9 Ekim 2021 Cumartesi

Çocuk yetiştirirken teknolojiyi doğru kullanma yolları

Kristy Goodwin, teknoloji ve çocuk gelişim uzmanı. Dünyanın farklı coğrafyalarında uzman olduğu konular üzerine seminerler veriyor. Hassasiyetle üzerinde durduğu nokta, uzun uzun konuşmak yerine pratik çözümler üretmek. Dijital Dünyada Çocuk Büyütmek kitabında da teknolojinin bir korku unsuru değil bir araç olduğunu, bilimsel araştırmalar eşliğinde kritik öneriler sunarak anlatıyor. Kısacası Goodwin'in kitabı, taşıdığı alt başlıktaki gibi teknolojiyi doğru kullanmanın yollarını irdeliyor.

Teknolojinin insan hayatındaki ilişkileri ıskartaya çıkarmasının son derece tehlikeli olduğunu düşünen Goodwin, "çocuklarımızın sağlıklı ilişkiler geliştirebilmesi :için ekran başında geçirilen zaman konusunda sağlam sınırlar koymamız gerekir" diyor. Biz istediğimiz kadar mesafe koyalım, yine de çocuklar dijital sınırları aşıp kendilerine göre alışkanlıklar geliştirebiliyorlar. Bu durumda annelerin ve babaların yapması gereken ise bu dijital alışkanlıkların bağımlılığa dönüşmesini önlemek. Sağlıklı dijital alışkanlıklar geliştirirken Goodwin 7 ipucu sunuyor:

1. Katı kurallar belirleyip uygulayın: Ekran başında günde ne kadar zaman geçirecekleri konusunda. Onlar cihazı açmadan önce bu konuda net olun - cihaz bir kez açılınca artık çok geç kalınmış olur.
2. Süreye değil miktara odaklanın: Zaman, pek çok küçük çocuğun anlayamadığı soyut bir kavramdır. Zaman sınırları getirmeyi zorlamaktansa bir çocuğun izleyebileceği dizi bölümü sayısını ya da ulaşabilecekleri oyun seviyesini belirleyin. Bu özellikle küçük çocuklar için çok daha anlaşılır olur.
3. Zamanlayıcı kullanın: Çocuğumuzun bir akıllı telefon alarmıyla ya da yumurta pişirme saatiyle didişmesi, bizimle tartışmasından çok daha düşük bir olasılıktır! Daha büyük çocuklar söz konusu olduğunda medya fişleri ya da medya sözleşmeleri, ekran başında geçirdikleri zamanı denetlemenin etkili ve kesin yolları olabilir.
4. Ekrandan uzakta dönüşmeye ihtiyaçları olduğuna dair ipuçları sunun: Cihaz kapamaları gerektiği konusunda çocuklara bol bol uyarıda bulunun. Yaptıkları işle aşırı meşgul olabilirler. Bu yüzden göz kontağı kurup söylenen şeyi kabul ettiklerinden emin olun.
5. Cihazları kendilerinin kapaması konusunda çocukları teşvik edin: Bu önemsiz görünebilir ama televizyonu hemencecik, öfkeyle bizim kapamamızdan ya da tableti ellerinden çekip almamızdan çok farklıdır. Bize pekiştirip teşvik edebileceğimiz olumlu bir şey verirken, cihazı kendileri kapayınca kontrolün kendilerinde olduğunu hissetmeleri de olasıdır.
6. Yedek planınız olsun: Çocuğunuz cihazı kapadığında severek yapacağı bir aktivite bulun. Ayrıca bir can sıkıntısı panosu (bir ekransız fikirler listesi) oluşturun. Çocuğunuz bu listeden cihazı kapadıktan sonra yapabileceği bir aktivite seçebilir.
7. Kötü polisi oynayın: Yukarıdaki ipuçlarını kullandıktan sonra bir tekno-öfke nöbetiyle karşı karşıya kaldığınızda, ertesi gün aynı ayrıcalığı tanımamak gibi doğrudan bir sonuca varın. Çocuğumuzun cihazı kullanma arzusu onlar için çok güçlü bir motivasyon sebebi olduğundan, özellikle bu sınırların uygulanabilir olduğunu fark ettiklerinde, oldukça etkilidir. (Bu, teknolojiyi genel bir ceza biçimi olarak kullanmaktan farklıdır.)

Çocukların birçoğu bu önlemleri ya aşıyor ya da bu önlemlerin akabinde öfke nöbetlerine kapılıyor. Kristy Goodwin bunu "tekno-öfke nöbeti" olarak isimlendirmiş. Peki bundan sonra yaşanacak olası tekno-öfke nöbeti için neler yapılabilir? İşte bu bölüm çok önemli. 6 madde sunuyor Goodwin:

1. Taleplerini saygılı biçimde dinleyin: Durumu çocuğunuzun bakış açısından görmeye çalışın. Bu onların taleplerine boyun eğdiğimiz anlamına gelmez ama hepimiz anlaşılmak isteriz. Bazen öfke nöbetinin ekranı kapamakla hiçbir ilgisi olmayabilir.
2. Güven ve rahatlık sunun: Öfke nöbetini bir öğrenme deneyimi olarak kullandığımız ve çocuğumuzun otokontrol becerilerini geliştirmesine yardım ettiğimiz yer aslında burasıdır. Duygularını etiketlemeye çalışın ve böyle yaparak, duygusal kelime dağarcıklarını geliştirin. Örneğin, belki şöyle söyleyebiliriz: "Annenin televizyonu kapamanı istemesine sinirlenmeni anlıyorum."
3. Rahatsızlık hissettiğiniz için taleplerine boyun eğmeyin: Onların (genellikle mantıksız) taleplerine, özellikle de başkalarıyla aynı ortamdayken evet demenin ne kadar cazip olduğunu ilk elden biliyorum. Bu, mevcut durumu hafifletse de sorunu uzun vadede çözmez. Aslında sadece şiddetlenmesine hizmet eder. Katı olun, çocuğumuz kısa zamanda öfke nöbetinin bir pazarlık aracı olmadığını öğrenecektir.
4. Duygularınızı ifade edin: Genellikle en iyisi, bu stratejiyi öfke nöbeti yatıştıktan sonra kullanmaktır.
5. "Evet" ya da "belki" demekten kaçının: Ekran başında geçirilen zaman konusunda kararımızdan taviz vermemek önemlidir.
6. Öfke nöbeti yatıştıktan sonra gelecekteki durumları daha iyi nasıl idare edebileceğinizi konuşun: Fırtınanın dinmesini bekleyin. Ardından neler olduğu ve gelecekteki krizlerden nasıl kaçınılabileceği konusunda konuşun. Bu, sürecin gerçekten çok önemli bir parçasıdır. Çocukları dillerini kullanmaya teşvik edin. Bu onların duygusal kelime dağarcıklarını geliştirir, böylece gelecekteki benzer durumlarla başa çıkma konusunda donanımlı olurlar.

Aganta Kitap tarafından neşredilen Dijital Dünyada Çocuk Büyütmek, hikâyeleriyle, ipuçlarıyla ve pratik çözümleriyle; çocukların dijital dünyada kaybolmasını önlemek isteyen ebeveynlerin işini kolaylaştırıyor.

Yağız Gönüler

Hırs ve kibir, insanı kemirir

İnsan, aklı buluğa erdiği yaşlardan itibaren sürekli kendisini bu dünyada tutacak arzular peşindedir. Bu dünyaya çivilenip kalacakmış gibi çabalar durur. Sürekli bir şeylere sahip olma, bir şeyleri kontrol etme arayışı içindedir, amma velâkin bir şeylere sahip olmakla ya da bir şeyleri kontrol etmekle de iktidar hırsı bir türlü durulmaz. Kumar gibi.. İnsanın hırsı ve kibri, en sonunda kendi başında patlar, insan kendi içini kemirir, kendi kendini yer durur.

İhsan Oktay Anar, Kitab-ül Hiyel’de özellikle Yafes Çelebi ve Calûd adında iki ana karakter üzerinden iktidar hırsının, kibrin insanı ne hale getirdiğini anlatıyor. Okuması pek zevkli olan bu kitap oldukça didaktik. Kitabın ilk bölümünün ana karakteri olan Yafes Çelebi gençliğinde bir ustanın yanına çırak olarak gidip kılıç yapımını öğrenmeye başladığında, hiyel, yani mekanik ilmine merak salıyor. Sürekli yeni bir şeyler tasarlayan Yafes Çelebi, yaşı biraz geçtiğinde köle pazarından kendine Calûd adında hem zeki hem de irice bir köle satın alıyor, en az efendisi kadar hırslı olan Calûd ise, kendi çocukları sürekli ölü doğduğundan, İstanbul Sanayi Mektebi’nden ilmini ve tahayyülünü devam ettirecek Üzeyir adında bir çocuk getiriyor. Kitabın bu ana üç karakterinin yaşam öyküleri Üzeyir Bey’in hikayesinin anlatıldığı kısımda çözülüyor.

Yafes Çelebi ve Calûd’un karakterlerinde meskûn bazı huylar ve tasarladıkları silahlarla kitapta önemli meselelerin sembolize edildiğini düşünüyorum. Nitekim yukarıda bahsettiğim üzere, iktidar hırsı, kibir ve ek olarak “yenilen pehlivan güreşe doymaz” kıssası. Hem Yafes Çelebi, hem de kölesi Calûd sinsi, dünyaya ve tabiata hükmetmeye çalışan, kibirli tipler. Bu karakterlerde benim dikkatimi çeken şey ise, ikisinin de mekanik gibi mühim bir bilim dalı ile uğraşmalarına rağmen, bunu sürekli silah tasarlamakta, sürekli kendi hükümlerini dünyaya kabul ettirmek peşinde kullanmaları ve tıpkı kumar oynar gibi de her seferinde yaptıkları makineleri hiç edip, bir araba para kaybetmelerine rağmen yine de doymayıp hırslarının katlanması.

Üzeyir Bey ise bu karakterlerden ayrı olarak, Yafes Çelebi ve Calûd “hiyelkâr” iken onların tersine “hayalkâr” ve yumuşak başlı bir karakteri temsil ediyor romanda. Ve aslında ilmin bir nokta olduğunu, dünyadaki iktidarın sürekli el değiştirdiğini, insanlara da bir görünüp bir kaybolduğunu işte bu karakter çözüyor.

Roman boyunca bazı meseleleri temsilen semboller kullanılıyor. Örneğin dünyadaki iktidarın ve gücün sürekli el değiştirdiğini ve bir gelip bir gittiğinin anlatımı yazar tarafından gerek Yafes Çelebi’nin, gerek Calûd’un ve gerek Üzeyir Bey’in eline geçtiğinde yok olan, bazen kaybolup bazen ortaya çıkan bir taşla sembolize edilmiş. Hiyelkârların sürekli tasarlayıp, her seferinde işin içinden çıkamadığı makineler ise insanın ancak kendine zarar veren hırs ve kibir gibi kötü huylarını temsil ediyor.

Bu esir kuvvetler, aynı zamanda kendilerine sahip olan kişinin, yani Yafes Çelebi’nin kudreti ve iktidarıydı. Böylece o, kendini on yıllardır mutsuz eden şeyin, benliğine hükmeden bu iktidar tutkusu olduğunu anladı. O güne dek kendisi için her şey bir iktidar kaynağıydı: Ateş, buhar makinesini çalıştıran;su, bir çarkı döndüren; toprak ise demir, altın, gümüş ve elmaslarla dolu olan; rüzgar da, değirmenleri döndüren bir kuvvetti.(…) İşte iktidar susuzluğu çeken kendisi, Dünya’yı yıllardır bu güçlerin, cebirlerin ve kuvvetlerin toplamı olarak görmüş ve ona hâkim olmak istemişti. O, dünyadaki bütün güçlerin ve fiillerin öznesi olmak peşinde koşmuş, böylece bir demir külçesini müzik kutusuna dönüştürdüğü gibi, dünyayı ve içindekileri de bir makineye dönüştürmeye çalışmıştı.

…Yafes Çelebi ise onun başını okşayarak, mucizelere inanması gerektiğini, çünkü mucizelerin gerçeklik duygusunun değil, gerçeğin bir parçası olduğunu anlatıyordu: Zaten gerçeğin kendisi bir mucizeydi.

Nihayet sabahı müjdeleyen ilk horoz öttü ve taş, tıpkı üflenerek sönen bir mumun alevi gibi, ellerinin arasında kayboldu. Üzeyir Bey devri daimin esrarını çözmüştü. Mesele, adeta bir nokta kadar basitti.

Hıçkırıkları artınca içindeki sesi işitti ve o hayali gördü: Ses ona, bu canavarın aslında insanoğlunun kibrinin ta kendisi olduğunu ve kibrin de kendi kendisini tüketeceğini söylüyordu.

Kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısında şöyle bir cümle geçiyor: "Okuyanın okumayanlara kolay anlatamayacağı, hayal gücünün sınırsızlığını gösteren çizimleriyle, insanın birileriyle paylaşmak isteyeceği romanlardan.

Gerçekten de Kitab-ül Hiyel, kolay tarif ve tasvir edilemeyecek, pek nadide bir üslupla kaleme alınmış ve kurgu içerisinde bireyi ve toplumu derinden ilgilendiren konulara değiniyor. Tıpkı Nâbî Efendi'nin buyurduğu gibi;

Çok da mağrur olma kim meyhâne-i ikbalde
Biz hezaran mest-i mağrurun humârın görmüşüz.


Çok severek okuduğum bu romanı okuyacak olan herkese keyifli okumalar diliyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

6 Ekim 2021 Çarşamba

Gönüller Tahtının Sultânı: Yunus Emre

Ümmî kelimesi; okuma yazma bilmeyen, herhangi bir tahsil görmemiş, tüm bu sebeplerle az konuşan, az söyleyen manalarına gelir. Anne anlamına gelen “ümm” kelimesine nisbetiyle “annesinden doğduğu gibi kalmış, özü değişmemiş” ve topluluk, millet anlamına gelen “ümmet” kelimesine nisbetiyle de “yaşadığı topluluğun özelliklerini taşıyan” gibi manaları da vardır. Bunlar işin teknik, diğer tabirle alışılagelmiş boyutlarıdır. Bir de işin irfani tarafı vardır. Bir ariften duymuştum: bir insanın ümmi olduğunu duyduğumuzda ya da okuduğumuzda, hemen onun mektep-medrese görmemiş bir kimse olduğunu, okur-yazar olmadığını anlarız. Halbuki iş bu kadar basit değildir. Ümmi olmak, algıyı ve bilinci Hakk’a teslim etmek, hakiki varlığın deryasında yüzmek, hakikate teslim olmak ve daima oradan bakmak, söylemek anlamlarına da gelir. Bu durumda hem efendimize hem de onun yolunu takip eden kâmil kimselere baktığımızda ne görürüz? Ümmi olmanın irfani boyutunu görürüz.

Yunus Emre için yapılan eski veya yeni araştırmalarda, ortaya konan eserlerde onun ümmi tarafından sıkça söz edilir. Diğer yandan diğer bazı metinlerde de onun medrese eğitimi aldığımı ve hatta kadılık yaptığı da belirtilir. Türk televizyon tarihinin en çok izlenen ve çok takdir gören dizilerinden Yunus Emre’ye kaynaklık eden, İbrâhîm Hâs Halvetî’ye ait olan Tezkiretü’l-Hâs’ta Yunus Emre’nin medrese eğitimi gördüğü, birçok ilme vakıf olduğu, ulu hocalardan dersler aldığı yazılmıştır. Nitekim dizide de bunu görürüz. Her ne kadar efsanevi bir tarafı olsa da özellikle gönül eksenli bir yaşamı benimseyenlerce daima kılavuz olarak görülen Yunus Emre, okusun ve okumasın, ders görsün ya da görmesin, Hakk’tan gelen şerbeti içmiş bir kimsedir. Öğrendiğimize göre hikmetli sözlerle, şiirle arası hep iyidir. Seyr ü süluk’uyla beraber ulaştığı her manevi makamdan insanlığa seslenmiştir. Kimi şiirinde çok yukarıdan, kiminde aşağıdan konuşur. Bazı şiirlerinde toplumu yargılar, bazılarında ise ikilikten ve kötülüğü görmekten sıyrılıp birliğe ve güzelliğe davete işaret eder. Divanı okunduğunda bir bütünlük görülememesinin sebebi, divanın onun bu alemden göçtükten sonra ve kronolojik bir yapı gözetilmeden hazırlanmaması sebebiyledir. Mesela büyük gönül sultanlarından Niyâzî-i Mısrî, seyr ü sülûk’a girmesiyle şiir yazmaya başlamıştır. “Zât-ı Hakk’da mahrem-i irfân olan anlar bizi / ilm-i sırrda bahr-ı bî-pâyân olan anlar bizi” demesi bundandır.

Mustafa Özçelik, Yunus Emre üzerine çok önemli metinler vücuda getirmiş bir hocamız. Onun tüm gayretlerini takip eden bir okuru olarak acizane ilk fark ettiğim şey, Yunus Emre’yi sadece şiir, yani sanat çerçevesine hapsetmemek oluşuydu. Unutulmamalı ki her biri bu toprakların irfan ocağını temsil eden ve bu ocaklardan yanan tüten aşk ateşini kıyamete dek dünyanın her köşesine ulaştıran ulu kimseler, sade birer şair, yani sanat adamı değildir. Başta Yunus Emre olmak üzere; Ebu’l-Hasan Harakânî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Ahmed Yesevî, Niyâzî-i Mısrî, Eşrefoğlu Rûmî, Aziz Mahmud Hüdâyî ve sözle, şiirle, yazıyla meşgul olmuş daha nice zatlar, aynı zamanda birer felsefenin temsilcileridir. Yalnız onları çoğu filozoftan ayıran çok önemli bir mesele vardır ki kâl ile değil, hâl ile varolmuşlardır. Onların yaşantıları söz, fikirleri şiir, yazıları sanat, aşkları zevk olmuştur. Onlar; ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn basamaklarını aşıp zevke’l-yakîn zirvesine ermişlerdir. Refikleri Allah, tarikleri aşktır. Epey çileli, gayet ıstıraplı, herkesin göze alamayacağı bir yola talip olmuşlar, nihayet ulaştıkları her bir gönülde sultanlık makamına oturmuşlardır. Tüm bu istikametin özetini ise Yunus Emre şöyle yapmıştır: “Eğer 'aşkı seversen cân olasın / gönüller tahtına sultân olasın.

Anadolu’nun Gönül Dili: Yunus Emre; Muhit Kitap’ın deneme koleksiyonuna ait üçüncü eser. Özçelik hoca bu çalışmasının ilk bölümünde Yunus’un yaşadığı devrin hemen akabinde hem tarihi hem de menkıbevi hayatını değerlendiriyor. İkinci bölüm ise çalışmanın adını şerh eden makalelerden oluşuyor. Bu makalelerde Yunus’un neden Anadolu’nun gönül dili olduğu, ondaki terk ve teslimiyet hâli, mürşidi Tapduk Emre, Dertli Dolap ve sarı çiçek metaforları, şiirlerinin ve ilahilerinin bugünün dünyasında neye karşılık geldiği, nefs muhasebesi, sosyal tenkitleri, birlik’de çokluk ve çokluk’ta birlik meselesi, Türk topraklarına yaydığı nefesi, Molla Kasım’la imtihanı, şiir olarak gördüğümüz duaları, fıtrat eğitimcisi tavrı, hayatı ölümle anlamlı kılan yanı, yol-yolcu-yolculuk kavramları, akıl ve gönül bağlantıları, sûfî şair olarak nasıl yorumlanması gerektiği, şiirinin teknik yapısı, sözünün gücü ve şiirimizdeki Yunus Emre geleneği gibi konular ele alınıyor. Özellikle Yunus Emre şiirlerinde yer alan ayet ve hadis yorumları, günümüzde onu yalnızca hümanist bir şair olarak gören, gösteren kimselere bir cevap niteliği taşıyor. Diğer yandan, yazının başında belirttiğim ümmilik vasfının yeniden yorumlanması gerektiğini ortaya koyuyor. Özçelik hoca, “O, ayet ve hadisin doğrudan lafzını iktibas etmez. Bunların anlamlarını şiir diliyle ifade eder yahut onlara telmihlerde bulunur. Dolayısıyla onun dili bir müfessirin, mütercimin yahut vaizin dili değil bir mutasavvıf şairin dilidir. Üstelik bunu muhataplarının ana diliyle yani Türkçe ile yapar” diyor ve Yunus’un şiirlerinde karşılık bulan ayetlerden ve hadislerden birkaç misal veriyor.

Çünki gördüm ben Hakk’umı Hakk’ıla olmışam biliş / her kancaru bakdumısa hep görinendür cümle Hak.” (Bakara, 115: Nereye dönerseniz dönün Allah’ın vechi oradadır.)

Yunus bu sözleri kogıl kendözünden elin yugil / senden ne bir digil çün Hak’dan gelir hayr u şer.” (Tevbe, 51: De ki Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla isabet etmez.)

Sen kim dedin ya Rab bana ben yakınam senden sana / çün yakından benden bana görklü yüzün göster bana.” (Kaf, 16: Biz ona şahdamarından daha yakınız.)

Kün’i bir kez’in söyledin / her nesneyi var eyledin.” (Bakara, 117: Gökleri ve yeri yoktan var eden Allah’tır. O, bir işin olmasını dilerse, ona ancak ol der ve olur.)

Dost sureti gözgüdür bakan kendi yüzün görür / gelsin ol kendisiz gelen ben razıını ona derim.” (Hadis: Mü’min mü’minin aynasıdır.)

Âşık Yunus n’eder dünyayı sensiz / sen hak peygambersin şeksiz gümansız / sana uymayanlar gider imansız / adı güzel kendi güzel Muhammed.” (Hadis: Bana itaat eden cennete girer. Bana uymayan da cenneti istememiş demektir.)

Tartalum günahumzu arturalum ahumuz / idelüm hisabumuz hisab olmamagıçün.” (Hadis: Hesaba çekilmeden önce nefsinizi hesaba çekin.)

Ne dirisen sen di bana koma beni benden yana / benüm hâcetüm bu sana bana beni istetmeyem.” (Hadis: Beni nefsimin hâkimiyetine bırakma ve bana verdiğin güzel şeyleri geri alma.)

Bütün bunlardan çıkan sonucu Mustafa Özçelik kitabında şöyle özetliyor: “Yunus Emre de bütün mutasavvıflar gibi İslam’ın iki temel kaynağına dayanarak, oradan aldığı ilhamla her biri birer ayet ve hadis yorumu sayılabilecek sözler / şiirler söylemiştir. Böylece hakikat, şiir vasıtasıyla da dile getirilmiş, akıllarda ve gönüllerde karşılık bulmuştur. Bu yüzden mutasavvıfların şiirlerini herhangi bir şairin şiirinden ayrı bir yerde görmek ve ona göre okuyup anlamak gerekir.

Velhâsıl; Anadolu’nun Gönül Dili: Yunus Emre, Türkçenin Cebrail’ini nasıl anlamamız gerektiğine dair oldukça zengin metinler ihtiva ediyor. Gönüller tahtının sultanı Yunus’a muhabbeti olanları, ilahi aşk ve şiir ile derinleşen irfan yolunda kaybolmaya çağırıyor. Zira insan kaybolmadan bulamaz, bulmadan olamaz.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Muhit dergisinin 21. sayısında yayınlandı.

Yûnus’un denizinde, kalbe dokunan bir gezinti

"Aşkı var gönül yanar yumşanır muma döner
Taş gönüller kararmış sarp-katı kışa benzer."

Aşka düşen gönüller yanarmış, aşk odu ile aşık kül olur, mum gibi yumuşayıp erirmiş o aşığın gönlü, aşktan nasibi olmayan gönüllere ise kar yağarmış, zorlu, katı bir kış çökermiş o gönüllere. Katı bir gönül ikliminde de gül yetişmeyeceğinden, Yûnus Emre, vahdet denizinde yol alan yolcuya rehberlik ediyor, aşk oduyla yanmak gerektiğini söylüyor. Yûnus Emre’nin mısralarının tadını alınca da, ağzına bir kaşık bal çalınmış bir bebek gibi sürekli devamını istiyor insan.

Yûnus’un Denizinde, küçük sînesinde büyük bir deryanın suyunu barındıran bir röportaj kitabı. Eserde Mustafa Tatcı, Yûnus Emre’nin Türkçe’yi mâna ve tasavvuf dili haline getirmesinden, kendisinden öncekilerin mecazlarla boyadığı manaları, apaçık şekilde anlatmasından, Yûnus Emre’nin menkıbevi hayatından ve hayatına dair rivayetlerden, Yûnus Emre’nin hayatının anlatıldığı hikayelerdeki remizlerin ne anlama geldiğinden bahsediyor. Röportaj 12 başlık altında toplanıyor ve en son başlık olan “Yûnus’un Denizinden İnciler” kısmında Mustafa hoca, Yûnus Emre’nin iki ilahisinin açıklamasını yapıyor.

Hiç şüphesiz Anadolu erenlerinin hepsinin amacı kemâle ve hakikate giden yolu göstermektir, Yûnus Emre’nin de hakikat noktasında diğer büyüklerden bir farkı olmamakla birlikte, ilim dilinin Arapça ve Farsça olduğu bir devirde Yûnus Emre, seyr ü sülük adı verilen tasavvuf yolculuğunu ve temaşâsını, batı Türklerinin diliyle, arı duru bir Türkçe ile anlatıyor. Mustafa Tatcı bu noktada şöyle söylüyor: “Yûnus gerek Türk toplumu ve gerekse Türkçe konuşanlar için, daha açık söylersek, dönemine göre Arapça ve Farsça bilmeyen insanımız için hakikaten bir lutf-ı ilahîdır. O bize Tapduk Emre Hazretleri’nin vesile olduğu en büyük armağandır. Çünkü o, İslam’ın hakikati demek olan tasavvuf yolculuğunu Batı Türklerinin diliyle ilk defa gündeme getiren kişi olmuştur. Hani Kehf suresinde işaret edilen 'Ona katımızdan ilim öğrettik' denilen ledün ilmini Türk diliyle beyan eden kişidir o. Bu sebeple Yûnus için “Türkçe ledün dilinin müessisi” de diyebiliriz."

"Aynı zamanda Yûnus Emre, Türk diliyle tasavvuf yolculuğunu anlatırken, Türkçe’de her kesimden halkın günlük dilinde kullandığı kelimelere yeni mânalar yüklüyor. Örneğin ben veya kendi gibi kelimeleri “…varlığın değişmeyen özü yani hak ve hakikat anlamına gelen 'ayân-ı sâbite' için…” kullanıyor: Bir ben vardır bende benden içeri."

Türk dilini mana dili haline getirmesinin yanı sıra, Yûnus Emre, kendinden öncekilerin mecazlarla boyadığı tasavvuf yolculuğunu apaçık şekilde anlatıyor.

Bu bizden önce gelenler mânâyı pinhan dediler
Ben anadan doğmuş gibi geldim ki uryân eyleyem


Yûnus Emre menkıbevi hayatından bilindiği üzere Tapduk Emre’ye intisap etmezden evvel Hacı Bektaş Velî’nin huzuruna köyünde meydana gelen kıtlık sonucunda buğday istemek için çıkmış, buna karşın Hacı Bektaş Velî Yûnus Emre’ye nefes teklif etmiştir. Mustafa Tatcı hoca, burada adı geçen nefesin erenler nefesi olduğunu açıklıyor. Erenler nefesi, ölüyü dirilten bir nefes-i kudsî…

Erenler nefesi, ölüyü dirilten bir nefes-i kudsîden kinayedir ki içinde Muhammedî sır vardır. Siz bunu Yûnus’un “dirilik suyu” da dediği “âb-ı hayat” olarak da anlayın. (…) Öncesi ölüdür insanın. Yani bedeni diri olsa da, mânası ölüdür.

Erenler nefesidir devletimiz
Anınçün fitneden olduk selâmet


Bizler ise, Yûnus Emre gibi bir hazineye sahip iken, onun sözlerini tutmalı, aşkı aramalı, aşk ile aslımıza dönmek için çalışmalı, endişeden geçmeli, vehimlerimizi terk etmeli, aşka ulaşmalıyız, vehimlerimizden yalnız aşk ile kurtulacağımızı söylüyor Yûnus Emre:

Geç Yûnus endişeden ne gerek bu pîşeden
Ere aşk gerek önden andan dervişe benzer


Özünü tevhide tapşırıp Yûnus gibi olacaksınız. Gayemiz Yûnus’u okumak değil, Yûnus olmaktır. Samimiyet her engeli yok eder. Dağ ne kadar yüce olsa yol onun üstünden aşar. Yürüyeceksiniz. Ne diyelim Cenab-ı Hak hepimize aşk versin, birlik ve dirlik şuuru versin.

Okurunu Yûnus’un denizinde, kalbe dokunan bir gezintiye çıkaran bu kitabı okuyacak olan herkese mânâ dolu ve feyizli okumalar diliyorum. “Kendi mâna dili mâna olan” Yûnus Emre’yi cümlemizin anlaması temennisiyle…

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

30 Eylül 2021 Perşembe

Çin malı

Koşullanmış zihinlerimiz ‘Çin Malı’ ibaresini görünce doğrudan kalitesizlikle ilişkilendiriyor. Günlük hayatta karşılaştığımız örnekleri görünce pek de haksız olduğumuz söylenemez. Diğer yandan meselenin özgünlük, estetik, etik ve telif (mülkiyet) gibi birçok yönü bulunuyor. Yalnız meseleyi çok daha ilginç hâle getiren ve pek göz önüne getirmediğimiz önemli bir durum var. Küresel anlamda marka olan ve kalitesiyle bilinen çoğu firmanın üretim ya da malzeme temin yeri Çin. Onu ekonomik anlamda dünyanın en büyük aktörlerden biri yapan bu özelliğinin tek nedeninin ucuz iş gücü olmadığı muhakkak. Türkiye’de artık bir kitlesi oluşmuş olan Byung-Chul Han’ın Çakma adlı eseri korunun bu yönünü anlamaya yardımcı oluyor. “Çince Yapıbozum” alt başlığıyla Telemak Kitap tarafından neşredilen eser Sibel Atam tarafından çevrilmiş. Seksen altı sayfa olmasına rağmen içeriğinin yoğunluğu göz dolduruyor.

Çin kültürü ve sanat tarihiyle ilgili beş kavramı ele alan Han, taklit/kopya/çakma anlayışının Batı ve Uzak Doğu düşüncesinde nasıl algılandığını ortaya koyuyor. Han’ın analiz ettiği beş kavram düstur (quan), orijinal (zhen ji), eğlence mühürleri (xian span), kopya (fuzhi) ve çakma (shanzhai) şeklinde sıralanmış. Ayrıca kitapta ele alınan konularla ilgili görsellere yer verilmiş. Uzak Doğu düşüncesi ile Batı’nın kopya/taklit anlayışı ve resim alanındaki sanat sahteciliği konularında örnek olarak verilen görseller hem içeriği zenginleştiriyor hem de konunun anlaşılmasına katkı sunuyor.

Yazar kitaba Çin toplumu ve düşüncesinin Batı’da nasıl algılandığına değinerek başlıyor. Bu durum George Wilhelm Friedrich Hegel’in (1770-1831) etnosentrik görüşüyle özetlenmiş. Buna göre Batı düşüncesinin temelinde var olan töz’e dair anlayışın ahlaki açıdan onu üstün kıldığına yönelik ön kabulü ortaya çıkıyor. Diğer yandan Çin’de olduğu gibi Doğu felsefelerinin temelinde var olan Budizm veya Taoizm’in varlık, yokluk ve hiçliğe dair esnek tutumu o toplum veya kültürdeki aldatma ve yalancılığı doğallaştırmanın ötesinde (yalancılık, ahlaksızlık ve şeref yoksunluğunu) meşrulaştırdığı düşünülüyor.

Han, Batı ve Çin düşüncesi üzerine karşılaştırmalı felsefi çözümlemeler yapıyor. Çin düşüncesinin esnek, değişim ve dönüşüme açık, sabitesiz, tözsüz, pragmatik oluşu gibi nitelemeler kadar karşılaştırması yapılan Batı düşüncesinin kendini bunun tam tersiymiş gibi konumlandırması da tartışmaya açık bir konu.

Diğer yandan yazar aradaki temel farkın varlık konusundaki anlayış olduğunu belirtiyor. Batı düşüncesinde Varlık sadece kendine benzeyendir ve kopyasının olması istenmez. Monomorfiktir. Özgünlüğü ve saf kimliği bozmaya yönelik her türlü teşebbüs şeytanidir. Bu yüzden taklit edilmesinin, çoğaltılmasının önüne geçilmek istenir.

Han’a göre Uzak Doğu düşüncesinde varlık monomorfik değildir, süreç içinde çok biçimli ve katmanlı şekilde oluşur. Çin’de yapılan bir eser hiçbir zaman tamamlanmamıştır. Üzerine her zaman eklemeler yapılarak değişime uğratılır. Her ekleyici bir iz bırakır. Eser ne kadar çok iz taşırsa o kadar değerlidir. Dolayısıyla Uzak Doğu düşüncesi yapıbozumcudur. Çin düşüncesine göre bir eser ne kadar fazla yapıbozuma uğratılır, ilk hâlinden ne kadar çok başkalaşır ve yeni anlamlar yüklenirse değeri o kadar artar.

Yazar konuyu daha çok sanat (felsefesi) anlayışı üzerinden ele alarak öz ve özgünlük konusundaki düşünce ve eylem farklılığını vurguluyor. Bu bağlamda Çin’de sanat eserinin gerçeklikten ve ruhtan yoksun olduğu çıkarımı yapıyor. Çin’de sanat eseri durmadan farklı ve ilgisiz bağlamlardan eklemelere uğratılarak değiştirilir. Bu durum onun gerçek ile bağını kopararak sahteliğe açık hâle getirir. Özgün ve sahte olan önemsizleşir ve kolaylıkla yer değiştirir. Han’a göre bunun nedeni Antik Çin’de öğrenmenin özellikle kopyalama pratiği üzerinden yapılmasıdır. Bu işlem sadece öğrenme değil aynı zamanda eser sahibine duyulan saygıyı belirtme ve övme için yapılır. Fakat pratik öğrenme biçimi olarak kullanılan kopyalama yöntemi sahtekarlığın önünü açmıştır. Çünkü bu anlayışta bir kopya ne kadar başarılı ise kopyalayanın yeteneği o kadar büyüktür. Kopyanın benzerliği değerini artırır ve bu durum eser sahibi ve kopyacının eşit iki usta olduğunun kanıtıdır. Batı’da kopya ya da taklit eserler yapılsa bile bunun belirli ilkeleri vardır. Öncelikle özgün bir sanat eseri sayılamazlar ve telif kesinlikle orijinal olanındır. Yazar iki anlayış arasındaki farkı “Çin’de sanat sahteciliği hiçbir zaman Batı’da olduğu gibi karanlık anlamlar çağrıştırmadı.” (s. 19) şeklinde özetliyor.

Han, Çin’de iki tür kopya anlayışı olduğunu söylüyor. Bunlardan ilki, doğrudan sahteliği kabul edilen türdür ve belirli yerlerde satın alınabilen küçüklü büyüklü modellemelerdir. İkincisi ise özgün olanla birebir ölçülerde üretilir ve aslı kadar değerli addedilen türüdür. Bu açıdan Batı ile temelden bir ayrılma söz konusudur. Batılı düşüncede kopya ürünün orijinal olanın yerine kullanılması söz konusu edilemez.

İki düşünce arasındaki bir başka farklılık tarihi eserlere bakıştır. Batı’da tarihi eserler onarılırken eski olan izler özellikle vurgulanacak şekilde yapılır. Özgün parçalara kutsal gibi özen gösterilerek korumaya alınır. Uzak Doğu düşüncesinde ise koruma yeniden yapma ve çoğaltma ile sağlanır. Gerektiğinde tamamen yıkılarak yeniden yapmak söz konusudur. Bu anlayışın temeli doğa ve canlılıktır. Çünkü doğa ve canlılık her an yenilenmektedir. Bu açıdan özgün ve kopya olan sorgulaması yapılmaz. Uzak Doğu düşüncesindeki eskiyi yıkarak yeniden yapmak ölümü de içeren bir canlılık anlayışının karşılığıdır. Bu bir döngüdür ve ancak bu sayede ölümün ötesine geçerek var olmaya devam edilir: “Sadece tekrarlar ve kopyalar vardır.” (s. 75)

Han, “Çin üretim teknolojilerini yapma değil tekrar, devrim değil yineleme, arketipler değil modüller”in (s. 75) belirlediğini ifade ediyor. Modüler üretimde söz konusu olan biriciklik-özgünlük değil standart-kalıplardır. Amaç yeniden üretilebilirlik odaklı çeşitleme ve değiştirme olanağı sağlayan seri üretimdir. Üretilen şey değişen, dönüşen doğanın bir parçası gibi düşünülür.

Yazar son bölümde kitaba adını veren ve metnin yazılış amacını içeren kopya/taklit/çakma anlamına gelen ‘shanzhai’ kelimesini analiz ediyor. Yazılanlardan bu kelimenin siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel ve teknolojik açıdan Çin’de çok etkin olduğunu anlıyoruz. Çincede yeni bir kelime olan ‘shanzhai’ hayatın her alanını kuşatmış, shanzhaizm, shanzhai kültürü, shanzhai ruhu gibi ifadeler oluşturulmuştur. Yazar bu durumun ilk olarak cep telefonları ile başladığını belirtiyor. Evvela küresel markaların shanzhai ürünleri piyasaya sürülmüştür.

Han, shanzhai ürünlerin özelliklerini sıralarken özgünleriyle kıyaslandığında onlardan aşağı kalmadıklarının, çabuk uyum sağladıklarının, son derece gelişmiş ve işlevsel olduklarının altını çiziyor. Hatta shanzhai ürünlerin özgünlerine nazaran fazladan özelliklere, ekstra fonksiyonlara sahip olması beklenmektedir.

Han’a göre shanzhai ürünlerin isimleri özgün marka isminin kombinasyonlarından veya küçük değişimlerinden oluşturulur. Ekonomik tekellerin tekerine çomak sokan bu üretim alaycı, tahripkar ve Dadaist bir başkaldırıdır. Bu başkaldırı sisteme karşı bir yapıbozumdur ve isimlendirme açısından da nüktedanlık içerir. Bu yolla eskinin üzerinde değişiklik yaparak, başkalaştırarak, dönüştürerek yeni bir form kazandırılır. En önemlisi ise “Shanzhai ürünler kasıtlı olarak kadırma girişiminde bulunmaz.” (s. 81) Özgün olmadıklarını açıkça belli ederler fakat özgün kadar gerçektirler.

Üründen öte tarihi sosyo-kültürel bir anlayışı içeren shanzhai olgusu melezleme yoluyla işler. Örneğin Maoizm, bir tür Marksizm’in shanzhai üretimidir. Han, Çin düşüncesinde komünizm ile kapitalizm arasında bir çelişki aranmadığını, çünkü Çincede çelişki kavramının bulunmadığını belirtiyor. Sürekli değişim ve dönüşümüyle Çin komünizmi shanzhai bir model olarak melezliği barındırır ve ileride shanzhai bir demokrasinin çıkmayacağının garantisi yoktur. Bu durumun Çin için hiçbir sorun teşkil etmeyeceği anlaşılıyor.

Han son sayfalarda Batılı zihne uyarı niteliğinde bir yol açıyor. Ona göre shanzhai Çin ruhunun dışavurumudur. Bu anlayışta “ileri teknoloji ürünleri doğanın shanzhai modelleridir.” (s. 82) Doğa sürekli, çeşitlemeli ve uyumlu bir dönüşüm içindedir. Shanzhai düşüncesinin özünde bu vardır. Batı, shanzhai’yi “sadece düzenbazlık, intihal ve fikri mülkiyet ihlali olarak gördüğü takdirde, onun özünde var olan ‘creativite’yi gözden kaçıracaktır.” (s. 82) diyor.

Dünyanın genelinde anlamsal uzamı olumsuz olan çakma/kopya/taklit olgusunun Çin kültüründeki olumlu karşılığı şaşırtıcı. Fakat asıl şaşırtıcı olan, bu anlayışın ürünlerinin küresel ekonominin en önemli aktörlerinden birisi hâline gelmesi ve sözde çakma/taklit/kopya anlayışına uzak toplumların bu ürünleri kullanıyor olması diye düşünüyorum. Byung-Chul Han, Batı’da olumsuz kabul edilen çakma/kopya/taklit olgusunu sanatsal, kültürel ve felsefi kökenlerini tarihsel açıdan ele alarak Çin düşüncesi ve toplumunda nasıl normalize edildiğini açıklamaya çalışıyor. Çin düşüncesindeki koşulsuz değişim ve dönüşüme dayalı melez anlayışı, her ne kadar bizim de zihin haritamızı şekillendiren Batı düşüncesi kabul etmese bile kendi içinde tutarlılık taşıdığı söylenebilir. Bugünün küresel dünyasının neden Çin malı ile mobilize olduğu bunun açık kanıtı.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Dağıstan'da doğan irfan ve mücahede ruhunun özü

Nakşibendiliğin Kafkas'lardan neşet eden Müceddidi-Halidî kolu, hem sufileri hem de yetiştirdiği dervişleri vesilesiyle Dağıstan'dan Anadolu'ya kadar ilim ve irfan yaymıştır. Bu koldan yetişen halifeler, Kafkaslarda başlayan Şeyh Şamil harekatının öncüsü olmuş, dolayısıyla sadece ilim ve irfan değil, mücâhede ve cihad konularında da tarihe altın harflerle yazılmış insanlar emanet etmişlerdir.

İsmail Siraceddin Şirvanî, Halidi kolunun büyük sufilerinden biri olmasının yanı sıra, pek söz edilmese de neşrettiği eserleriyle aynı zamanda çok önemli bir müelliftir. Reis-i meşâyıh-ı Kafkas olarak bilinen ve Şirvanlıların "Gül kokulu Mevlânâ" diyerek andıkları bu büyük zât, Şirvan Hanlığının Kürdemir köyünde 1782-83 tarihinde dünyaya gözlerini açmıştır. Bir rivayete göre ilk eğitimini babası Şeyh Enver Şirvani'den almıştır. Kıraat konusunda da doğduğu köyde eğitim almış olan Siraceddin Şirvani; hadis ve fıkıh ilimlerinde ise Şeyh Abdurrahman Efendi'den tahsil görmüştür. 1800 yılında, henüz 18 yaşındayken Erzincan'a gitmiş ve devrin önemli âlimlerinden Evliyazâde Abdurrahman Efendi'den icazet almıştır. Sonrasında Tokat'a, iki yıl burada ikamet ettikten sonra da Bağdat'a, oradan da Süleymaniye'ye giden Şirvani; Yahya el-Mervezî'den hadis ilmini, el-Imâdi ve Molla Mehmed İbn-i Adem'den matematik ve hikmet ilimlerini öğrenmiştir.

23 yaşında Burdur'a gelmiş, burada bir yıl fıkıh okuduktan sonra memleketine dönmüş ve orada yedi yıl boyunca ilim öğretmekle meşgul olmuştur. 32 yaşında hacca gitmiş, Mekke ve Medine ziyaretlerinden sonra İstanbul'a geçmiş ve burada birkaç ay kaldıktan sonra Abdullah ed-Dihlevî'ye mürid olmak için Hindistan'a yola koyulmuş ve Basra'ya geçmiştir. Abdullah ed-Dihlevî'den "Senin Şeyh Halid'le sırların var, onu takip et" manevi işaretini aldıktan sonra derhal Halid-i Bağdadi'ye giderek intisap etmiştir. Halid-i Bağdadi'nin "Sirâcüddin" lakabını verdiği Şirvani, Şirvan'da irşad faaliyetinde bulunmak için şeyhinden 1817 senesinde sözlü emir, 1821 senesinde de yazılı icazet almıştır.

Şirvan'da halkın yoğun ilgisine mazhar olan Şirvani için sıkıntılı dönemler başlamıştır. Memleketi Şamahı-Kürdemir, Şirvan Hanlığı'na bağlıdır. Bu dönemde Şirvan hanı Mustafa Han, Ruslarla Çertme Anlaşması'nı imzaladığından hanlık bir nebze ayakta kalmayı başarmıştır. Rus görevliler bir süre sonra onun nüfuzunu zayıflatmak için çalışmalara başlamış, akabinde bir bahaneyle Mustafa Han, hain ilan edilmiştir. Hanın İran'a kaçışıyla birlikte Şirvan Hanlığı da Rus idaresine girmiştir. Mustafa Han'ın eşi Fatma Hanım, Şirvani hazretlerinin müridi olduğundan Şirvan'da kalmayı tercih etmiştir. Bundan sonraki dönemde Siraceddin Şirvani sürekli yer değiştirmek durumunda kalmıştır. Ahıska, Amasya, Sivas ve son olarak yine Amasya'da ikamet etmiştir. Vefatına kadar burada kalmıştır, türbesi de buradadır. Dördü erkek biri kız olmak üzere beş çocuğu vardır: Abdülhamid Efendi (v.1846), Sadrazam Mehmed Rüşdü Paşa (v.1874), eski İstanbul kadısı Ahmed Hulusi Efendi (v.1889), Mustafa Nuri Bey (v.1897) ve Fatma Şerife Hanım (v.1903).

İsmail Şirvani, Süleymaniye'deyken Halid-i Bağdadi'nin riyasetinde süluk etmiştir ve bu sülukun sonucunda Halid-i Bağdadi'nin Şirvani'ye mutlak icazet verdiği aktarılmaktadır. Şuayb Efendi b. İdris-el Bakinî yazdığı tabakatında Halid-i Bağdadi'nin İsmail Şirvani'ye gönderdiği mektubu da vermektedir. Bu mektupta bir şeyhin halifesiyle olan irtibatına dair önemli meseleler yer almaktadır. Burada, kitaptan bir paragraf almayı uygun buluyoruz: "Halid-i Bağdadi'nin mektubu gönderme sebebi İsmail Şirvani'nin Halid-i Bağdadi'den mutlak icazet aldıktan sonra müridlerine kendi suretine rabıta yapılmasını talim etmesidir ki bu durumu Halid-i Bağdadi asla kabul etmemektedir. Bakinî de bunu İsmail Şirvani'den sadır olan bir "zelle/sürçme" olarak nitelemektedir. Tehdidkar bir üslubun hakim olduğu mektubun içeriği şöyle özetlenebilir: Halid-i Bağdadi İsmail Şirvani'den kendisiyle rabıtasını kesmemesini, ya bizzat kendisine gelmesini yahut mektup göndermesini istemekte ve kendisinin izni olmadan halife tayin etmemesi ve kendisiyle istişare etmeksizin bir iş yapmaması gerektiğini bildirmektedir. Ayrıca İsmail Şirvani'nin müridlerine rabıtayı kendi suretine değil, mürşidinin suretine diğer bir ifadeyle bizzat Halid-i Bağdadi'nin suretine talim ettirmeyi ve kendisinin Erzincan ve Bitlis'teki halifeleriyle irtibat kurmamasını tembihlemektedir. Bakınî bu mektuptan sonra İsmail Şirvani'nin kendi suretine rabıta yaptırmayı terk ettiğini de sözlerine eklemektedir."

Halid-i Bağdadi'nin İsmail Şirvani'ye verdiği icazetin aslı günümüze dek ulaşmıştır. Tesbih, sarık ve benzeri emanetlerle birlikte türbesinde muhafaza edilmektedir. Bir risale hacminde olan icazetin müellif nüshası, bu yazımıza konu olan Risaleler kitabının içinde yer almaktadır. Bu icazet, İsmail Şirvani'nin irşad faaliyetinde çok önemli bir yer tutmaktadır. Yine Bakınî, İsmail Şirvani'nin müridi Has Muhammed'in müridi ve Şeyh Şamil'in şeyhi Muhammed el-Yeraği'ye gönderdiği mektubu aktarmaktadır ki söz konusunu mektuba bakıldığında, Halid-i Bağdadi'nin İsmail Şirvani'ye gönderdiği icazetin hemen hemen aynısı olduğu görülür. Bu durum da bir halifenin, şeyhine olan sadakatini, saygısını, aldığı feyzi göstermesi bakımından son derece önemli ve hassastır.

Tahkik ve tercümesini Orkhan Musakhanov'un yaptığı Risaleler, İsmail Siraceddin Şirvani'nin kaleme aldığı kırkı aşkın eserden biridir. Bu eserde Müceddidi-Nakşiliğin esasları, Şirvani'nin yorumuyla yer almaktadır. Bu yorumlarda sıklıkla başvurulan eser İmam-ı Rabbani Hazretlerinin Mektubat'ıdır. Risaleler'in müceddidi-nakşilik için "bir mi'yar-ı tarikat" hüviyetinde olduğu belirtilmektedir. İsmail Şirvani'nin tasavvufun nazari ve ameli meselelerini kendi yorumuyla dile getirdiği Risaleler, Dağıstan'dan Karabağ'a kadar uzanan Halidiliğin derinliğine dair bir okuma yapmak için kaynak niteliğindedir. Risaleler, "Âlemin Hakikatinin Açıklanması" bahsiyle açılır ve "Şeyhlerin Çeşitlerinin Açıklanması" ile sonra eren kırk iki başlıktan oluşmaktadır. Varlık ve bilgi, Rical'in tabakaları ve velilerin dereceleri, seyr ü süluk gibi üç temel konu, Risaleler'i oluşturmaktadır. Risaleler'in temel kaynaklarını şöyle sıralanıyor: İmam-ı Rabbani'nin Mektubat'ı, İbnü'l-Arabi'nin Fütuhatü'l-Mekkiye, Füsûsu'l-Hikem ve Kitabü'l-Halvet'i, Saidüddin Fergani'nin Şergu't-Taiyye'si, Muhammed Parsa'nın Faslü'l-Hitab'ı ve Ebu Said Hadimi'nin er-Risaletü'n-Nakşbendiyye'si. Ayrıca Bahaeddin Nakşbend Hazretlerinin bazı hikmetleri de Risaleler'de yer almaktadır.

Risaleler'in Nakşibendiyye yoluna dair çok önemli detayları içerdiğini de ayrıca belirtmek gerekiyor. Hem bu yola ilgi duyanların hem de bu yolla irtibatı (intisabı) olanların ciddiyetle okumalarını naçizane öneriyoruz. İsmail Siraceddin Şirvani, risaleleri arasında nakşibendiyye tarikatının diğer tarikatlardan daha faziletli olduğunu hususiyetle belirtir ve zaman zaman tekrar eder:

"Bil ki bu yüce silsilenin sonu Sıddîk-i Ekber Hz. Ebu Bekir'dir ve Hz. Ebu Bekir de nebilerden sonra Ademoğlunun en faziletlisidir. Yine bu yüce tarikatın nispeti diğer tarikatların nispetinden daha faziletlidir. Çünkü bu tarikattaki nispet diğer tarikatların aksine tam bir huzur ve özel bir basiretten ibarettir. Çünkü bu tarikatta cezbe süluku öncelemekte ve bu tarikatın başı (halk aleminden değil) emr aleminden olmaktadır... Diğer tarikatların nihayeti, bizim tarikatımızın bidayetidir."

Risalelerde ayrıca nakşibendiyye silsilesinin nispetini, nakşibendiyye tarikatındaki beş batınî uğraşı (Lafza-yı Celâl, Kelime-i Tevhid, Vukûf-ı Kalbî, murakebe, râbıta) ve nakşibendi büyüklerinin zikir hususunda takip ettikleri yolları hususi olarak açıklıyor. Kalbi zikirle tasfiye etmenin öneminden bahsederken, bunun nakşibendiyye yoluna emanet edilmiş bir büyük sır olduğunu da vurguluyor. Şu satırları kitaptan okuyalım:

"Bil ki Nakşbendiyye tarikatında kalbi zikir yoluyla tasfiye etmek zat isminin zikrini (lafza-i celal) ve nefy ü isbat zikrini (kelime-i tevhid) çekmektir. Zat isminin çekiliş biçimi zakirin kalp diliyle lafzatullahı telaffuz etmesidir. Çünkü kalp kayıtlardan tecerrüt edildiğinde baştan sona lisandır, duymadır, görmedir. Bu telaffuz sol göğüste bulunan çam kozalağında benzeyen et parçasını (kalb-i sanevberî) hareket ettirmekle gerçekleşir. Bu şekilde telaffuz zakire zor gelirse O'nu dil ile zikirde olduğu gibi kalb-i sanevberisiyle zikrin adedini saymakla O'nu zikretsin. Sanevberi kalple yapılan zikrin faydası dil ile yapılan zikrin faydası gibidir. Salik sanevberi kalple yapılan zikre güç yetirdiğinde salik hakiki kalple yapılan zikre terakki eder. Çünkü sanevberi kalple yapılan zikir saliki hakiki kalple yapılan zikre götürür ve hakiki kalple yapılan zikir de saliki murakebe mertebesine götürür. Bundan dolayı denmiştir ki: Kalbin zikri murakebedir."

Netice-i kelam, müceddidi-nakşibendilik literatürüne çok büyük bir katkı olarak sunulan Risaleler, İslam coğrafyasına hem irfan hem de cihat anlamında dinamizm getirmiş, Dağıstan'dan Karabağ'a ve oradan da Anadolu'ya dek gönüller arasında köprüler inşa etmiş, yetiştirdiklerinin ve sevenlerinin sohbet ehli olmasıyla dört bir yanda kalpleri titretmiş Halidiliğin teferruatını anlamak noktasında çok önemli bir yerde durmaktadır. Söz buraya gelmişken Dağıstan'dan uzanan yolun büyüklerini de zikretmeliyiz. Böylece onların hayatlarını merak edenler için bir araştırma iştiyakı ve onların isimlerini söyleyen tüm kalpler için de bereketler niyaz ederiz. Nitekim Mustafa İhsan Karadağ Hazretleri buyurmuşlardır ki bu zamanın irşadı, velilerin hayatlarını okumak, özümsemektir. O hâlde aşk buyurunuz: Halid-Bağdadi, İsmail en-Nerrani, Has Muhammed Şirvani, Muhammed Yeraği, Hüseyni'l Gumuki, Abdurrahman es-Suguri, Zeynel Abidin Dağıstani, Abdullah Dağıstani, Mustafa İhsan Karadağ Erzincani.

Sâlih Baba Divanı'ndaki "Biz Muhabbet Erleriyiz Sohbet-i Cân Bizdedir" serlevhalı şiirden iki kıtayla yazımızı bitirmek isteriz.

Evliyâlar serfirâzı Nakşibendi Hazreti
Pirlerimiz giydiler tâcı abâyı hil'ati
Âlemi kılmış ihâta himmetiyle nisbeti
Biz gulâm-ı Nakşibendiz râhı erkân bizdedir

Dâireyiz hem kudûmüz cismimiz neydir bizim
Aşk u sevdâdır gıdâmız bağrımız meydir bizim
Virdimiz İsm-i celâl'dir kalbimiz "Hay"dır bizim
Zikrimiz ihfa-durur esrâr-ı Kur'ân bizdedir

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

28 Eylül 2021 Salı

Evlilik: İmtihan mı? Nimet mi?

Biri rüya gibi aşkının mutluluğunda, öteki hayatının en hüzünlü kederinde; biri evliliği nimet bilen, diğeri imtihan bilen, beş kadının mektupları...

Fatma Aliye Hanım, 9 Ekim 1862’de İstanbul’da doğmuştur. Babası tarihçi Ahmed Cevdet Paşa, annesi Adviye Hanım’dır. Tanzimat’tan II. Meşrutiyet’e uzanan süreçte roman, felsefe, İslam, kadın hakları, tarih üzerine eserler vermiştir. Aynı zamanda ilk kadın romancı unvanını almış, Türkiye'nin ilk kadın romancısı olarak tanınmıştır. Eserlerinde kadınları genellikle güçlü ve mücadeleci olarak göstermiştir. Özellikle Refet adlı romanı Jane Eyre ile çok benzerlikler gösterir. Nitekim bu iki karakter, yaşadıkları hayat ve görüşleri ile birbirlerinin yansımasıdır...

Konuyla ilgili "19. yy Romanında İki Rol Model: Refet ve Jane Eyre" adlı bir yazı var. Okumak isteyenler dilerse göz atabilir. Levayih-i Hayat ise Hanımlara Mahsus Gazete’de tefrika edilmiş kitaplarından biridir. Genel olarak Osmanlı kadınlarının gözünden evlilik sorunsalı anlatılır. Ekonomik özgürlüklerine ve eğitimlerine vurgu yapılır.

Romanın konusuna gelecek olursam: Fatma Aliye Hanım, evlilik mutluluk getirir mi? Herkes aynı sevinçle evlenir de sonrası aynı olur mu? Gibi sorulara Fehame, Mehabe, Sabahat, İtimat ve Nebahat ile cevap verir. Kadınların yazdıkları mektuplarla o zamanın sorunlarına ışık tutar ve ilk mektup Mehabe, ile başlar. Yazdığı mektupla mutluluğunu, eşine olan aşkını ve hayatın güzelliklerinden bahsederken kendini sanki başka bir dünyanın insanıymış gibi anlatır Mehabe. Nitekim aşk, onun için o kadar kıymetlidir ki yazdığı her satırda buna önemle bahseder... Üstelik kardeşinin bu konuda acı çektiğini bile bile...

Fakat bir sonraki mektupta yani Fehame’nin mektubunda karşımıza çok farklı bir dünya çıkar. Az önce okuduğumuz pespembe olan dünya bu sefer üzerine siyah bir tül örtülmüş gibi karşımıza çıkar. Zira Fehame’nin hayatı, Mehabe’nin mutlu hayatına çok uzaktır. Yaşadığı sevgisizlik ile günlerini hep cefa içinde geçirir. Boynundan kırılmış zarif bir gül gibi yaşadığı hüzünlü hayatına içli içli bakar, kederini zehir gibi acı acı yutarak, eşinin bir kez bile olsa sevdiğini söylememesinden gem vurup mektubunu hüzünle sonlandırır...

Sabahat ise tıpkı Fehame gibi gönlü hüzünle dolmuş bir kadındır... Fakat onun en çok sızısı eşidir. Bir zamanlar çok severek evlendiği eşini artık hiç istemez, hâllerini ise beğenmez... Hatta bu öyle bir hâl alır ki eşinden tiksinmesine bile sebep olur. Kendisine verilen nasihatler içinde artık bir faydasının olmadığını dile getirir... Daha sonra mektubuna devam ederek çevresindeki genç kızların davranışlarından bahseder. Onları ise şu sözlerle belirtir: “Topluma bir eş, bir anne olmak üzere hazırlanan şu gençlerin, masum düşünceleri ve gelecekten ümitlerinin önüne sanki kesif bir duman perde olmuş gibi gözleri bulanık bulanık bakıyordu...

Bir sonraki mektupta ise Nebahat, kendilerini erkeklere beğendirmek için zoraki eğitim aldıklarını söyler. Fakat bunun ne kadar boş bir çaba olduğunu da açıklar. Zira o, mutlu bir evlilik yapamayacaksa hiç evlenmemenin daha mantıklı olacağını düşünür... Duygularını ise şu sözleriyle kaleme döker: “Ne yapayım o göz alıcı sarayı, ben penceresinden hayran olduğum zaman yanımda bir yoldaşım yoksa. Tabiatın bana hissettirdiği güzelliklerden hoşlanmaya iştirak eden yoksa...

Son olarak ise İtimat’ın mektubunda çevresindeki evliliklerle ilgili duyduklarını ve bir genç kızın evlenmesi gerektiğine dair fikirlerini okuruz...

Fatma Aliye Hanım, aslında dönemin kadınlarını ayrı ayrı ele alarak yaşanan sıkıntıları eserinde göstermeye çalışmış. Aşkın üzerine felsefi bir tartışma yürütmüş. Fakat şunu anlıyorum ki zaman ne kadar geçerse geçsin toplumun maalesef bazı yaraları kabuk bağlamıyor. Tıpkı geçmişte olduğu gibi bugün hâlâ anlatılan sorunlar devam ediyor... Hacmi küçük fakat tesiri büyük olan bu eseri okumanızı tavsiye eder, keyifli okumalar dilerim.

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"Uçmak için kanatlarım yok ki!.. Ah Mehabe, benim hayal gücüm bile şimdilerde bana öyle senin gösterdiğin gibi güzel sahneler göstermiyor."

"Zavallı kalbim, onlardan yediği darbeler o kadar bir biri üzerine oldu ki artık nasır bağladı."

"Ah, o kalp pek ulu hisleri, pek yüce hevesleri anlayacak, duyacak bir şeydir."

"Hangi saat ve hangi dakika vardır ki sen benim hatırımda bulunmamış olasın?"

"Sözlerinizde haksız değilsiniz, fakat onu anlamayacak insanlara söylediğiniz için yanlış yaptınız."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_