23 Şubat 2020 Pazar

Kendi zindanında arınmış bir zihnin notları

Özgürlük için savaşanları hapsetmek büyük bir korkunun göstergesidir ve bu hapis müstakbel zaferin ayak sesidir. Dünya tarihinde örneğini çokça gördüğümüz tutuklu özgürlük savaşçılarının içinde Batı medeniyetini, Uzak Doğu ve İslam kültürünü onları meydana getiren dini, siyasi, ilmi ve estetik değerleriyle beraber yakından tanıması itibariyle özel bir yere sahip Aliya İzzetbegoviç. Entelektüel birikimi, keskin zekası ve güçlü iradesiyle çağının ihtiyaç duyduğu lider tipini en güçlü şekilde temsil etmiştir. Akif Emre kitaba yazdığı sunuş yazısında Aliya'yı "özgün bir lider ve düşünür prototipi" olarak tanımlarken içinde bulunduğu zor şartlar altında ortaya koyduğu fikirlerin çarpıcılına bakarak onun ne büyük bir mütefekkir olduğunu anlamanın mümkün olacağını ileri sürüyor.

Kendi önsözünde Aliya: "Okuyucunun göz atacağı (ve belki de okuyacağı) şey benim özgürlüğe kaçışımdır" diyor. Zindan, elbette sadece bedeni bir kısıtlamayı amaçlamıyor; esas itibariyle zihinsel ve duygusal bir yıpratma amaçlanıyor. İşte bu zihinsel hapisten okuyarak ve düşünerek kaçıyor Bilge Kral. Gizli gizli tuttuğu notları numaralandırarak tasnif ediyor. 1983-1988 yılları arasında hapiste geçirdiği beş yıl boyunca demokrasi, özgürlük, din, ahlak, kominizm, İslam gibi konular başta olmak üzere pek çok konuda fikir ortaya koyuyor. Bilge bir liderden bekleneceği gibi hapis hayatını bir çeşit arınma ve aydınlanma sürecine dönüştürüyor.

Bilge Kral'ın notlarında öne çıkan en önemli unsurlardan biri Hristiyanlık ve Roma tarihine ve tabi Avrupa tarihine derin ve objektif bir bakış geliştirmiş olması. O, Hristiyanlıkta bir estetik ve etik bakış buluyor ve Roma'nın yıkılışını bu estetik ve etikten uzaklaşmaya bağlıyor.

Medeniyet ve kültür kavramlarını da kendince tanımlıyor ve medeniyetin bilim ve teknikle birlikte ilerlediğini belirtirken kültürün din ve sanatla birlikte var olduğunu ifade ediyor. Bilimde bir tekamülün mümkün olduğunu ancak sanatta tekamül diye bir şey olamayacağını dile getiriyor. Bunu örneklerken Afrika'daki ilkel topluluklardan birinin yaptığı ahşap maskelerin estetik açıdan yirminci yüzyıl sanat otoritelerince oldukça beğenilmiş olmasını öne sürüyor. Yine Aristo'nun estetikle ilgili düşüncelerinin bugün bile geçerli olmasına rağmen bilimsel önermelerinin bugün oldukça saçma bulunması da Aliya'ya göre bu fikri destekliyor.

Darwin ve Michelangelo'yu da insanı ele alışları ya da alamayışları itibariyle eleştiriyor. Darwin insanı salt "beden" olarak ele almışken Michelangelo onu sadece "ruh" olarak görmüştür. Aliya ise insanın bu ikisinin terkibi olması hasebiyle bütün olarak incelenmesi gerektiğini düşünügor ve bu muhteşem terkibi ancak bir Tanrı'nın yaratmış olabileceğini de ekliyor.

Notların içinde resim, şiir, roman heykel gibi muhtelif sanatlara ilgili derin tahliller de var; komünizm, kapitalizm, nazizm gibi ideolojilere dair çıkarımlar da. Hatta Mustafa Kemal'in harf inkılabına dair görüşlerine de yer veriyor ve bu kararı kültürel bir yıkım olarak görüyor.

Okumak eylemiyle ilgili şöyle bir notu var Bilge Kral'ın: "Aşırı okuma bizi daha zeki kılmaz. Bazı insanlar kitapları basitçe 'yutarlar'... Bir arının poleni bala dönüştürmesinin 'dahili' çalışma ve zaman gerektirmesi gibi okuma da şahsi bir katkı gerektirir.". Bu dizeler onun okumasının derin bir tefekkür içerdiğini de gösteriyor.

Bir başka notunda: "Baharatın yemeğin yerini tutmaması gibi süsleme de muhtevanın yerini tutmaz. Bir kültürde muhteva çözülüp şekil halini alırsa bu durumda kesinlikle o kültürün çöküşüne ve yokoluşuna şahit oluyoruz demektir." diyerek kültürlerin yok olma sebeplerini de açıklıyor. Bu durum Roma İmparatorluğu'nda da geçerli Osmanlı İmparatorluğu'nda da.

Aristo'yla Beydeba'yı, Freud'la İbnü'l-Arabî'yi, İncil'le Kuran'ı aynı objektif bakışla okuyabilen; Hristiyanlık ve İslam'a aynı objektif bakışla yaklaşabilen; komünizm ve kapitalizme karşı İslam'ı aynı gerçekçi ve objektif izahlarla savunavilen asil ve güçlü bir irade. İyi okumalar…

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

20 Şubat 2020 Perşembe

Cioran yara açıyor okurda, yumruk gibi iniyor sözleri

Hakikat ve tarih… Cioran’ın felsefi denemelerinde üzerinde en çok durduğu kavramların başında geliyor. Tabii hakikate eklemlenmiş olarak gelen anlam/anlamsızlık halini de bu hesaba katabiliriz. Çağın uykusuz ve deli filozofunun aklını ve uykularını niye kaybettiğinin somut örnekleri belki de bu konudaki görüşlerinde saklı. Kimilerine göre ters bir tarih anlayışına sahip olsa da ve kimilerine göre hakikat çabası onu anlamsız konuştursa da içinde bir çelişki barındırmıyor. Çünkü o bir 20. yüzyıl filozofu ve baktığı yer de yaşadığı yüzyılın getirdiği hayat tarzının tersinden olabiliyor (kendisinin de ters olduğu onu okuyan herkesin malumu). Fakat ‘gerçeği’ de kendisinde nefes darlığı yapacak kadar önemsiyor. Gerçeği önemsiyor ancak ‘uyanık’ olma ve ‘hakikat’ ona göre bu tarz bir hayatın içinden geçerek gelecekse, bunun kimseye faydası olmayacak, ne bireye ne de topluma. Çünkü Cioran devingenlikle gelen bir tarihsel hakikatin peşinde değil. Ona göre bu bir çürüme. Üstelik toplumun geleceğini de mahvedecek bir çürüme. Tarihin dışına çıkarak yapılacak özveri ise fert ve toplum olarak yaşamamızı devam ettirecek, var olma sebeplerimizi muhafaza edecek bir durum. Çünkü ancak bu şekilde devingenliği aşarak, ‘sürekli yenilik’ fikrinden cayabiliriz. ‘Durağanlığın tekeli’ni bırakmak intihar olacaktır:

Arkaik toplumlar çok uzun ömürlü olmuştu, çünkü sürekli birtakım hayali imgeler önünde secde etme ve durmadan yenilik yapma hevesinden bihaberdiler. Her nesilde kutsallarını değiştiren toplumların tarihte uzun ömürlü olmasını beklemek mümkün değil. Antik Yunan ve modern Avrupa aşırıya kaçan tanrı ve tanrı muadilleri tüketimi yüzünden ve dönüşüm tamahkârlığı sonucu erken ölen uygarlıklara örnektir. Çin ve Eski Mısır ise muhteşem bir donuklukla binlerce yıl yuvarlanıp gitmişlerdir. Batı’yla temas etmeden önce Afrika toplumları da öyleydi. Şimdi onlar da tehdit altında, çünkü başka bir ritmi benimsediler.

İnsan bu zamanda kıstırılmış bir varlıktır. Çoğu filozofa göre bu kıstırılmışlık hem maddi hem de manevi bir kıstırılmışlık halinde insanın hem duygularına hem de aklına yöneliktir. Hatta bazı filozoflara göre bunun da ilerisinde, insan bir simülasyon çağında yaşar (Baudrillard). Bundan kurtulmanın yolu da ileriye bir atılım yapmaktan geçer. Yani var olan şartlardan ziyade bilinmeyene atılmak, belki de uçurumu görmek. Cioran’a göre bu gerekli bir durum çünkü bilincimizin seviye atlaması için bu değişikliği göze almamız şart. Ancak burada da yine Cioran’ın ‘delilikleri’ giriyor işin içine. İnsanı adeta kendi kendini öğüten bir değirmen olarak görüyor diyebiliriz. Bir şeyin fazlalığının insanın ruhunu öldüreceğini bilecek kadar gözü açık; ancak her iyilikteki kötülüğü görecek kadar da gerçekçi. Şairin “insanlar bir arada / neden iki insan yok / nerede yin, nerede yang? / the two and the one” demesi gibi:

…Tehlikeye atılmayı göze almadan daha yüksek bir bilinç seviyesine erişilmiyor, tıpkı kimi hayırlı zorunluluklardan hiç zarar görmeden kurtulamadığımız gibi. Öte yandan, bilincin fazlası bilinci artırırsa da, yine meşum ama tersi yönde işleyen bir başka olgu, özgürlüğün fazlası, mutlaka özgürlüğü öldürür. İşte bu nedenle, hangi alanda olursa olsun, bir kurtuluş hareketi hem ileriye doğru bir adım hem de çöküşün fitilidir.

Yani aslında Cioran’a göre de “insan ziyandadır”. Boğucu hakikatlerle kurtarıcı düzenbazlıklardan başka bir seçeneği de yoktur.

Yazara göre insan, ‘köklerinden çürümüş’, ‘doğaüstü bir enkaz halinde’, ‘kangren olmuş’, ‘halüsinasyona kapılmış kuklalar’ gibi yaşamını sürdürüyor. Çünkü insan, ‘tarihin daha başındayız’ diyenleri yanıltacak bir durumda, tarihin sonuna gelmiş vaziyette. ‘Son’ fikri, daha doğrusu tarihin sonu fikri Cioran’da olumsuz bir anlam taşıyor. Çünkü yazar, insanın bir sona hazır olmadığının bilincinde. Ona göre ütopistler bile ‘son’ fikrinden öyle çekiniyorlar ki herhangi bir gelecek tasavvuru bulundurmuyorlar tahayyüllerinde. Geleceksiz, zamanın dağılmış bir halde bulunduğu bir durum ütopistlerin de tasavvur ettiği.

Tarihi insandan bağımsız ele alan yazar aslında bu durumun sonradan ortaya çıktığı fikrinde. Ona göre ipin ucu kaçtı artık. Tarih, bağımsız bir vaziyette varlığını sürdürüyor ve sona doğru yaklaşıyor. Bunun getirileri yazara göre son derece müphem, bilinemez. Tıpkı tarihle ilgili bazı kritik noktaları belirleyemeyeceğimiz gibi. Örneğin tarihin tepe noktasını:

Tepe noktası ne zamandı? Ve neredeydi doruk? Eski Yunan’ın ilk yüzyılları mı, ya da Hindistan mı, Çin mi veya Batı’nın hangi zamanı? Fazlasıyla kişisel tercihler ileri sürmeden bir kara vermek imkânsız. Her halükârda, şurası aşikâr: İnsan bugüne kadar verebileceğinin en iyisini verdi ve şayet yeni uygarlıkların ortaya çıkışına tanık olmamız gerekecekse bile, bunların antik uygarlıklarla, hatta modernlerle dahi aşık atamayacağı kesin. Üstelik herkes için bir zorunluluk ve kaçınılmaz plan biçimi alan sonun bulaşıcılığından onlar da kaçamayacaklar.

Cioran’ın pasajlarında kurduğu genel üçlü ‘tarih-tarihin sonu ve insan’dan oluşuyor. ‘Son’un verdiği duygu ve tarih ilişkisiyle beraber insanın buradaki rolünü, insana acımadan, adeta vura vura inceliyor. Sanki “…doğrusu o, çok zalim ve çok cahildir” (Ahzâb, 72) ayetini savunurcasına, kitapta incelediği tarih ve insan ilişkisine farklı bir boyut getiriyor. İnsan, aslında yapıp ettiklerinin sonucunu yaşıyordur. Yaşam karşıtıdır, bozguncudur. Cioran’ın insan hakkında dediklerinin birçoğu modern zaman insanını karşılamasına rağmen her çağın insanı da ondan nasibini alıyor. Ancak ‘bu insan’dan kurtulmak mümkün mü? Doğanın dileği bu yazara göre:

…Böylece doğa da gülümsemesi bile tahripkâr bu bozguncudan, zorla içinde barındırdığı bu yaşam-karşıtından, köleleştirmek ve küçük düşürüp lekelemek için gizlerini çalan bu yağmacıdan kurtulmuş olurdu.

Şimdiye kadar bahsettiğim kitap, Cioran’ın yeni neşredilen ne Metis Yayınları etiketi taşıyan Parçalanma kitabıdır. Cioran bu kitabı 1979 yılında yazmış. Yani yazarın son dönem kitaplarından biri diyebiliriz. 156 sayfadan oluşuyor. Cioran okumak zordur ve bu kitap da Cioran külliyatı içinde sayfa sayısı olarak üstlerdedir ancak Çürümenin Kitabı gibi bir okuma yoğunluğu da içermiyor. Çünkü kitabı oluşturan parçaların uzunluğu çok fazla değil. Özellikle ilk dört bölüm, yani İki Hakikat, Hatırat Meraklısı, Tarihten Sonra ve Vahametin Aciliyeti (yukarıda bahsettiğim kısımlar) kendi içinde ve birbirleri arasında daha tutarlıyken kitabın çok daha büyük kısmını oluşturan Vertigo Taslakları çok daha kısa aforizmalardan oluşuyor (Burukluk kitabında olduğu gibi). Bu yüzden de bu kitabı okumak çok zorlamıyor okuru.

Cioran’ın biyografisine veya söyleşilerine baktığımızda onun uykusuz bir hayat sürdüğünü görebiliriz. Vertigo Taslakları’nın da böyle uykusuz bir halin, bir baş dönmesi halinin ürünleri olduğunu düşünüyorum. Fakat aforizmalardan oluşsa da Cioran’ın zekâsının, bilgeliğinin (evet bilgeliğinin), hiciv yeteneğinin en saf ve keskin halini görürüz. Nihilizme ve tasavvufa, ateizme ve Tanrı’ya aynı anda yaklaşabilen felsefi düşünceler söz konusu bu bölümde. Aynı zamanda ironi-mizah da Cioran’ın özellikle kısa aforizmalarında bol bol kendini gösteriyor: “Benim misyonum zaman öldürmek, zamanınki ise beni öldürmek. Katil katile gayet memnunuz halimizden.

"İnsanı ısıran ve sokan kitaplar okumalıyız. Okuduğumuz kitap bir yumruk indirerek bizi uyandırmıyorsa ne işe yarar?" diyor Kafka. Cioran ise kitaplar yaraları kanırtmalı, hatta yeni yaralar açmalı, "kitap tehlike arz etmeli" diyor yazıya konu olan kitabında. Aynı zamanda kendi kitabının da bir özelliğini söylüyor okura. Cioran yara açıyor okurda, bir yumruk gibi iniyor onun söyledikleri okurun beynine. Parçalanma da hem bunu sağlarken hem de mistik cümleleriyle farklı bir kapı daha açıyor okura. Yani yazarın önceki kitaplarını bilenler, bu kitapta bildikleri Cioran’ın yanında bilmedikleri yeni bir Cioran da keşfedeceklerdir.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Görünenler ve gerçekler arasında modern çağın putları

Güneşin ve yağmur damlalarının orada olduğunu fakat gökkuşağının olmadığını kabul ettiren bilgi mutsuz mu eder? Bilmenin ayrı bir hazzı mı vardır? Gökkuşağına her bakışta, baktığın açıya göre var olduğunun tadı mı çıkartılır? Gökkuşağının orada olmaması yokluk mudur? Yoksa görünür olanın sana ait ve özel olması daha değerli bir varlık mıdır?

Ketebe tarafından yayımlanan, Orhan Tuncay’ın oldukça başarılı bir öz ile Türkçe’ye çevirdiği Görünüşleri Kurtarmak, Owen Barfield’ın birinci bölümde ortaya koyduğu “gökkuşağı analojisi” ile okuru etkiliyor.

Kitabın bir metafizik gerçeklik kuramı ortaya koyduğuna ikna olup kaygan da olsa bir zeminde toplayabilir diye düşünmeye başlamışken; yazar, bunu kitap içerisinde defaatle reddediyor. Gerçeğin derdinde olmak ya da gerçeğin ne olduğu ile ilgili iddialı kelam etmek yerine, bilincin zaman içerisindeki evrimini anlamaya çalışmış denilebilir. Bir doğru var ise şayet, insanın henüz birikmemiş bilgideki görüntülerinin gerçek; şu an görülenlerin, birikmiş bilginin putları olduğudur. Bu cümlelerden bakınca oldukça karmaşık bir ifade dizimi yapıyor gibiyiz zira kitabın da taze kavrulmuş leblebi olduğu söylenemez. Demir gibi bir lokmayı, demir çiğnemiş dişlerimizden kalan sesle dile dökebilmekteyiz.

Yazarın alt başlık olarak aldığı “putperestlik üzerine bir çalışma” ifadesi ise zamanımıza kadar biriken bilgiyle görüntülere putlar taktığı için asıl suretleri göremediğimizle alakalı bir ön hazırlık olsa gerek. Bir örnek vermeden şekillenemeyecek görülen konu şudur: Hayal edin! Issız bir çayırda uzandınız. Bülbül ötüyor. Dünyalar güzeli bir kuşun, dünyalar güzeli sesi... Tanıdık bir ses. Gülümsetiyor. Tekrar hayal edin! İlk insansınız! Çayırdasınız! Henüz geldiniz dünyaya. Bülbül ötüyor! Güzel tanımı kodlu değil; korku, merak, endişe… Yani bugünün dünyasında bir ses duyduğunuzda sadece duymuyorsunuz. Duyduğunuz bu sesi aynı zamanda görüyor, tadıyor, kokluyor, sese dokunuyor olmanız, sizin aslında ses ile ilgili gerçekliğinizin bilgilerinizin önyargısında olduğunun ispatıdır. Zihinsel alışkanlıklar ile akışkanlık kazanan bu bilgileri kolektif temsiller olarak adlandıran yazar; gökkuşağının olmadığı dünyanın da olmadığı anlamına gelmez fakat; “ya bu kolektif temsiller nesiller boyu süren alışkanlıklar olarak, zannettiğimizden daha çoksa” diye bir soru bırakmadan da edemiyor zihnimize. Korkunç ve heyecan verici bir şüphe! Böylece Levy Buruhl’ın “ilkel olanlar da bizim gözlerimizle görürler ama bizim gibi algılamazlar” sonucuna varıyor.

Galile’nin kilise ile arasını bozan “motomot olma” konusunu; Herakleitos’un iki kez yıkanılmayan suyunu; Platon’un tüm bilimsel verilere hipotez gözü ile bakmamız gerektiği uyarısını; “bilgi yoktur, olsa da bilemezdik, bilsek de aktaramazdık” diye bağrışsa da makbul olmayan adamları; “fiziğin teorileri sadece fenomenleri anlamaya yarar” diyenleri düşündürürken, yüzyıllar öncesinden ayın hangi köşesinden karararak hangi tarihte tutulacağını bilen bir bilim gerçeğini de elden bırakmıyor.

Kolektif temsilleri, ortaçağ ortamında ve sonrasındaki gelişmeleri, Greko-Romen çağın zihin ve hareketlerini de konu dahlinde etüt ediyor kitap. Diller ile ilgili ise biraz geriye gidince her kelimede ulaşılan bir sesin varlığı üzerine duruyor ki bir parça J. J. Rousseau’nun “Dillerin Kökeni Üzerine”den esinli anlattığı hissedilmiyor değil. Sonlara doğru “İsrail” diye bir bölüm ile Yahudiliği; bu fenomenler üzerine düşünmeyi, Tanrı ile ilgili Platonik duyguya bağlayan tek din gibi bir iddia ile Yunan veya Ortaçağ’ın karşısına koyuluyor. Putun yasaklanmasını keza Musa ile başladı ve son buldu algısına çekiyor. Katılım karşıtlığını da bu algının devamında yine Yahudi ırkına özel kılıyor. Böylece Animalist inancın temsilcisi olarak evrenin tamamını canlı görmeyi İsrail dininin tekeline veriyor. Oysa Kuran, “Göklerdeki ve yerdeki her şey Allah’ı tespih etmektedir.” (59:1) diyor.

Şükürler olsun ki biz kitapların sonuçsuz olanlarını severiz ve şükürler olsun ki J. P. Sartre’ın da dediği gibi “insan özgürlüğe mahkum bir varlıktır”. Bu yüzden, bu bahsi geçen insan, orijinal katılımı ortadan kaldırıp saf beyin aktivitesine geçebilir veya şaraba bakıp üzümü, yoka bakıp varı görmenin tadını çıkartmayı da seçebilir. Marifet nerede olduğunda değil nerede olduğunu bilmesindedir.

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com

14 Şubat 2020 Cuma

Mağrur ve haklı haykırışlar

Ülkemizde bir dönem en çok okunan kitaplar arasına girmiş, askeri okullarda zorunlu ders kitabı olarak okutulmuş olan Beyaz Zambaklar Ülkesinde kitabını ilk okuduğumda bir parça romantik ama kâfi derecede idealist bulmuştum. İkinci defa okuyunca bir yerlerin eğreti olduğu hissi uyandı bende. Zamana ve zemine yeterince uymayan bir yön vardı sanki. Belki de coğrafi uzaklık yer ve şahısların zihnimde yerli yerine oturmasına engel oluyordu. Necip Fazıl Kısakürek'in İman ve Aksiyon'unu okuduğumda esas eksikliğin ruhi özdeşleşme olduğunu gördüm. Birincisinde kime seslendiğini bilmediğimiz bir anlatıcı çıkıyordu karşımıza. İkincisinde ise doğrudan bizim beynimize, bizim kalbimize ve en şiddetli biçimde bizim ruhumuza seslenen bize ait bir ses vardı. Bize ait bir ses diyorum, gerçek manada bize ait bir ses. Türkçe olmanın ötesinde, Türk ve İslam ahlakının, kadim kültürümüzün ve şanlı tarihimizin sözleriyle konuşan bir ses.

Erzurum ve Ankara'da verdiği, sırasıyla "İman ve Aksiyon", "Özlediğimiz Nesil" konferanslarının metni. Üstad ilk olarak geniş bilgi birikimi ve analiz yeteneğiyle hayran bırakıyor kendine. Avrupa tarihinin farklı dönemlerine ait şahıslara dair bilgileri birlikte ele alarak onları harekete geçiren esas gücün yani aksiyonu doğuran gücün tanımını yapıyor. Türk ve İslam tarihinin dönüm noktalarında öne çıkan şahısları aksiyona yönelten imanı gençlerin önüne örnek olarak sunuyor.

Napolyon, Sezar, İskender, Frederik gibi Batılı liderlerle Hz. Muhammed (sav), Hz. Ebu Bekir, Alparslan, Fatih, Yavuz gibi İslam liderlerindeki ortak noktanın aksiyon olduğunu ve bu aksiyonun da aşktan doğduğunu görüyoruz. Bir farkla ki İslam'da söz konusu olan aşkta iman, diğerlerinde ise inanç esastır. İnanç ve iman sözcükleri ise aynı manaya gelmezler. İnanç varlığına, iman doğruluğuna inanmaktır ki iman daha üstün bir mana ihtiva eder.

Aksiyon sözcüğüne de kuru bir "hareket" anlamından öte "planlı, hedefi belli olan, şuurlu bir hareket" anlamı yüklüyor üstad. Buradan da hareketle aksiyonun ancak imanla mümkün olabileceğini çıkarıyoruz.

Özlediğimiz Nesil'de ise imanla harekete geçecek bir aksiyonu yüreğinde taşıyan bir gençlik hayalini haykırıyor Üstad. Bu konuşmada "genç" sözcüğünü de alışılagelen anlamıyla tanımlamıyor ve esas gencin tanımını tarihi aksiyon sahnelerinden veriyor. Üstada göre genç, ruhunda harekete geçme kabiliyeti ve iradesi gösterebilen inançlı ve bilhassa imanlı adamdır. Bu konuşmada da yine sahabiden, Evliyaullahtan, İslam ve Türk komutanlarından örneklerle gençliğe yüklediği misyon olan "şuurlu eylem"e dair örnekler veriyor.

Üstad, "özlediğimiz nesil" dediği gençliğin on bir vasfını şöyle sıralıyor: aşk, üstün akıl ve sır idrakı, nefs muhasebesi, eşya ve hadiselere tahakküm ve onları tasarruf mizacı, aksiyon ruhu, gözü karalık, fedakarlık ve disiplin, en derin merhamet içinde en derin şiddet, başta samimiyet, her şubesiyle O'nun ahlakı, zarafet ve estetik, tek ümmet modeli olarak sahabiyi almak.

Konuşmaların her ikisinde de Üstad'ın değindiği bir konu var ki aksiyonun bir çeşit İlahi düzen olduğunu göstermesi açısından çok önemli: "İslam tasavvufunun canlılardan başlayan tekamül akışı insana ve insandan öteye kadar gider. Cemadın ufku, yani -son noktası- mercandır. Mercan tıpkı bitki gibi kök atar, yani bitkileşmeye doğru gider. Bitkinin ufuk noktası hurma ağacıdır. Dişisinin üstüne abanarak tohumunu gönderir. Hayvana yaklaşır böylece... Hayvanın ufuk noktası attır; tıpkı insan gibi rüya görür, bunu (veteriner) ilmi bile tesbit etmiştir. İnsanın ufku ise sonsuzluk... İlahi marifet ve ebedi kemal... Bütün olmuşlar hummadan hummaya geçerek olur, böyle miskin miskin oturmakla hiçbir şey olunmaz."

Bu iki konuşma ve Anadolu’nun diğer şehirlerindeki konuşmalar bağrından kopup geldiğimiz yüce bir dinin, şanlı bir mazinin, güçlü bir hatıranın kırık ve kırgın ancak asla yenik olmayan, mağrur ve haklı bir haykırışı. Evinden, ailesinden, bütün bir geçmişinden koparılıp bambaşka bir çevrede, ait olmadığı insanların arasında büyütülmüş bir sefil çocuğun kulağını delercesine ama geçmişini hatırlaması için rahmet dolu bir haykırış.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

12 Şubat 2020 Çarşamba

Tarihi farklı okumak - II

Tarihi farklı okumak başlıklı yazıda resmî tarih kurgusunun dışına çıkabilen tarih yazımının gerçekle ilişkisinin çok daha tutarlı olduğundan bahsetmiştim. Aynı şey salt batı merkezli tarih anlayışı için de geçerli. Muhalif düşünce için alternatif tarih yazımı… Fakat bu sefer de hesaplaşma içine girmemeye dikkat etmek gerekiyor. İçine doğduğumuz ve içinde yoğrulduğumuz sistem maalesef bize batı merkezli resmî tarih anlayışını dikte ediyor. Bu bakış açısının tam karşısında yer alan anlayış ise rövanşist tavırlı olduğundan gerçekle sağlıklı bir ilişki kurulamıyor. O da resmî tarih gibi ideolojik, hamaset içerikli, popülist söylemleriyle tarihi keyfince eğip büküyor. Hakikat açısından daha sağduyulu, daha tutarlı, daha metodolojik bir bakış açısı geliştirilebilir mi sorusu boşlukta öylece savruluyor. Bu yazı, bağlantı eklenen yazıda da olduğu gibi tarihi farklı okuyabilme ihtimalini sorguluyor.

Düz mantığa göre ‘malumat’ ne kadar çok tekrar edilirse etkisi o doğrultuda büyük olacaktır. Daha açık söylemek gerekirse; çok tekrar çok iz, çok etki bırakır diye düşünülür. Yalnız, bu düşüncenin geçerlilik payı düşünüldüğü gibi olmayabilir. Yani çok tekrar istenilen etkiyi yapmayabilir. Sosyal bilimlerin araştırma alanlarından iletişim ile ilgili oluşmuş literatürde ‘doygunluk’ denilen bir olguya yer verilir. Bir olay ya da duruma dair her türlü bilgi/belge, duygu veya düşüncenin doygunluk eşiğini aşacak seviyede tekrarı hissizliğe yol açar ve muhatap ya da hedef kitle iletiyi algılasa bile içeriği alımlamamaya başlar. Dolayısıyla etki derecesi de ortadan kalkarak amaç ıskalanmış olur. Elbette iletinin içeriğinin alımlanması isteniyorsa böyledir. Yoksa günümüz dünyasında istenen şey zaten doygunluk eşiğinin aşılmış olmasıdır. Böylelikle kitleler tepkisizleştirilerek pasifize edilir ve kolaylıkla yönlendirilir/yönetilir.

Sosyal medyada uzun zamandır takip ettiğim Emrah Safa Gürkan’ın bu aşamaya geldiğini düşünüyorum. Tarih konusunda toplumun ilgisizliğini ve saplantılı/patolojik tarih yazıcılığının pervasızlığını ‘popüler tarih’ anlatımıyla etkisizleştirmeye çalışan Gürkan’ın yönteminin bir yerden sonra popülist söylemden farkı kalmayacak gibi görünüyor. Aslında, Emrah Safa Gürkan Türkiye şartlarında bir akademisyenin sahip olması gereken bilgi ve donanımın fazlasına sahip. Tarihi doğru anlamak ve anlatmak konusunda canhıraş mücadelesinde son derece samimi olduğunu da gönülden kaniyim. Benim dikkat çekmek istediğim mevzu, tıpkı Gürkan’ın tarih konusunda metodolojik bir bakış açısını oluşturmaya çalışması gibi teknik bir konu. Ne yazık ki haklılık ihtimalimiz ters orantılı. Umarım benim düşündüğüm şey yerine toplumda Gürkan’ın ‘hayalini kurduğu’ metodolojik tarih anlayışı/yorumlaması oluşur da o entelektüel seviye yakalanır.

Yeni nesil akademisyen olarak kullandığı ‘dil’ ile gençlerin nabzını tutmayı başaran Emrah Safa Gürkan yalnızca akademik çalışmalarda bulunmuyor. Çok geniş bir spektrumda at koştururken dijital oyunlardan bahsediyor, sinemaya dair bilgisini konuşturuyor, videolar çekiyor, televizyon programınlarında boy gösteriyor, ödüller alıyor ve sosyal medya fenomeni olarak karşımıza çıkıyor. Elbette alanındaki yetkin birikimiyle kitaplar da yazıyor. Son yılların tarih yayıncılığının lokomotifi hâline gelen Kronik Kitap tarafından yayınlanan Bunu Herkes Bilir, Gürkan’ın yeni kitabı. Tarihteki Yanlış Sorulara Doğru Cevaplar alt başlığını taşıyan eser üç yüz dört sayfadan oluşuyor. Önsöz ve Sonsöz haricinde on iki bölüme ve birkaç dili içeren kapsamlı bir kaynakçaya yer verilmiş. Yazar, metnin akademik bir çalışma olmadığını ve olmaması için çaba sarfettiğini belirtiyor. Kitaba dair yapılan tanıtımlarda ‘bilginin mizahla birleşimi’ şeklinde lanse ediliyor. Evet, kitabın dilinin akademik olmaması doğru fakat mizahi yönü de yansıtıldığı kadar değil. Sözlü ve yazılı iletişim farkı kendini belli ediyor. Gürkan’nın konuşurkenki mizahi üslubu yazarken o kadar ortaya çıkmamış lakin bilgi kısmı için söylenecek çok fazla bir şey yok. Zira bilgi ve yorumlama konusunda üst düzey bir kitap. Bu bağlamda anlamak için de belirli bir seviye gerektirdiğini kabul etmek lazım. Bunların yanında kitaptaki bazı tekrarlar ve özellikle denizcilik/korsanlık konusundaki detaylar yoruyor. Fakat hepsinin ötesinde son bin yıllık tarihe güzel bir panoramik bakış yapılmış. Elbette arada önceki dönemlere de değinilmiş ama asıl olarak Osmanlı’nın kuruluş dönemi ve sonrasında dünyada meydana gelen gelişmeler ele alınmış. Kitapta izi sürülecek en önemli detayın Osmanlı ve Batı’daki gelişmelerin eşzamanlı olarak anlatılışı diyebiliriz. Bu yöntem her iki yapının geçirdiği aşamaları karşılaştırmalı olarak anlamayı mümkün kılıyor. Batı’da yaşanan bilimsel ve teknolojik gelişmeler sırasında Osmanlı İmparatorluğu özelinde doğunun neden ve ne ile meşgul olduğu gösterilmeye çalışılmış. Emperyalizm ve kapitalizmin kurumsallaşma süreçleri ile Batı’nın dünya genelinde tahakküm kurma aşamasında elini güçlendiren determinist ve konjonktürel unsurlar başarılı şekilde sıralanmış. Osmanlı başta olmak üzere doğu toplumlarının Batı’nın gücü ele geçirmesine zemin sağlayan zorlu şartlara maruz kalmayışı net olarak açıklanmış. Doğuluların görece rahatlığı rehavete neden olduğundan batı gibi kabuğunu kırmaktan uzak durduğu anlaşılıyor. Batı risk alırken doğu garantici davranıyor. Gürkan, doğu ve batıyı birlikte ale alarak bildiğimiz Batı merkezli tarih yazımının az da olsa dışına çıkmayı başarmış. Bu açıdan hakkının verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu yaklaşım bugünkü dünyayı anlamayı kolaylaştırıyor.

Metnin en önemli özelliğinin, eğitim sistemimiz başta olmak üzere hayatımızın her alanında fazlasıyla maruz kaldığımız hamasete, ideolojiye ya da popülizme kapı aralamayışı olduğu kanaatindeyim. Zira bizler tarihi bu kalıplarla öğrenmiş olan ve meşrebimize göre devam ettiren bir toplumuz. Bu özelliğimiz kurumsallaşamama sorunumuzu ortaya çıkarıyor. Metinde çok öne çıkmasa da beni en heyecanlandıran yaklaşım Anadolu üzerindeki Farisî etkiye dikkat çekilmesi diyebilirim. Şahsen bu etkinin/etkileşimin dini, siyasi, sosyal ve kültürel alanlarda sanıldığından çok daha fazla olduğunu düşünüyorum.

Emrah Safa Gürkan eserinde toplum tarafından doğru bilinen hatta kanon kabul edilen konuları masaya yatırıyor. Efsaneci, rivayetçi tarihçiliğin açmazlarına işaret ediyor. İdeolojik kutuplaşmaların sırf mevzi ve dolayısıyla rant kazanmak için öne sürdüğü görüşlerde eldeki veriler doğrultusunda neden tutarsız olduğunu ortaya koymaya çalışıyor. Gerçekçi davranarak ve aklı kullanarak yapılacak yorumlarda tarihe belli bir disiplinle metodolojik bakmayı öneriyor. Bu önerisini, “çağın bilgiyi elde etmekten öte farklı alanlardaki bilgileri meczederek yorumlayabilme çağı” olduğu savıyla destekliyor. Hasılı, tarihe ve dolayısıyla hayata esaslı ve kapsamlı bir bakış açısı oluşturabilmeyi deniyor. Bunu Herkes Bilir sadece giriş yazısı için bile okunması gereken bir kitap. Bunu herkes bilmeli.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

7 Şubat 2020 Cuma

Köksüzlüğün ızdırabını duyan bir adamın hikâyeleri

Edebi eserler, yazarlara kimi zaman kimliklerini gizlemek için kimi zamansa gerçek kimliklerine dair gizemleri işaret etmek için büyük imkanlar verir. Tanpınar bu imkanları sonuna kadar kullanmayı bilmiştir. Neredeyse bütün yapıtlarında kendini haykırmış kahramanları aracılığıyla. Romanları ve öykülerini okuduğumuzda bütün bu hikâyelerin arkasında varlık ve estetik hazzının nedenlerini arayan, zaman zaman bulduğunu sandığı kimi nedenleri acımasızca sorgulayan ve nihayetinde ruhi bir köksüzlüğün ızdırabını duyan bir adam görüyoruz. Muhtemeldir ki Doğu kültürü içinde yetişmiş bir ruh Batı estetiğinin örnekleriyle karşılaştıkça ve Batılı düşünme biçimiyle olaylara yaklaştıkça içsel bir kırılma yaşamıştır. Ne kadar Batılılaşsa da ruhunun derinleri hep Doğuludur.

"Abdullah Efendinin Rüyaları" ve diğer hikâyelerde; huzursuz bir adam, okuyucuyu zihninin içinde dolaştırıyor. Pek çok mutlu insanın sormayı dahi akıl etmediği sorularla hayatına dair güçlü bir anlam arayışı sürdürüyor. Abdullah Efendinin Rüyaları öyküsünde: "Eşyanın sükuneti, değişmez manzarası onun için hayatta bir teselli ve zevk kaynağı idi." cümlesi dikkat çekiyor. Bu cümle, yazarın "Her Şey Yerli Yerinde" şiiriyle beraber düşünüldüğünde eşyanın bir ruhu olduğu yönündeki mistik düşünceyle örtüştüğü görülebilir.

Abdullah Efendi'yle ilgili yine kahramanın kendi ağzından şu ifadeleri kullanıyor yazar: "Abdullah büyük bir mistikti. Allahsız bir mistik. Aşk bu mistikliğin gayesi olmuştu.". Buradaki mistisizm anlayışıyla Tanpınar'ın estetik anlayışı arasında bir paralellik kurulabilir. Tanpınar, yaşama dair her ayrıntıda bir aşk arıyor. Yine Abdullah Efendi'nin ağzından şu ifadeleri duyuyoruz: "Bana gelince, kaybettiğim şeyi, yani kendimi hiçbir zaman sevmedim.". Bu cümle Tanpınar'daki huzursuzluğun nedenini açıklayabilir. Peki Tanpınar‘ın kaybettiği şey tam olarak neydi? Belki de Tanpınar'ın esas kaybettiği şey teslimiyetti. Hayatın ritmine, eşyanın ve tabiatın dengesine teslimiyet; hatta belki de İlahi iradeye teslimiyet.

Tanpınar'ın hayal ve zihin dünyasının çakraları sonuna kadar açık. O etrafındaki her şeyin farkında olan bir zihne ve bütün bunları her an yeniden canlandırabilen bir hayale sahip. Bu yüzden yaşanan kısacık bir anın dahi uzun süre etkisinde kalabiliyor.

Bu hikâyede sürekli bulmaya ve olmaya çalışan bir adam görüyoruz. Bu arayışın kahramanı dervişliğe götürmesini bile bekliyor okuyucu ama hikâye bir boşlukta bitiyor.

"Eski Zaman Elbiseleri" hikâyesinde de hayattaki muvaffakiyeti küçük zevklerde arayan ama iradesizliği yüzünden hiçbir zevki doyasıya yaşayamayan bir adam görüyoruz. Dönemin aydınlarına yönelik bir eleştiri olarak da okunabilir bu durum. Bu hikâyede hayal ve gerçeğin içiçe geçtiğini görüyoruz. Doğu, kayıp bir hazine gibi derinlerde yine kendini gösteriyor bu hikâyede.

"Bir Yol" adlı hikâyede yazar yolu, kendini hayatın esas gayesine ulaştıracak bir metafor olarak kullanıyor. Yolun nereye çıktığının bir önemi yoktur kahraman için, önemli olan bir yere gidiyor olmasıdır. Bu hikâyede kahramanın ağzından şu cümleleri kuruyor yazar: "Herhangi bir kalabalıkta kendimden başka herkes olmaya razıyım. Ah, elbise değişir gibi hüviyetini değişebilmek, lalettayinin içinde kaybolabilmek, bir avuç kum içinde bir kum tanesi olmak ve böyle olduğunu dahi bilmemek." Bu ifadeler yazarın esas huzursuzluğunun etrafında yaşanan her şeyin farkında olmasından kaynaklandığını gösteriyor. Aynı hikâyede yazar: "Felaketim şu ki ben zaman zaman kendini bulan adamım… Kendi kendini bulmak… BuBu hakikaten korkunç bir şeydir." ifadeleriyle idrak edebiliyor olmanın huzursuzluğunu dile getiriyor.

"Erzurumlu Tahsin" hikâyesinde yazar bir meczup üzerinden hayatın anlamını sorguluyor. Tahsin Efendinin hayat karşısındaki kaygısızlığı Tanpınar'ın esas kaygısını oluşturuyor belki de. Tanpınar'ın arayıp da bulamadığı bir hakikati bir meczup bulmuş olabilir mi? Kim bilir…

"Evin Sahibi" hikâyesinde yıkılan Osmanlı'dan geriye kalan sakat bir ruh anlatılıyor. Tanpınar'ın kök arayışı bu hikâyenin esasını oluşturuyor. Huzurlu olmak için sahip olması gerektiğini düşündüğü şeylere sahip olmasına rağmen onu rahatsız eden bir şeyler var. O da aidiyet duygusu.

Tanpınar, Türk toplumunun hiçbir zaman ve şartta batılı olamayacağı ama doğulu da kalamayacağı gerçeğini idrak etmiş olmanın huzursuzluğudur bir anlamda.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

6 Şubat 2020 Perşembe

Bir iç savaştan geriye kalan hayatlar

Avrupa Tarihi’nin en kanlı savaşlarından birini İspanya, 1936-1939 yılları arasında kendi içinde yaşadı. General Franco liderliğindeki isyancı Milliyetçiler ile Cumhuriyetçiler arasındaki iç savaş sadece İspanya’nın iç meselesi olarak kalmadı. Birçok ülkeye de yansıdı ve birçok ülke de, kimisi Cumhuriyetçileri kimisi Milliyetçileri destekleyerek, bu kanlı savaşta bir taraf oldular. 1937’de Milliyetçiler güney ve batıdaki kalelerinden İspanya’nın kuzey kıyı şeridinin çoğunu ele geçirdiler. Savaşın çoğunda Madrid’i ve Madrid’in güney ve batıdaki alanlarını kuşattılar. 1938 ve 1939’da Katalonya’nın çoğunu ele geçirince savaş Milliyetçilerin zaferiyle ve binlerce solcu İspanyol'un sürgüne gönderilmesiyle sona erdi. İspanyol yazar Juan Marse’nin Türkçeye çevrilen tek kitabı Şanghay Büyüsü, sürgüne gönderilen, baskı uygulanan veya kaybeden tarafta olduğu için bir dizi hukuksuzluğa maruz kalan birkaç arkadaşın hayatına ışık tutmakla beraber, savaş sonrası İspanya’sının Barcelona şehri üzerinden arka mahallelerdeki etkilerine de değiniyor.

Savaşlar olup bitmez. Bir başlangıç evresi ve belki de ondan çok daha uzun sosyolojik sonuçları vardır. Bu savaş bir iç savaşsa sonuçları çok daha uzun bir zamana yayılabilir. Basit birkaç çatışmadan kanlı savaşlara kadar her olayın sonucundan etkilenen insanlar, mahalleler, şehirler vardır. Juan Marse’nin 1993’te yazdığı ancak dilimizde bundan yirmi altı yıl sonra, Kasım 2019'da Jaguar Kitap tarafından yayımlanan kitap, bu iç savaşın sonuçlarına aslında en vurucu yerden, olayların merkezindeki bir şehrin kenar mahallelerinden sesleniyor.

Şanghay Büyüsü bize, başlangıçta 14 yaşında olan, kitap bittiğinde ise 23 yaşında bir genç olacak olan (9 yıllık bir süre zarfında geçiyor roman) Daniel’in bakış açısından anlatılıyor. Okumanın ve çizmenin dışında ilgimi çeken tek şey, mahallede ve Güell Park’ta aylak aylak dolaşmaktı diyen ve küçük bir mahallede annesiyle birlikte yaşayan Daniel, Kaptan Blay adında yaşlı bir adama, kaptanın eşinin isteğiyle sokaklardayken göz kulak olacaktır. Kaptan, ilginç bir adamdır. Yazarın çizdiği portreye göre, aslında toplumda meczup diye adlandırılan tiplerdendir fakat aynı zamanda –bence- bilge bir karakter olarak da görebiliriz onu. Fabrikaların çıkardığı gazların insanları zehirlediği ve verem yaptığı gerekçesiyle, kentte yaşayan insanlardan fabrikaların bacalarının uzatılmasını istedikleri bir imza kampanyası başlatır. Bu kampanya dosyasına koymak için de resim yeteneği olan Daniel’den, mahalledeki veremli kız Susana’nın resmini, sefil bir şekilde çizmesini ister. Daniel, Madam Anita’nın kızının resmini çizmek için sık sık onların evine gitmeye başlar. Bu gidişler başladıktan sonra roman iki kısma ayrılıp devam eder. İlki mahalledeki sosyal hayatla, ikincisi Madam Anita’ya misafir gelen ve eşinin arkadaşı olan Nando Forcat isimli eski bir komünistin, Anita’nın uzaklardaki eşi Kim hakkında anlattıklarıyla ilgilidir. Marse, Nando Forcat’ın anlattıklarından yola çıkarak İspanya İç Savaşı’yla ilgili bilgileri roman formatına sokarak okura iletir. Arka mahalledeki sosyal hayat ise bize o anın bir panoramasını çizer.

Kaotik ve arka mahalle havası çizer Marse başlangıçta. Devletin pek uğramadığı, hayati olaylara müdahalede yetersiz kaldığı, insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde tutukluk sezilen bir mahalledir burası. İç savaşın etkilerinin fakir bir mahalledeki sosyal hayatı nasıl etkilediği özellikle Kaptan Blay’in ‘söylenmeleriyle’ okura aksettirilir daha çok. Blay, iki oğlunu kaybetmiş, hiçbir şeye inancı kalmamış, aklı da pek yerinde olmayan biri olarak çizilse de, eski hayatı ve çocuklarıyla ilgili şeyleri hatırlayan biridir:

’Sence onu nereye gömmüş olabilirler? diye sordu.
Ne yanıtladı ne de ona doğru baktı karısı.
‘En azından dürbününü verebilirlerdi bize,’ diye ekledi Kaptan. ‘Çok iyiydi.’
‘Tanrı’nın takdiri böyleymiş, çene yormanın manası var mı? dedi Betibu.
‘Artık Tanrı hiçbir şeye karışmıyor Conxa. Şimdi bunlar kumanda ediyor.’

Savaş büyük bir olaydır; hele ki bu bir iç savaşsa. Ve birçok şeyi dönüştürür. Hem sosyal hayatı hem de insanların kişiliklerini. Bu değişimlerden herkes payını alır. Juan Marse bu savaşın taraflarından kimseyi masum göstermeye çalışmadan objektif şekilde oluşturmayı başarmış karakterlerini. Birçok romanda görülebilecek taraf olma halini onun bu kitabında görmüyoruz. Komünist Kim ve Forcat da, işkenceci albaylar da yahut devlet de eleştirilebilirdir yazara göre. Eleştirilmelidir de. Örneğin Kim’in yıllar sonra yaptığı şu sorgu kimsenin masum olmayabileceğinin önemli bir göstergesidir:

Bu yeni bozgun nereden çıkmıştır? Neden onu önlemeyi becerememiştir? Yeniden nehrin sularına gömer bakışlarını. Nerede yanıldık, diye sorar kendi kendine. Yol ne zaman çatallandı? Biz nerede sapıp ayrıldık ütopyadan? O kadar derin inanç, o müthiş ahlaki enerji, neden bencilliğe ve sahtekârlığa evrildi?

Roman sürpriz bir sonla bitiyor diyebiliriz. Tabii bunu söyleyip kitabın heyecanını kaçırmanın anlamı yok; ancak iyi bir sosyal roman okumak isteyen ve özellikle İspanya İç Savaşı’na merak duyan herkesin ilgisini çekecektir.

Juan Marse başarılı bir yazar. Hemen her kitabının bir ödülü var. Ödül almayı bir romanın başarı ölçütü saymıyor olsak bile bir yazarın hemen her kitabı ödül alıyorsa ortada da bir başarı var diyebiliriz. Bu kitabı da Premio de la Critica ödülünü kazanmış.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaklaşık dokuz yıllık bir süreyi kapsayan romanda, bu büyük savaşın da etkilerini görebilmek mümkün. Zaten İspanya İç Savaşı’na İkinci Dünya Savaşı’nın ön hazırlığı da diyebiliriz. Bu iki faciayı birbirinden ayırmak mümkün olmamalıydı.

Dil ve anlatım açısından da bir iki cümle kurup yazıyı bitirmek istiyorum. Romanı çeviren Gökhan Aksay gerçekten iyi bir iş çıkarmış. Son zamanlarda gördüğüm en iyi çevirilerden hatta. Bir iki yerde aksayan yerler olsa da romanın okunurluğunu artıran bir çeviriye sahip Şanghay Büyüsü. Dil açısından ise Juan Marse’nin hakkını vermek lâzım. Dil ve üslûp oldukça yalın, anlaşılır. Fakat bazen betimleme konusunda sınırları zorlamış Marse. Uzun cümlelerden oluşan betimlemeler her zaman gerekli değildi. Türkçeye çevrilmiş ve İspanya İç Savaşı’nı konu edinen romanların en ünlüleri Ernest Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor’u ile George Orwell’in Katalonya’ya Selam adlı kitaplarıydı. Bundan sonra bu iki esere Şanghay Büyüsü’nü de eklemek yanlış olmayacaktır.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10