"Oscar Nasıl Wilde Oldu?" isimli eserde Oscar Wilde ile birlikte birçok yazarı derinlemesine inceleyen Elliot Engel, Wilde hakkında kaleme aldığı yazıda yazarın Dorian Gray’in Portresi eserini şöyle yorumluyor:
“Yakışıklı bir delikanlı kendini korkunç bir sefahate kaptırmış olarak yaşar ama sefahatin izlerini asla taşımaz. Genç ve yakışıklı görünüşünü korumayı sürdürür. Oysa dolabının içinde bir portresi durmaktadır; adam sefih bir gece geçirdiğinde portredeki çehre yaşlanır ve giderek daha tiksindirici olur. Bu fikir Oscar Wilde' ın yayımlanan ilk büyük yapıtına dönüştü. Dorian Gray 'in Portresi adlı kısa roman 1 890' da yayımlandı. Büyük heyecan yarattı. Birçok eleştirmen Dorian Gray 'in Portresi'nin yayımlanmasını şimdi on dokuzuncu yüzyılın çöküş dönemi olarak tanımladığımız doksanlı yıllarının ilk işareti olarak görür çünkü onu Viktorya dönemine tepki veren başka yazarlar izlemiştir.”
Dehasını yaşamaya kullandığını söyleyen yazar, sadece yeteneğinin yazmaya kaldığını söyler. Dorian Gray’in Portresi'nin, bir iddia üzerine yazılmış birkaç günde yazılmış olduğu ve kitabın konusu, işleyişi düşünüldüğünde, yazarın yeteneği olduğu kadar cesaretinin ölçüsü de fazlasıyla anlaşılıyor. Popülaritesinin artmasıyla birlikte sevildiği ve takdir gördüğü kadar, hatta belki de daha fazla eleştiri alıyor Wilde.
“Bir etki yarattınız mı bir düşman kazandınız demektir. Sevilmek için sıradan biri olmak gerek.”
Wilde bu sözleri edebi çalışmalarını tenkit edenler için söylüyor şüphesiz. Hakkında söylenenlere kulak astığı, sevilmek için sıradan biri olmaya çalışmadığı gibi oldukça sıra dışı bir hayatı yaşamayı seçiyor.
Yazarın özel hayatı onun dehasını örter mi? Yazar özel hayatıyla topluma misyon olmak durumunda mıdır?
Bu konular sanat ne içindir sorusunun uzayıp giden cevapları arasında uzunca bir yer alır. Sanatçının kimliğine göre değişen cevaplar, Oscar Wilde için seçtiği yaşamın onu kedere götürmesiyle sonuçlanıyor.
Ruh zapt edilmesi zor, ele avuca gelemez vahşi bir at gibidir. İnsan, ruhunu ehlileştirme yollarını bilmeyen, doğru yollar bilse de buna zaman ve emek harcamak istemediğinde savrula savrula kendini yok eden bir çocuk.
Wilde’nin sanatı ile ilgili olarak, "De Profundis" adlı kitapta hayatındaki seçimleriyle ele alan Andre Gide'in Wilde’in sanatı hakkındaki eleştirileri de dikkat çekici.
“İlk düşünce çok güzel, yalın, derin ve yüzde yüz etkilidir; gizli bir zorunluluk, bölümleri sıkıca bir arada tutar ama burada yetenek biter; bölümlerin gelişimi sahtedir; iyi düzenlenmemiştir, daha sonra da, Wilde tek tek cümleleri ele alıp işlerken yapıt, duygunun tümüyle yok olduğu parlak düşüncelerle, hoş ve tuhaf ufak tefek buluşlarla inanılmaz derecede yüklenir; öyle ki, yüzeyin parıltısı, temeldeki derin duyguyu gözden saklar, unutturur.”
“Artık, en sıradan çiçeğin açması için bile dünyanın şiddetli doğum sancıları çekmesi gerekiyor...”
Wilde’yle uzun sohbetler yapma fırsatı bulan Andre Gide, yazarın aykırı düşünce ve fikirlerinin içinde, onun sanatsal bakış açısını, yazarın hatıratlarıyla kalıcı kılmış. Yine Andre Gide’in anlatısıyla;
“Sanıyorlar ki,” dedi Wilde, “bütün düşünceler çıplak doğar... Benim ancak masallarla düşünebildiğimi anlamıyorlar. Heykeltıraş düşüncesini mermere aktarmaya çalışmaz; doğrudan mermerle düşünür.”
Oscar Wilde’in hayal dünyasıyla, öz yaşamı arasında kalmış bir Wilde daha olduğu işaretini veriyor. Hatta bir değil belki de üç Wilde vardı. Dorian Gray’in Portresi kitabındaki kahramanları hakkında; “Basil Hallward ben olduğumu sandığım kişidir; Lord Henry dünyanın ben sandığı kişidir; Dorian ise benim olmak istediğim kişidir, belki başka bir çağda..." diye not düşmüş.
“Kendimizdeki kusurları başkalarında görmeye hiçbirimiz dayanamayız.”
Belki de sanatçılar bu yüzden kendi kusurlu karakterlerini üretiyordur ve topluma ayna oluyordur. Hatta izlenimlerime göre Wilde tam da bu çağda aslında Dorian’ın ta kendisi bile olabilir. Bunu itiraf etmesinin, Dorian’ın yaşadıklarını yaşamaktan daha çok cesaret istediğini düşünerek, bu itirafı doğrudan yapmamış olmasını anlamak da mümkün aslında. Kendisiyle yüzleşemediği için, bir kurmacada, bir ressama portresini yaptıran ve portresinden bile kaçan, günahkâr insan. Kendisinden kaçan günahkâr insanlar…
“Her birimiz Cennet’i de Cehennem’i de içimizde taşıyoruz."
Yeryüzünde baştan çıkarıcılık vazifesini, sanıldığından daha mahir olarak yapan, sadece biçimde insan olanlar varlığını sanatçıların bakış açılarıyla görmek, gerçeküstünün gerçekle örtüştüğü an daha sarsıcı oluyor. Bir ilahiyat metninde yüzlerce defa okunan iblisin baştan çıkarıcılığını anlatan kitaplar, sanatsal imgelerle donatılmış metinlerden okunulduğunda etki gücünü pekiştiriyor.
Ya da herkes almak istediğini, alması gerektiği kadarını alıyor her metinde.
“Günah öyle bir şeyidir ki adamın alnından okunur. Saklanmaz.”
Dorian genç ve masum bir taşralıydı.
Dorian çok küçük yaşta, zengin dedesi tarafından malikâneden uzaklaştırılıyor. Yıllar sonra dedesi öldüğünde tek mirasçısı olarak malikâneye dönüyor. Şehrin iyi ressamlarından ve Dorian’ın da aynı zamanda dostu olan Basil Dorian’ın bir tablosunu yapıyor. Tablo muhteşem bir yapıt oluyor. Bu tablodaki genç Dorian’ı tanımak için can atan Lord Henry hazcılık düşüncesine inanan, gününü gün eden biridir.
Henry Wilde için gerçek yaşamındaki kopamadığı onu batağa sürükleyen insanın karşılığı gibi. İnsan meyyal olmasa, tuzağa düşmez şüphesiz. Ama insan zayıftır. İnsanın zayıflığa düştüğü zamanlar vardır. Bu vakitlerde de kötürcül ruhların evi olur insanın bedeni.
Dorian da Lord Henry’nin yönlendirmeleriyle kendisini çiçek bahçesi görünümündeki dipsiz kuyuda buluyor.
“Bir adam dünyayı kazanıp da ruhunu yitirse eline ne geçer?"
İnsanın ruhundan ayrı düşmesi, masumiyetin terk edilişi ya da iyiliğin bireyden uzaklaşması, insanın ruhu ile birlikte hareket etmediğinde, ruhunun varlığını unuttuğunda, vicdan kavramının da ortadan kaybolduğu gerçeğini gösteriyor.
Dorian'ın nişanlısı ile evlenmek istememesi, evliliği sonsuz bağ görmesi -Henry’nin yönlendirmesiyle- kızın kendini öldürmesi, zavallı nişanlısının abisinin Dorian’dan intikam almaya gelmesiyle Dorian vicdan azabı duyacaktır ki -bu gelgitleri birkaç defa yaşar roman boyunca- Henry ona vicdan muhasebesini yapmasına izin vermez.
“Sana güveniyorum. Lord Henry.”
“Keşke ben de kendi kendime güvenebilseydim!”
Dorian’ın çocukluğundan kesitlerde sevgisizliği görüyoruz. Bütün yaşamımızın kodlarının çocuklukta saklı olduğu düşünülürse, genç Dorian baskıladığı itilmişliği, eline fırsat geçer geçmez farklı ve her sunulanı kabul eden, sınırsız bir yaşama kucak açarak karşılıyor.
Kitabın kurgusundaki en ilginç ve olağandışı durum Dorian suç işledikçe portresinin ağlaması, Dorian zarar gördüğünde, kendisinde hiçbir yara iz olmaması ama portrenin kanaması, zaman geçtiği halde, Dorian’ın hiç değişmemesi ama portrenin yaşlanmasıydı.
Son olarak tablo ilk yapıldığı hali kadar berraktır, Dorian’ın cesedi ise tanınmaz haldedir.
"Ve ben her şeye inanabilirim, yeter ki inanılmaz olsun."
Wilde’’in hayal dünyası, yazın dünyası ve yaşam dünyası.
Wilde’i Wilde yapan bütün olgular en ince noktasına kadar acımasızca tartışılmış ve eleştirilmiş.
Bir yanda mükemmel görünen, mükemmel olduğu izlenimini yansıtan, ulaşılmazlık maskeleriyle, sanatı tartışmasız ama dünyalı olduğunu unutan sanat icracıları, diğer yanda Wilde.
Son sözü Wilde’in olsun…
Reading Zindanı Baladı
Oysa öldürür herkes sevdiğini
Bu böyle biline,
Kimi acı bir bakışıyla,
Bir tatlı sözle kimi,
Korkak öpmesiyle,
Cesur kılıcıyla!
Kimileri gençken öldürür,
Ve bazısı yaşlanınca;
Şehvetin elleriyle boğar kimi,
Kimi de paranın marifetiyle:
En kibarı bıçak kullanır, çünkü
Ölüm daha çabuk soğur böylece.
Kulak verin sözlerime iyice,
Herkes öldürebilir sevdiğini
Kimi bir bakışıyla yapar bunu,
Kimi dalkavukça sözlerle,
Korkaklar öpücük ile öldürür,
Yürekliler kılıç darbeleriyle!
Kimi gençken öldürür sevdiğini
Kimileri yaşlı iken öldürür;
Şehvetli ellerle öldürür kimi
Kimi altından ellerle öldürür;
Merhametli kişi bıçak kullanır
Çünkü bıçakla ölen çabuk soğur.
Kimi aşk kısadır, kimi uzundur,
Kimi satar kimi de satın alır;
Kimi gözyaşı döker öldürürken,
Kimi kılı kıpırdamadan öldürür;
Herkes öldürebilir sevdiğini
Ama herkes öldürdü diye ölmez.
Yasaların yargısı doğru mudur
Ya da yanlış mıdır bunu bilemem;
Bildiğim tek şey bu hapishanede
Demir gibi sağlamdır tüm duvarlar,
Bir yıl kadar uzundur her geçen gün
Yıl bitmek bilmez, uzadıkça uzar.
Kabil'in Habil'i öldürdüğü
Günden beri hiç dinmedi acılar
Çünkü insanların insanlar için
Koymuş olduğu bütün yasalar
Tıpkı adaletsiz bir kalbur gibi
Taneyi eleyip samanı tutar.
(Çeviri: Tozan Alkan)
Dilek Erdem
twitter.com/Dilek_Erdem_
4 Temmuz 2020 Cumartesi
30 Haziran 2020 Salı
Geçmişin yükü
“Yarını mühürleyen bir rüya gibi
Omzumuzdan düşmüyor geçmişin yükü.”
- Pentagram
Sosyolojik ve psikolojik araştırmaların sonuçlarına baktığımızda, bir fikrin topluluklar tarafında hakikat olarak kabul edilmesi için onun yeterli sıklıkta ve tüm iletişim araçlarıyla tekrarlanmasının yeterli olduğunu görüyoruz. Uzun yıllardır bireyleri şekillendiren, iktidar sahiplerinin işlerini kolaylaştıracak her türden fikrin normalleşmesini sağlayan da bu. Bu yüzden dünyanın neredeyse her bir yanındaki çoğunluğun, “normal” adı verilen bir modern zaman mitine aldanıp, azınlıkta olanı düşman bellemesi ve ona dünyayı dar etmesinin örneklerini görüyoruz, yaşıyoruz. İktidarın her türden iletişim aracı ile bize kendi doğrularını hakikatin ta kendisiymiş gibi kabul ettirebilmesinin sırrı da bu. Dünya üzerinde sahiplenilen tüm ötekileştirmelerin tohumları bu şekilde ekilmiş ve köklenmiş. Kendinden olmayanı düşmanın olarak görme, çoğunlukta olduğun için haklı olduğuna inanma alışkanlığı, modern dünyayı şekillendiren mitlerden biri olarak hâlâ dünyamızda hüküm sürüyor.
Erkek kardeşlerin düşmanlığı ve kurban törenleri, mitolojik hikayelerde de kutsal kitaplarda da sıklıkla karşımıza çıkar. Bu düşmanlığın kendilerine verecekleri zarardan kaçınmak isteyen kardeşler, feda edecek bir kurban bularak kendileri yaşatır, gözden çıkarılabilir olanı yok ederler. Erkeklerin şiddet ile aralarındaki, yok sayılması mümkün olmayan hatta uzun yıllardır insanın doğaya “hükmetmesi” olarak da tezahür eden bu bağ, hem eski anlatıları hem de modern dünyanın mitlerini şekillendirir.
Kurban… Semavi dinlerde, kadim öğretilerde, aynı inancın etrafında birleşen toplulukları bir araya getiren, kutsallığı tartışmaya kapalı törenler. Rene Girard, Şiddet ve Kutsal kitabında kurbanı, “hayvanların kurban edilmesini, şiddetin korunmak istenen bazı varlıklardan, ölmesine daha az önem verilen ya da hiç önem verilmeyen varlıklara çevrilmesi” şeklinde yorumlayabileceğimizi söyler. Ve dinsel anlamıyla değerlendirdiğimizde bu törende kurban eden, kurban edilen ve kutsal anlam yer alır. Modern dünyaya geldiğimizde din ile bağlantılı kutsal anlamın yerini sistem ile bağlantılı anlam alır. Peki bugün dünyamızın kutsalı nedir? Başarı? Para? İktidar? Kendimizi kurban gibi hissetmemek pahasına, daha feda edilebilir bulduklarımızı gözden çıkarmamıza neden olan her ne olursa olsun, çoğunluğa mensup isek birilerini kurban etme potansiyelini hep cebimizde taşıyoruz.
Esma Fethiye Güçlü’nün çevirisiyle geçtiğimiz günlerde yayınlanan Ödül, ötekileştirmenin ve kurban etmenin merkeze yerleştiği, güçlü bir roman. Çoğunluk ile azınlığın, erkek ile kadının, tek başınalık ile müşterekliğin, kötünün ve iyinin, gururun ve pişmanlığın romanı. Dünyadaki tüm ikilikleri bir etmek, ikiliklerden bütünlüğe varabilmek ne kadar imkânsızsa Otto ile Lisa’nın yeniden dost olması da o kadar imkânsız. Bu imkânsızlığın ardına gizlenen yalanlar, hileler, toplumsal cinsiyet mavraları, ötekileştirme ve Hitler’in politikaları var. Bu imkânsızlık hem Otto ile Lise arasında hem değil çünkü aslında bu hikâye çok eski.
Cyril Gély, gerçek bir hikâyeden yola çıkarak kurguladığı romanında açılışı, bir otel odasında Nobel Kimya Ödülü’nü almak ve arzuladığı alkışlara kavuşmak için bekleyen Otto’nun hikâyesi ile yapıyor. Otto’nunkine gerçeklerin uzağında inşa edilmiş, yıllardır biriktirilen yalanlar yüzünden paslanmış ancak uzaktan bakılında parlak bir yaşamöyküsü de diyebiliriz. Ancak kapısını çalan eski çalışma arkadaşı olan Lise’nin hikâyeye dahil olmasıyla, çok katmanlı bir kurban edilme töreni başlıyor. Hem Otto ve Lise hem de okur için. Bir de Otto’nun karısı, Lise odaya adım attığı an renkleri solan Otto’nun karısı Edith var.
Otto ile Lise, uzun yıllar birlikte çalışan iki arkadaş. Hikâyelerine dahil olan her şeyi, tüm duyguları, başarıları ve pişmanlıkları, roman ilerledikçe, bir yapbozun parçalarını birleştirir gibi öğreniyoruz. Lise, Musevi bir kadın. Ve işte her ne oluyorsa, Almanya’nın Avusturya’yı işgalinden sonra başlıyor. Lise, tüm çalışmalarını ve Otto’yu geride bırakıp İsveç’e kaçıyor.
“Geçmişin bizim için neler sakladığını kimse bilemez.”
Kristal Gece’nin ardından sekiz yıl geçiyor. Hesabı sorulacak her ne oluyorsa, Otto ile Lise’in ayrı geçirdiği bu sekiz yılda açığa çıkıyor. Lise, Otto’nun Nobel Kimya Ödülü’nü almaya İsveç’e geldiğini öğreniyor ve Otto ödülü alacağı gün, otel odasında buluşuyorlar. Ama ne buluşma! Yalnızca birkaç saat süren bu hesaplaşma, her ikisi için de bir ritüele dönüşüyor. Kurban olmaya zorlanan Musevi bir kadının, Lise’in hikâyesinin bilinmeyenlerinde kaybolurken Otto’nun reddedilişi ve erkek iktidarını nasıl da aklamaya çalıştığını okuyoruz. Roman ilerledikçe, okurun tanıklığı daha da duygu yüklü bir hâl oluyor; o noktadan sonra bir taraf seçmemek mümkün değil.
“Hayal kırıklıkları insanı değiştiriyor.”
Tüm bu hesaplaşma ritüeli sırasında odada bir kurban daha var aslında: Edith. Dünyada varolmaya başladığı andan beri birilerinin gölgesinde kalan, kendine ait bir hayat var etmek için evlenen ancak bu evlilikte de Lise’in gölgesinden kurtulamayan Edith. KWE’ye ilk giren, bir maaşa ve profesör unvanına sahip olan ilk kadın olan Lise’in aksine, Edith’in hayatı ilkler yönünden fakir.
“O hiç ilk olmamıştı.”
Kendine ait bir hayatı olsun diye evliliği seçmek zorunda kalan ne ilk ne de son kadındı.
Ödül, gerçek ile kurgunun iç içe geçtiği, duygusal gerginliği yüksek, hikâyenin başladığı yerden çok farklı bir yerde sona erdiği, sürükleyici bir roman. Okuru bol olsun!
Özge Uysal
ozgeuysal@yahoo.com
twitter.com/ozgelerinuysal
Omzumuzdan düşmüyor geçmişin yükü.”
- Pentagram
Sosyolojik ve psikolojik araştırmaların sonuçlarına baktığımızda, bir fikrin topluluklar tarafında hakikat olarak kabul edilmesi için onun yeterli sıklıkta ve tüm iletişim araçlarıyla tekrarlanmasının yeterli olduğunu görüyoruz. Uzun yıllardır bireyleri şekillendiren, iktidar sahiplerinin işlerini kolaylaştıracak her türden fikrin normalleşmesini sağlayan da bu. Bu yüzden dünyanın neredeyse her bir yanındaki çoğunluğun, “normal” adı verilen bir modern zaman mitine aldanıp, azınlıkta olanı düşman bellemesi ve ona dünyayı dar etmesinin örneklerini görüyoruz, yaşıyoruz. İktidarın her türden iletişim aracı ile bize kendi doğrularını hakikatin ta kendisiymiş gibi kabul ettirebilmesinin sırrı da bu. Dünya üzerinde sahiplenilen tüm ötekileştirmelerin tohumları bu şekilde ekilmiş ve köklenmiş. Kendinden olmayanı düşmanın olarak görme, çoğunlukta olduğun için haklı olduğuna inanma alışkanlığı, modern dünyayı şekillendiren mitlerden biri olarak hâlâ dünyamızda hüküm sürüyor.
Erkek kardeşlerin düşmanlığı ve kurban törenleri, mitolojik hikayelerde de kutsal kitaplarda da sıklıkla karşımıza çıkar. Bu düşmanlığın kendilerine verecekleri zarardan kaçınmak isteyen kardeşler, feda edecek bir kurban bularak kendileri yaşatır, gözden çıkarılabilir olanı yok ederler. Erkeklerin şiddet ile aralarındaki, yok sayılması mümkün olmayan hatta uzun yıllardır insanın doğaya “hükmetmesi” olarak da tezahür eden bu bağ, hem eski anlatıları hem de modern dünyanın mitlerini şekillendirir.
Kurban… Semavi dinlerde, kadim öğretilerde, aynı inancın etrafında birleşen toplulukları bir araya getiren, kutsallığı tartışmaya kapalı törenler. Rene Girard, Şiddet ve Kutsal kitabında kurbanı, “hayvanların kurban edilmesini, şiddetin korunmak istenen bazı varlıklardan, ölmesine daha az önem verilen ya da hiç önem verilmeyen varlıklara çevrilmesi” şeklinde yorumlayabileceğimizi söyler. Ve dinsel anlamıyla değerlendirdiğimizde bu törende kurban eden, kurban edilen ve kutsal anlam yer alır. Modern dünyaya geldiğimizde din ile bağlantılı kutsal anlamın yerini sistem ile bağlantılı anlam alır. Peki bugün dünyamızın kutsalı nedir? Başarı? Para? İktidar? Kendimizi kurban gibi hissetmemek pahasına, daha feda edilebilir bulduklarımızı gözden çıkarmamıza neden olan her ne olursa olsun, çoğunluğa mensup isek birilerini kurban etme potansiyelini hep cebimizde taşıyoruz.
Esma Fethiye Güçlü’nün çevirisiyle geçtiğimiz günlerde yayınlanan Ödül, ötekileştirmenin ve kurban etmenin merkeze yerleştiği, güçlü bir roman. Çoğunluk ile azınlığın, erkek ile kadının, tek başınalık ile müşterekliğin, kötünün ve iyinin, gururun ve pişmanlığın romanı. Dünyadaki tüm ikilikleri bir etmek, ikiliklerden bütünlüğe varabilmek ne kadar imkânsızsa Otto ile Lisa’nın yeniden dost olması da o kadar imkânsız. Bu imkânsızlığın ardına gizlenen yalanlar, hileler, toplumsal cinsiyet mavraları, ötekileştirme ve Hitler’in politikaları var. Bu imkânsızlık hem Otto ile Lise arasında hem değil çünkü aslında bu hikâye çok eski.
Cyril Gély, gerçek bir hikâyeden yola çıkarak kurguladığı romanında açılışı, bir otel odasında Nobel Kimya Ödülü’nü almak ve arzuladığı alkışlara kavuşmak için bekleyen Otto’nun hikâyesi ile yapıyor. Otto’nunkine gerçeklerin uzağında inşa edilmiş, yıllardır biriktirilen yalanlar yüzünden paslanmış ancak uzaktan bakılında parlak bir yaşamöyküsü de diyebiliriz. Ancak kapısını çalan eski çalışma arkadaşı olan Lise’nin hikâyeye dahil olmasıyla, çok katmanlı bir kurban edilme töreni başlıyor. Hem Otto ve Lise hem de okur için. Bir de Otto’nun karısı, Lise odaya adım attığı an renkleri solan Otto’nun karısı Edith var.
Otto ile Lise, uzun yıllar birlikte çalışan iki arkadaş. Hikâyelerine dahil olan her şeyi, tüm duyguları, başarıları ve pişmanlıkları, roman ilerledikçe, bir yapbozun parçalarını birleştirir gibi öğreniyoruz. Lise, Musevi bir kadın. Ve işte her ne oluyorsa, Almanya’nın Avusturya’yı işgalinden sonra başlıyor. Lise, tüm çalışmalarını ve Otto’yu geride bırakıp İsveç’e kaçıyor.
“Geçmişin bizim için neler sakladığını kimse bilemez.”
Kristal Gece’nin ardından sekiz yıl geçiyor. Hesabı sorulacak her ne oluyorsa, Otto ile Lise’in ayrı geçirdiği bu sekiz yılda açığa çıkıyor. Lise, Otto’nun Nobel Kimya Ödülü’nü almaya İsveç’e geldiğini öğreniyor ve Otto ödülü alacağı gün, otel odasında buluşuyorlar. Ama ne buluşma! Yalnızca birkaç saat süren bu hesaplaşma, her ikisi için de bir ritüele dönüşüyor. Kurban olmaya zorlanan Musevi bir kadının, Lise’in hikâyesinin bilinmeyenlerinde kaybolurken Otto’nun reddedilişi ve erkek iktidarını nasıl da aklamaya çalıştığını okuyoruz. Roman ilerledikçe, okurun tanıklığı daha da duygu yüklü bir hâl oluyor; o noktadan sonra bir taraf seçmemek mümkün değil.
“Hayal kırıklıkları insanı değiştiriyor.”
Tüm bu hesaplaşma ritüeli sırasında odada bir kurban daha var aslında: Edith. Dünyada varolmaya başladığı andan beri birilerinin gölgesinde kalan, kendine ait bir hayat var etmek için evlenen ancak bu evlilikte de Lise’in gölgesinden kurtulamayan Edith. KWE’ye ilk giren, bir maaşa ve profesör unvanına sahip olan ilk kadın olan Lise’in aksine, Edith’in hayatı ilkler yönünden fakir.
“O hiç ilk olmamıştı.”
Kendine ait bir hayatı olsun diye evliliği seçmek zorunda kalan ne ilk ne de son kadındı.
Ödül, gerçek ile kurgunun iç içe geçtiği, duygusal gerginliği yüksek, hikâyenin başladığı yerden çok farklı bir yerde sona erdiği, sürükleyici bir roman. Okuru bol olsun!
Özge Uysal
ozgeuysal@yahoo.com
twitter.com/ozgelerinuysal
29 Haziran 2020 Pazartesi
Sessizliği dinlemek ya da sessizlikte dinlenmek
"Gündüz, bir hiçim; gece, kendim olurum."
- Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı
Bu yazıya başlamadan kısa bir süre önce mutfakta vakit geçiriyordum. Yemeğimi yedim, etrafı topladım, bir sigara yaktım. Çayın demlenmesini beklerken de Instagram'da ilgiyle takip ettiğim hesapların neler paylaştığına bakıyordum. Tamamen doğal ve ücretsiz bir sessizlik hâli. Zaten mutfak, özellikle şu zamanlarda babaların evdeki yalnızlığına ilaç olan yerlerden biri. 'Evdeki yalnızlığı' demem tuhaf kaçmasın. Doğan Cüceloğlu hocanın bir okuru yazmış, içinizi ne kadar sızlatıyorsa o kadar doğrudur: "Baba, evin en yalnızıdır. Gücü azalır ya da biterse dışlanır. Bu ülkede baba olmak, yalnız ölmeyi göze almaktır."
Konumuz sessizlik. Çünkü her yanımızdan gürültü yağıyor. Gündüz-gece fark etmeden yalnızca sokaklar değil evlerin içi de çatırdıyor. Mesela herkes birbirine bağırıyor. Kimse kimseyle yan yana oturup gökyüzünü seyretmiyor. Birileriyle birlikte olmak bizler için gürültüyü paylaşmak hâline geliyor. Bir dedikodunun içine düşmek de öyle, maç seyretmek ve hatta bir konsere gitmek de. Kimse sessizliğin o büyüleyici genişliğinden yararlanmak istemiyor. İlla bir psikiyatrist, bir ilahiyatçı ya da bir pazarlamacı yazdığında mı dikkatleri çekiyor burnumuzun dibindeki, gözümüzün önündeki sessizlik? Maalesef öyle. Zaman, Zygmunt Bauman'ın söylediği gibi 'akışkan' ve dolayısıyla Jean Baudrillard'ın tanımladığı gibi koskoca bir 'simülasyon'un içinde yaşayıp gidiyoruz.
Norveçli yazar Erling Kagge, sıra dışı bir adam. Yazarlık belki de son işi. Onun öncesinde dağcı, sanat koleksiyoncusu, avukat, yayıncı. Güney kutbunu yalnız başına keşfe çıkan ilk insan. Ayrıca 3 Kutup Noktası'nı (Kuzey, Güney ve Everest Dağı zirvesi) geçen ilk kâşif. Nezihat Bakar-Langeland'ın çevirdiği Gürültü Çağında Sessizlik kitabında dünyayı dışarıda bırakmayı nasıl öğrendiğini ve bu keyfi nasıl yaşamında bir pratik hâline getirdiğini anlatıyor. Mevzuya da çok güzel bir yerden giriyor. Üç kızını da 'dünyanın tüm sırlarının sessizlikte saklı olduğuna' ikna etme çabalarından biri için akşam yemeği yerken sohbete girişiyorlar. Neydi sessizlik diye soruyor Kagge. Soru ne kadar önemliyse alacağı cevaplar da çok önemliydi onun için. "Sessizliğin insanın dostu olabileceğine ve bunun sahip olmayı arzu ettikleri Louis Vuitton çantalarından çok daha değerli, lüks bir şey olduğunu açıklama fırsatını yakalamadan çok önce, çoktan, sessizliğin ne olduğuna dair hükümlerini vermişlerdi" diyor. Nedir o hüküm? Sessizlik, insanın sadece üzgünken sığınabileceği bir şey. Bunun dışında hiçbir değeri yok. Kızları böyle düşünüyordu Kagge'nin, kitabın sonuna doğru işlerin biraz değiştiğini görebiliyoruz.
Kitap, hem yalın anlatımıyla hem de insanı öğütlerle sıkmayan bir tavır takınması sebebiyle keyifle okunuyor. Araya konan resimler ve fotoğraflar insanı mola verip düşünmeye sevk ediyor. Yine kitabı bitirmek üzere olduğum bir gün, Kemal Sayar hocanın bir tweet'iyle karşılaştım. "Sessizlik, gürültü çağında şifadır. Her gün yarım saatimizi 'sessizliğin sesi'ni dinlemeye ayıralım. O kadar sessiz olalım ki 'yağmurun sesindeki müziği', 'duvardaki taşların sesi'ni duyalım." diyordu hoca. Kagge de şöyle söylüyor: "Sessizlik, yapmakta olduğun şeyin derinlerine inmeyle ilgili bir şeydir. Bırak, her anın yeterince büyük olsun. Diğerleri ve başka şeyler vasıtasıyla yaşama hayatı. Dünyayı dışarıda bırak."
Hint felsefesine meraklı bir öğrenci, öğretmenine Brahman'ın, yani dünyanın ruhunun ne olduğunu sorar. Öğretmen soruyu duyduktan sonra sessiz kalır. Öğrenci iki üç kez daha sorusunu yineler. En sonunda öğretmen der ki: "Ben bunu sana şu an öğretiyorum ama sen dinlemiyorsun.". Bu hikâyenin farklı bir formu da var. "Bana Brahma'yı anlat" diyen öğrenciye verilen "Brahma ol ki Brahma'yı bilesin" cevabı gibi. Diğer yandan, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye sorulan "Aşk nedir?" sorusuna hazretin verdiği "Ben ol da bil" cevabı da hatırlanıyor elbette. Tüm bunlarda, sessizliğin gerçek manada yaşandığında ne tür hikmetler açabileceğine dair bir anlatı var esasında. "Ya hayır söyleyin ya da susun" öğüdü de öyle değil mi? Hele ki şu çağda susmak, susabilmek, sessizlik içinde bir yolcu gibi yaşayabilmek ne büyük hüner. İşte Erling Kagge de "Herkesin sessizliği kendine özgüdür" diyerek anlatıyor dünyayı dışarıda bırakma çabalarını: "Bir sevgili olarak kimi zaman sessizliği özlerim. Konuşmaktan hoşlanırım ve de dinlemekten, ama benim tecrübelerime göre, gerçek bir yakınlık ancak bir süre konuşmadığımızda ortaya çıkar."
Mutfakla başladım mutfakla bitirmek isterim. Mutfakta tek başına bir şeylerle meşgul olmak kimilerine yeni yollar açabiliyor. "Birçok insan bana iyi tavsiyelerde bulundu. Ama bütün bunları düşünüp bir karara varma görevini, rahatsız edilmeden mutfakta yerine getirdim." diyor Kagge. Bulaşıkları yıkamak, tezgâhı düzenlemek, lavabo açmak yoğun bir sessizlik hâliyle beraber insanı rahatlatabiliyor: "Yaptığım sıradan olmayan tek şey, bulaşıkla meşgulken rahatsız edilmeksizin çok az sayıdaki kabul görmüş gerçekliğe soru işaretleri koymak olmuştur."
Ancak dışımızdaki sesleri kapatarak içimizdeki sesleri açabiliriz. Sessizliği iyi dinlemeliyiz.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı
Bu yazıya başlamadan kısa bir süre önce mutfakta vakit geçiriyordum. Yemeğimi yedim, etrafı topladım, bir sigara yaktım. Çayın demlenmesini beklerken de Instagram'da ilgiyle takip ettiğim hesapların neler paylaştığına bakıyordum. Tamamen doğal ve ücretsiz bir sessizlik hâli. Zaten mutfak, özellikle şu zamanlarda babaların evdeki yalnızlığına ilaç olan yerlerden biri. 'Evdeki yalnızlığı' demem tuhaf kaçmasın. Doğan Cüceloğlu hocanın bir okuru yazmış, içinizi ne kadar sızlatıyorsa o kadar doğrudur: "Baba, evin en yalnızıdır. Gücü azalır ya da biterse dışlanır. Bu ülkede baba olmak, yalnız ölmeyi göze almaktır."
Konumuz sessizlik. Çünkü her yanımızdan gürültü yağıyor. Gündüz-gece fark etmeden yalnızca sokaklar değil evlerin içi de çatırdıyor. Mesela herkes birbirine bağırıyor. Kimse kimseyle yan yana oturup gökyüzünü seyretmiyor. Birileriyle birlikte olmak bizler için gürültüyü paylaşmak hâline geliyor. Bir dedikodunun içine düşmek de öyle, maç seyretmek ve hatta bir konsere gitmek de. Kimse sessizliğin o büyüleyici genişliğinden yararlanmak istemiyor. İlla bir psikiyatrist, bir ilahiyatçı ya da bir pazarlamacı yazdığında mı dikkatleri çekiyor burnumuzun dibindeki, gözümüzün önündeki sessizlik? Maalesef öyle. Zaman, Zygmunt Bauman'ın söylediği gibi 'akışkan' ve dolayısıyla Jean Baudrillard'ın tanımladığı gibi koskoca bir 'simülasyon'un içinde yaşayıp gidiyoruz.
Norveçli yazar Erling Kagge, sıra dışı bir adam. Yazarlık belki de son işi. Onun öncesinde dağcı, sanat koleksiyoncusu, avukat, yayıncı. Güney kutbunu yalnız başına keşfe çıkan ilk insan. Ayrıca 3 Kutup Noktası'nı (Kuzey, Güney ve Everest Dağı zirvesi) geçen ilk kâşif. Nezihat Bakar-Langeland'ın çevirdiği Gürültü Çağında Sessizlik kitabında dünyayı dışarıda bırakmayı nasıl öğrendiğini ve bu keyfi nasıl yaşamında bir pratik hâline getirdiğini anlatıyor. Mevzuya da çok güzel bir yerden giriyor. Üç kızını da 'dünyanın tüm sırlarının sessizlikte saklı olduğuna' ikna etme çabalarından biri için akşam yemeği yerken sohbete girişiyorlar. Neydi sessizlik diye soruyor Kagge. Soru ne kadar önemliyse alacağı cevaplar da çok önemliydi onun için. "Sessizliğin insanın dostu olabileceğine ve bunun sahip olmayı arzu ettikleri Louis Vuitton çantalarından çok daha değerli, lüks bir şey olduğunu açıklama fırsatını yakalamadan çok önce, çoktan, sessizliğin ne olduğuna dair hükümlerini vermişlerdi" diyor. Nedir o hüküm? Sessizlik, insanın sadece üzgünken sığınabileceği bir şey. Bunun dışında hiçbir değeri yok. Kızları böyle düşünüyordu Kagge'nin, kitabın sonuna doğru işlerin biraz değiştiğini görebiliyoruz.
Kitap, hem yalın anlatımıyla hem de insanı öğütlerle sıkmayan bir tavır takınması sebebiyle keyifle okunuyor. Araya konan resimler ve fotoğraflar insanı mola verip düşünmeye sevk ediyor. Yine kitabı bitirmek üzere olduğum bir gün, Kemal Sayar hocanın bir tweet'iyle karşılaştım. "Sessizlik, gürültü çağında şifadır. Her gün yarım saatimizi 'sessizliğin sesi'ni dinlemeye ayıralım. O kadar sessiz olalım ki 'yağmurun sesindeki müziği', 'duvardaki taşların sesi'ni duyalım." diyordu hoca. Kagge de şöyle söylüyor: "Sessizlik, yapmakta olduğun şeyin derinlerine inmeyle ilgili bir şeydir. Bırak, her anın yeterince büyük olsun. Diğerleri ve başka şeyler vasıtasıyla yaşama hayatı. Dünyayı dışarıda bırak."
Hint felsefesine meraklı bir öğrenci, öğretmenine Brahman'ın, yani dünyanın ruhunun ne olduğunu sorar. Öğretmen soruyu duyduktan sonra sessiz kalır. Öğrenci iki üç kez daha sorusunu yineler. En sonunda öğretmen der ki: "Ben bunu sana şu an öğretiyorum ama sen dinlemiyorsun.". Bu hikâyenin farklı bir formu da var. "Bana Brahma'yı anlat" diyen öğrenciye verilen "Brahma ol ki Brahma'yı bilesin" cevabı gibi. Diğer yandan, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye sorulan "Aşk nedir?" sorusuna hazretin verdiği "Ben ol da bil" cevabı da hatırlanıyor elbette. Tüm bunlarda, sessizliğin gerçek manada yaşandığında ne tür hikmetler açabileceğine dair bir anlatı var esasında. "Ya hayır söyleyin ya da susun" öğüdü de öyle değil mi? Hele ki şu çağda susmak, susabilmek, sessizlik içinde bir yolcu gibi yaşayabilmek ne büyük hüner. İşte Erling Kagge de "Herkesin sessizliği kendine özgüdür" diyerek anlatıyor dünyayı dışarıda bırakma çabalarını: "Bir sevgili olarak kimi zaman sessizliği özlerim. Konuşmaktan hoşlanırım ve de dinlemekten, ama benim tecrübelerime göre, gerçek bir yakınlık ancak bir süre konuşmadığımızda ortaya çıkar."
Mutfakla başladım mutfakla bitirmek isterim. Mutfakta tek başına bir şeylerle meşgul olmak kimilerine yeni yollar açabiliyor. "Birçok insan bana iyi tavsiyelerde bulundu. Ama bütün bunları düşünüp bir karara varma görevini, rahatsız edilmeden mutfakta yerine getirdim." diyor Kagge. Bulaşıkları yıkamak, tezgâhı düzenlemek, lavabo açmak yoğun bir sessizlik hâliyle beraber insanı rahatlatabiliyor: "Yaptığım sıradan olmayan tek şey, bulaşıkla meşgulken rahatsız edilmeksizin çok az sayıdaki kabul görmüş gerçekliğe soru işaretleri koymak olmuştur."
Ancak dışımızdaki sesleri kapatarak içimizdeki sesleri açabiliriz. Sessizliği iyi dinlemeliyiz.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
28 Haziran 2020 Pazar
Eğer sabrederse, insanı olgunlaştıran acılarıdır
Bosnalı yazar Meşa Selimoviç'in kaleminden dökülen bir hayat hikâyesi… Yazar, kardeşinin idamından yirmi yıl sonra, dört yıl içinde oluşturmuş romanı. Roman da tıpkı hayat gibi öngörülemiyor. Her bölüm yeni bir sürprizle karşılıyor okuru.
Ahmet Nureddin adında bir dervişin hayatını, mücadelesini, adaleti arayışını okuyoruz. Kardeşinin haksız yere kaleye kapatıldığını öğrenmesiyle başlıyor olaylar.
Ahmet Nureddin kendi hayatını ve kendi gözünden hayatı anlatıyor. Acı çeken derviş acısını ve düşüncelerini yazarak hafifletmek istiyor belki de, yazmak bir ihtiyaç haline geldiğinde yazmaya başlıyor. Aslında romanın yazarı Meşa Selimoviç’i yansıtıyor Ahmet derviş… Yirmi yıl içinde taşıdığı acısını ve acının ona kattığı tecrübeyi böyle bir romanla yansıtıyor yazar.
Düşünce uçurumlarının bir ucundan öbür ucuna durmadan uzanan kâğıt üzerinde; bir davanın kanıtları gibi kalan satırları çiziktirmeye devam ediyorum. Kimin davası? Kime karşı yürütülecek bu dava? Büyük Allah’ım neden beni bu duruma düşürdün? Neden kendimle uğraşmak zorunda bıraktın beni? Kendi kendime mi yoksa başkasına mı karşı koyacağım? Ama artık başka çıkar yol yok. Bu yazmak işi, yaşamak ya da ölmek gibi kaçınılmaz bir şey oldu. Adalet muhasebesi ile dolu bir hayat hikâyesi geliyor devamında. Suçsuz yere kaleye kapatılan kardeşi için utanıyor önce derviş Ahmet, ne suç işlemiştir acaba? Sonra araştırmaya başlıyor, şehrin yetkililerine gidiyor. Kaymakam, kadı, müftü… Ama gittiği yerlerde de hep bi eziklik için de. Kentte tanınan bir derviş olan Ahmet’in kardeşi ne suç işlemiştir? Derviş Ahmet kardeşimi nasıl kurtarırım diye uğraşırken, kardeşinin öldürüldüğünü öğreniyor. Böylece derviş büyük bir sorgulama içine giriyor. Kardeşi için yapması gerekenleri yapabilmiş midir? Adalet nedir? Kimler sebep olmuştur kardeşinin ölümüne?
Yüce Rabbim, ne olacak benim halim? Durmadan ilerlediğim halde gittikçe uzaklaşıyorum. Tam hedefime yaklaştım derken, o uzaklaşıyor. Yaptıklarımdan yararlanayım derken, o her şeyi yıkıyor. İşimin sonu olmayacak mı benim? Derviş Ahmet, hasta olan insanları ziyaret edip, cennetin güzelliklerini, ölümü anlatan; İşleyen mevcut düzenin doğru olduğuna inanan bir insan. Ama başına gelenler ona bütün bildiklerini sorgulatıyor.
Birçok kişinin başına gelen olaylar, insanın kendi canına değdi mi nasıl da önem kazanıyor. Acı bir olay yaşadıktan sonra hayat artık başka bir formda görünüyor insana.
Üzerinde çatlak bulunmayan sağlam bir duvar gibi görünüyordu hayat. Ama beklenmedik bir sarsıntı, bu mağrur duvarı kumdanmış gibi bir anda yerle bir etti.
Böyle düşünürken Derviş Ahmet, acı onu dönüştürüyor. Bir noktadan sonra giderek güçlenmeye başlıyor Ahmet. Ama mutsuz, hep mutsuz. O güçlenirken, kini ve nefreti de güçleniyor.
Hem güçlü ve duygusuz olmayı arzulamak, uğradığı hayal kırıklığı yüzünden insanın kendi kendinden öç alması demektir.
Hem kendinden hem de Harun’un ölümüne sebep olanlardan öç alıyor.
Karanlıklar içinde olan bir insana, bütün engeller aşılmaz, bütün güçlükler yenilmez görülür. Ama üzerinden bu miskinliği atıp yüreklendikten sonra, insanın önünde hiç sezmediği yollar açılır, daracık ve tehditlerle dolu dünyası birdenbire genişler.
Derviş Ahmet hayattan ümidini kestiği bir anda, dostlarının desteğiyle tekrar tutunuyor hayata:
"Unutulmadığımı belirten bu küçük işaret, yitirilmiş gücümün geri gelmesine yetmişti. İyiliğin, iyileştirici bir gücü var. Aslında bunu görmeli çevresinde ki insanlardan küçük de olsa iyiliği esirgememeli insan. Bizim için küçük olan bir iyilik, karşı taraf için yaşama ümidi olabilir zira. Tek bile olsa, dünyada iyi bir insanın var olduğunu bilmem bütün insanlarla barışmam için bana yetmişti."
Sadece iyilik yapılana değil, bizzat iyilik yapana da güç verir; iyilik.
Romanda Ahmet’in dostu, dayanağı olan Hasan, bu sırra vakıf olanlardan. Yolculukları sırasında hayata küsen, aklını kaybeden bir kadının iyilikle nasıl hayata bağlandığını anlatıyor Hasan. İyilik yaparak acılarını hafiflettiğini söylüyor.
Romanın ilerleyen kısımlarında bir hakikat daha göz kırpıyor okura: "İnsan, yardım ettiği kimselerden kolay kolay kopamaz. Böylece, kendine ait güzel bir anıyı korur çünkü."
Ahmet ne kadar içine kapanık, sessiz, mutsuz bir insansa, Hasan da tam tersi mutlu, hayatı doludizgin yaşayan, konuşmayı çok seven bir karakter. Hasan, iyilikleri ve neşesiyle hem kendi hayatını hem de çevresindeki insanların hayatını renklendiriyor.
Öte yandan Hasan da adaleti arayanlardan…
Adalet sağlık gibidir, yok olunca onu düşünür insan.
Herkes de adaleti kendi bildiği yollardan arıyor. Tekrar Derviş Ahmet’e dönecek olursak; Ahmet uzun bir sessizliğin ardından harekete geçmeye başlıyor. Düşünen değil eyleme geçen insandır.
Bu eylemle birlikte yepyeni bir hayat çıkıyor ortaya. Adil bir hayat muhasebesini, romanın kahramanlarıyla birlikte yapıyoruz sonra. Romanın buradan sonraki kısmı çok etkileyici. En başta yavaş ilerleyen bir hayat varken, ikinci yarı da çok hızlı ilerlediğini görüyoruz hayatın. Bu kısımda olan olayları kitabın büyüsü kaçmasın diye yazmıyorum.
Küçük iyiliklerin, büyük etkisini; hayatta ki adaleti, acının vermiş olduğu gücü görüyoruz romanda.
Son olarak ”nasıl mutsuz olur insan?” sorusunun cevabını da veriyor bize yazar;
"Doğarken güçsüz, büyüyünce de korkunç olan bir canavar gibidir memnuniyetsizlik. Bu canavar rahat bırakmaz sonra insanı."
"Lanetlenmiştir insan, geçmediği yolların özlemini çeker daima. Keşkelere takılır burada insan. Ama nereden bilebilir ki, geçmediği bir yolun daha iyi olacağını."
Yabancı sözcüklere kulakları sağırdır bazı kimselerin. Hem kendilerini hem başkalarını mutsuz eder bunlar.
İnsanların hayat hikâyeleri değişkenlik gösterse de, yaşanılan duygular büyük bir benzerlik gösteriyor. Kitapta yaşanan olaylar içinde insanın duygularını çok güzel işlemiş yazar. Bu sebepten evrensel bir yapıt. Otuz üç dile çevrilmiş ve yüz temel eser içinde de yerini almış.
Sümeyra Yılmaz
twitter.com/Smyra_ylmaz
Ahmet Nureddin adında bir dervişin hayatını, mücadelesini, adaleti arayışını okuyoruz. Kardeşinin haksız yere kaleye kapatıldığını öğrenmesiyle başlıyor olaylar.
Ahmet Nureddin kendi hayatını ve kendi gözünden hayatı anlatıyor. Acı çeken derviş acısını ve düşüncelerini yazarak hafifletmek istiyor belki de, yazmak bir ihtiyaç haline geldiğinde yazmaya başlıyor. Aslında romanın yazarı Meşa Selimoviç’i yansıtıyor Ahmet derviş… Yirmi yıl içinde taşıdığı acısını ve acının ona kattığı tecrübeyi böyle bir romanla yansıtıyor yazar.
Düşünce uçurumlarının bir ucundan öbür ucuna durmadan uzanan kâğıt üzerinde; bir davanın kanıtları gibi kalan satırları çiziktirmeye devam ediyorum. Kimin davası? Kime karşı yürütülecek bu dava? Büyük Allah’ım neden beni bu duruma düşürdün? Neden kendimle uğraşmak zorunda bıraktın beni? Kendi kendime mi yoksa başkasına mı karşı koyacağım? Ama artık başka çıkar yol yok. Bu yazmak işi, yaşamak ya da ölmek gibi kaçınılmaz bir şey oldu. Adalet muhasebesi ile dolu bir hayat hikâyesi geliyor devamında. Suçsuz yere kaleye kapatılan kardeşi için utanıyor önce derviş Ahmet, ne suç işlemiştir acaba? Sonra araştırmaya başlıyor, şehrin yetkililerine gidiyor. Kaymakam, kadı, müftü… Ama gittiği yerlerde de hep bi eziklik için de. Kentte tanınan bir derviş olan Ahmet’in kardeşi ne suç işlemiştir? Derviş Ahmet kardeşimi nasıl kurtarırım diye uğraşırken, kardeşinin öldürüldüğünü öğreniyor. Böylece derviş büyük bir sorgulama içine giriyor. Kardeşi için yapması gerekenleri yapabilmiş midir? Adalet nedir? Kimler sebep olmuştur kardeşinin ölümüne?
Yüce Rabbim, ne olacak benim halim? Durmadan ilerlediğim halde gittikçe uzaklaşıyorum. Tam hedefime yaklaştım derken, o uzaklaşıyor. Yaptıklarımdan yararlanayım derken, o her şeyi yıkıyor. İşimin sonu olmayacak mı benim? Derviş Ahmet, hasta olan insanları ziyaret edip, cennetin güzelliklerini, ölümü anlatan; İşleyen mevcut düzenin doğru olduğuna inanan bir insan. Ama başına gelenler ona bütün bildiklerini sorgulatıyor.
Birçok kişinin başına gelen olaylar, insanın kendi canına değdi mi nasıl da önem kazanıyor. Acı bir olay yaşadıktan sonra hayat artık başka bir formda görünüyor insana.
Üzerinde çatlak bulunmayan sağlam bir duvar gibi görünüyordu hayat. Ama beklenmedik bir sarsıntı, bu mağrur duvarı kumdanmış gibi bir anda yerle bir etti.
Böyle düşünürken Derviş Ahmet, acı onu dönüştürüyor. Bir noktadan sonra giderek güçlenmeye başlıyor Ahmet. Ama mutsuz, hep mutsuz. O güçlenirken, kini ve nefreti de güçleniyor.
Hem güçlü ve duygusuz olmayı arzulamak, uğradığı hayal kırıklığı yüzünden insanın kendi kendinden öç alması demektir.
Hem kendinden hem de Harun’un ölümüne sebep olanlardan öç alıyor.
Karanlıklar içinde olan bir insana, bütün engeller aşılmaz, bütün güçlükler yenilmez görülür. Ama üzerinden bu miskinliği atıp yüreklendikten sonra, insanın önünde hiç sezmediği yollar açılır, daracık ve tehditlerle dolu dünyası birdenbire genişler.
Derviş Ahmet hayattan ümidini kestiği bir anda, dostlarının desteğiyle tekrar tutunuyor hayata:
"Unutulmadığımı belirten bu küçük işaret, yitirilmiş gücümün geri gelmesine yetmişti. İyiliğin, iyileştirici bir gücü var. Aslında bunu görmeli çevresinde ki insanlardan küçük de olsa iyiliği esirgememeli insan. Bizim için küçük olan bir iyilik, karşı taraf için yaşama ümidi olabilir zira. Tek bile olsa, dünyada iyi bir insanın var olduğunu bilmem bütün insanlarla barışmam için bana yetmişti."
Sadece iyilik yapılana değil, bizzat iyilik yapana da güç verir; iyilik.
Romanda Ahmet’in dostu, dayanağı olan Hasan, bu sırra vakıf olanlardan. Yolculukları sırasında hayata küsen, aklını kaybeden bir kadının iyilikle nasıl hayata bağlandığını anlatıyor Hasan. İyilik yaparak acılarını hafiflettiğini söylüyor.
Romanın ilerleyen kısımlarında bir hakikat daha göz kırpıyor okura: "İnsan, yardım ettiği kimselerden kolay kolay kopamaz. Böylece, kendine ait güzel bir anıyı korur çünkü."
Ahmet ne kadar içine kapanık, sessiz, mutsuz bir insansa, Hasan da tam tersi mutlu, hayatı doludizgin yaşayan, konuşmayı çok seven bir karakter. Hasan, iyilikleri ve neşesiyle hem kendi hayatını hem de çevresindeki insanların hayatını renklendiriyor.
Öte yandan Hasan da adaleti arayanlardan…
Adalet sağlık gibidir, yok olunca onu düşünür insan.
Herkes de adaleti kendi bildiği yollardan arıyor. Tekrar Derviş Ahmet’e dönecek olursak; Ahmet uzun bir sessizliğin ardından harekete geçmeye başlıyor. Düşünen değil eyleme geçen insandır.
Bu eylemle birlikte yepyeni bir hayat çıkıyor ortaya. Adil bir hayat muhasebesini, romanın kahramanlarıyla birlikte yapıyoruz sonra. Romanın buradan sonraki kısmı çok etkileyici. En başta yavaş ilerleyen bir hayat varken, ikinci yarı da çok hızlı ilerlediğini görüyoruz hayatın. Bu kısımda olan olayları kitabın büyüsü kaçmasın diye yazmıyorum.
Küçük iyiliklerin, büyük etkisini; hayatta ki adaleti, acının vermiş olduğu gücü görüyoruz romanda.
Son olarak ”nasıl mutsuz olur insan?” sorusunun cevabını da veriyor bize yazar;
"Doğarken güçsüz, büyüyünce de korkunç olan bir canavar gibidir memnuniyetsizlik. Bu canavar rahat bırakmaz sonra insanı."
"Lanetlenmiştir insan, geçmediği yolların özlemini çeker daima. Keşkelere takılır burada insan. Ama nereden bilebilir ki, geçmediği bir yolun daha iyi olacağını."
Yabancı sözcüklere kulakları sağırdır bazı kimselerin. Hem kendilerini hem başkalarını mutsuz eder bunlar.
İnsanların hayat hikâyeleri değişkenlik gösterse de, yaşanılan duygular büyük bir benzerlik gösteriyor. Kitapta yaşanan olaylar içinde insanın duygularını çok güzel işlemiş yazar. Bu sebepten evrensel bir yapıt. Otuz üç dile çevrilmiş ve yüz temel eser içinde de yerini almış.
Sümeyra Yılmaz
twitter.com/Smyra_ylmaz
27 Haziran 2020 Cumartesi
Köy romanı mı dediniz?
“Tokat, Kastamonu, Denizli, Gaziantep… Fark etmez, herhangi bir Anadolu köyü işte. Sekiz on yaşlarında bir köy çocuğu nasıl yaşar…” diyerek giriş yapılmış Dünyayı Dolduran Kiraz’ın tanıtım yazısına. 1989 yılında Türkiye Yazarlar Birliği’nce ‘yılın romanı’ payesiyle ödüllendirilmiş. Ötüken Neşriyat (ilk baskı Vadi Yayınları, 1990) tarafından yayınlanan eser yüz kırk dört sayfadan oluşuyor. Yazarı Şükrü Karaca (1956-2014) köy öğretmenliği ve avukatlık yaptıktan sonra Diyanet İşleri Başkanlığı ve Dış İşleri Bakanlığı’nda memur olarak çalışmış. Ama ondan evvel köyde doğmuş ve köy çocuğu olarak büyümüş biridir. Babasını kaybettiğinde dokuz yaşındadır. İlkokuldan sonrasını yatılı okuyup kendini yetiştirmiştir.
Dünyayı Dolduran Kiraz’ı, Karaca’nın biyografisine göz önünde bulundurarak okuyunca romanın otobiyografik tarafı dikkat çekiyor. Karaca, hayatının bir kesitini romanlaştırmış. Romandaki en önemli detayın yazarın anlattığı dünyaya ‘yabancı’ olmayışı olduğu düşüncesindeyim. Malum, ideolojik fetişizm içinde gelişen köy romancılığımız var. Bu bağlamda, söz konusu köy romanı olunca farklı, özgün ve aslına sadık kalan her anlatının hakkını teslim etmek gerekir.
Köy romancılığı demişken, uzun uzun yazmadan, hem hatırlamak hem de aradaki farkı görmek için bir iki kelam etmek gerekiyor sanırım. Türkiye’deki köy romancılığı, toplumsal gerçekçilik adı altında ezberlenmiş şablonları konu edinir. Tiplemeler birkaç ‘numune’ dışında hep aynıdır. Elitist aydın tabakanın sahip olduğu aynı bakış açısı sinemaya fazlasıyla yansıtılmıştır. Örneğin köylünün emeğini sömüren bir ağa tiplemesi vardır ve her türlü düzenbazlığı, ahlaksızlığı yaparak köyün (insanlar da dâhil) mülkiyetini ele geçirmiştir. Muhtar, imam, şeyh ya da ihtiyar heyeti gibi köyün ileri gelenleri ağanın en büyük destekçisidir. Zaten ağanın döndürdüğü çarktan kendilerine de pay düşmektedir. Köyde eşkıyalık yaparak her türlü suçu rahatlıkla işleyebilen ve üzerini kapatan bu çete bir şekilde merkezi yönetim ve kolluk güçleriyle de iyi ilişkiler kurmuştur. Bu sayede hem adli süreçlerle muhatap olmaz hem de akçeli işleri birlikte yürütürler. Bu arada ‘cahil’ ahalinin düzene karşı çıkmak şöyle dursun desteklemek gibi bir eğilimi vardır. Köyde birkaç kişi düzene ‘isyan’ eder lakin baskıcı yapı bir şekilde onları etkisiz hâle getirerek sindirir.
Köy romancısı bu yapıyı devirecek bir devrimin peşindedir ve dolayısıyla bu metinler sosyalist çözümlemelerle oluşturulur. İronik biçimde okullu olmayan, okumayan köylünün aydınlanma tahayyülü köylü olmayan okumuşlar için yazılan romanlara konu olur. En nihayetinde köy romancılığı Batı tipi modernleşme olgusunun sosyalizm sosuna batırılmış taklitçi bir uzantısıdır.
Bu eleştirel bakış köy romancılığının konu ettiği meselelerin olmadığı anlamına gelmiyor. Eksiği yok, fazlası var. Dünyayı Dolduran Kiraz’da da köy romancılığındaki anlatıyı destekleyecek doneler bulunuyor lakin anlatı bambaşka bir dil barındırıyor. İyi ya da kötü tartışılır fakat Anadolu insanına, hayatına ‘içten’ bir bakış söz konusu. Meselenin özünün de bu olduğu düşüncesindeyim. Yani bir şey olurken ya da bir şeye dönüşürken nesne değil, özne olabilmektir mesele.
Romana tekrar dönersek, dil ve anlatım açısından üzerinde durulması gereken bazı noktalar var. Metnin genelinde şiirsel bir anlatım söz konusu. Bu bağlamda mecazdan mübalağa sanatına kadar birçok teknik kullanılmış. Bir çocuğun bakış açısıyla anlatılması geniş bir hayal dünyasına kapı aralıyor. Bu özelliğinin ortaya çıkardığı efsane ve destanların içinden taşan fantastik detaylar ziyadesiyle yer alıyor. Çocuk mantığı çerçevesinde yapılan hiciv ve göndermeler anlatıyı hem zenginleştiriyor hem de okumayı eğlenceli hâle getiriyor. En önemlisi yazar yerel dil ve köy kültürünü mükemmel derecede yansıtmış. Öyle ki, ancak köyde doğup yetişmiş bir insanın gerçek anlamda hâkim olacağı bir söz dağarcığı ve kültüre yer vermiş. Yani büyük ölçüde ‘kendisi’ olabilmiş.
Romanda babası ölen bir çocuğun, bu kaybının iç dünyasındaki yansımaları ele alınıyor. Artık babasız bir dünyada tüm zorluklarıyla yaşamaya alışacaktır. Bu bağlam metni baştan sona kuşatıyor diyebiliriz. Hâliyle alt metinde ağır ağır akan bir hüzün bulunuyor. İç dünyasında fırtınalar kopan çocuk dışındaki dünyaya da yabancı kalamıyor. Yetişkinlerin çekişmelerine, kavgalarına ve çoğu zaman anlam veremediği davranışlarına şahit oluyor. Anlam veremediği yalnızca yetişkinlerin dünyası değildir. Kendisi gibi çoçukları da dış dünyanın bir parçası olarak görerek anlamlandırmaya çalışıyor. Zor olan, bu iki dünya arasında denge kurma çabasıdır.
Metinde köy kültürünün dışında modernizmle etkileşime girmiş anlayışın örnekleri de görülüyor. Köye, köylüye oldukça uzak olan bu anlayış şehirle ve devletle irtibatlandırılıyor. Roman, belirli bir eğitim almış kişilerin de temsilcisi olduğu bu anlayışın absürtlüğünü ortaya çıkarıyor. Örneğin romanda okul önüne yapılan bir ‘büst’ meselesi var ki, evlere şenlik. Köylünün ihtiyaçlarının adı anılmazken muhtar, öğretmen, kaymakam, vali silsilesi köy için büstün elzem olduğu düşüncesinde birleşiyor. Tümüyle şekilci olan bakış açısına göre büst medeni olmanın ölçütlerinden biri sayılıyor. Karşı çıkan az sayıdaki kişinin de bakış açısı gerçekçi olmak yerine şekilcilikten öteye geçemiyor. Devleti, devlet adamlığını kutsayan anlayışın uzantısı olan bu süreç bile tek başına toplumsallığımızı inşa eden kodları göstermeye yetiyor. Kısacası dindarından laikine, milliyetçisinden hümanistine, gelenekçisinden modernite yanlısına kadar toplumun tüm kesimlerinin hayat anlayışı şekilcilikten ibaret.
Romanda dini örgüye ayrıca bahis açmak gerektiğini düşünüyorum. Evvela dinin teolojik bir uğraş değil yaşanan bir kültür olduğunu görüyoruz. İnancın ana damarını oluşturan İslam bir yana, Anadolu’nun dinselliğinde yer alan mistik, metafizik ve paganik ögeler fazlasıyla yer alıyor. Destan kültürüyle karışan rivayet-menkıbe geleneğinin yansımaları ve efsundan periye, cinden muskaya kadar geniş bir ‘inanç kültürü’ skalası bulunuyor.
Dünyayı Dolduran Kiraz, bir çocuğun zihnindeki safiyane köy olgusunu yaşanmışlık yönünü de içine alarak aktarıyor. Açıkçası beni alıp bambaşka diyarlara, zamanlara götürdü. Belki beni bu kadar etkilemesinin nedeni köyde doğup büyümüş olmam olabilir, bilemiyorum lakin bildiğim şey; ‘kendi olabilen’ bir hikâyeyi okumak yeterince güzel bir şey.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Dünyayı Dolduran Kiraz’ı, Karaca’nın biyografisine göz önünde bulundurarak okuyunca romanın otobiyografik tarafı dikkat çekiyor. Karaca, hayatının bir kesitini romanlaştırmış. Romandaki en önemli detayın yazarın anlattığı dünyaya ‘yabancı’ olmayışı olduğu düşüncesindeyim. Malum, ideolojik fetişizm içinde gelişen köy romancılığımız var. Bu bağlamda, söz konusu köy romanı olunca farklı, özgün ve aslına sadık kalan her anlatının hakkını teslim etmek gerekir.
Köy romancılığı demişken, uzun uzun yazmadan, hem hatırlamak hem de aradaki farkı görmek için bir iki kelam etmek gerekiyor sanırım. Türkiye’deki köy romancılığı, toplumsal gerçekçilik adı altında ezberlenmiş şablonları konu edinir. Tiplemeler birkaç ‘numune’ dışında hep aynıdır. Elitist aydın tabakanın sahip olduğu aynı bakış açısı sinemaya fazlasıyla yansıtılmıştır. Örneğin köylünün emeğini sömüren bir ağa tiplemesi vardır ve her türlü düzenbazlığı, ahlaksızlığı yaparak köyün (insanlar da dâhil) mülkiyetini ele geçirmiştir. Muhtar, imam, şeyh ya da ihtiyar heyeti gibi köyün ileri gelenleri ağanın en büyük destekçisidir. Zaten ağanın döndürdüğü çarktan kendilerine de pay düşmektedir. Köyde eşkıyalık yaparak her türlü suçu rahatlıkla işleyebilen ve üzerini kapatan bu çete bir şekilde merkezi yönetim ve kolluk güçleriyle de iyi ilişkiler kurmuştur. Bu sayede hem adli süreçlerle muhatap olmaz hem de akçeli işleri birlikte yürütürler. Bu arada ‘cahil’ ahalinin düzene karşı çıkmak şöyle dursun desteklemek gibi bir eğilimi vardır. Köyde birkaç kişi düzene ‘isyan’ eder lakin baskıcı yapı bir şekilde onları etkisiz hâle getirerek sindirir.
Köy romancısı bu yapıyı devirecek bir devrimin peşindedir ve dolayısıyla bu metinler sosyalist çözümlemelerle oluşturulur. İronik biçimde okullu olmayan, okumayan köylünün aydınlanma tahayyülü köylü olmayan okumuşlar için yazılan romanlara konu olur. En nihayetinde köy romancılığı Batı tipi modernleşme olgusunun sosyalizm sosuna batırılmış taklitçi bir uzantısıdır.
Bu eleştirel bakış köy romancılığının konu ettiği meselelerin olmadığı anlamına gelmiyor. Eksiği yok, fazlası var. Dünyayı Dolduran Kiraz’da da köy romancılığındaki anlatıyı destekleyecek doneler bulunuyor lakin anlatı bambaşka bir dil barındırıyor. İyi ya da kötü tartışılır fakat Anadolu insanına, hayatına ‘içten’ bir bakış söz konusu. Meselenin özünün de bu olduğu düşüncesindeyim. Yani bir şey olurken ya da bir şeye dönüşürken nesne değil, özne olabilmektir mesele.
Romana tekrar dönersek, dil ve anlatım açısından üzerinde durulması gereken bazı noktalar var. Metnin genelinde şiirsel bir anlatım söz konusu. Bu bağlamda mecazdan mübalağa sanatına kadar birçok teknik kullanılmış. Bir çocuğun bakış açısıyla anlatılması geniş bir hayal dünyasına kapı aralıyor. Bu özelliğinin ortaya çıkardığı efsane ve destanların içinden taşan fantastik detaylar ziyadesiyle yer alıyor. Çocuk mantığı çerçevesinde yapılan hiciv ve göndermeler anlatıyı hem zenginleştiriyor hem de okumayı eğlenceli hâle getiriyor. En önemlisi yazar yerel dil ve köy kültürünü mükemmel derecede yansıtmış. Öyle ki, ancak köyde doğup yetişmiş bir insanın gerçek anlamda hâkim olacağı bir söz dağarcığı ve kültüre yer vermiş. Yani büyük ölçüde ‘kendisi’ olabilmiş.
Romanda babası ölen bir çocuğun, bu kaybının iç dünyasındaki yansımaları ele alınıyor. Artık babasız bir dünyada tüm zorluklarıyla yaşamaya alışacaktır. Bu bağlam metni baştan sona kuşatıyor diyebiliriz. Hâliyle alt metinde ağır ağır akan bir hüzün bulunuyor. İç dünyasında fırtınalar kopan çocuk dışındaki dünyaya da yabancı kalamıyor. Yetişkinlerin çekişmelerine, kavgalarına ve çoğu zaman anlam veremediği davranışlarına şahit oluyor. Anlam veremediği yalnızca yetişkinlerin dünyası değildir. Kendisi gibi çoçukları da dış dünyanın bir parçası olarak görerek anlamlandırmaya çalışıyor. Zor olan, bu iki dünya arasında denge kurma çabasıdır.
Metinde köy kültürünün dışında modernizmle etkileşime girmiş anlayışın örnekleri de görülüyor. Köye, köylüye oldukça uzak olan bu anlayış şehirle ve devletle irtibatlandırılıyor. Roman, belirli bir eğitim almış kişilerin de temsilcisi olduğu bu anlayışın absürtlüğünü ortaya çıkarıyor. Örneğin romanda okul önüne yapılan bir ‘büst’ meselesi var ki, evlere şenlik. Köylünün ihtiyaçlarının adı anılmazken muhtar, öğretmen, kaymakam, vali silsilesi köy için büstün elzem olduğu düşüncesinde birleşiyor. Tümüyle şekilci olan bakış açısına göre büst medeni olmanın ölçütlerinden biri sayılıyor. Karşı çıkan az sayıdaki kişinin de bakış açısı gerçekçi olmak yerine şekilcilikten öteye geçemiyor. Devleti, devlet adamlığını kutsayan anlayışın uzantısı olan bu süreç bile tek başına toplumsallığımızı inşa eden kodları göstermeye yetiyor. Kısacası dindarından laikine, milliyetçisinden hümanistine, gelenekçisinden modernite yanlısına kadar toplumun tüm kesimlerinin hayat anlayışı şekilcilikten ibaret.
Romanda dini örgüye ayrıca bahis açmak gerektiğini düşünüyorum. Evvela dinin teolojik bir uğraş değil yaşanan bir kültür olduğunu görüyoruz. İnancın ana damarını oluşturan İslam bir yana, Anadolu’nun dinselliğinde yer alan mistik, metafizik ve paganik ögeler fazlasıyla yer alıyor. Destan kültürüyle karışan rivayet-menkıbe geleneğinin yansımaları ve efsundan periye, cinden muskaya kadar geniş bir ‘inanç kültürü’ skalası bulunuyor.
Dünyayı Dolduran Kiraz, bir çocuğun zihnindeki safiyane köy olgusunu yaşanmışlık yönünü de içine alarak aktarıyor. Açıkçası beni alıp bambaşka diyarlara, zamanlara götürdü. Belki beni bu kadar etkilemesinin nedeni köyde doğup büyümüş olmam olabilir, bilemiyorum lakin bildiğim şey; ‘kendi olabilen’ bir hikâyeyi okumak yeterince güzel bir şey.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
24 Haziran 2020 Çarşamba
Önyargının ve eşitsizliğin kitabı
“Başınızı dik tutun, yumruklarınızı da indirin. Kim size ne derse desin, sinirleriniz hâkim olun. Değişiklik olsun diye, kafanızla mücadele edin, öğrenmeye dirense de kafa denen şey iyi bir şeydir."
"Atticus, davayı kazanacak mıyız?"
"Hayır, tatlım."
"O zaman neden..."
"Daha başlamadan yüz yıl önce davayı kaybetmiş olmamız demek kazanmaya çalışmayacağız anlamına gelmez."
"İstediğiniz kadar şakrak kuşu vurabilirsiniz ama bülbülü öldürmek günahtır, bunu asla unutmayın."
Irkçılığı anlatan filmler (kuşkusuz öncelikle kitaplar) arasında konunun işlenişi açısından William Faulkner’ın Kırmızı Yapraklar kitabını okumadan önce, konuyu ele alışıyla en etkilendiğim eser Bülbülü Öldürmek olmuştur. Bülbülü Öldürmek özgün adı İngilizce: To Kill a Mockingbird adlı roman, Harper Lee’nin 1960 da yayınlanan Pulitzer ödüllü ilk ve tek romanıdır. Eser yayınlandıktan sonra büyük bir yankı yapmış, büyük bir başarı kazanarak, Amerikan Edebiyatı’nın klasikleri arasına girmiştir.
"Bülbüller yalnızca müzik üretirler, bizi eğlendirmek için. Bahçeleri yağmalamazlar, tarlalarda yuva yapmazlar. Yalnızca şarkı söylerler. Hem de yürekleri paralanana dek. İşte o nedenle günahtır bülbülü öldürmek."
Yalnızca yaşamakta olanlar, yalnızca kendi dünyalarında var olma çabasıyla, hatta belki çaba bile harcamak gerekmez var olmak yeterlidir var olduğunun anlaşılması ve varlığına saygı duyulması için. Ancak birileriyle aynı renklerde olmamak, aynı aile düzenlerinde yetişmiş, aynı geçim şartlarıyla büyümüş, aynı çevrelerde bulunmuş, aynı okullara gitmiş, aynı işlerde çalışmış olmamak sınıfsal olarak ayrılmanın “öteki” olmanın gerekçeleriyse, bu ne kadar adil olabilir?
Aynı dili konuşuyor olmamak, aynı bütünün parçası olmamak adalet terazisini etkilerse, bu durumda adaletten söz edilebilir mi?
Görünen o ki eşitlik olgusu dün de anlaşılamadı bu gün de algılanabilmiş değil.
“Bunun kullanma kılavuzu var mı? Vicdan denen şey her insanda var ama sanırım bir yerde bir hata var kullanmasını bilmiyoruz.”
Sadece “kara derili”, “kızıl derili”, “sarı benizli”, “soluk yüzlü”, zengin, fakir, varoş, aşağı mahalle, okumuş, dindar vs. bütün sınıfsal ayrımların sadece geçmişte kalmadığını görmek, insanın, olan bitene Atticus gibi durağan bir çehreyle bakarken içten içe kahrolmasına, Faulkner gibi gözyaşı akıtmadan ağlamasına, kanamaksızın parçalanmasına, yok olurken son sözünü söyleyecek gücü bulamamasına neden oluyor.
Sonra beyaz camdan, beyaz adamın güç gösterisindeki atalarından kalma huyların, düşüncelerin, ellerinden kötülük olarak aktığını, dingin görünen, hummalı bir ruh ile izliyoruz.
Sonra belki, yine dingin görünen o hummalı ruh ile görmeye çalışıyor insan geleceği. Gözlüksüz ileri derece astigmatlı gözlerle, ne kadar ileriyi görebilirsek işte.
“Gerçek cesaretin ne olduğunu görmeni istiyordum, gerçek cesaretin eli tüfekli bir adamla ilgisi olmadığını. Daha başlamadan yenildiğini bile bile başlamak ve her ne pahasına olursa olsun sonuna kadar devam etmek olduğunu. Nadiren de olsa bazen kazanırsın.”
Scout ve Jem Dill ile çok yakın arkadaştır. Dill’in babası olan avukat Atticus Finch’in asılsız bir iddiayla yargılanan bir zenciyi savunmakla görevlendirilir. Fakat tüm kasaba Dill’in babası avukat, Atticus Finch’e cephe almıştır. Olaylar kasabalılarla ters düşen Atticus Finch’in etrafında şekillenecek Scout, Jem ve Dill’in dostlukları ve komşulukları da olaydan çok etkilenecektir.
“Ama bu davayı almasaydım çocuklarımın yüzüne bakabilir miydim sanıyorsun? … Tek umudum, tek duam Jem’le Scout’un öfkeye kapılmadan bunu atlatması, en önemlisi de bunu Maycombluların alışılagelmiş hastalığına kapılmadan yapmaları. Bir siyahiyle ilgili bir şey olduğunda aklı başında insanların neden akıllarını kaçırdıklarını anladığımı söylesem yalan olur… Umarım Jem ile Scout bir cevap aradıklarında kasabada konuşulanları dinlemek yerine bana gelirler.”
Alabama eyaletinde yaşıyor olup da bu cümleleri sarfetmek büyük cesaret kuşkusuz.
Önyargılı ve riyakâr Güneylilerin ırk ve sınıf ayrımlarını Scout ve Jem Finch adlarındaki iki çocuğun bakış açısından aktaran roman, kent halkının bu yaklaşımlarına ve vicdanlarına karşı tek başına karşı koyan insancıl bir avukatın mücadelesini ırkçılık, vicdansızlık ve riyakârlık fonları içinde anlatmaktadır.
Roman zenci ve beyaz çatışmasını ele alan; ırkçılık konusunda insana ve sevgiye değer vermek gerektiğini öneren bir eser.
“- ...pek çok kişi kendilerinin haklı olduğunu, senin yanıldığını düşünüyor.
+ Tabii bunu düşünmeye hakları var, düşüncelerine saygı gösterilmesini istemekte de haklılar. Ama başka insanların yüzüne bakabilmek için ilk önce kendi yüzüme bakabilmeliyim. Çoğunluğa bağlı olmayan tek şey insanın vicdanıdır.''
Bülbülü Öldürmek eserinde ve filminde de avukat Atticus Finch’in soğukkanlı duruşu dikkatimi çekmişti. Merhamet görmeyi beklemediğimiz birinden gördüğümüz merhamet şaşırtıyor. Üstelik kendisine yöneltilen baskılara rağmen merhametli olabiliyorsa insan, bu hem şaşırtıcı hem de hayranlık uyandırıcı oluyor.
Siyah beyaz çatışması kadar, Bülbülü Öldürmek kitabının “baba olmak” kavramıyla da incelenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Atticus’u iyi bir insan ve iyi bir avukat olması kadar, iyi bir baba örneği olarak öncelikle. Olaylar gelişirken, çocuklarını olaylardan habersiz, bir fanus içinde büyütmekten ziyade, onları geleceğe hazırlayan, onlara anlayabilecekleri ölçüde hayat dersleri öğütleyen bir baba.
“Büyüdükçe böyle daha nice olaylar göreceksin. Renk ne olursa olsun yansız davranılması gereken mahkemede kişilerin saplantılarını, kinlerini oraya taşıdıklarını göreceksin. Yaşadığın her gün beyazların siyahları ezdiğini göreceksin. Şunu unutma: Kim ki siyahlara bunu yapar, kim olursa olsun -ne kadar zengin olursa olsun, ne iyi aileden gelirse gelsin- yine de pisliktir.”
Atticus’un küçük yavrusuna söylediği bu sözlerle, hayatta her zaman iyilerin ve kötülerin olacağını ve nerede durması gerektiğini anlatıyor.
Doğru anlaşılmış ve uygulanmış babalık misyonunun önemi, çocuğun yaşamımın bütün süreçlerinde ve özellikle büyüklük evresinde bireyin kişiliğini oluşurken daha çok anlaşılır.
Çocuklar anneleriyle daha çok vakit geçirseler ve onları örnek alsalar da, çocuğun yetişkinlik evresindeki içsel gelişimin asıl mimarları babalarıdır.
“Sadece çocuklardan oluşan bir polis gücü olsaydı keşke…”
Atticus dışında romanın anlatıcısı olan Scout da sizi okurken etkileyen karakterlerden. Olayları ve hayatı onun bakış açısından görmek, “büyük”lerin algısındaki kusurları daha net fark etmemize yarıyor. Çünkü herhangi bir içten pazarlık ya da hesap olmadan, masum ve düz bir çocuk bakışı ile olaylara bakıldığında aslında her şey olduğundan çok daha basit ve çözülebilir görünüyor. Romandaki en etkileyici sahnelerden biri de bahsettiğim çocuk masumluğu üzerine.
Kitap, To Kill a Mockingbird adıyla beyaz perdeye aktarıldı. Senaryosunu Horton Foote'un uyarlayıp yazdığı Robert Mulligan’ın yönettiği, avukat Atticus Finch’i Gregory Peck canlandırmıştı. Film sekiz dalda birden aday gösterildiği 1963 Nobel Akademi Ödülleri'nden "en iyi erkek oyuncu", "en iyi sanat yönetimi" ve "en iyi uyarlama senaryo" dallarında olmak üzere üçünü kazanmıştı. Ayrıca Cannes Film Festivali'nde Robert Mulligan'a "Gary Cooper Ödülü" verilmişti. Film özgün müziği de Altın Küre ödülünü kazanmıştı.
“Bizim mahkemelerimizde, beyaz adamın dünyasıyla siyah adamın dünyası karşı karşıya geldiğinde, her zaman beyaz adam kazanır. Bu ne kadar çirkin olursa olsun hayatın bir gerçeği.”
Irkçılığın anlatıldığı yapıtlarda ilk şüphelinin zenci, Kızılderi’li, Asya’lı, Ortadoğu’lu olması şaşırtıcı değil.
Bu gün, bir suç işlense ve iki fail olsa, bir şüpheli eli yüzü temiz -hani öyle denir ya- hatta sarışın, renkli gözlü olsa, diğer şüpheli de esmer olsa ilk şüphelendiğimiz hangisi olurdu?
“Söylenecek çok şey vardı ama söylememeye karar verdim…”
Dilek Erdem
twitter.com/Dilek_Erdem_
"Atticus, davayı kazanacak mıyız?"
"Hayır, tatlım."
"O zaman neden..."
"Daha başlamadan yüz yıl önce davayı kaybetmiş olmamız demek kazanmaya çalışmayacağız anlamına gelmez."
"İstediğiniz kadar şakrak kuşu vurabilirsiniz ama bülbülü öldürmek günahtır, bunu asla unutmayın."
Irkçılığı anlatan filmler (kuşkusuz öncelikle kitaplar) arasında konunun işlenişi açısından William Faulkner’ın Kırmızı Yapraklar kitabını okumadan önce, konuyu ele alışıyla en etkilendiğim eser Bülbülü Öldürmek olmuştur. Bülbülü Öldürmek özgün adı İngilizce: To Kill a Mockingbird adlı roman, Harper Lee’nin 1960 da yayınlanan Pulitzer ödüllü ilk ve tek romanıdır. Eser yayınlandıktan sonra büyük bir yankı yapmış, büyük bir başarı kazanarak, Amerikan Edebiyatı’nın klasikleri arasına girmiştir.
"Bülbüller yalnızca müzik üretirler, bizi eğlendirmek için. Bahçeleri yağmalamazlar, tarlalarda yuva yapmazlar. Yalnızca şarkı söylerler. Hem de yürekleri paralanana dek. İşte o nedenle günahtır bülbülü öldürmek."
Yalnızca yaşamakta olanlar, yalnızca kendi dünyalarında var olma çabasıyla, hatta belki çaba bile harcamak gerekmez var olmak yeterlidir var olduğunun anlaşılması ve varlığına saygı duyulması için. Ancak birileriyle aynı renklerde olmamak, aynı aile düzenlerinde yetişmiş, aynı geçim şartlarıyla büyümüş, aynı çevrelerde bulunmuş, aynı okullara gitmiş, aynı işlerde çalışmış olmamak sınıfsal olarak ayrılmanın “öteki” olmanın gerekçeleriyse, bu ne kadar adil olabilir?
Aynı dili konuşuyor olmamak, aynı bütünün parçası olmamak adalet terazisini etkilerse, bu durumda adaletten söz edilebilir mi?
Görünen o ki eşitlik olgusu dün de anlaşılamadı bu gün de algılanabilmiş değil.
“Bunun kullanma kılavuzu var mı? Vicdan denen şey her insanda var ama sanırım bir yerde bir hata var kullanmasını bilmiyoruz.”
Sadece “kara derili”, “kızıl derili”, “sarı benizli”, “soluk yüzlü”, zengin, fakir, varoş, aşağı mahalle, okumuş, dindar vs. bütün sınıfsal ayrımların sadece geçmişte kalmadığını görmek, insanın, olan bitene Atticus gibi durağan bir çehreyle bakarken içten içe kahrolmasına, Faulkner gibi gözyaşı akıtmadan ağlamasına, kanamaksızın parçalanmasına, yok olurken son sözünü söyleyecek gücü bulamamasına neden oluyor.
Sonra beyaz camdan, beyaz adamın güç gösterisindeki atalarından kalma huyların, düşüncelerin, ellerinden kötülük olarak aktığını, dingin görünen, hummalı bir ruh ile izliyoruz.
Sonra belki, yine dingin görünen o hummalı ruh ile görmeye çalışıyor insan geleceği. Gözlüksüz ileri derece astigmatlı gözlerle, ne kadar ileriyi görebilirsek işte.
“Gerçek cesaretin ne olduğunu görmeni istiyordum, gerçek cesaretin eli tüfekli bir adamla ilgisi olmadığını. Daha başlamadan yenildiğini bile bile başlamak ve her ne pahasına olursa olsun sonuna kadar devam etmek olduğunu. Nadiren de olsa bazen kazanırsın.”
Scout ve Jem Dill ile çok yakın arkadaştır. Dill’in babası olan avukat Atticus Finch’in asılsız bir iddiayla yargılanan bir zenciyi savunmakla görevlendirilir. Fakat tüm kasaba Dill’in babası avukat, Atticus Finch’e cephe almıştır. Olaylar kasabalılarla ters düşen Atticus Finch’in etrafında şekillenecek Scout, Jem ve Dill’in dostlukları ve komşulukları da olaydan çok etkilenecektir.
“Ama bu davayı almasaydım çocuklarımın yüzüne bakabilir miydim sanıyorsun? … Tek umudum, tek duam Jem’le Scout’un öfkeye kapılmadan bunu atlatması, en önemlisi de bunu Maycombluların alışılagelmiş hastalığına kapılmadan yapmaları. Bir siyahiyle ilgili bir şey olduğunda aklı başında insanların neden akıllarını kaçırdıklarını anladığımı söylesem yalan olur… Umarım Jem ile Scout bir cevap aradıklarında kasabada konuşulanları dinlemek yerine bana gelirler.”
Alabama eyaletinde yaşıyor olup da bu cümleleri sarfetmek büyük cesaret kuşkusuz.
Önyargılı ve riyakâr Güneylilerin ırk ve sınıf ayrımlarını Scout ve Jem Finch adlarındaki iki çocuğun bakış açısından aktaran roman, kent halkının bu yaklaşımlarına ve vicdanlarına karşı tek başına karşı koyan insancıl bir avukatın mücadelesini ırkçılık, vicdansızlık ve riyakârlık fonları içinde anlatmaktadır.
Roman zenci ve beyaz çatışmasını ele alan; ırkçılık konusunda insana ve sevgiye değer vermek gerektiğini öneren bir eser.
“- ...pek çok kişi kendilerinin haklı olduğunu, senin yanıldığını düşünüyor.
+ Tabii bunu düşünmeye hakları var, düşüncelerine saygı gösterilmesini istemekte de haklılar. Ama başka insanların yüzüne bakabilmek için ilk önce kendi yüzüme bakabilmeliyim. Çoğunluğa bağlı olmayan tek şey insanın vicdanıdır.''
Bülbülü Öldürmek eserinde ve filminde de avukat Atticus Finch’in soğukkanlı duruşu dikkatimi çekmişti. Merhamet görmeyi beklemediğimiz birinden gördüğümüz merhamet şaşırtıyor. Üstelik kendisine yöneltilen baskılara rağmen merhametli olabiliyorsa insan, bu hem şaşırtıcı hem de hayranlık uyandırıcı oluyor.
Siyah beyaz çatışması kadar, Bülbülü Öldürmek kitabının “baba olmak” kavramıyla da incelenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Atticus’u iyi bir insan ve iyi bir avukat olması kadar, iyi bir baba örneği olarak öncelikle. Olaylar gelişirken, çocuklarını olaylardan habersiz, bir fanus içinde büyütmekten ziyade, onları geleceğe hazırlayan, onlara anlayabilecekleri ölçüde hayat dersleri öğütleyen bir baba.
“Büyüdükçe böyle daha nice olaylar göreceksin. Renk ne olursa olsun yansız davranılması gereken mahkemede kişilerin saplantılarını, kinlerini oraya taşıdıklarını göreceksin. Yaşadığın her gün beyazların siyahları ezdiğini göreceksin. Şunu unutma: Kim ki siyahlara bunu yapar, kim olursa olsun -ne kadar zengin olursa olsun, ne iyi aileden gelirse gelsin- yine de pisliktir.”
Atticus’un küçük yavrusuna söylediği bu sözlerle, hayatta her zaman iyilerin ve kötülerin olacağını ve nerede durması gerektiğini anlatıyor.
Doğru anlaşılmış ve uygulanmış babalık misyonunun önemi, çocuğun yaşamımın bütün süreçlerinde ve özellikle büyüklük evresinde bireyin kişiliğini oluşurken daha çok anlaşılır.
Çocuklar anneleriyle daha çok vakit geçirseler ve onları örnek alsalar da, çocuğun yetişkinlik evresindeki içsel gelişimin asıl mimarları babalarıdır.
“Sadece çocuklardan oluşan bir polis gücü olsaydı keşke…”
Atticus dışında romanın anlatıcısı olan Scout da sizi okurken etkileyen karakterlerden. Olayları ve hayatı onun bakış açısından görmek, “büyük”lerin algısındaki kusurları daha net fark etmemize yarıyor. Çünkü herhangi bir içten pazarlık ya da hesap olmadan, masum ve düz bir çocuk bakışı ile olaylara bakıldığında aslında her şey olduğundan çok daha basit ve çözülebilir görünüyor. Romandaki en etkileyici sahnelerden biri de bahsettiğim çocuk masumluğu üzerine.
Kitap, To Kill a Mockingbird adıyla beyaz perdeye aktarıldı. Senaryosunu Horton Foote'un uyarlayıp yazdığı Robert Mulligan’ın yönettiği, avukat Atticus Finch’i Gregory Peck canlandırmıştı. Film sekiz dalda birden aday gösterildiği 1963 Nobel Akademi Ödülleri'nden "en iyi erkek oyuncu", "en iyi sanat yönetimi" ve "en iyi uyarlama senaryo" dallarında olmak üzere üçünü kazanmıştı. Ayrıca Cannes Film Festivali'nde Robert Mulligan'a "Gary Cooper Ödülü" verilmişti. Film özgün müziği de Altın Küre ödülünü kazanmıştı.
“Bizim mahkemelerimizde, beyaz adamın dünyasıyla siyah adamın dünyası karşı karşıya geldiğinde, her zaman beyaz adam kazanır. Bu ne kadar çirkin olursa olsun hayatın bir gerçeği.”
Irkçılığın anlatıldığı yapıtlarda ilk şüphelinin zenci, Kızılderi’li, Asya’lı, Ortadoğu’lu olması şaşırtıcı değil.
Bu gün, bir suç işlense ve iki fail olsa, bir şüpheli eli yüzü temiz -hani öyle denir ya- hatta sarışın, renkli gözlü olsa, diğer şüpheli de esmer olsa ilk şüphelendiğimiz hangisi olurdu?
“Söylenecek çok şey vardı ama söylememeye karar verdim…”
Dilek Erdem
twitter.com/Dilek_Erdem_
23 Haziran 2020 Salı
Renklerin farklarını merak edenler için bir yolculuk
Okuyucuyu, sanatla zorunluluğun bir araya gelemeyeceği yönünde, gündüzün gece ile bir araya gelememesi teşbihi ile özgürlüğe hazırlayan Wassily Kandinsky, kendisini takip etmeyi ve kuramına saygıyı ziyadesi ile hak eden bir demir leblebi bırakmış alanına. Exlibris Dizisi dahilinde Ketebe tarafınca basılan Kandinsky imzalı Sanatta Ruhsallık Üzerine, keyifli bir okuma vaat ediyor. Okumayı hobi değil retorik bir derinlik için vakit ayırıp yapanlar bilir ki; düşün dünyasında, Kandinsky ölçüsünde tafsilatlı bir kuramla tanışmak çok da sık karşılaşılan lütuflardan değildir. Resimlerini entelektüel alt yapısını örerek çerçeveleyen, asan, sunan bir ressam da keza…
“Geleceğin gücünü içinde barındırmayan, yalnızca çağının çocuğu olan, geleceğe annelik yapmayan sanat kısır bir sanattır” diyen sanatçı, kısa süreli popülerliği olan ve atmosfere bağlı değişen sanatı ölü doğmuş niteler. Bu nitelemenin zihinsel gücü ile 20. yy başından bugüne, iddia ettiği ışığı bizzat kendisi de tutmaktadır. Lakin 20.yy başı için; “uzun bir materyalizmden sonra bugün yeni yeni uyanmaya başlayan ruhumuz” dediği noktada, içinde bulunduğumuz, sanatsız, estetiksiz, içsiz plastiği, tasavvur etmekte zorlanmış olmalı.
Bir sarsıntıdan bahseder! Bu bahsettiği sarsıntı; dinmek bilmeyen bir deprem gibi avucumuzdaki telefonlarla epifiz bezlerimizi ele geçirmiş olan sarsıntımıza benzemektedir. Bu yüzden biz bugün, çipli insanın üzerinde sanatın alabileceği şekiller üzerine konuşuyoruz. Bunun olacağını bilenlerin yazdıklarına “distopya” denildiği düşünülünce Kandinsky’i basiret konusunda eleştirmek haddinden de uzaklaşıyoruz.
Kandinsky’nin kariyerini ve tafsilatlı kuramını doğuran gebeliğin hikayesine gelmek gerekirse; bu hikaye, kitabın ve hayatının önsözü gibidir: Her şey, Münih’teki stüdyosuna girdiğinde aşina olmadığı bir tabloyu görmesiyle başlar. Karşılaştığı tablonun azameti, garipliği, uyandırdığı hayret duygusu öylesine kaplar ki içini, büyülenir. Şaşırır. Ne görmüştü bu resmi daha önce ne ressamını çıkartabiliyordur.
Kandinsky hayranlığına sorular takınıp resme daha yakından, daha uzun baktı. Baktı… Kendi resimlerinden birinin yana yatmış haline baktığını fark ettiğinde, hayatına yeni kendisi ve bu yeni resimde devam etme kararı almıştı. Artık materyal nesneleri olduğu gibi resme aktarmayacaktı. Gördüğü şeyin tesiri öyle derindeydi ki geçmişten taşıdığı bütün putları yıktı.
1905 yılında tecrübe ettiği bu dönüşüm ile anılardan değil, özgür ruhu ve özgürleşen geleceğinden devam edebilecek bir sanatın devrimindeydi artık. “İnsanın açık gözler ile kör olabileceğini” temellendiren bir kuram edinip dogma ne varsa yıkıp ilerleme vakti gelmişti: Hiçbir renk zıtlığını kırmızı kadar gösteremez olsa da, her renk sıcak ya da soğuk olarak algılanabilirdi. Ayrıca en çok maviyi seven biri, neden diğer renklerden daha çok maviyi sevdiğini açıklarken kimsenin kurmadığı cümleleri kurar.
Renklerin farkını merak edenler ve biraz da beyin açmak isteyenler için Sanatta Ruhsallık Üzerine kısa ama yüksek bir yolculuk sunuyor Kandinsyk.
Yükseklere meyyali olanlar için keyifli seyirler dileriz.
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
“Geleceğin gücünü içinde barındırmayan, yalnızca çağının çocuğu olan, geleceğe annelik yapmayan sanat kısır bir sanattır” diyen sanatçı, kısa süreli popülerliği olan ve atmosfere bağlı değişen sanatı ölü doğmuş niteler. Bu nitelemenin zihinsel gücü ile 20. yy başından bugüne, iddia ettiği ışığı bizzat kendisi de tutmaktadır. Lakin 20.yy başı için; “uzun bir materyalizmden sonra bugün yeni yeni uyanmaya başlayan ruhumuz” dediği noktada, içinde bulunduğumuz, sanatsız, estetiksiz, içsiz plastiği, tasavvur etmekte zorlanmış olmalı.
Bir sarsıntıdan bahseder! Bu bahsettiği sarsıntı; dinmek bilmeyen bir deprem gibi avucumuzdaki telefonlarla epifiz bezlerimizi ele geçirmiş olan sarsıntımıza benzemektedir. Bu yüzden biz bugün, çipli insanın üzerinde sanatın alabileceği şekiller üzerine konuşuyoruz. Bunun olacağını bilenlerin yazdıklarına “distopya” denildiği düşünülünce Kandinsky’i basiret konusunda eleştirmek haddinden de uzaklaşıyoruz.
Kandinsky’nin kariyerini ve tafsilatlı kuramını doğuran gebeliğin hikayesine gelmek gerekirse; bu hikaye, kitabın ve hayatının önsözü gibidir: Her şey, Münih’teki stüdyosuna girdiğinde aşina olmadığı bir tabloyu görmesiyle başlar. Karşılaştığı tablonun azameti, garipliği, uyandırdığı hayret duygusu öylesine kaplar ki içini, büyülenir. Şaşırır. Ne görmüştü bu resmi daha önce ne ressamını çıkartabiliyordur.
Kandinsky hayranlığına sorular takınıp resme daha yakından, daha uzun baktı. Baktı… Kendi resimlerinden birinin yana yatmış haline baktığını fark ettiğinde, hayatına yeni kendisi ve bu yeni resimde devam etme kararı almıştı. Artık materyal nesneleri olduğu gibi resme aktarmayacaktı. Gördüğü şeyin tesiri öyle derindeydi ki geçmişten taşıdığı bütün putları yıktı.
1905 yılında tecrübe ettiği bu dönüşüm ile anılardan değil, özgür ruhu ve özgürleşen geleceğinden devam edebilecek bir sanatın devrimindeydi artık. “İnsanın açık gözler ile kör olabileceğini” temellendiren bir kuram edinip dogma ne varsa yıkıp ilerleme vakti gelmişti: Hiçbir renk zıtlığını kırmızı kadar gösteremez olsa da, her renk sıcak ya da soğuk olarak algılanabilirdi. Ayrıca en çok maviyi seven biri, neden diğer renklerden daha çok maviyi sevdiğini açıklarken kimsenin kurmadığı cümleleri kurar.
Renklerin farkını merak edenler ve biraz da beyin açmak isteyenler için Sanatta Ruhsallık Üzerine kısa ama yüksek bir yolculuk sunuyor Kandinsyk.
Yükseklere meyyali olanlar için keyifli seyirler dileriz.
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)