4 Kasım 2020 Çarşamba

İsimsiz bir kedinin gözünden Japon modernleşmesi

Hemen her roman yazarı, eserini oluştururken kendi hayatından da bir şeyler katar. Bu durum bazı yazarlarda çok bazı yazarlarda ise azdır. Natsume Soseki (1867-1916), eserlerinde kendi hayatından izleri çok kullanan yazarlardandır. Bu sebeple, Soseki’nin hayatını bilerek onun eserlerini okumakla, hayatına vakıf olmadan okumak arasında farklar bulunur.

Natsume Soseki, kimilerine göre önemli bir Japon yazardır fakat Murakami gibi bazılarına göre de “modern Japon Edebiyatı’nın kurucusu” denebilecek kadar önemli biridir. Uzakdoğulu yazarları baz alırsak, Türkiye’de bir Haruki Murakami bir Yukio Mişima hatta son zamanlarda tanınırlığı daha da artan Yu Hua kadar bilinmez. Fakat ilginçtir ki eserlerinin beş altı tanesi, en çok bilinen yayınevlerinden olmasa da dilimizde yayımlanmıştır. Ben Bir Kediyim benim yazardan okuduğum ikinci eser oldu. İlki Jaguar Kitap’tan yayımlanan Madenci adlı romandı. Fakat Madenci’yi okuduktan sonra, kitabın Soseki külliyatı içerisinde ayrıksı bir yerde bulunduğuna dair yorumlar okudum. Öyle ki Madenci, Soseki’nin üslubunu en az gösteren kitabı(ymış). Ben de Madenci kitabıyla sevdiğim yazarı daha iyi tanımak için onun ilk eseri olan Ben Bir Kediyim romanını okumaya karar verdim. Yazının bahsi bu kitaptır.

Soseki, İmparator Meiji döneminde yaşamış bir yazardır. Bu dönem, Japonya’nın geleneksel hayattan modern hayata geçmeye çalıştığı bir dönemdir. Ben bu açıdan Soseki’yi bizdeki Tanzimat aydınlarına benzetiyorum. Başlarda tamamen modern hayat savunucusu olan Soseki, İngiltere’de yaşadığı süre sonunda Batı medeniyetinin abartıldığı kadar yüce bir şey olmadığını ancak kalkınmak için takip edilmesi gerektiğini savunur. Ama birebir taklide karşıdır: “Avrupalılar güçlü olduğu için, ne kadar aptalca olursa olsun her şeyi taklit etmek zorunda hissediyorsunuz. Uzun şeylere sarıl, güçlü şeyler karşısında bükül, ağır şeyler karşısında ezil. Bu emir kiplerine karşı kendinizi ezik hissetmiyor musunuz?”. Herkesin aklına gelmiştir, klişe yorumla söyleyecek olursak, bizdeki Batı’nın iyi yönlerini alalım gibi bir düşünceye sahiptir.

Soseki, ülkesinin içinde bulunduğu geleneksel hayattan modern hayata geçiş aşamasında gördüklerini eserlerine yansıtan bir yazar. Ben Bir Kediyim de o kitaplardan biridir. Fare yakala(ya)mayan, miskinlik eden, biraz bilge biraz ukala biraz aptal bir kedinin, ismi bile olmayan bir kedinin gözünden görürüz hikâyeyi. Öyle bir kedidir ki kendisini insandan üstün tutar bazen. Hatta kitabın özgün adı Wagahai Wa Neko de Aru’dur. Çevirmeninin ön sözde belirttiğine göre buradaki Wagahai “ben” demektir fakat bu kelime Japoncada, sadece bilge ve saygın kişiler için kullanılır. Anlatıcımız kedi de kendini muhtemelen o aşamada görüyor.

Otobiyografik ögeler içeriyor demiştim yazarın romanları için. Örneğin bu kedinin sahibi ve aynı zamanda romanın çok büyük kısmında mekân olarak gördüğümüz evin sahibi Hapşuruk Efendi de Soseki’nin bazı özelliklerini taşır. Hapşuruk Efendi dışında; Donay Efendi, Meitei, Bilge Poyraz, Hapşuruk Efendi’nin karısı kitaptaki esas karakterlerdendir.

Kedinin bakışından insanlar hakkındaki görüşlerini okuyabileceğimiz kısımlarla başlayan roman aslında başlarda okuyucuya çok bir şey vaat etmiyor. Hatta kendimi, “toplumun incelenmesi nerede?” diye sorarken bulduğum da oldu. Ancak uzun sayılan bu romanda -455 sayfa- Soseki, Japon toplumuna, eğitim sistemine veya yöneticilere yönelttiği eleştirilerini ve gözlemlerini normal diyalogların arasına sıkıştırmış (romanın arka planında Rus-Japon savaşının da izlerini sürmek mümkün ancak bu konu çok ön plana çıkarılmamış). Sadece son bölüm hariç -oraya değineceğim- keskin roller verdiği karakterlerinin diyalogları arasında bu yenileşme dönemi hakkındaki düşüncelerini serpiştirmiş. Örneğin, Donay Efendi ve Meitei’i yenileşme taraftarı bir karakter olarak resmederken, Hapşuruk Efendi daha geleneksel yaşamı savunan taraf olarak göze çarpıyor.

Kedi her yerde. Bilge ve ukala bir kedi demiştim. Tamamen hâkim bakış açısına sahip. Düşünceleri bile okuyabiliyor. Her deliğe girip çıkabiliyor. Fakat kitap oldukça ağır akıyor. Çünkü yazar kedinin gözünden her şeyi aktarmaya çalışmış bu da yer yer sıkıcı betimlemelere ve gereksiz gözlemlere dönüşmüş. Sabırsız pek çok okur kitabı yarım bırakabilir ancak tavsiyem kesinlikle bitirilmesi yönünde. Zor bir işi başardıktan sonraki tatmin ve mutluluk duygusunu veriyor bu kitabı okumak.

Kitap on bir bölümden oluşuyor. Daha önce yazarın fikirlerini diyalog aralarına sakladığını belirtmiştim ancak bu son bölüm kitabın tam anlamıyla çözüm bölümü olmuş. Yine Hapşuruk Efendi’nin evinde toplanan Meitei, Donay Efendi, Bilge Poyraz ve Keçeli Birdağ üzerinden fikirlerini bir deneme üslûbuyla boca eden Soseki, karı-koca ilişkilerini, evliliğin modern ve geleneksel toplumlardaki yerini, bireysellik-toplumsallık konularını ve bunların sebep ve sonuçlarını, Avrupa kültürünü ve gelecekle ilgili tahminlerini okura aktarıyor. Seyredenler bilecektir, The Man From Earth, tek mekânda geçen ve beş altı profesörün fikir çatıştırdığı bir filmdir. Ben Bir Kediyim kitabının son bölümünü, yer yer ironik ve komik unsurlar içermesine rağmen bu filme benzettim. Filmi sevenler bu son bölüm hatırına bu kitabı da okuyabilirler.

Son olarak çeviriye değinmek istiyorum. En genel şekilde söyleyecek olursam roman iyi bir çeviriye sahip. Dilimizde iki yayınevinden yayımlanmış: Panama Yayıncılık ve Ötüken Neşriyat. Ben Ötüken Neşriyat’tan Samet Atik’in çevirisiyle okudum. Fakat şöyle bir detay var, ben nesir çevirilerinde orijinal metne birebir sadık kalınması kanaatindeyim. Şiirde elbet anlam çok daha fazla öne çıkacak ancak ben okuduğum romanlarda o ülkenin deyim veya atasözlerini orijinal haliyle okumak isteyen biriyim. Samet Atik son derece çalışkan bir şekilde işini yapmış, sıkıştığı yerlerde kitabın İngilizce çevirisinden de yararlanmış. Ancak bazen Japon deyimlerini veya söyleyişlerini çevirirken tamamen bizden deyimleri tercih etmiş (mesela Japon bir karakter gün olur asra bedel diyebiliyor). Metindeki kelime Japoncada ne anlama geliyorsa o şekilde verilse ve bu açıklamalar dipnotla belirtilse bence daha şık olurdu.

Son olarak diyorum ki, Soseki’yi Türk okurlar keşfetmeli. Murakami’nin kitaplarının bu kadar çok sattığı bir ülkede Soseki çok daha fazlasını hak ediyor.

Son olarak, kitapta altı çizilecek çok cümle yok fakat olanlar oldukça sağlam. Bir örnekle yazıyı bitiriyorum.

…Mesela bankacılar. Her gün her gün başka insanların parasına göz kulak oluyor, başkalarının parasıyla çeşitli işlemler yapıyorlar. Bir süre sonra bu parayı kendi paraları gibi görmeye başlamalarına şaşırmamak gerekir. Hükümet görevlileri de aynı şekilde. Aslında görevleri insanlara hizmet etmektir. Yani hepimiz öyle düşünüyoruz ama çeşitli şeyleri kontrol etmeye alıştıkları anda, iktidarın vermiş olduğu sarhoşluktan olsa gerek, her şeyi yapabileceklerini düşünmeye başlıyorlar. Hatta bazen öyle raddelere geliyorlar ki, şu anda ellerinde tuttukları iktidarı tamamen kendi iradeleriyle elde ettiklerini, bu yüzden halkın bazı konularda hiçbir şekilde söz söyleme hakkı olmadığını söyleyenler bile çıkıyor…” (sf. 347)

Mehmet Akif Öztürk

2 Kasım 2020 Pazartesi

Hatayı nerede yaptık ve yapıyoruz?

Ünlü Ortadoğu uzmanı Bernard Lewis’in, 1999’da ‘Ortadoğu’da Kültür ve Modernleşme’ başlığıyla Viyana Beşeri Bilimler Enstitüsü’nde art arda verdiği üç konferansın derlemesinden oluşan "Hata Neredeydi?" kitabı önemli bir konuyu ele alır. Doğu’nun üç yüz yıldır cevabını aradığı bir soruyu inceler. Üç yüz yıldır hatta daha uzun bir süredir hatanın nerede olduğunu arayan ama bir türlü bulamayan bir coğrafyanın zihinsel açmazlarını, ileri geri gidişlerini ve kabullenemediği bir dünya karşısındaki tereddütlerini anlamak için okunması gereken önemli bir eser. 

Özetle şunu söyler Lewis: İslam dini geçmişte çok büyük bir uygarlık ortaya çıkardı. Ekonomide, askeri alanda, bilimde ve siyasette son derece güçlü zamanlar yaşadı. Dünyanın en büyük gücü haline gelebildi. Özellikle adalet, eşitlik ve de özgürlük -bilhassa inanç özgürlüğü- gibi konularda çok ileri düşünceler getirdi ve de hayata soktu. Büyük bir insanlık fikri ortaya çıktı. Ancak zamanla Avrupa ülkeleri ve uygarlığı bir şekilde güç dengesini bozunca İslam ülkelerinin buna karşı tutumu son derece hastalıklı oldu. Bu durum çok büyük bir kafa karışıklığını ve anlayamamayı beraberinde getirdi. Getirmeye de devam ediyor.

Çünkü söz konusu bu ülkelerin hepsi Hıristiyandı ve bunun anlamı, tahrif edilmiş, yolundan sapmış, otantikliğini kaybederek batıllaşmış ‘geri’ bir dinin mensuplarının İslam’ın en güçlü olduğu alanlarda galebe çalması demekti. Oysa Müslümanlar için İslam’ın gelişiyle birlikte Hıristiyanlık tarihe karışması ve son bulması gereken bir dindi. Bu dinin mensupları, İslam’a göre sapkınlar ve hatta ‘kafirler’di. Kendilerinden aşağıda gördükleri uzak ötekiydi. O nedenle, eşitsizliğin İslam lehine olduğu zamanlarda onların kim olduklarını ve nasıl yaşadıklarını hiç merak etmediler. Tam tersine, uzak durulması gereken, çürütücü ve bozucu bir uygarlık olarak gördüler. O topraklara ancak insanlığın ve İslam’ın ışığını götürmek için gidilebilirdi. O insanlar ancak İslam’ın gölgesinde hidayet bulabilir ve dikkate alınabilirdi. Elbette bu çok büyük bir özgüvendi!

Hıristiyanlar içinse durum tam tersineydi. İslam’ın ve Müslümanların neler yaptıklarını bilmeye ve bütün güçlü yanlarından faydalanmaya çalıştılar. Müslümanların bilimdeki üretimlerini Avrupa’ya taşıdılar. Onların askeri ve siyaset yapma biçimlerini yeniden yorumladılar. Onlarla olan ticari ve kültürel ilişkilerinde onların kendilerine yaptıkları gibi kapalı davranmadılar. Davranamazlardır da. Ne var ki günün birinde tarih değişmeye başladı. Bu hor ve hakir görülen batıl öteki bir anda garip bir tehdit haline gelmeye başladı. Giderek ilerlediler ve bu durum savaş meydanlarından bilimsel katkıya, sanatsal gelişmelerden ticarete kadar her alanda onlar lehine açık ara bir fark yaratmaya başladı.

Kitap, işte tam bu noktada Müslüman Ortadoğu’nun verdiği cevapları konu ediyor. İşin merkezindeyse elbette Osmanlı ve Türkiye var. Bu coğrafyanın insanları, epey zamandır dönüp dönüp “hata neredeydi?” sorusunu soruyor. Her ülke ve hatta her Müslüman, bu sorunun gölgesinde, inancını sorgulamıyor belki ama bir şeyleri sorgulaması gerektiğini bilerek yaşamını sürdürüyor. Tam bir varoluşsal irade gösteremiyor. Tereddütler, kızgınlıklar, sürekli karşılaştırmalar ve kendini var etme çabası kolaylıkla gözlemleniyor. Lewis bu durumu şöyle anlatıyor: “Gelgelelim soru ve ardından verilen cevaplar nasıl ve ne şekilde olursa olsun, bunların artan bir ızdırapla, çoğalan ısrarla ve son dönemde de dolup taşan öfkeyle ifade edildiği aşikârdır.” (s.9). Çünkü, “Sorgulamak, endişe duymak ve hatta öfkelenmek için ortada iyi bir sebep var. Yüzyıllar boyunca İslam dünyası insan uygarlığının ve başarılarının ön safında yer alıyordu. Müslümanlara göre İslam’ın sınırları uygarlığın sınırlarıydı ve bunun ötesinde sadece barbarlar ve kafirler vardı.” (s.9).

Öyle görünüyor ki bu öfke bugün bir yol ayrımına gelmiş durumda. Hata neredeydi sorusu “ustalıkla” sorulmuş bir soruydu ve Müslümanların kendilerine bakmalarını engelleyici bir yan da taşıyordu. Nesnel nedenleri ima ediyordu ve öznel ya da içsel, zihinsel nedenleri dışlıyor, uzaklaştırıyordu. Soru, kimin ya da neyin hatası değildi çünkü, hata neredeydi. buna göre, cevap da orada bir yerlerdeydi ama bulunamıyordu, durmaksızın aranıyordu bu yüzden.

Sanılanın aksine, özellikle Osmanlı çok büyük ölçüde yerli yerindeydi. İşler eskiden nasılsa yine öyleydi. Bu anlamda bir gerileme yoktu fakat Avrupa karşısında yenilgiler de üst üste geliyordu. Tam da bu yüzden, Ortadoğu’nun genelinde hata neredeydi sorusu yerine “Bunu bize kim yaptı?” sorusu soruluyordu, Buna karşılık, “Tarihlerinde en büyük krizle yüz yüze gelen Osmanlılar farklı bir soru sordu: ‘Hata neredeydi?’” (s.32). Bu soru o günden bu yana da etkisi dinmeyerek devam edegeldi.

Bilindiği gibi bu sorunun cevabı ilk olarak askeri ve mülki anlamda gerekli yenileşmelerin yapılamayışında arandı. Sonra kurumların reform ihtiyacı gündeme geldi. Ardından, bilimsel alandaki geri kalmışlık sorgulandı. Bütün bu değişimlerin ardındaki düşünce, yapılmak istenilen, Batılılaşmadan, yani Hıristiyanlaşmadan modernleşmekti. Bu nedenle, kültürden ve Batılı yaşam tarzından, değerlerden hep uzak duruldu -durulmaya çalışıldı. Hata neredeydi sorusunun cevabı ihtişamlı dönemlerdeki inançtan uzaklaşmak olarak görüldü uzun süre.

İslam inancında, onun ürettiği dünya görüşünde en ufak bir sorun yoktu ama burada da yine mesele nesnelleştirilerek dışsallaştırılmıştı. İslam inancı yerli yerinde dursa da onun algılanma ve hayata geçirilme biçimlerinde çok önemli değişiklikler olmuştu. Toplum değişmiş ve hayat yepyeni biçimler almıştı. Kırılmaz bir güven döneminin ardından gelen sarsıntı ve tereddütler, kendinden şüphe etmeler, “inanca olan inancı” zayıflatmıştı belli ölçüde. Ancak çare eski güzel günlere geri dönmek olamazdı çünkü geride kalmanın nedeni her şeye rağmen inancın zayıflaması değildi. Bundan sonrasıyla ilgiliydi. Yani, inancınızın sizi nereye götürdüğü, meseleleri görme biçiminize ve zihniyetinize olan etkisiyle ilgiliydi.

Buna bağlı olarak bir süre sonra modernleşme çabaları yerini yeni sorgulamalara bıraktı. Acaba Batılılaşmak da mı gereklidir sorusunu sormak gerekti. II. Mahmut dönemi bu sorunun en güçlü sorulduğu dönemdir. Batılı usuller, kıyafetler, yaşama biçimleri kendini göstermiştir. Fakat soru bir türlü cevabını bulamıyordu. Adeta havada asılı kalmış, her nefes alışta karşılaşılan bir etkiye sahip olmuştu. Çünkü fark bir türlü kapatılamıyordu. Ne yapılsa olmuyordu. Ara giderek açılıyordu. Buna bağlı olarak Abdülhamid dönemi yeniden eski cevabı gündeme getirdi; Batılılaşmadan modernleşmek, eski güzel günlere dönmek ve İslam’a sıkıca sarılmak tek çareydi. İttihatçılarsa aksi görüşteydi. Cumhuriyet işte bu tartışmaya biri olmadan ötekinin mümkün olmadığını, yani Batının kültürüne sahip olmadan modernleşmenin mümkün olmadığını açıktan söylemese de kabul etmek zorunluluğunun bir sonucudur.

Burada Batılılaşmak da sadece hayatın dış yüzü ya da şekli işleyişinden ibaret değildir; kadınların eşit biçimde her alanda var olmaları ya da toplumsal ve siyasal alanın yeniden biçimlendirilmesi gibi salt şekle indirgenemeyecek unsurlar da söz konusudur. Sonrasında Demokrat parti ile yeniden “taklitçi” Batılılaşmadan vazgeçilerek gücünü kendi köklerinden alan bir modernleşme tezi savunuldu. Demokrat Parti döneminde Mümtaz Turhan’ın modernleşmenin ardındaki asıl neden olarak ileri sürdüğü “ilim zihniyeti” ve çözüm olarak önerdiği zihni dönüşüm son derece ilginçtir çünkü belki de ilk kez olarak zihniyetle bu kadar güçlü bir bağ kurulmaktadır. Sonuç olarak, her iki tarafta da tek başına modernleşmenin mümkün olmadığı anlaşılmış ama ne yapılmalı konusundaki kafa karışıklıkları giderilememiştir. Bütün bunlar oldukça kararlı şekilde gerçekleştirilse de soru varlığını sürdürdü. Bugün hâlâ sürdürüyor. Zaman zaman birinci grup zaman zamansa ikinci grubun cevabı daha etkili ve baskın olsa da bu dinmek bilmeyen tartışmanın içinde soru yerli yerinde duruyor; hata neredeydi?

Lewis’in buna verdiği cevap, basitçe söylemek gerekirse İslam dünyasının Avrupa’nın yükselişinin arkasındaki düşünsel, zihinsel, felsefi ve hatta inançsal olanı tam olarak kavrayamamasına dayanır. Burada şu da söylenebilir ki Müslümanların kendi dinlerine olan “aşırı inançları” eleştirel düşünceyi büyük ölçüde baltalarken Hıristiyanların kendi dinlerine olan aşırı eleştirellikleri yeni bir inancın ve felsefenin doğmasını sağlamış, aydınlanma ve yenilenme süreçleri Avrupa’nın zihnini adeta yeniden oluşturmuştur. Bu nokta da bir şekilde yakanlanmıştır aslına bakılırsa ama sorunlu bir biçimde: “Müslümanlar Hıristiyanlığı, İslam’da mükemmel halini aldığı gerçek inancın eski ve tahrif edilmiş biçimi olarak atfetmeye alışkındı. Geriye gidilerek ileriye gidilemezdi. Dolayısıyla Batı dünyasının yakaladığı muazzam üstünlük din veya dinin bir parçası olan kültür haricinde başka koşullara bağlı olmalıydı. O zamanın Batılısı -ve bugünün birçok Müslümanı- bilim ile felsefenin bunu sağladığını söyleyebilirdi.” (s.59). Sorun, İslam’a olan inancın zayıflaması değil tam aksine aşırı inançtı; insan sadece inanarak yaşayamaz çünkü düşünmesi de gerekir ve aşırı inanç düşüncenin oluşamamasının yarattığı marazi bir bağlanmadır.

Lewis, “Müslümanlar, Batı’yı Batı yapan, kendi tecrübelerinden çok farklı kılan özelliklerde Batı’nın başarı sırrını aradı, Hıristiyanlığa bulaşmadı.” (s.59) dese de gerçekte her şey Hıristiyanlıkla ilişkili olmaktan hiç çıkarılamadı. Batı her zaman bir Hıristiyanlık kulübü olmaya devam etti ve analizlerde bunun güçlü etkisi hep belirleyiciliğini sürdürdü. Bu nedenle de Hıristiyanlık dışı gelişmeler kendi nesnelliği içinde bir türlü anlaşılamadı. Bir anlamda, Batılıların “yeni dini” ve bilimsel ve diğer alanlardaki başarıları eski ölçülerle ele alınmış ve ampirik gerçeklik kabullenememe neticesinde yeniden şekillendirilerek tahrif edilmiştir.

Osmanlılar, “Savaş ile tıp sahasında kafirlerin biliminin ürünlerini almayı kabul ediyorlardı çünkü kafirlerin bilimi zafer ile mağlubiyet, yani hayat ile memat arasında fark yaratıyordu. Ancak bu bilimsel başarıların altındaki felsefe ve sosyo-politik bağlamı kabul etmek, hatta kimi zaman fark etmek zor olmuştur.” (s.96). Osmanlılar, sosyo-politik bağlam ve felsefeye eğilmektense oldukça pratik ve pragmatik davranıyorlardı; “On altı, on yedi ve on sekizinci yüzyıl çevirileri arasında hiçbir felsefe eseri yoktur; felsefe artık yararlı olarak kabul edilmiyordu. Platon ve Aristoteles’in eserlerinden zaten çevirmeye değer her şey çevrilmişti; kafirlerin sonradan ortaya koydukları düşüncelerin herhangi bir kıymeti olamazdı. Osmanlılar, kendileri için açıkça pratik önem taşıyan coğrafya üzerine çalışmaları; Batılı biçimde modernize edilen bir ordu için bilhassa faydalı olacak bir miktar askeri literatürü ve Ortaçağ çevirilerinde görünmeyen yeni bir eser türü olarak tarih kitaplarını çevirdi. Osmanlılar için felsefe olmasa da tarih faydalıydı.” (s.162).

Sonuçta bu soru bir türlü cevaplanamadı ve bugün hâlâ oldukça geçerli bir eksiklik olarak ötekini kendi kavramlarıyla ve kendi içinden anlayamama, gerçeği kabullenememenin yarattığı bilinç-dışı tahrif etme sorunu varlığını koruyor.

Madem bu kadar cevaplanamıyorsa belki de artık hata neredeydi diye sormak yerine hatayı nerede yaptık ve yapıyoruz deme vaktidir!

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

1 Kasım 2020 Pazar

Genç Werther'in Acıları'na bütünsel bir yaklaşım

Ah, sizi akıl sahibi insanlar! …Tutku! Sarhoşluk! Delilik! Siz ahlak sahibi insanlar, öylesine kayıtsız görünüyorsunuz ki! Sarhoştan yakınıp akılsızı aşağılıyorsunuz; bir papaz gibi yanlarından geçiyor ve bir sofu Tanrı’ya nasıl şükrediyorsa, sizi de onlar gibi yaratmadığı için Tanrı’ya şükrediyorsunuz.

Goethe, Genç Werther’in Acıları’nda dile getirdiği bu söylemle, Aydınlanma Çağı’nın kuru akılcılığıyla Rasyonalizm’in duyuları ve deneyimi yok sayan bakış açısına baş kaldırır bir nevi. Bireysel dehaya, duyuların ve doğanın yüceliğine de sık sık atıf yapar. Böylelikle deliliğin yüceltildiği, kuru akılcılığın yadsındığı satırlarla eserin muhtelif yerlerinde karşılaşırız. Dahası karakterler de bu çıkarımı desteklemektedir. Werther’in karşılaştığı Heinrich adındaki gencin, en saadeti ve en hoş günlerinin tımarhanede geçen günler olduğunu söylemesi, yücelik algısının bir kez de delilikte tezahür edişidir. Böylece deliliğe övgü bir üst boyuta taşınır. Tüm bunlar, Alman Romantizm’i ile aklın yadsımasının bir ürünü olan Fırtına ve Coşku Akımı hakkında dikkate değer ipuçları verdiği gibi, Genç Werther’in Acıları’nı da bu akımın en önemli temsilcilerinden biri yapar.

Ancak Genç Werther’in Acıları, yalnızca Aydınlanma Çağı karşısında duran bir roman olmadığı gibi, doğa karşısında büyülenen bir insanın romanı da değildir. Dahası ona, klasik bir aşk anlatısı da diyemeyiz. Evet, aşkın karşısında duyulan arzu ve çaresizlik hissi vardır fakat bu, doğudaki aşk kavramıyla örtüşmez. Werther, zaten sevdiği kadınla birlikte olamayacağını bilmektedir ancak o, aşk karşısında duyduğu ızdıraptan ve aşkın içinde bıraktığı tortudan zevk alır. Izdırap Werther’i besler; doğaya bakışı keskinleşir, kendine yönelik algısı kıymetlenir, sanat ve sanatçı üzerindeki fikirleri olgunlaşır. Aşk onun içinde dünyalar açar, böylece tüm bunlara yönelik görü ve sezgisi kuvvetlenir.

Tüm bunlar, Goethe’nin bu nadide eserini tek tip bir bakış açısıyla değerlendirmenin önüne set çeker. Werther ne başlı başına aşk, ne salt doğa, ne sanat ne de yalnızca çağına bir başkaldırıdır. Bunların hepsi romanda peyderpey bulduğundan okur, tüm bu parçacıklara göre eseri değerlendirmek zorunda bırakılır. Nitekim; bir fundalık, rüzgârın aralarında dolaşmasıyla başını eğen çiçek öbekleri, çağıldayan dereler, uçuşan mayısböcekleri Werther’de şaşkınlıkla beraber bir saadet hissi yaratır. Bu his öyle bir kerteye varır ki doğanın karşısında büyülenen Werther, bu hayranlığın sebep olduğu heyecanla tek bir çizgi bile çizemez. Sanatı ve resmi bundan zararlı çıkar. Tek yapmak istediği şey, doğanın kucağında kalıp uzun uzun onu seyretme düşüncesidir. Doğa karşısında duyulan bu derin hayranlığı okurken onu bir doğa romanı olarak nitelendirmek isteriz. Ya da, “En çok beğendiğim yazarlar, yazdıklarında kendi dünyamı, benim çevremde olup bitenleri bulduğum yazarlardır. Anlattıkları öykü doğallıkla bir cennet olmamakla birlikte, yine de anlatılmaz bir mutluluğun kaynağı olan kendi evim kadar ilgi çekmeli,” minvalinden cümleler okuduğumuzda, edebiyata dair güçlü alt metinler barındıran bir sanat romanı okuduğumuz hissine kapılırız. Ancak Genç Werther’in Acıları, tüm diğer kurucu metniler gibi çok yönlü ve yenilikçidir. İsabet ettiği pek çok farklı yön, ortaya koyduğu yenilik ve tarz, dikkat çektiği toplumsal alt yapı vardır. Bu sebeple onu, belirli çerçevelere oturtmak yerine geniş bir perspektifle değerlendirmek daha isabetli bir yaklaşım olacaktır. Goethe, geçmiş okuru kendisine bağladığı gibi, bugünün modern okurunun da kalbinde yer edinmeyi başarabilmiş bir ediptir. 200 küsur yıllık bir mazisi olan bu kült yapıtı da elbette ki bütüncül bir bakış açısıyla irdelenmeyi hak etmektedir. Nıetzsche buna, “Çağlar üstü çağdaşlık,” diyor ki bu, Goethe’nin başarısını ve özgünlüğünü izah eden en yerinde cümlelerden biridir.

Romanın geçtiği imbiklerden bir başkası da topluma yöneltilen eleştirel bakıştır. Bakan ama anlamayan, sorgulayan ama cevap bulamayan insanın ikircikli yaşamı gözler önüne serilir. Werther’in bir nakış iğnesi kadar ince ruhu; monoton iş hayatını, insanın insana duyduğu kayıtsızlığı, atalet hâlini, neşesizliği, içinde hiçbir anlayış ve duyarlılık belirtisi bulundurmayıp yalnızca kendiyle dolu olan insanlığı ve onun çıkmazını anlayamaz. Anlamamanın ve cinnetin hararetiyle de sorgular. Kent dedikodularının yapıldığı anların birinde, ağır bir hastadan özensizce söz edilmesini, üstelik bu kişinin yakın bir ahbap olmasındaki çelişkili durumu sorgular mesela… İnsanın varlığı ya da yokluğunun, başka bir insan için önemsizliği altında ezilir. Birinin cinnet geçirmesi karşısında, başka bir insanın eli bağrında durabilmesine şaşırır. Belki de onu intihara sürükleyen şey, bu değersizlik ve anlayamama hissidir. Belki de bu yüzden insanlığın en yalın hali olan çocuklara döner yüzünü. Her fırsatta onlarla vakit geçirir, uzun uzun izler, masallar okur, onlara temas eder. Çocukların ayak bağı gibi görüldüğü ve şımartılmaması gerektiği yönündeki görüşlere karşın Werther, dünyada yüreğine en yakın varlıkların çocuklar olduğunu düşünür ve “Nasıl da çocuktur insan…” der her fırsatta.

Werther, dünyayı yeni yeni keşfeden ve hemen her şeye hayretle bakan küçük bir çocuktur. Ayrıca bu hayret ve keşif hâli örtük değil; gri bulutların ardından beliren göz alıcı güneş ışığı gibidir. Doğa, aşk, çocuk, sanat, kendine yakın bulduğu kitaplar ve bakıp gördüğü her şey onda bir hayret ve hayranlık hissi uyandırır. Karşılaştığı kişilerde kendi içinin aynasını görür; böylece kurguya dahil olan karakterlerde Werther’in içinden bir parça görürüz ya da her karakterde bir parça Werther tortusu kalır.

Tüm bunlar ışığında Genç Werther’in Acıları’nın hem muhteva hem de biçim yönüyle pek çok yenilik barındırdığını söyleyebiliriz. Yayınlandığı dönemde Werther salgınına yola açarak herkesin mavi ceket, sarı pantolon giymesi gibi bir etkiye yol açmasa da duygu yönüyle kurduğu köprü bugün hâlâ sağlamdır, ışığından ve geçerliliğinden bir şey kaybetmemiştir. Asırlar öncesini aydınlatan bu ışık, bugün de aynı kuşatıcı etkiyle insanları aydınlatmaya ve ışığı altında toplama devam ediyor. Tam da bu noktada, Ahmet Haşim’in Goethe’nin evini ziyaretinden sonra kaleme aldığı “Faust’un Mürekkep Lekeleri” isimli yazısının son cümlelerini anımsamak ve bu ışığın tazeliğine kulak vermek yerinde olacaktır, “Yüz sene evvel içinde can verdiği oda, memleketin her tarafından yeni gönderilmiş çelenk yığınlarıyla dolu idi. Sanki şairin cesedi henüz kaldırılmamıştı ve havada esen şan ve şerefin ıtırı, o sabah açmış iri bir kırmızı gülün kokusu gibi taze ve kuvvetliydi.

Feyza Kartopu
twitter.com/feyzakartopu

31 Ekim 2020 Cumartesi

Anlayışlı olan ustadır, anlamak isteyen çırak

"Benden kaçan onca kuş
Meğer dallarına konarmış ustamın."
- Arastanın Son Çırağı (1999)

"Herkes ustasından alır elinin ölçüsünü."
- Bir Japon Nasıl Ölür? (2018)

Dünyayı, insanı ve kendimizi tanıma yolunda edebiyatın bize sunduğu en özel alanlardan biridir deneme. Eğer 'okumanın hâlleri' diye bir şey varsa, yani biz evi, çocukluğu, gündüzü ve geceyi, yorgunluğu, yalnızlığı, aşkı, mevsimleri, yolculukları; bir romanın veya şiirin sunduğu imkânlar dışına çıkarak da okumak istiyorsak, deneme işte orada. Zaten edebiyatın kuytu köşelerindeki tozları almaya meraklı kimseler için okurluğun en heyecan verici hâlidir deneme okumak. İyi bir okurdan bahsediyorsak, aynı zamanda iyi bir deneme okurundan ve hatta deneme yazarından bahsediyoruzdur aslında.

Denemeyi yeterince övebildiysem, Ali Ayçil'in tıpkı diğer deneme kitapları gibi ders niyetiyle okuduğum -yani çalıştığım- kitabından bahsedebilirim. Ayçil, kimi kitaplarına insanı önce yüreğinden vuran isimler koymayı başarırken (Yenilgiden Dönerken, Kovulmuşların Evi) kimi kitaplarına koyduğu isimle de "neden?" sorusunun peşinden sürüklüyor okuru. Bir Japon Nasıl Ölür'de öyle olmuştu, Usta Konuşmak İstiyor'da da öyle oldu. Önce, "Kitabın adı seni yanıltmasın. Bir şairin başına gelebilecek en büyük talihsizlik, birilerinin onun artık bir usta olduğunu söylemesi, bundan daha beteri de kendi ustalığını ilan etmesidir!" uyarısını yapıyor Ayçil. Ancak kitabı bitirince -o da kesin olmamakla beraber- "kimmiş bu usta?" sorusunun cevabı okuyucuya göz kırpıyor. İpucu baştan verilmişti zira: "Sayfalar arasında konuşmak isteyen ustanın kim olduğunu göreceksin zaten."

Ayçil'in şiirlerinde olduğu gibi denemelerinde de yaşamı usta-çırak olarak ele alışını görürüz. Dolayısıyla insanlar iki ayrılır. Pencereden bakarken gözüne göçmen kuşlar takılan bir öğrencinin hayretini 'dikkat dağınıklığı' sayan öğretmen kaybeder, çünkü öğretmenlik bir meslek olarak yapışmıştır onun üzerine, mesleği de ondan evvela şaşırmayı söküp atmıştır. Şaşırmayan bir insandan geriye ne kalır? Aynı durum, bir gecekondudan dayanıklı bir apartmana taşınan insanların önce acılarının taşındığını gör(e)meyen politikacı için de geçerlidir. Çünkü o politikacıdır ve aylaklar, dalgın bakanlar, yorgunlar onun ilk düşmanıdır. Ustalık da çıraklık da anlayış gerektiren hâllerdir. Anlayışlı olan ustadır, anlamak isteyen çırak. Bu konuda yine kitaptan son bir misal: "Tüccar, parası çıkışmadığı için mahcup olan gururlu bir müşterisinin alnındaki teri, anlayışlı bir bakışla silmeyi terk ettiği gün kaybetti.

Edebiyatın en doyurucu metinlerini -acaba bir denemeye övgü kitabı mı yazsam?- bize denemeler sunar. Çünkü iyi deneme yazarları bir konuya yoğunlaşmış gibi görünseler de pek çok konuya değinirler. Kitaplarını da bu temelle kurarlar. Bu anlamda deneme hem okuması keyif veren bir tür hem de sık sık duraklatan yapısıyla zor. Esasen bu duraklatmadaki mana okuyucuya "şu aceleye getirdiğin hayatını artık biraz yavaşlat" demektir. Git artık ne zamandır görmek istediğin o ülkeye, iki yakanın bir araya gelmediği şu şehirde karşıya bu kez vapurla geç, eve dönmeden önce otur bir yerde çay iç, gençliğinde altını çizdiğin satırları yeniden oku, "ruhum çok daralıyor" bile bunun hakkını ver. Çünkü dağılmadan toparlanmak, düşmeden kalkmak, kirlenmeden temizlenmek mümkün değil. Bu son cümlem aklına ahlakî, dinî, vicdanî şeyler getirmesin. Denemeci biraz terapist gibidir. Karşısındakinin davasıyla ve değerleriyle ilgilenmez, hayat karşısında ne kadar dalgın ve dargın, önce ona bakar. Öte yandan, belki de kendinden çok seni sahici buluyordur: "Kimi zaman otobüste, şu ayakkabı tamircisinin gerçek bir mesleği ve elle dokunulabilen, elleri kirleten, dikilen, kesilen, çakılan, boyanan gerçek malzemeleri var; peki senin mesleğinin malzemeleri nerede, diye soruyorum kendime. Çünkü insanların derdine deva olabilecek gerçek bir mesleğin malzemeleri de gerçektir; sıvacının malası, kunduracının bizi, musluk tamircisinin anahtarı. Oysa ben, bir ekranın üzerinde akıp duran harflerle boğuşmaktan başka ne yapıyorum? Bazen işi şakaya vurup, sen de bir hayal tamircisisin dediğim oluyor ama bu işin hiç de öyle şakaya gelir yanı yok. Ben de, benim gibi harflerle uğraşan öteki insanlar da deliliğimizi teferruatlı bir işmiş gibi gösterip kendimizi kandırıyoruz."

Ali Ayçil tıpkı birçok iyi okur gibi bazı yazarlara 'kafayı takmış' bir kaleme ve zihne sahip. Usta Konuşmak İstiyor'un Raf Günlüğü bölümü, birçok kitaptan bahsediyor. Bu bahsedişler kitaba dair birer inceleme yazısı değil. Daha çok, Ayçil'in gönlünde o kitabın nasıl bir yere konduğunu görüyoruz. Bazen hangi yıllarda okuduğundan, nasıl bir iklimde o metni yaşadığından ve satırlar arasından nerelere gidebildiğinden söz ediyor. Her iştahlı okuyucu için lezzetli sayfalardır bu tip sayfalar. Natalia Ginzburg'dan Kente Giden Yol, Dino Buzzati'den Tatar Çölü, Roberto Bolano'dan Vahşi Hafiyeler, Ezra Pound'dan Cathay, Mitat Enç'ten Uzun Çarşının UlularıMarguerite Yourcenar'dan Hadrianus'un AnılarıGenceli Nizami'den Heft Peyker, Juan Rulfo'dan Pedro Paramo, Ayçil'i iyi tanıyanların onun ne kadar sevdiğini gayet iyi bildiği Thomas Bernhard, onu bir kez okuyan herkesin yaşamına deliliği ve dahiliğiyle tokat gibi inen Emil Michel Cioran, gergedanından yeğenine Viyana'sından metresine kadar yaşamına en çok taarruz edilmiş düşünürlerden Ludwig Wittgenstein, ona dair daha fazla şeye ulaşmamız ve okumamız gerektiğini düşündüğüm Lev Tolstoy, hayatımızdaki yeri bir roman karakterinden çok daha derinlerde olan Oblomov ve Raskolnikov, Ayçil'in kalemiyle bize yeniden merhaba diyor. Biz de bu yeniden görüşmeyle onlarla olan tanışıklığımızın memnuniyet mi yoksa endişe mi verici olduğunu düşünüyoruz. Okurlar için nefis bir hesaplaşma...

Kitaptaki en sevdiğim metin, Raf Günlüğü içinde yer alan "Gençken Altı Çizilmiş Satırların Güzelliği" başlıklı yazı oldu. Çünkü yazı her ne kadar gençlik döneminin okuma gayretine ışık tutsa da her yaştan okuyucunun her satırın altını çizebileceği bir metin sunuyor okurlara. Altı çizilen her satır, insanın kendini arayışının ve kendi ruhundaki gedikleri tıkama ihtiyacının birer ispatıdır. İnsan, mekan ve zaman; hangi satırların altının çizileceğine karar veren üç büyüleyici imkan: "Biz o yıllarda niye bazı cümlelerin altını çizer, niye bazılarını bu onurdan mahrum bırakırdık? Pek çok ortak yanımıza rağmen, bir yazarın aynı kitabını aynı dönemde ve aynı atmosferde okumuş olsak da sıkça başka başka cümlelerin oltasına da takılıyorduk. Şimdi kalksam, yirmili yaşlarımın her iki yakasında okuduğum kitapları raftan indirsem, bu soruya kendi ruh coğrafyamdan bir cevap verebilirim belki. Ama bunu yapacak cesareti bulamıyorum kendimde; böyle bir yüzleşme için henüz hazır değilim."

Bazı kitaplar, şarkılar ve resimler sanki sonbahara özel gibidir. Çünkü mevsimler mutlaka insanlara bir şeyler söylemek ister. Usta Konuşmak İstiyor bir sonbahar kitabı gibi. Okuyucuyu ayağa kaldırma derdi olmadan dünyanın türlü dertlerinden bahseden ve insanın türlü yüzlerini yargılamadan ortaya seren bir kitap. Hayat gibi doğal ve çoğu zaman yalnızlık kokan... 

Yağız Gönüler
twitter.com/ruhunakitap

25 Ekim 2020 Pazar

Kuralsızlığın tek kural olduğu tür: deneme

İnsan ancak evin içinde yalnız. Ve kendinin dışında değil, içinde. Parkta kuşlar var, kediler. Ama bir kez de sincap, bir gelincik. İnsan parkta yalnız değil. Ama evin içinde öyle yalnız, öyle yalnız ki ara sıra kayboluyor. On yıldır eve kapanıp kaldığımı yeni algılıyorum. Yalnız. Ve bunu, kendime ve başkalarına bugün olduğum yazar olduğumu belleten kitaplar yazmak için yaptığımı.

Marguerite Duras böyle başlar Yazmak isimli deneme kitabına. Yazıya böyle girer. Evinde. Dışarıyı gören pencerenin önü, yürüdüğü koridor, mutfağı ve yatak odası onun için bir yazı atölyesidir. Sokağı, meydanı, okul binalarını ve çocuk bağrışlarını dışarda bırakan bir atölye. Yalnızlığın yeri.

Ev, Duras’ın denemelerinde hâkim bir imgedir, bir gerçeklik belki de. Üstelik bu imgesel yoğunluk yalnızca eve duyulan basit bir bağlılıktan kaynaklanmaz; yazıyla evin eşitlenmesidir bu yoğunluğu tetikleyen birincil etmen. Ev olmadan, her şeyden yalıtılmış bir yalnızlık olmayacak. Dolayısıyla yazı da. Bu yüzden eve ihtiyacı vardır Duras’ın. Daha önce başlayıp bitiremediği, hatta isimlerini dahi unuttuğu kitapları yazabilmek için ihtiyaç duyar bu bulgular yerine. Hayatın dolaysız ve sade bir biçimde yaşandığı ev, bir süre sonra birlikte yaşanılan somut bir varlığa dönüşür, “Bu evle birlikte yaşamaya başladım,” diyerek evin çağrışım alanını ve imgesel yoğunluğunu çoğaltır Duras.

Oysa kimi okuryazarlar için durum tersidir. Evde kıpırdanan hayat, günlük meşgaleler, evin kendine ait denklemleri, ses ve yapılacaklar varken odaklanıp bir şeyler üretebilmek zordur. Eşya dikkat dağıtıcı, çeldirici, hatta engelleyicidir. “Hizmet isteyen bir evin sıkıcı idaresi,” diye tanımlar Virginia Woolf evi. Kadınlara ait bir oda ve boş zaman ister tam da bu yüzden. Orhan Pamuk aynı sebeplerle evinin dışında inşa eder yazı evrenini. Sami Baydar bu çeldiriciliği, “Evin içi tuzaklarla doludur,” diyerek ifade eder. Evden kopuşu, aileye ve eve yabancılaşmayı anlatan sayısız roman yazılır. Ev, bir kabuktur kimileri için; sıyrılıp atılması gereken bir kabuk. Marguerite Duras hayatı boyunca işte bu kabukla yaşamayı, bununla avunmayı ve uğraşmayı seçer.

Onun Türkçeye çevrilen Somut Yaşam ve Yazmak isimli deneme kitaplarında çoğunlukla bir iç ses hâkimdir. Bazen kendiyle bazen de okuruyla konuşan bir iç sestir bu. Bir sayıklama. Bu hâliyle gelişi güzel, anlamsal boşluklarla örülü ve savruktur. Gündelik konuşmalara hâkim atlama tekniği de Duras’ın denemelerinde sıklıkla göze çarpar. Bir konudan bahsederken birden bambaşka şeyler söylediği olur. Anlamın etrafında yarıklar açılır. Bir konu henüz derinleşmeden ve o konuya dair anlamsal bir düzlem oluşturulmadan bambaşka şeylerden söz edilir. Okur belli bir fikir edinerek çıkmaz Duras’ın denemelerinden; onun denemeleri, yaşanmışlıklardan ve bizzat kendi hayatından süzülen savruk anlatılardır. Marguerite de bu savrukluğun, bu gelişigüzelliğin, bu bir yere varamamaların farkındadır.

Bu kitabın başı, sonu, ortası yok. Varlık nedeni bulunmayan bir kitap olmayacağına göre, bu kitap bir kitap değil. Bir günce değil, güncecilik yok içinde, günlük olaylardan doğdu. İsterseniz bir okuma kitabı diyelim.

Yayımlayıp yayımlamama noktasında dahi kararsızlık yaşayan Marguerite, başka bir yazısında Somut Yaşam’ı şöyle anlatır, “Kitaba benzemeyen şu kitapta, her gün öbürlerine benzeyen, sıradan bir gün boyunca yaptığımız gibi, her şeyden ve hiçbir şeyden söz etmek isterdim.

Tüm bunlar, yazarın yazılan şeyi hangi türün kılıfına sokacağını, adına ne diyeceğini bilememenin kaygısıyla söylenmiş sözler gibi geliyor bana. Yazılan şeyin hiçbir iddiası olmadığına yönelik bu kesin vurgu, kitaba dair yöneltilecek soruların da önceden verilmiş cevabı gibi. Bir okur olarak belli çerçevesi olan, anlamsal boşlukların giderildiği ve zihnime cevapların değilse de yeni soruların eklendiği metinleri okumaktan haz alsam da Duras’ınkilerin deneme olmadığını söylemek, onu yalnızca bir okuma kitabı olarak nitelendirmek, denemenin kurmaca dışındaki her şeyi içine alan yapısını da yok saymak anlamına gelecektir. Duras’ınkiler tam da bu haliyle denemedir ve tam da bu haliyle tamdır.

Savrukluğu, başı, sonu, ortası olmaması, anılardan ve günlük hadiselerden doğması, bir yere varmaması, paragraflar arası anlamsal bir gelişigüzelliğin olması, yazılan her şeyin “ben”in süzgecinden geçirilmesi, kesin bir varış noktasının olmaması, diğer türlerden beslenmesi, türleri kapsaması, üslupçu olması gibi birtakım özellikler bir metni, denemenin sınırları içerisine dahil etmemizi sağlayan niteliklerden değil midir? Ve tam da bu değişkenliğiyle deneme, kuralsızlığın evreni değil midir?

Serbestliğin belki de tek kural olarak benimsendiği deneme hakkında Paul Baldegger’in söyledikleri önemlidir, “Denemede değişen görüş açıları serbestçe sınanır, bazı düşünceler formüle edilir. Problem, öznel bir yaşantı olarak sunulur. Yöntem analitik değil, sezgiseldir. Konuyu farklı açılardan inceler ve yan alanlara, sürpriz bakış açılarına kayar. Konu mükemmelliği üzerinde durmaz. Konuyu sonuçlandırmak değil, okuru heveslendirmek ister.

Denemede işlenen konu, serbestliğin verdiği imkân dahilinde bütünlüğün dışına çıkıp bir sayıklama ve fikirler üzerinde gezinme hâline dönüşebilir. Ancak asla bir fikirler yığınına değil. Savunduğu düşünceye inandırmak, kitleleri peşinden sürükleyip onları bir fikir etrafında birleştirmek gibi bir gayesi yoktur bu yüzden. Deneme, yazarının dünyayı görüş ve algılayışını içsel perspektifin süzgecinden geçirerek anlatır. “Ben” evrenine tutulan bir dürbündür deneme. Deneme yazarı da her gün yüzlerce farklı çiçeğe konarak çiçeklerden özler toplayan bal arısına benzer. Arının gün sonunda elde ettiği bal; lavanta, ıhlamur, erguvan değildir artık. O çiçeklerden topladığı özle yeni bir form üretir. Başlangıçtakine benzemez. Kendi içinden, kendi yangınından çıkan yeni bir gerçekliği vardır, yalnızca ona ait bir gerçeklik... Bu şahsilik, bu içsel görü ifadede de yer bulur kendine. Yazar, bir konuda fikir beyan ettikten hemen sonra bundan vazgeçebilir. Birkaç cümle sonra karşı çıkabilir kendine, sorular sorabilir. Cevaba ve kesin bir yargıya bağlanmayan pek çok cümle kurabilir. Bu karşıtlığı, Marguerite Duras’ın denemelerinde de görebilmek mümkün.

Piyano çalmayı meslek olarak sürdürseydim, kitap yazmazdım,” der bir cümlesinde. Hemen ardından ilave eder, “Ama bundan pek emin değilim. Bu düşüncenin yanlış olduğunu da düşünüyorum. Her durumda kitap yazardım sanırım, yazmaya koşut olarak müzik yapsaydım bile.

Özelde Marguerite Duras denemeleri, genelde de deneme türü; arayışlar, buluşlar, sorgulamalar ve karşı çıkışlar evrenidir. Cevabın değil, soruların ve arayışların önemsendiği bir evren. Madem deneme bu kadar çerçevesiz bir tür; denemeye biçilen donları, sınırları, tanımlamaları, ötelemeleri, deneme adı altında çıkan takır tukur Türkçeleri hangi kefeye koyacağız?

Feyza Kartopu
twitter.com/feyzakartopu

21 Ekim 2020 Çarşamba

Dost, kalp ve sonsuzluk

"Her yerde, fakat arifin kalbindedir Allah 
Yoksa sen onu arz u semâvâtta mı sandın?"
- Kenan Rifâî

Bir kütüphanenin kıymetini ne kitap sayısı, ne kitapların eski ya da yeni oluşu belirler. Tekrar tekrar okumak istenen kitaplar varsa eğer o kütüphane çok güzeldir, iyidir. Sana dairdir, senindir, ona buna şov yapmaya (dışa) değil ruhuna (içe) yöneliktir. İşte bazı kitaplar bu zengin hâlleriyle hep kütüphanelerimizi hem de bizleri derinleştirir. Ayaklarımızda takat kalmadığında, yaşamın ağırlığı altında ezildiğimizde, yorgun düştüğümüzde, ister maddi ister manevi olsun bir çıkmaza girdiğimizde bizi kendimize getiren kitaplar can yoldaşından da ötedir. Borçluyuzdur onlara. Bu borcu, onları tekrar hatırlayıp (okuyup) öderiz. Tam da böyle bir kitap vardı ellerimde birkaç gündür. Sâmiha Ayverdi'nin, mürşidi Kenan Rifâî'yi anlatmaya gayret ettiği, ondan hatıralar serdiği, her yönüyle manalı ev dolayısıyla başından sonuna 'kalpten' bir kitap: Dost

Kalp deyip geçmemeliyiz. Kalbin yerine her seferinde matematiği koyduğumuz vakit motor su kaynatıyor. Bizim doğrularımızın hakikat dairesinde bir yeri olmayabilir çünkü. Bilemeyiz. Bundan olsa gerek büyükler hep kalbi işaret ediyor. Şems-i Tebrîzî sultan bir gün zahiri ilimlerle meşgul olunan bir meclise girmiş. Bakmış talebeler gayet güzel çalışıyorlar, okuyorlar. Onları bir süre izlemiş ve ancak bir kalp sultanına yakışan o soruyu sormuş. "Yaptığınız şey çok büyük, çok güzel ama siz ne zaman 'Kalbim Rabb'imden rivayet etti' diyecekseniz?" sorusu sorulduğunda, o mecliste neler hissedildi merak etmemek mümkün değil. Bir sonsuzluğa işaret var burada. Sonsuz olana yönelme, oradaki manayı isteme, rıza makamını talep etme... İnsanın varoluş yolculuğunu tam da bu pencereden çok sarsıcı bir soruyla ilişkilendiyor Jung. Aslında insanın nasıl anlamlı bir ömür sürebileceği meselesini de açıklamış oluyor bu soruyla: Sonsuz olanla ilişkin var mı yok mu?

Dost, kalp ve sonsuzluk. Mânâ aleminin yolcusu, seyr eden derviş, gayret kemerine sarınmış kul için üç büyük kelime. Kitabın hemen başında Sâmiha Ayverdi, neden bu üç kelimeye sarılmamız gerektiğini açıklıyor belki de: "Tabiatı, insanı ve Allah'ı birlemeyi bilmeyenin huzur araması abestir. Zira kul, daracık benliğinin ve sınırlı bilgisinin zindanı içinde kaldıkça ve kainatı da yaratıcısı ile beraber kavrayıp göremedikçe, gerek mahlûkla gerek Hâlik'le olan münâsebeti kesik demektir. Böylece de kainatın bütünündeki gayeyi, manayı göremez. Onun için de etrafında hikmet yerine abes, güzellik yerine çirkinlik görmekten kurtulamaz."

İnandıklarınızı hayatınızda mühim bir yere koymuyorsanız, o inandıklarınız size belli bir süre sonra yük olmaya başlar. Nefsin oyunlarına kolayca yenik düşebilen biz insanlar için bu yükü taşımak çoğu zaman zor gelir. Peşinden bezginlik, perişanlık ve yorgunluk geliverir. Dost, burada devreye girendir. O, tasarrufunu hem maddi âlemde hem de mânevi âlemde kullandığı için evlâdını da yolda komaz. Bu bana hep Ekmek Teknesi dizisindeki bir repliği hatırlatır. Perişan vaziyette yerde yatan Gamsız Celal'e "Kalk evladım!" der Nusret Baba. Celal, yaptığının da düştüğü durumunda da farkında olarak "Baba köpeğinim. Çamura düştük, kirlendik baba!" diye feryâd eder. Nusret Baba öyle bir cevap verir ki bu cevabı alalım, bugün toplumda en çok özlenen ilişkilerin (hoca-talebe, usta-çırak, mürid-mürşid) içine koyalım: "Evladım siz kirleneceksiniz, biz temizleyeceğiz. İşimiz ne?"

Kendileri için doğmamış, kendileri için yaşamamış kalp sultanları her zaman evlatlarının yanındadır. Evlatlar düşer, hatalı davranışı yüzlerine vurmadan ama türlü işaretler ve manalar eşliğinde gösterir sultanlar. Bazen olur, evlatlar dünya işlerine dalıp makamın, malın, paranın, şöhretin tuzaklarıyla "ben!" kuyusunun içine dalıverirler. İşte bu 'kalkma' halinde de o kalp sultanı, düşüşü hatırlatır: "Dön geri borusu çalındığı vakit, en arkadakiler en öne geçer. Hanımlığınıza, hanımefendiliğinize güvenmeyin. Merhameti, şefkati elden bırakmayın."

Çevresindeki herkese; evlatlarına, dervişlerine, arkadaşlarına, çocuklara olduğu çiçeklere ve böceklere de sonsuz bir alâka ile yaklaştığını görüyoruz Kenan Rifâî'nin. Küsleri barıştırması, dervişlerini bazen latife yollu irşad etmesi, çocukları terbiye etmek için oyunlara katılması... Hastalandığını gören bir dervişi "dağlara taşlara!" diye söyleyince "aman evladım, bendeki kötü şeyi neden dağlara taşlara yolluyorsun?" ikazıyla dünyayı bütünüyle kavramış ve yorumlamış bir büyük zat görüyoruz karşımızda. İkaz demişken, henüz "çocuğum sık sık uzaklara dalıp gidiyor acaba pedagoga mı gitsek?" diye tutuşanların olmadığı zamanlarda Kenan Rifâî şöyle ikaz etmiş evladıyla tabiri caizse 'kafayı bozan' bir kimseyi: "Evlat ne demek, evvela onu düşünelim. Evlat, ana ile babanın cünbüşünden hasıl olan bir vücut değil mi? Ona bu aşırı, bu çılgınca iptila niçin? Dünyaya evladın için değil, Allah'ını bilmek için geldin. Evlat sana verilmiş bir emanettir. Onu sev, koru, iyi yetişmesine gayret sarfet, fakat tek gayen o olmasın."

Günümüzde bilhassa gençler tasavvufa yoğun ilgi gösteriyor. Kime gideceklerini bazen bilemiyorlar zira bu işi sadece gitmekten ibaret zannediyorlar. Zaman zaman bazı tekkeleri gezip oradaki sohbetlere, usullere katılarak gönüllerini eğliyorlar. Bu işin mana tarafını unutuyorlar ve sadece şekilde kalıyorlar. Takke, tespih, sarık ve seccadeyle işin bittiğini düşünüyorlar. Niyâzî-i Mısrî'nin nefis emanetlerinden olan "Savm u sâlât u hac ile sanma biter zâhid işin / insân‐ı Kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş" dizeleri unutuluyor. Bir de üstüne bu hatırlatmayı yapanlar tekfir ediliyor, akıllara "bedenimde değil ruhumda sızı" türküsü geliyor. Kenan Rifâî gibi bir ulu bile çekmiş böylelerinden ve "Beni kimi Kenan görür, kimi şeytan" demiş. Şimdi kendisinden, kayıt edildiği kadarıyla okuyalım: “Rehber olduğunu söyleyerek önde giden kimse karşısına gelen tâlibe, daha ilk adımda, kaşlarını çatarak: "Nedir bu kıyâfetin? Çıkar bacaklarından bu dar pantolonu, bir bolunu giy, zamân-ı saâdete göre giyin kuşan... Edepli ol! Sinema, tiyatro denen yerlere de gitme. Çoluğunu çocuğunu da gönderme, kâfir olursun! Sakın dişlerine altın geçirteyim deme..." yollu câhilâne ve mesnetsiz sözlerle, onu, aradığı, hattâ susamış olduğu mânâ dünyâsının kapısına varmadan geri çevirmesi, İslâm’ın rûhuna ihânetten başka nedir? Neden "zamân-ı saâdete göre giyin", diyor da, "Peygamber’in ahlâkına göre yaşa" demiyor? Edebin ölçüsü, kılık kıyâfet değil, tevhittir. Kavuk, şalvar, hiç kimseyi kalp cennetine götürmez. Ammâ, ahlâk-ı Muhammedî, iki dünyanın da nizam ve huzur kapılarını açar. Çünkü Resûlullah, beşeriyete, ahlâkı tamamlamak ve yayıp öğretmek için gelmiştir. Kılık kıyâfet düzenlemek için değil... Yazık ki hoca efendi bunu bilmez. Bilenlere de kâfir der.

Abdurrahman Câmî'nin Nefehâtü’l-üns'ünde yazar. Ebû Hasan Urmevî'ye "Vefa nedir?" diye sormuşlar, "Bu dünyaya niçin geldiğini bilmendir" demiş. İbn Arabî sultan da "Vefa ancak Allah'adır" demiştir. Asıl dostluk ve esas vefa, yalnız O'na çıkıyor...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

20 Ekim 2020 Salı

Bireyin körleşmesinden toplumun cinnetine

Kanaat önderlerinin dillerine pelesenk olmuş bir söz vardır, “İnsan önce kulaktan zehirlenir.

Neden görmek, dokunmak, koklamak, hatta tatmak değil de duymak?

Bu sözün anlamına kafa yormamla, Elias Canetti’nin Körleşme’sini okumam aynı zamanlara tekabül ediyor. Roman, topluma yabancılaşmış aymaz bir aydın tipi olan Kien’ın etrafında şekillenir. Bir antikahraman olan Kien, kitaplardan oluşan krallığına kendini hapseder ve burada yalnızca bilimle uğraşır. Dışardaki gerçekliğe, salınıp duran hayata ve insanlara ihtiyaç duymaz; onun beslendiği ve bir bakıma muhtaç olduğu tek gerçeklik, kitapların vaat ettiği sonlu gerçekliktir. Bu gerçekliğin dışındaki her şeye gözü kapalıdır, üstelik bu kapatış öyle şiddetlidir ki kendisine yöneltilen sorular, bedensel ihtiyaçlar, lüzumsuz konuşmalar, yapılan bir hizmet karşısında alınan paralar tiksindirici şeylerdir. Kien’ın tek kutsalı kitaplar ve bilimdir.

Ancak Kien, sarsılmaz sanılan karakterinin dışına çıkan bir adım atar ve hizmetçisiyle evlenir. Bu, karakterin çözülmesi ve çürümenin ilk adımıdır. Bu safhadan sonra kitleye karşı duran Kien, kitle karşısında acziyet taşıyan birine dönüşür. Karşısına çıkan ve daha önce konuşmaya değer bulmadığı kişiler tarafından kandırılır, aşağılanır ve kimi zaman da şiddete maruz bırakılır. Zaten tanımadığı ve yabancısı olduğu kitleye karşı artık müthiş bir korku taşımaktadır. Bu korkuyu yenmenin ise tek bir yolu vardır: Körleşmek!

Evet, Kien bu kez de zahiren bir körleşmenin içine sokacaktır kendini. Görmek istemediği her şeye gözünü kapatacak ve bu şekilde yaşamaya alışacaktır. Nitekim de öyle yapar: Karısı geldiğinde gözleri kapalıdır, raftan istediği bir kitabı almak için yalnızca parmak uçlarını kullanır, adımlarını çalışma masasına doğru yönlendirirken kendi iradesiyle görme duyusundan yoksun kalır.

Peki ya kulak? Ya duyulanlar? Konuşulanları duymasını engelleyecek bir tıkacı var mıdır? Kien, bunun için çabalasa ve hayali bir tıkaçla kulaklarını tıkasa da beyhudedir, çünkü kulağındaki meşale hep açıktır. Böylece zehirlenmeye; öfkeyle söylenen cümleleri, hakaretleri ve aşağılanmaları duymaya devam eder. Uzandığı yatağından karısının aynı kararlılık ve kızgınlıkla söylediği cümleleri, kapıcının eski yaşamına dair her gün, aynı saatte anlattığı gevezelikleri duymasını engelleyecek hiçbir şey yoktur. Kien’ı çürüten duyduklarıdır.

Canetti, yıllar sonra defterine, “İnsan tek bir insanda tüm dünyanın mutsuzluğunu yakalayabilir ve o insandan vazgeçmediği sürece hiçbir şeyden vazgeçilmiş değildir ve o insan soluk aldığı sürece dünya da soluk alır,” diye not düşer. Bu not, Canetti’nin hayatından otobiyografik izler taşıyan Kien için söylenmiş gibidir. Çünkü Kien’ın mutsuzluğu, bunalımı ve topluma yabancılaşması, tek tek bütün bireylerin mutsuzluğudur. Ve yine onun çabası, soluk alıp vermesi bütün bireylerin soluk alıp vermesidir. Kien’ın topluma karşı körleşmesi, Aydınlanma Çağı sonrası bütün aydınların bilimi kutsaması ve akabinde yalnızlaşmasıdır. Onun ölümü, bütün insanlığın ölümüdür. Belki de bu yüzden, Kien’ın sesiyle başlayan roman, yüksek sesli kahkahası ile son bulur.

Feyza Kartopu