı şahıslar yerine medyatik tipler, en çok bağıran holiganlar piyasaya çıkarak mevzuları bulandırıyor. Günümüzde meselelerimiz, mevzularımız aktüelin, dönemsel siyasetin, popülizmin, kurbanı oluyor. Kadim meselelerimiz gündemin hızında birer enformasyon malzemesi yapılıp kitle iletişimin kör kuyusuna atılıyor.

Yukarıda anlatmaya çalıştığımız perspektifi günümüzde en fazla Alevilik üzerinde somutlaştırabiliriz. Alevilik ya da Kızılbaşlık özellikle onbeşinci yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı merkezi tarafından dışlanan, yokedilmeye çalışılan Türkmenlerin ve az sayıda Kürt aşiretlerinin öyküsüdür. Burada Sünniliği merkezine alan Osmanlı’ya karşı Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’i merkeze alan muhalif bir dindarlığın mücadelesi söz konusu. “İdeolojik olarak, Kızılbaş hareketi 15. yüzyıl ortalarından itibaren İslam dünyasını etkisi altına alan Mehdici cereyanların bir parçası olarak görülebilir. Ancak bu Mehdici inançların yükselişinin arkasında çok daha temelli toplumsal ve siyasal dönüşümler vardı. Töre temelli aşiret konfederasyonlarından şeriat temelli bürokratik imparatorluk düzenine geçilirken eski ve yeni düzenin aktörleri arasında amansız bir mücadele baş göstermişti. Osmanlı örneğine bakacak olursak 15. yüzyıl, şeriat temelli, merkezi, bürokratik bir imparatorluğa dönüşen Osmanlı rejimi ile Türk-Moğol geleneğini sürdürmek isteyen Türkmen aşiret güçleri arasında bitmek bilmeyen çatışmalara sahne olmuştu. En sonunda Osmanlılar galip gelmiş ve eski hayat tarzını devam ettirmek isteyen Türkmenler, Osmanlı yönetimiyle beraber onun ideolojik temsilini üstlene “Osmanlı Sünniliği”nden de uzaklaşmışlardı. Buna karşın siyasi ve toplumsal yapılarıyla uyumlu bir İslam yorumu geliştirdiler. Kızılbaş-Alevi kaynaklarının “Muhammed-Ali Yolu” olarak ifade ettiği bu yorum, esas itibarıyla Ortaçağ Anadolu’sunda zaten fazlasıyla mevcut bulunan Ali merkezli tasavvufi Müslümanlık pratiğinin devrimci-Mehdici bir karaktere bürünmesinden başka bir şey değildi. Böylece, Ehl-i Beyt sevgisini esas alan ortaçağ Anadolu’sunun tasavvufi halk dindarlığı bir kurtuluş davasına dönüştü.” (1)

Yukarıdaki satırları alıntıladığımız Aleviliğin Doğuşu kitabı Kızılbaş-Alevi dindarlığının oluşum sürecini çevreleyen toplumsal ve siyasal çevreyi inceliyor. Kızılbaş-Aleviliğin dindarlık biçiminin ideolojik, itikadî ve ameli arka planını ortaya çıkarmayı gaye ediniyor. Kitap, alevilik üzerine ciddi çalışmaları olan Rıza Yıldırım tarafından kaleme alınmış. Yıldırım 1980’lerden itibaren zihnini meşgul eden, bir Alevi dedesi olan babasının söyledikleriyle tatmin olamadığı “Alevilik Nedir?” sorusunun cevabını hem akademik alandaki araştırmaları hem de sahadaki çalışmalarıyla arıyor. Yıldırım teorik çerçevedeki kavramları Alevilik tarihi üzerinde ustalıkla kullanıyor. Meseleyi akademik, kavramsal bir çerçeveye de oturtmuş oluyor. Aleviliğe genel geçer ezberlerin ötesinde geniş bir perspektiften bakma ve yorumlama şansı getiriyor. Tabi bu bakış açısı ezberi ve kalıpları çok seven bizim kafa yapımıza ters geliyor. Ne yazık ki ortaklaşa üzerinde mutabakata varılacak bir Alevi tanımına ulaşmak çok zor. Ne kadar Alevi varsa sanırım o kadar da Alevilik tanımı var. Bir de sünniliğin egemen inanç biçimi olmaktan aldığı güçle Aleviliği tanımlaması ve Alevilere nasıl yaşamaları gerektiğini dayatması var.

Rıza Yıldırım öncelikle İslam dünyasının genelindeki dindarlık biçimlerinin “Müteşerri” ve “gayr-i müteşerri” olarak değerlendirilmesi gerektiğini belirtiyor. Müteşerri dindarlık mezhep (fıkıh veya şeriat) eksenli Müslümanlık. Bu anlayışta yaşamın her alanı mezhepler tarafından belirlenmiştir ve kitabidir. Gayr-i Müteşerri dindarlık mezhepleşmemiş, sınırları kesin ve net olarak çizilmemiş inanış biçimidir. “Bu iki yaklaşım arasındaki fark temelde kurtuluş (salvation) anlayışlarından ileri gelmektedir. Müteşerri dindarlığa göre kurtuluşun tek kaynağı dinin net olarak düzenlenmiş kurallarına (şeriat) uymaktır. Örneğin namaz kılmanın esas nedeni öyle emredilmiş, yani kural olmasıdır. Gayr-i müteşerri dindarlık ise kurtuluşun karizma aracılığı ile sağlanabileceğine inanır. O yüzden sıradan insanlar için kurtuluşa ermenin tek yolu karizmatik kişilere bağlanmaktır. Karizma imamet veya velayet olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla ikinci dindarlık biçimi şeriat kurallarına kulak asmaz. Alevi şemsiyesi altında birleşen dini geleneklerin hepsinin ortak özelliği karizma merkezli bir kurtuluş inancına sahip olmalarıdır. O yüzden bir şeriatları yoktur. Kurulu şeriat düzenlerine (mezhepler) e de ait değillerdir.” (2)

Genelde Alevilik üzerine çalışanlar Aleviliğin köklerini Orta Asya’ya, İslam öncesi Türk dinlerine, İran ve Mezopotomya din ve inanışlarına kadar götürürler. Alevilik bütün bunlardan etkilenen ve Türklerin İslamlaşmasıyla birlikte İslam’dan da bir şeyler almış olan senkretik bir inanç olarak tanımlanır. Rıza Yıldırım Kızılbaş-Alevi kimliğinin toplumsal bir varlık ve inanç sistemi olarak belirgin bir yapıya kavuşmasını 15. ve 16. yüzyıl olarak tarihlendiriyor. Burada Osmanlı ve Safeviler arasındaki politik ve askeri rekabet kimliklerin belirlenmesinde etkindir. Kuruluş aşamasında Osmanlı’nın yanında yer alan Türkmenler merkezîleşmeyle birlikte devletten dışlanmışlar ve kendilerini Safeviliğe daha yakın hissetmişlerdir. Osmanlı güçlenip merkezileşmeye başladıkça, beylikten devlet olmaya yürüdükçe devlet Farslaşmış ve Araplaşmıştır. Selçukluda da aynı süreç yaşanmıştı. Merkezileşen Selçukludan kaçan Türkmenler Osmanlı’yı otaya çıkarmışlardı. Osmanlı da zamanla merkezileşti. Osmanlı’nın bürokratik bir devlet olmasıyla birlikte bu merkezileşmeye karşı huzursuz olan konar-göçer Türkmenler yaşam tarzlarını bırakmadılar. Osmanlı merkez idaresi ise bu Türkmenleri yerleşikliğe zorluyordu. Göçebelerin yaşayışları ve din anlayışları Osmanlı eliti tarafından aşağılanıyordu. Türkmenler kaba saba insanlar olarak kabul ediliyordu. Bindörtyüzlerin ortalarından itibaren Türkmenler Osmanlı yönetiminde kendi aradıklarını bulamıyorlar, Osmanlı yönetimi ise onları isyancı, sapkın, dinden çıkmış gruplar olarak görüyordu. Yani politik hoşnutsuzluk, dinsel karşıtlık ve ekonomik uyumsuzluk Türkmenlerle Osmanlı’yı ayıran bir duvar örüyordu. Bu şartlarda Türkmenler kendilerine daha uygun gelen ve geleneğine uyan Safevi politikliğini ve dindarlığını yoğun bir canlılıkla destekliyor ve onların yanında yer alıyorlardı. Türkmenler Şah İsmail’in devletini kurmasıyla birlikte siyasal alanda da Osmanlı’ya isyan ederek saflarını belli etmişlerdir.

Yıldırım Safevilerin tarihini kitabın üçüncü bölümünde “Türkmenler ve Safeviler: Türkmen Dindarlığı ve Safevi Sufiliğinin Kaynaşması” başlığı altında inceliyor. Safevi tarikatı Şeyh Safiyü’d-din İshak tarafından kuruluyor. Rıza Yıldırım’ın belirttiği gibi tarikat ilk dönemlerde sünni bir karaktere sahip. Şeyh Cüneyd zamanına kadar standart bir tarikat yapısına sahip. Azerbaycan, İran, Anadolu, Suriye ve Irak bölgesinde hem seçkinler hem de halk arasında etkili bir tarikat. Şeyf Safi çok kültürlü, iyi eğitimli, sevilen ve çok etkili olan biri. Onun ölümünden sonra Sadreddin Musa, Hoca Alaaddin Ali, Şeyh İbrahim, Şeyh Cüneyd, Şeyh Haydar ve Şah İsmail tahta oturuyor.

İlk döneminde sünni bir karaktere sahip olan safevi tarikatı Şeyh Cüneyd’le birlikte yeni bir aşamaya geçiyor. Bir dönüşüm var. Rıza Yıldırım bu dönüşümü daha önce çok fazla üzerinde durulmayan bir olguya bağlıyor. O da Şeyh Cüneyd’in Anadolu’ya gidişi ve tarikatın mürit kitlesini Türkmenlerin oluşturmaya başlaması. Tarikat Türkmenleri değiştirmiyor. Türkmenlerin inançları tarikatı dönüştürüyor. “Kesin olan, Şeyh Cüneyd 1460 yılında öldüğünde bazı Şii unsurların Safevi tarikat öğretilerinde belirgin bir şekilde yerleşmiş olduğudur. Örneğin, Minorsky’e göre “erken şeyhler katı şekilde ortodokstu ve onların dinsel orotiresi sorgulanamaz veya karşı çıkılamazdı. Dönüm noktası 1449-56 yılları arasında, Şey Safi’nin dördüncü nesilden bir torunu, genç Şeyh Cüneyd ortaya çıktığında yaşandı” Hanna Sohrweide benzer bir argümanı takip eder: “Cüneyd tarikattaki radikal dönüşümün sorumlusudur; bu dönüşüm neticesinde, Şeyh Safiyüddinin sünni yönelimli, ılımlı tarikatı militan, Gulat-Şii, Kızılbaş Safeviliğine dönüştü.

Ancak Şeyh Cüneyd dönemindeki dönüşümü basit bir mezhep kayması olarak okumak hata olacaktır. Öğretiye yansıyan Şii inançlar esasında gerçekleşmekte olan çok daha kapsamlı ve derin bir dönüşümün dışa yansıyan işaretlerinden başka bir şey değildi. Bu çalışmanın bakış açısından Cüneyd döneminde büyük ölçüde tamamlanan dönüşümün en önemli ayağı tarikatın mürid kitlesinde meydana gelen kapsamlı değişiklikti. Yukarıda ifade edildiği gibi, birinci döneminde Erdebil dergâhının müritleri daha ziyade yerleşik kent, kasaba ve köy sakinlerinden oluşmaktaydı. Konar-göçer Türkmenlerden de dergâha gelip gidenler olmuş olsa bile onlar mürit portföyünde önemli bir yer tutmuyordu. Şey Cüneyd döneminde ise bu durum tamamen tersine döndü. Cüneyd’in kısa süren şeyhlik döneminde dergâhın mürit kitlesinin ana gövdesi Anadolu ve Suriye’de yaşayan konar göçer Türkmenlere kaydı.

….. Yeni Türkmen tabandan gelen bu derin etki tarikat öğretilerinde ve pratiklerinde kendini iki şekilde gösterdi. Türkmen kitleleri arasında öteden beri veli kültüne dayalı gayr-i müteşerri ve Alevi bir İslam anlayışı ve pratiği cari idi. Tabandan gelen bu cereyan öğreti düzeyinde kendisini çağdaş yazarların “Gulat” tabiriyle ifade ettikleri disiplinsiz, Şii inanç formları olarak dışa vurdu.
” (3)

Türkmenlerde politik güç ve askeri faaliyetler bir aradaydı. Her bir oba siyasi bir birimdi ve her Türkmen savaşçıydı. Kendi kurdukları Osmanlı’dan dışlanan Türkmenler Şeyh Cüneyd’le birleştiler. Gözünü daldan budaktan esirgemeyen cesur Türkmen adanmışlığı ile Safevi sufiliği karışarak Ortadoğu’nun en gözükara müritlerini meydana getirdi. Şeyh Haydar bu savaşçıları diğerlerinden ayırmak için başlarına kızıl börk giydirdi. Bu sufi savaşçılar, düşmanın gücüne bakmadan ölümüne vuruşuyorlardı. Velayetle birleşen bu güç Şah İsmail önderliğinde çok güçlü bir harekete dönüştü. Durdurulamaz bir güç…

Yıldırım Safevi tarikatını kökten değiştiren Şeyh Cüneyd’in Anadolu yolculuğu hakkında suskun kalınmasını dikkate değer buluyor. “Cüneyd’in hayatını, sadece Safevi kaynaklarından okuyan birisi Erbil’den sürüldükten sonra doğrudan Diyarbakır’a gittiğini sanır. Halbuki, Cüneyd Diyarbakır’a gelmeden önce Orta Anadolu, Kuzey Anadolu ve Halep Bölgesi Türkmenleri arasında uzun ve maceralı bir seyahat yapmış ve Safevi-Türkmen sentezinin temellerini muhtemelen bu seyahatte atmıştır. Safevi kaynaklarının sonu devletle neticelenen devrim sürecinin başlangıcı olan bu olayı topluca görmezden gelmeleri izaha muhtaç bir durumdur. Bu garipliğin ilk akla gelen ilk nedeni, söz konusu saray tarihçilerinin tarikatın bu devrimci ve dinen disiplinsiz ve yer yer aşırılıkçı dönemini gizleme isteği olabilir.” (4)

Şeyh Cüneyd’in Anadolu yolculuğu hem Şeyh Haydar’ın hem de Şah İsmail’in fütuhatının merkezini oluşturdu. Şah İsmail döneminde Safevi askeri elitinin çoğunluğunu Türkmen müritler oluşturuyordu. Şeyh Cüneyd’in ölümünden sonra oğlu Şeyh Haydar dönemi başlar. Şeyh Haydar dönemi, ana hatları ve yönü Şeyh Cüneyd tarafından belirlenen gelişmelerin devamı niteliğindedir. tarikat tabanının militan karakteri ve siyasi-askeri faaliyetler Haydar liderliğinde artarak devam etti. Şeyh Haydar dönemine kadar Safevi müritlerine Erdebil Sufileri adı verilirmiş. Şeyh Cüneyd koluna bağlı olanlara Kızılbaş denmeye başlanmış. Şeyh Haydar bir gün rüyasında müritlerine on iki dilimli taç giydirmesi talimatını alır. Haydar müritlerine bu başlığı giydirir. Tac-ı Haydari, keskin, uzun bir konik biçiminde, kırmızı renkli yünden yapılmış bir başlıktı. Başlık on iki imamların bir işareti olarak on iki kat veya katmandan oluşuyordu.

Kitabın dördüncü bölümü “Şah İsmail ve Huruç” başlığı altında Şah İsmail dönemini anlatıyor. Şah İsmail Safevi tarihinin en önemli şahsiyeti. Babası Şeyh Haydar, annesi Uzun Hasan’ın kızı Âlemşah Halime Begüm’dür. Şah İsmâil’in çocukluk yılları zorluklar içinde geçer. Henüz bir yaşında iken babası Şeyh Haydar, Şirvanşahlar’la giriştiği mücadelede Akkoyunlular tarafından öldürülünce kardeşleri İbrâhim, Ali ve annesiyle birlikte İstahr Kalesi’ne hapsedilirler. Burada dört buçuk yıl kalırlar. Abisi Sultan Ali’nin öldürülmesiyle çocuk yaşta Safeviler Onu şeyh olarak kabul ederler. Sürekli gizlenmek zorunda kalır. Lahican’da hem gizlenir hem de Farsça, Arapça, Kur’an, tefsir ve İsnâaşeriyye Şîası usulünü, kızılbaş önderlerden savaş tekniklerini öğrenir. Bu esnada Karacadağ, Tuman, Mişkin ve Anadolu’da yaşayan kızılbaş Türkmenler grup grup gelerek onu ziyaret ederler. Lahican Safevilik için önemli yerlerden biridir. Lahican Sufileri adı verilen bir grup Safevi yönetiminde çok etkindirler. “Öte yandan bu dönem boyunca Sufiyan-ı Lahican olarak bilinen ünlü kızılbaş emirleri, eğitimi ve askeri talimi genellikle kendi gözetimleri altında olan geçen şeyhlerinin yakınında bulundular. Sultan Ali tarafından ölmeden hemen önce seçilen ve Safevi kayıtlarında Sufiyan-ı Lahican veya Ehl-i İhtisas olarak anılan bu yedi Türkmen reisi Şeyh Cüneyd ve Şeyh Haydar’ın en önde gelen halifeleri ve komutanları arasındaydı. Şeyh Haydar’ın ölümünden sonra şehzadelerin hapsedilmesiyle başlayan dört buçuk yıllık fetret döneminde tarikatın bütünlüğünü muhtemelen bu baş halifeler sağlamıştı. Sultan Ali kardeşleriyle beraber serbest bırakılıp Akkoyunlu iç savaşında aktif bir rol alınca da hemen mürşitlerinin yanına gelmiş bir yandan tarikat işlerini yönetirken diğer yandan kızılbaş ordularını komuta etmişlerdi. …. Rüstem Bey’in rakibi Baysungur’u bertaraf etmesinde bu kızılbaş halifelerinin askeri liderliği birinci dereceden etkili olmuştu. Sultan Ali öldürüleceğini, anladığında kardeşi İsmail’i vasisi olarak tayin ettikten sonra bu yedi kişiye emanet etmişti. Onlar da o günden sonra bu emaneti korumayı hayatlarının gayesi haline getirmişlerdi.” (5)

Şah İsmail çocuk yaşta dergâhın başına geçtiğinde, farklı coğrafyalara yayılmış yüzbinlerce müride, bu müridleri kontrol eden alt yapıya sahip halife ağına, ihtiyaç anında kısa sürede toplanacak çok sayıda eğitimli savaşçı-talibe sahipti. Mürşid-i Kamil İsmail etrafında halka halka genişleyen hiyerarşik bir yapı vardı. O harekete geçtiğinde arkasında yüzbinlerce insan hazır ve nazırdı.

Şah İsmail 1500 yılında Erzincan’ı ziyaret eder. “İsmail Lahican’dan harekete geçtiğinde yüzbinlerce üyesi olan bu otonom yapı bütün dinamizmiyle hazırdı. Dahası obaların dini liderleri olarak talipler arasında irşat ve propaganda faaliyetlerini aralıksız devam ettiren halifeler, uzun zamandır Mürşid-i Kamilin müstakbel hurucunu anlatarak büyük bir beklenti yaratmışlardı, bu yüzden İsmail’in huruç ettiği haberi Erdebil Sufileri arasında çok büyük bir heyecan dalgası oluşturdu. Hele ki mürşidin Erzincanda sufilerle buluşup Alinin sancağını kaldıracağı haberi güvenilir ulaklar aracılığıyla Kızılbaş oymaklarına ulaştıkça sanki mehdi-i sahip zaman gelmiş gibi bir hava uyandırıyordu.” (6) Osmanlı’nın merkezileşmesinden rahatsız olan bütün Türkmenler Şah İsmail’in etrafında toplanmıştı. Karamanlı konfederasyonundaki Türkmen aşiretleri, Rumlu ve Hınıslu oymakları, Tekelu oymağı, Varsaklar, Afşarlar, Turgutlular… Şah İsmail girdiği her savaşı kazanıyor ve yenilmezliğini ilan ediyordu. Zekâsı, karizması, fiziki özellikleri Onun halk nezdindeki mehdiliğini destekliyordu. Osmanlı olanları kaygı ile takip ediyor. Sınırları sıkı tutarak gidiş gelişi önlemeye çalışıyordu. Safevilerle ilişkili olanları cezalandırıyordu.

Kitabın altıncı bölümünde “Kızılbaş Davasının Sönüşü” başlığıyla özellikle Şah İsmail’in Çaldıran’da Yavuz Selim’e yenilmesiyle birlikte silinmeye başlayan kızılbaşlık ele alınıyor. Yenilmezliğine inanılan, tanrısal gücü zaafa uğrayan Şah İsmail bu yenilgiden sonra bir daha toparlanamıyor. Devlet işlerini bırakıyor. Safevi yönetiminin merkezinde yer alan Lahican Sufilerinin etkisi azalıyor. Aynı Osmanlı’daki gibi devlet kurumsallaşmaya başlıyor. Türkmenler bir kez daha kendi kurdukları devletten dışlanıyorlar. “Rutinleşmiş Safevi devletinin kuruluşundan sonra, Osmanlı örneğinde yaşanan siyasal ve ideolojik dönüşüm sürecinin hemen hemen aynısı İran’da tekrar etti. Daha Şah İsmail’in sekizinci yılında, “Tacik” olarak adlandırılan yerleşik, İrani elitlerin uhdesinde bulunan bürokrasiyle “Türk” veya “Kızılbaş” olarak adlandırılan yarı göçebe aşiretlerin elinde bulunan ordu arasında doku uyuşmazlığı ve rekabet açıkça ortaya çıkmıştı. 11. yüzyılda, Büyük Selçukluların İslam dünyasına girmesiyle başlayan standart devlet kurma döngüsü bir kez daha işlemeye başlamıştı. Devleti göçebe aşiretler kuracak, yerleşik bürokratlar yönetecekti. Lapidus’un üç aşamalı modelinde 1501 yılında İsmail’in tahta çıkışı birinci aşamadan ikinci aşamaya geçişe karşılık geliyordu. Bir fetih hareketi olarak organize olan konar-göçer aşiretler (Kızılbaş Türkmen Birliği) kötü işleyen bir devletin (Akkoyunlu) ülkesini ele geçirmiş ve kendi devletini ilan etmişti. Böylece fetih hareketinin bürokratik devlete dönüşme süreci başlamış oluyordu.” (7)

Aleviliğin Doğuşu: Kızılbaş Sufiliğinin Toplumsal ve Siyasal Temelleri 1300-1501 kitabı hem teorik anlamda hem de Alevilik tarihi hakkında önemli bir çalışma. Yaklaşık aynı zamanlarda iki devletin kurulmasında harcı olan Kızılbaşların serencamını anlatıyor. Devleti kuran ama sonrasında kurduğu devlette ötekileştirilen, değersizleştirilen insanların hikâyesi. Bu hikâye hem capcanlı hem de son derece ayrıntılı. Bir kitap okumakla bu mevzular tam anlaşılamaz. Ama adı geçen, incelemeye çalıştığımız bu kitap bu mevzuyu doğru anlamlandırmaya doğru bir yerden başlama fırsatı verir. Bu kitabı okurken günümüzdeki sıradanlığın, tekdüzeliğin bir kez daha farkına varıyoruz.

Dipnotlar:
1- Rıza Yıldırım, Aleviliğin Doğuşu, İletişim Yayınları, 2. Baskı 2018, İstanbul (s. 23-24)
2- s. 19-20
3- s. 158-159
4- s. 160-161
5- s. 132
6- s. 252
7- s. 321

Muaz Ergü