Seyyahlar için Osmanlı İmparatorluğu hep bir cazibe merkezi olmuştur. Bu sefer elimizde bulunan kitabının tanıtımında Türklere karşı özel bir ilgisi olan seyyahtan kısaca bahsetmek gerek. 1572 yılında Tübingen Üniversitesi’nde teoloji ve klasik filoloji eğitimi alan Salomon Schweigger, hocası Martin Crusius'un etkisi altında kalır. Ünlü bir Yunan filoloji bilgini olan Crusius özellikle o çağda Türklerin egemenliği altındaki bölgelerde yaşayan Yunanlıların diline ve kültürüne ilgi duymaktadır. Schweigger ve Crusius arasındaki ilişkiler ilerideki yıllarda giderek derinleşmiş ve dostluk haline gelmiştir.
Elimizdeki eser, Salomon Schweigger'in 16. yüzyılın sonlarında Türkiye’de geçirdiği süre zarfındaki izlenimlerini içermektedir. Kitap Yayınevi'nden çıkan neşriyat Sultanlar Kentine Yolculuk adını taşımakta olup toplam 61 bölümden oluşmaktadır. Türkiye hakkında yayınlanan Almanca seyahatnamelerin en erken basılanlarından biri olan Schweigger’in yapıtının ilk iki kitabından ibarettir.
Salomon Schweigger 1577-1581 yıllarında Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun başında bulunan Habsburglu II. Rudolf tarafından Osmanlı devletinin başkentine daimi temsilci olarak gönderilen Joachim Freiherr von Sintzendorff’un maiyetindeki protestan vaizdi.
Kitabın birinci kısmında 10 Kasım 1577’de Viyana’dan yola çıkarak Budapeşte, Belgrad, Sofya, Plovdiv, Edirne üzerinden İstanbul’a yaptıkları yolculuğu anlatmakta. İkinci kısmında ise kitabın Ocak 1578’den Mart 1581’e kadar yaşadığı ve Sultan III. Murad’ın padişah olduğu döneme denk gelmektedir.
Yazar belli bir sisteme tabi olmadan serbestçe düzenlediği bölümlerde, İstanbul kentinden:
"Kent içindeki binalar derme çatma ve bakımsızdır. Çoğunluğu kireç bile kullanılmadan, sadece çamur ve kille yapılmıştır. Evler alçaktır ve az ışık görür." (sf.131)
"İstanbul’da fil dışında başka değişik ve ilgi çekici hayvanlara rastlamadım. Yıllarca evvel burada bir gergedan varmış, Sultan Selim bunu İmparator II. Maximilian’a armağan etmek istemiş." (sf.157)
Kent halkının yaşamından:
"Bu ülkenin insanları çok sade ve basit evlerle yetiniyorlarsa da ibadet evi, okul gibi vakıf binalarının çok gösterişli olmasına önem veriyorlar ve bu uğurda hiçbir masraftan kaçınmıyorlar." (sf.133)
"Türkler saçlarının tümünü usturayla kazıtırlar, sadece kafalarının orta yerinde parmak kalınlığında bir tutam saç bıraktırırlar." (sf.143)
Padişahın sarayında yaşayanların özelliklerinden:
“O gün saraya gelen elçilerle maiyetlerindeki asilzadeler ve görevliler padişahın dairesinin padişahın dairesinin dışında, iç avludaki bir mekânda ağırladır. Sofrada beş kap pirinç yemeği, ayrıca koyun eti, kızarmış tavuk ve güvercin, içecek olarak da şerbet vardı. Masa yoktu, hepimiz yerde oturduk." (sf.75)
"Türklerin en önemli ziynet eşyaları güzel yüzüklerden ibarettir. Altın zincirler, kral tacı, kraliyet asası ve küresi, özel kraliyet giysisi bu ülkede bilinmiyor ve geleneklerine uymuyor." (sf.72)
ve o yıllarda gelişen olaylardan bahseder...
Baturhan Ergin
twitter.com/erginbaturhan
17 Haziran 2019 Pazartesi
10 Haziran 2019 Pazartesi
Orhan Pamuk'un hayatı, sokağı ve edebiyatı
İyi bir okur olma çabası içindeyken, gerek sevdiğim kişilerin sözlerinden etkilendiğim, gerek hakkında yapılmış kötü yorumları fazla önemsediğim için olumsuz ön yargı geliştirerek uzun yıllar okumadığım yazarlar oldu. Bunların sayısı çok olmasa da beni rahatsız etmeye başlamıştı. Bunlardan biri ve belki de en önemlisi Orhan Pamuk’tur. Yazarın yaşam tarzından ziyade yaptığı politik yorumların, yazarı bir yerlere getirdiği inancıyla uzun yıllar geçirdim. O kadar kitap okurken bir kez bile şans vermemiştim yazarın kitaplarına. Tabii medyanın da etkisi vardı bu durumda. Bence sevenlerinin, yazarın edebî tarafını beğenenlerin pek savunmadığı ama olumsuz yorum yapanların bunu daha şiddetli gerçekleştirdiği bir yazardır Pamuk. Böyle olunca dış faktörler beni uzun süre etkiledi. Ancak sonunda, kimleri okumuyorum da Pamuk’u okumayacağım, dedim ve yazarın da ilk kitabı olan Cevdet Bey ve Oğulları’nı kısa sürede bitirdim. Yazarın ilk kitabıydı bu ve henüz 22 yaşında yazmaya başlayıp 26 yaşında tamamlamıştı. Buna rağmen gayet iyi bir kitaptı. Hele ki, bir ailenin birkaç kuşak izinin sürüldüğü romanları çok seven beni oldukça etkilemişti. İkinci olarak yazarın post-modern roman denemesi olan Yeni Hayat’ı okudum ve ilk kitabı ne kadar sevdiysem bunu o kadar sevmedim. Ancak yazardan kopmamaya kararlıydım ve önce ilginç bir fikir içeren Masumiyet Müzesi’ni, sonra da yazarın tek siyasi romanım dediği Kar’ı okudum. Özellikle Kar oldukça iyiydi. Başkalarınca beğenilmese bile yazıldığı dönemdeki Kars’ı öyle iyi tasvir etmişti ki sanki hiç bilmeden Kars’a gitsem yolumu bulacakmışım gibi hissediyordum.
Şimdi masamda bekleyen Kara Kitap’tan önce, yazarın hayatını anlattığı Manzaradan Parçalar’ı okuyorum. Bu yazının konusu da aslında bu kitap. Çünkü bir yazarı tanımanın iyi yollarından birkaçının, yazarın hayat hakkında yazdığı bir kitap, yazdığı bir anı kitabı veya otobiyografisi olduğuna inanıyorum. Orhan Pamuk bunlardan ilkini tercih etmiş ve akla gelebilecek birçok konuyu içeren, oldukça hacimli bir kitap ortaya çıkarmış. Hayattan, sokaklardan, edebiyattan, Amerika günlerinden, annesinin yaptığı, sıcak bir yaz gününü anımsatan sigara böreğinden, kütüphanesinden, Fenerbahçe’den, gezilerinden, boğazı gören apartman dairesinden vb. birçok irili ufaklı ve birbiriyle bağlantısız konudan bahis açtığı bu kitap, bize Pamuk’un kurgu eserlerinde anlattığı ortamdan ziyade ‘insan’ Orhan Pamuk’u anlatıyor.
Yazarın üslûbu gayet açık ve samimi. Zaten böyle olmadığında bu tür kitaplar okunmuyor. Üstten bakmayan bir bakış açısı var ve her ne kadar kimi kesimlerce Nişantaşlı olduğu gerekçesiyle ‘beyaz’ olarak adlandırılsa da Türk topraklarının bir yazarı. İstediği kadar Nişantaşlı burjuva bir aileye mensup olsun, toplumdan çok uzak olmadığını birçok yerde görebilir okurlar. Elbette Anadolu’da doğmuş büyümüş okurlara ters gelecek, bakış açısı ve fikri var yazarın ama bu durumu sadece Orhan Pamuk’a da yormamak gerekir. Hangimiz herkesle çok iyi geçiniyoruz ve çok iyi anlaşıyoruz?
Kitap, yazarın birçok konuyla ve alakasız görünen şeylerle ilgili anılarını ve düşüncelerini içeriyor. Yazarla bazı konularda yapılmış söyleşiler de kitabın içinde mevcut. Murat Belge’yle yapılan Nişantaşı üzerine sohbet, futbol üzerine kısa bir söyleşi, kitapları üzerine yapılan röportajlar, Nobel’i aldıktan sonra verdiği röportaj bunlardan bazıları. Fakat konular birbiriyle alakasız olsa da üst başlık olarak birbiriyle alakalı bölümlere ayrılmış. Bunlar Hayat, İstanbul, Kitaplar ve Edebiyat, Benim Kitaplarım, Sanat, Siyaset ve Diğer Vatandaşlık Dersleri ve Roman Sanatı başlıklarıyla kategorileştirilmiş. Her bölümün altında, bulunduğu başlıkla ilgili, çoğunlukla kısa denebilecek metinler yer alıyor. Yer yer de fotoğraflar ve çok az da olsa çizimler destekliyor yazıları. Özellikle İstanbul bölümünde fotoğraf sayısını artırmış yazar, Ara Güler’in arşivini kullanarak. Zaten kitapta Ara Güler üzerinden İstanbul’un yorumlandığı bir bölüm de mevcut.
Yazar İstanbul’a âşık desek yanlış bir şey demiş olmayız. Zaten hayatı boyunca, 3 yıl yaşadığı New York’u saymazsak İstanbul dışına çıkmamış uzun süreli yaşamak için. Yazarın hayatı Nişantaşı, Cihangir civarında geçiyor ve pek tabii buradan hayata bakıyor. Ancak tekrar belirtmekte fayda var, öyle üstten bakan bir hâli yok Pamuk’un. Sadece yazdığı konuları yorumlaması kendi ‘mahalle’sinden, doğal olarak. Yazdığı romanlar için İstanbul’un ne kadar önemli olduğunu, o yaşadığı odanın dahi ne ifade ettiğini en iyi İstanbul bölümünde anlıyoruz. Tabii duyguları için de. Bir İstanbul güzellemesi, olumsuz görülebilecek bazı şeylerin bile olumlu bakış açısıyla bakılmasıyla sürdürülen bir bölüm. Tabii ki refah düzeyi yüksek, zengin bir muhitten, boğaz manzaralı bir evden bunları yazmak kolay diyenlere de karşı çıkmıyorum. Ancak bu durumun Orhan Pamuk’un yazarlık başarısıyla bir bağlantısı olduğuna inanmıyorum.
Orhan Pamuk kendini ve birçok konudaki düşüncelerini anlatmayı çok seven bir yazar. Bunu çekinmeden yapması yazılara içtenlik katmış. Hayatı hakkında herhangi bir sansür politikası uyguladığını sanmıyorum bu kitabı oluştururken. Zaten yazıların konuları çok geniş bir skalaya ayrılmış. Bu yüzden hiçbir şeyi atlamak istememiş yazar. Kitapta sadece hayat ve anılar yer almıyor. Kitabın en ilgi çekici bölümlerini bana soracak olsalar, kesinlikle Kitaplar ve Edebiyat ve Siyaset ve Diğer Vatandaşlık Dertleri bölümleri derim. Çünkü birinde Orhan Pamuk’un büyük roman ve romancılar hakkında, yer yer kitap özelinde de değerlendirmelerinin bulunduğu edebî görüşleri, birinde de zamanında devletle başının belaya girmesine sebep olan şeyler hakkındaki görüşleri yer alıyor. Siyaset kısmı biraz daha kısa tutulmuş olsa da yazarın siyasi bir kimliği olduğunu inkâr etmenin bir anlamı yok. Zaten kendisi de bu durumu kabul ediyor birçok yerde.
Orhan Pamuk çok okuyan bir yazar. Daha 18 yaşlarında, babasının sayesinde birçok dünya klasiğini yiyip yutması, onun bu romanlar hakkında da görüşlerinin sonraki zamanlara göre nasıl değiştiğini göstermesi ve bu kitaplar hakkındaki yorumları açısından önemli. Örneğin Dostoyevski’nin birçok kült romanı hakkında bazen uzunca bazen kısa denemeler yazmış. Bunları yazarken sadece salt edebî literatürden yararlanmamış, duygu hep ön planda. Böyle bir anlatım tarzını benimsediği için de okunması güzel ve bilgi açısından da değerli metinler ortaya çıkmış. Yazarın diğer önem verdiği yazarlar ise Nabokov, Camus ve elbette ki Flaubert. Bizden ise Ahmet Hamdi Tanpınar hakkında yazdığı, kitabın uzun yazılarından olan Ahmet Hamdi Tanpınar ve Türk Modernizmi hem bilgi açısından doyurucu hem de Tanpınar üzerinden modernizmi incelemesi açısından değerli:
“Edebiyattan modernizmden yalnızca gelenekse olana bir karşı çıkışı değil, genel olarak toplumun ruhundan, cemaat havasından uzaklaşmayı anlıyorum. Modernist edebiyat, geleneksel edebiyatın en güçlü yanı olan ‘temsiliyet’ ilişkisini kopardı. Artık edebiyat gerçekliği temsil etmiyordu, yazı hayatın aynası değildi. Hayata karşı yapılmış bir faaliyet, kendi başına kendi örgüsüyle ayrı bir âlem, yeni bir dünya olmuştu yazı. Modernist yazarlarca üretilen metinler, mevcut dünyanın yansıdığı, kurallarının ve sırlarının açıklandığı yerler değildi. Modernist edebi faaliyet hayatı ve dünyayı temsil işi değil, yazarın bizzat kendi başına yaptığı ve anlamı kendi içe dönüklüğüyle ortaya çıkan bir iştir.”
“Hayat hakkındaki düşüncemi tek bir sesin müziğine ve de tek bir bakışın görüş açısına indirgeyemeyeceğimi biliyorum” diyen yazarı en iyi anlatan cümle sanırım budur. Çoğu metninde doğu ve batı kavramları hakkındaki görüşlerini anlatan yazar, ne kadar seküler bir hayat tarzına sahip olsa da, doğu ve batı arasında özellikle edebî anlamda bir bağ kurmaya çabalıyor. Bunun için Binbir Gece Masalları’na da gerektiği önemi veriyor, ‘Flaubertyen’ görüşlere de. Fakat bu durumun içinde din kavramı yok. Tamamen dünyevi ve edebî açıdan bir köprü görevi görmenin peşinde yazar. Bizim okurlarımızın tepki gösterme sebebi de bu sanırım. Hâlbuki Orhan Pamuk hiçbir zaman bu tür bir hayat görüşü içinde yer almadı zaten. Orhan Pamuk’u biraz da kendi görüşlerimize göre değil, onun yetiştiği, büyüdüğü, romanlarını yazdığı çevre açısından değerlendirmek gerekiyor:
“Otuz üç yaşında, eski tasavvuf alegorilerini, İslam mistisizminin tüm klasik metinlerini, ki çoğu klasik Farsça metinlerdir, okumaya başladım. Bana edebi metinlere metafizik nitelikler taşıyan kendilerine özgü yapılar olarak bakmayı, klasik İslami metinlerin ağır dinî yaklaşımını silmeyi ve onları bir tür geometrik biçim olarak görmeye çalışmayı öğreten Borges ve Calvino’yu da aklımın bir köşesinde tutuyordum. Edebi oyunlarla dolu metafizik yapılar, alegoriler, meseller…”
Her ne kadar bu bakış açısının ve görme biçiminin, sosyolojik ve dini açıdan çok sağlıklı olduğunu düşünmesem de (Borges ve Calvino etkisiyle İslami metinleri incelemek) edebi açıdan değer veriyorum Pamuk’un görüşlerine.
Kitapta o kadar çok konu var ki hangi biri hakkında bir şeyler yazsam diğeri eksik kalacak. Sadece keşke olsaydı dediğim bir şeye ve gereksiz gördüğüm bir kısma değineceğim. Öncelikle İstanbul bölümü çok iyi olmuş fakat bu bölümdeki Murat Belge ile yapılan röportajın içerik açısından gereksiz olduğunu düşünüyorum. Belli bir konu üzerinde gitmeden iki yazarın da sanki ‘İstanbul’u kim daha çok seviyor ve biliyor’ yarışına sahne olmuş gibi bir röportaj olmuş. Keşke olsaydı dediğim şey ise, kitaplarının yazılış süreçlerine daha detaylı girilmesi konusu. Evet, birçok iyi romanı hakkında özellikle röportajlar açısından oldukça fazla bilgi öğreniyoruz ama ben bunu röportajı yapanın sorularının bakış açısından değil yazarın kaleminden okumak isterdim. Ne şartlar altında yazıldı o romanlar, engelleyici faktörler nelerdi vs. Bilgi var ama yetersiz. Kendini anlatmayı bu kadar seven bir yazardan bunu da beklemek doğal sanırım.
Çok uzun oldu, bitireyim son olarak şunu diyerek: Fikrî olarak hiçbir zaman uyuşamayacağım bir insan olsa da, Orhan Pamuk’u Türk Edebiyatı için önemli bir değer olarak görüyorum. Kitaplarının birçok dile çevrilmesi, Nobel’i alması, dünyaca tanınması açısında değil, Türk Edebiyatı için bir değer olarak görüyorum. Biliyorum, yazara benim gibi mesafeli olan çok kişi var ama kitaplarının okunması gerektiğini düşünüyorum. Yazarın ilk kitabıyla başlayabilir hiç okumayanlar.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Şimdi masamda bekleyen Kara Kitap’tan önce, yazarın hayatını anlattığı Manzaradan Parçalar’ı okuyorum. Bu yazının konusu da aslında bu kitap. Çünkü bir yazarı tanımanın iyi yollarından birkaçının, yazarın hayat hakkında yazdığı bir kitap, yazdığı bir anı kitabı veya otobiyografisi olduğuna inanıyorum. Orhan Pamuk bunlardan ilkini tercih etmiş ve akla gelebilecek birçok konuyu içeren, oldukça hacimli bir kitap ortaya çıkarmış. Hayattan, sokaklardan, edebiyattan, Amerika günlerinden, annesinin yaptığı, sıcak bir yaz gününü anımsatan sigara böreğinden, kütüphanesinden, Fenerbahçe’den, gezilerinden, boğazı gören apartman dairesinden vb. birçok irili ufaklı ve birbiriyle bağlantısız konudan bahis açtığı bu kitap, bize Pamuk’un kurgu eserlerinde anlattığı ortamdan ziyade ‘insan’ Orhan Pamuk’u anlatıyor.
Yazarın üslûbu gayet açık ve samimi. Zaten böyle olmadığında bu tür kitaplar okunmuyor. Üstten bakmayan bir bakış açısı var ve her ne kadar kimi kesimlerce Nişantaşlı olduğu gerekçesiyle ‘beyaz’ olarak adlandırılsa da Türk topraklarının bir yazarı. İstediği kadar Nişantaşlı burjuva bir aileye mensup olsun, toplumdan çok uzak olmadığını birçok yerde görebilir okurlar. Elbette Anadolu’da doğmuş büyümüş okurlara ters gelecek, bakış açısı ve fikri var yazarın ama bu durumu sadece Orhan Pamuk’a da yormamak gerekir. Hangimiz herkesle çok iyi geçiniyoruz ve çok iyi anlaşıyoruz?
Kitap, yazarın birçok konuyla ve alakasız görünen şeylerle ilgili anılarını ve düşüncelerini içeriyor. Yazarla bazı konularda yapılmış söyleşiler de kitabın içinde mevcut. Murat Belge’yle yapılan Nişantaşı üzerine sohbet, futbol üzerine kısa bir söyleşi, kitapları üzerine yapılan röportajlar, Nobel’i aldıktan sonra verdiği röportaj bunlardan bazıları. Fakat konular birbiriyle alakasız olsa da üst başlık olarak birbiriyle alakalı bölümlere ayrılmış. Bunlar Hayat, İstanbul, Kitaplar ve Edebiyat, Benim Kitaplarım, Sanat, Siyaset ve Diğer Vatandaşlık Dersleri ve Roman Sanatı başlıklarıyla kategorileştirilmiş. Her bölümün altında, bulunduğu başlıkla ilgili, çoğunlukla kısa denebilecek metinler yer alıyor. Yer yer de fotoğraflar ve çok az da olsa çizimler destekliyor yazıları. Özellikle İstanbul bölümünde fotoğraf sayısını artırmış yazar, Ara Güler’in arşivini kullanarak. Zaten kitapta Ara Güler üzerinden İstanbul’un yorumlandığı bir bölüm de mevcut.
Yazar İstanbul’a âşık desek yanlış bir şey demiş olmayız. Zaten hayatı boyunca, 3 yıl yaşadığı New York’u saymazsak İstanbul dışına çıkmamış uzun süreli yaşamak için. Yazarın hayatı Nişantaşı, Cihangir civarında geçiyor ve pek tabii buradan hayata bakıyor. Ancak tekrar belirtmekte fayda var, öyle üstten bakan bir hâli yok Pamuk’un. Sadece yazdığı konuları yorumlaması kendi ‘mahalle’sinden, doğal olarak. Yazdığı romanlar için İstanbul’un ne kadar önemli olduğunu, o yaşadığı odanın dahi ne ifade ettiğini en iyi İstanbul bölümünde anlıyoruz. Tabii duyguları için de. Bir İstanbul güzellemesi, olumsuz görülebilecek bazı şeylerin bile olumlu bakış açısıyla bakılmasıyla sürdürülen bir bölüm. Tabii ki refah düzeyi yüksek, zengin bir muhitten, boğaz manzaralı bir evden bunları yazmak kolay diyenlere de karşı çıkmıyorum. Ancak bu durumun Orhan Pamuk’un yazarlık başarısıyla bir bağlantısı olduğuna inanmıyorum.
Orhan Pamuk kendini ve birçok konudaki düşüncelerini anlatmayı çok seven bir yazar. Bunu çekinmeden yapması yazılara içtenlik katmış. Hayatı hakkında herhangi bir sansür politikası uyguladığını sanmıyorum bu kitabı oluştururken. Zaten yazıların konuları çok geniş bir skalaya ayrılmış. Bu yüzden hiçbir şeyi atlamak istememiş yazar. Kitapta sadece hayat ve anılar yer almıyor. Kitabın en ilgi çekici bölümlerini bana soracak olsalar, kesinlikle Kitaplar ve Edebiyat ve Siyaset ve Diğer Vatandaşlık Dertleri bölümleri derim. Çünkü birinde Orhan Pamuk’un büyük roman ve romancılar hakkında, yer yer kitap özelinde de değerlendirmelerinin bulunduğu edebî görüşleri, birinde de zamanında devletle başının belaya girmesine sebep olan şeyler hakkındaki görüşleri yer alıyor. Siyaset kısmı biraz daha kısa tutulmuş olsa da yazarın siyasi bir kimliği olduğunu inkâr etmenin bir anlamı yok. Zaten kendisi de bu durumu kabul ediyor birçok yerde.
Orhan Pamuk çok okuyan bir yazar. Daha 18 yaşlarında, babasının sayesinde birçok dünya klasiğini yiyip yutması, onun bu romanlar hakkında da görüşlerinin sonraki zamanlara göre nasıl değiştiğini göstermesi ve bu kitaplar hakkındaki yorumları açısından önemli. Örneğin Dostoyevski’nin birçok kült romanı hakkında bazen uzunca bazen kısa denemeler yazmış. Bunları yazarken sadece salt edebî literatürden yararlanmamış, duygu hep ön planda. Böyle bir anlatım tarzını benimsediği için de okunması güzel ve bilgi açısından da değerli metinler ortaya çıkmış. Yazarın diğer önem verdiği yazarlar ise Nabokov, Camus ve elbette ki Flaubert. Bizden ise Ahmet Hamdi Tanpınar hakkında yazdığı, kitabın uzun yazılarından olan Ahmet Hamdi Tanpınar ve Türk Modernizmi hem bilgi açısından doyurucu hem de Tanpınar üzerinden modernizmi incelemesi açısından değerli:
“Edebiyattan modernizmden yalnızca gelenekse olana bir karşı çıkışı değil, genel olarak toplumun ruhundan, cemaat havasından uzaklaşmayı anlıyorum. Modernist edebiyat, geleneksel edebiyatın en güçlü yanı olan ‘temsiliyet’ ilişkisini kopardı. Artık edebiyat gerçekliği temsil etmiyordu, yazı hayatın aynası değildi. Hayata karşı yapılmış bir faaliyet, kendi başına kendi örgüsüyle ayrı bir âlem, yeni bir dünya olmuştu yazı. Modernist yazarlarca üretilen metinler, mevcut dünyanın yansıdığı, kurallarının ve sırlarının açıklandığı yerler değildi. Modernist edebi faaliyet hayatı ve dünyayı temsil işi değil, yazarın bizzat kendi başına yaptığı ve anlamı kendi içe dönüklüğüyle ortaya çıkan bir iştir.”
“Hayat hakkındaki düşüncemi tek bir sesin müziğine ve de tek bir bakışın görüş açısına indirgeyemeyeceğimi biliyorum” diyen yazarı en iyi anlatan cümle sanırım budur. Çoğu metninde doğu ve batı kavramları hakkındaki görüşlerini anlatan yazar, ne kadar seküler bir hayat tarzına sahip olsa da, doğu ve batı arasında özellikle edebî anlamda bir bağ kurmaya çabalıyor. Bunun için Binbir Gece Masalları’na da gerektiği önemi veriyor, ‘Flaubertyen’ görüşlere de. Fakat bu durumun içinde din kavramı yok. Tamamen dünyevi ve edebî açıdan bir köprü görevi görmenin peşinde yazar. Bizim okurlarımızın tepki gösterme sebebi de bu sanırım. Hâlbuki Orhan Pamuk hiçbir zaman bu tür bir hayat görüşü içinde yer almadı zaten. Orhan Pamuk’u biraz da kendi görüşlerimize göre değil, onun yetiştiği, büyüdüğü, romanlarını yazdığı çevre açısından değerlendirmek gerekiyor:
“Otuz üç yaşında, eski tasavvuf alegorilerini, İslam mistisizminin tüm klasik metinlerini, ki çoğu klasik Farsça metinlerdir, okumaya başladım. Bana edebi metinlere metafizik nitelikler taşıyan kendilerine özgü yapılar olarak bakmayı, klasik İslami metinlerin ağır dinî yaklaşımını silmeyi ve onları bir tür geometrik biçim olarak görmeye çalışmayı öğreten Borges ve Calvino’yu da aklımın bir köşesinde tutuyordum. Edebi oyunlarla dolu metafizik yapılar, alegoriler, meseller…”
Her ne kadar bu bakış açısının ve görme biçiminin, sosyolojik ve dini açıdan çok sağlıklı olduğunu düşünmesem de (Borges ve Calvino etkisiyle İslami metinleri incelemek) edebi açıdan değer veriyorum Pamuk’un görüşlerine.
Kitapta o kadar çok konu var ki hangi biri hakkında bir şeyler yazsam diğeri eksik kalacak. Sadece keşke olsaydı dediğim bir şeye ve gereksiz gördüğüm bir kısma değineceğim. Öncelikle İstanbul bölümü çok iyi olmuş fakat bu bölümdeki Murat Belge ile yapılan röportajın içerik açısından gereksiz olduğunu düşünüyorum. Belli bir konu üzerinde gitmeden iki yazarın da sanki ‘İstanbul’u kim daha çok seviyor ve biliyor’ yarışına sahne olmuş gibi bir röportaj olmuş. Keşke olsaydı dediğim şey ise, kitaplarının yazılış süreçlerine daha detaylı girilmesi konusu. Evet, birçok iyi romanı hakkında özellikle röportajlar açısından oldukça fazla bilgi öğreniyoruz ama ben bunu röportajı yapanın sorularının bakış açısından değil yazarın kaleminden okumak isterdim. Ne şartlar altında yazıldı o romanlar, engelleyici faktörler nelerdi vs. Bilgi var ama yetersiz. Kendini anlatmayı bu kadar seven bir yazardan bunu da beklemek doğal sanırım.
Çok uzun oldu, bitireyim son olarak şunu diyerek: Fikrî olarak hiçbir zaman uyuşamayacağım bir insan olsa da, Orhan Pamuk’u Türk Edebiyatı için önemli bir değer olarak görüyorum. Kitaplarının birçok dile çevrilmesi, Nobel’i alması, dünyaca tanınması açısında değil, Türk Edebiyatı için bir değer olarak görüyorum. Biliyorum, yazara benim gibi mesafeli olan çok kişi var ama kitaplarının okunması gerektiğini düşünüyorum. Yazarın ilk kitabıyla başlayabilir hiç okumayanlar.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Gündelik hayatın edebiyatı
Şiir kitaplarıyla bildiğimiz Furkan Çalışkan son kitabında denemeye meyletmiş. Deneyerek iyi de etmiş. Profil Kitap tarafından yayınlanan Uzakların Saldırı’sı doksan altı sayfadan oluşuyor. Genel olarak Furkan Çalışkan’ın şiirsel dilini denemelerine de yansıttığı görülüyor. İmgeler, kelime oyunları, sembolizm, atıflar ve alıntılarla zenginleştirilmiş yazılar yer yer ezoterizme kayıyor. Satır aralarında hafifçe esen tasavvufi bir rüzgâr var. Yazar bir bölgeyle ya da bir toplumla kendini kısıtlamayıp dünyanın tamamını insanın mekânı belleyerek irfan ve hikmetin izini sürmeyi deniyor. Elbette bunu belirli bir inanç ekseninde; ilkeleri olan bir inanç ekseninde yapmaya gayret ediyor.
Furkan Çalışkan’ın üslubunun estetik kaygılı sanatsal bir romantizm barındırdığı kanaatindeyim. Bazı yazarlarda/şairlerde kendini ispatlamak, bir yerlere yaranmak ya da birilerine mesaj göndermek şeklinde tezahür eden bu eğilim Çalışkan’da inancın kuşatan yorumu şeklinde ortaya çıkıyor. Açıkçası çok gerçekçi bulmadığım herkesi kucaklayan ya da her şeyde illa bir hikmet arayan bu romantik dil bana amorf geliyor. Hayatın çok daha başka bir surette aktığını düşünüyorum. Uzakların Saldırısı’nın tümünde olmasa bile bazı sayfalarında bu amorfluğu fazlasıyla hissettim. Ayrıca bazı denemelerde enigmatik biçem aşırıya kaçmış diye düşünüyorum. Aşırı demişken; aşırı romantizm, aşırı sembolizm, aşırı melankoli, aşırı maneviyat… Yazıdaki aşırılıkların anlamı zorlayarak ortaya çıkarttığı muğlaklık söylemi boğuyor. Buradaki aşırı anlam arayışının sonucu olan sürrealizm yapmacık duyguları harekete geçiriyor. Anlam oluşturmada anlamsızlığa dönüşen bir aşırılık var ve elimizde bir kod açar yok. Hasılı, şiirin uçsuz soyutlama tekniği yazıda aynı incelikte durmuyor.
Kitapta dini hassasiyetleri olan kesimin olmazsa olmazı iki güzelleme yer alıyor. Bunlardan biri Kudüs diğeri Doğu güzellemesi. Kudüs zaten bildiğimiz Kudüs. Hamaset acıyı örtmüyor. Ama bu Doğu güzellemesine bir yerden başlamak gerekiyor. Batı’yı silkeleyip Doğu’nun tozunu üflemenin bir faydasının dokunmadığı çok açık. Batı’ya yöneltilen eleştiri oklarının daha serti özeleştiri olarak Doğu’ya da yönlendirilmeli ki, belki o zaman Kudüs yarasına bir parça merhem sürülür.
Sakin olduğu kadar sakinleştirici bir kitap olan Uzakların Saldırısı’ın en önemli özelliğinin gündelik hayatın detaylarının edebi bir formda sunulması diyebilirim. Bu, çok şahit olduğumuz bir şey değil. Meraklısı da çok yok zaten. Eser bu yönüyle gişe filmlerinden ziyade festival filmlerini andırıyor.
Genel olarak edebiyat sadece üslup olarak değil içerik olarak da elitist biçimde sunulur. Bu yöntemin uygulandığı metin gerçekliğin dışında kalarak kurgusal bir yapıya bürünür. Furkan Çalışkan üslubu üst seviyede tutup içeriği gündelik hayattan yontuyor. Sıradan bir olayı veya durumu incelikle ele alarak edebi bir güzelliğe dönüştürüyor.. Örneğin bir çırağın boyundan büyük aşkına gülümsüyor ya da bir çocuğun masum düşlerine karışıyorsunuz. Tarihi bir olayın orta yerine yürüyor veya bir göçmen hayatının keşmekeşliğine ortak oluyorsunuz. Oturduğunuz koltuk evin koltuğu olduğu kadar bir berber koltuğu, uçak koltuğu ya da otobüs koltuğu olabiliyor. Kısacası, okuyucuyu farklı hayatlardan farklı enstantanelerle karşılaştırıyor Furkan Çalışkan. Bunu yaparken de zamanı durdurup fotoğrafını çekiyor adeta. Hatta daha da ileri giderek zamanın dışına çıkmaya çalışıyor duygusu uyandırdı bende. Ötelerden ya da ötelere haber veriyor gibi…
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Furkan Çalışkan’ın üslubunun estetik kaygılı sanatsal bir romantizm barındırdığı kanaatindeyim. Bazı yazarlarda/şairlerde kendini ispatlamak, bir yerlere yaranmak ya da birilerine mesaj göndermek şeklinde tezahür eden bu eğilim Çalışkan’da inancın kuşatan yorumu şeklinde ortaya çıkıyor. Açıkçası çok gerçekçi bulmadığım herkesi kucaklayan ya da her şeyde illa bir hikmet arayan bu romantik dil bana amorf geliyor. Hayatın çok daha başka bir surette aktığını düşünüyorum. Uzakların Saldırısı’nın tümünde olmasa bile bazı sayfalarında bu amorfluğu fazlasıyla hissettim. Ayrıca bazı denemelerde enigmatik biçem aşırıya kaçmış diye düşünüyorum. Aşırı demişken; aşırı romantizm, aşırı sembolizm, aşırı melankoli, aşırı maneviyat… Yazıdaki aşırılıkların anlamı zorlayarak ortaya çıkarttığı muğlaklık söylemi boğuyor. Buradaki aşırı anlam arayışının sonucu olan sürrealizm yapmacık duyguları harekete geçiriyor. Anlam oluşturmada anlamsızlığa dönüşen bir aşırılık var ve elimizde bir kod açar yok. Hasılı, şiirin uçsuz soyutlama tekniği yazıda aynı incelikte durmuyor.
Kitapta dini hassasiyetleri olan kesimin olmazsa olmazı iki güzelleme yer alıyor. Bunlardan biri Kudüs diğeri Doğu güzellemesi. Kudüs zaten bildiğimiz Kudüs. Hamaset acıyı örtmüyor. Ama bu Doğu güzellemesine bir yerden başlamak gerekiyor. Batı’yı silkeleyip Doğu’nun tozunu üflemenin bir faydasının dokunmadığı çok açık. Batı’ya yöneltilen eleştiri oklarının daha serti özeleştiri olarak Doğu’ya da yönlendirilmeli ki, belki o zaman Kudüs yarasına bir parça merhem sürülür.
Sakin olduğu kadar sakinleştirici bir kitap olan Uzakların Saldırısı’ın en önemli özelliğinin gündelik hayatın detaylarının edebi bir formda sunulması diyebilirim. Bu, çok şahit olduğumuz bir şey değil. Meraklısı da çok yok zaten. Eser bu yönüyle gişe filmlerinden ziyade festival filmlerini andırıyor.
Genel olarak edebiyat sadece üslup olarak değil içerik olarak da elitist biçimde sunulur. Bu yöntemin uygulandığı metin gerçekliğin dışında kalarak kurgusal bir yapıya bürünür. Furkan Çalışkan üslubu üst seviyede tutup içeriği gündelik hayattan yontuyor. Sıradan bir olayı veya durumu incelikle ele alarak edebi bir güzelliğe dönüştürüyor.. Örneğin bir çırağın boyundan büyük aşkına gülümsüyor ya da bir çocuğun masum düşlerine karışıyorsunuz. Tarihi bir olayın orta yerine yürüyor veya bir göçmen hayatının keşmekeşliğine ortak oluyorsunuz. Oturduğunuz koltuk evin koltuğu olduğu kadar bir berber koltuğu, uçak koltuğu ya da otobüs koltuğu olabiliyor. Kısacası, okuyucuyu farklı hayatlardan farklı enstantanelerle karşılaştırıyor Furkan Çalışkan. Bunu yaparken de zamanı durdurup fotoğrafını çekiyor adeta. Hatta daha da ileri giderek zamanın dışına çıkmaya çalışıyor duygusu uyandırdı bende. Ötelerden ya da ötelere haber veriyor gibi…
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
31 Mayıs 2019 Cuma
İnsanın sanatla irtibatı nerede başlar, nasıl şekillenir?
"Çoğu zaman yoksulluk içindeysem de, içimde yine de bir uyum, rahat ve duru bir müzik vardır."
- Vincent Van Gogh, Theo'ya Mektuplar
İnsanın sanatla ilk teması, farkında olsun ya da olmasın çocukluk döneminde başlar. İdrak yeteneğinin, yani anlayışının, akıl erdirme denen faaliyetinin gelişmesiyle ruhuna iyi gelen şeylerin farkına varmaya başlar. Zamanı tam olarak belirlenemeyen bu evre, mekan olarak ailenin yaşadığı çevreyi kapsar. Evin içi, sokak, mahalle ve civar çevre çocuğun hem kendi idrakini keşfetmesi hem de sanatla olan teması için önemlidir. Bir çocuk sekiz yaşındayken hissettiklerini, birkaç sene sonra farklı biçimde hissedip, yine farklı yerlerde yaşadıkları hislerle karşılaştırmaya başlayabilir. Sanatın düşünce ve yaşayış dünyasına doğrudan teması işte bu karşılaştırmalarla iyice filizlenir. Artık çocuk, dünyaya nasıl bir yerden ve ne doğrultuda bakacağını ufak fakat heyecanlı adımlarla kurmaya başlar.
Bendeniz, ilkokul ve ortaokul çağlarımda bayram namazlarını sıklıkla Silivrikapı'daki Sitti Hatun Camii'nde rahmetli dedemle yan yana kılardım. Bu camii, uzun bir zaman mescit olarak bilinirdi. Zira Şeyhülislam Zenbilli Ali Efendi’nin kızı Sitti Hatun tarafından 16. yüzyılda yaptırılmıştı. Hakkındaki bilgiler oldukça sınırlıydı. Dışarıdan bakıldığında tek katlı, sanki imece usulü kurulmuş ve o şekilde yaşayan, kendine mahsus bir cemaati olan, oldukça sakin bir atmosfere sahipti. Bulunduğu cadde çok işlek olsa da mescidin avlusuna girer girmez farklı bir iklim hissedilirdi. Oldukça sönük olan şadırvan sade biçimde selamlardı ziyaretçisini. Bodur minare, o zamanlar İstanbul'da nadir bulunan gökdelenlerin çoğalacağını haber eder gibi dururdu. Dar ve kısa bir yoldan gidilerek mescidin ahşap kapısından içeri girilirdi. Diktörtgen formundaki bir alanda enine uzun saflar tutulurdu. Birçok yönüyle yapay (ve yeni), bazı yönleriyle de doğal (ve eski) ifadeleri vardı mescidin.
Zaman geçti, aile efradı ihtiyarladı, emr-i Hakk vaki oldu ve dede, anneanne ve diğer akraba fertleri teker teker dâr-ı bekaya göç etti. İşte bu göç edişlerde cenazelerin taşındığı ve namazlarının kılındığı camii farklıydı. Silivrikapı'dan yukarı çıkılırdı, Kocamustafapaşa Caddesi'nden geçilir ve Cerrahpaşa istikametine geçilirdi. Caddenin sağ yanında bütün haşmetiyle ve büyüleyici tavrıyla cemaatini, sakinlerini, misafirlerini beklerdi Hekimoğlu Ali Paşa Camii. I. Mahmud’un sadrazamlarından Hekimoğlu Ali Paşa tarafından 1147 (1734-35) yılında Çuhadar Ömer Ağa ve Hacı Mustafa Ağa adında iki mimara yaptırılan bu camii, daha içine girmeden, kapısından çevresindeki duvarlara dek her yaştan insana farklı duygular hissettirirdi. İşte bendeniz, bilhassa lise çağlarımda buradan çok yakınımı uğurladım Silivrikapı Mezarlığı'na. Bu uğurlayışlarda, dini vazifelerin yanı sıra caminin formuyla daha çok ilgilendiğimi fark ettim. İnsana bütünüyle geçiciliğini hissettiren ve dolayısıyla her tarafıyla El-Bâki olanı hatırlatan bir camiiydi burası. Yalnızca camii de değildi aslında; tekkesiyle, kütüphanesiyle, türbesiyle, haziresiyle, sebiliyle ve çeşmeleriyle 'nur yüzlü' bir yerdi. İşte bu mimarî etkinin yanına bir de sanatın en güzide kollarından şiir de eklenince 'nûrun alâ nûr' olurdu. Hani, Yahya Kemal o harikulade şiiri Koca Mustâpaşa'da "Hüznü bir zevk edinenler yaşıyorlar burada / kaldım onlarla bütün gün bu güzel rü'yâda" diyor ya, fakir de ömrü boyunca orada kaldı. Sükuneti ta ezelden ruhuna nakşedenlerle, sâdeliği zarafet kabul edenlerle, geceleri Allâh'a yakın dünyâyı seyredenlerle... Zaten Yahya Kemal de Koca Mustâpaşa'dan yaşadığı semte geri dönerken, içindeki o bitmeyen manevi arayışına dair nasıl bir yer bulduğunu itiraf eder: "Geç vakit semtime döndüm Koca Mustâpaşa'dan / kalbim ayrılmadı bir an o güzel rü'yâdan."
Kabul ediyorum ki bir kitabı takdim etmek için uzun bir başlangıçtı. Elbette bunun bir sebebi var. Uzun yıllardır fikirlerinden, düşünce dünyasından beslendiğim (Şarkısı Biten Şehir kitabımı ithaf ederek hürmetimi ifade etmeye çalıştığım) Sadettin Ökten hoca da aynı serüveni yaşayıp sanatla buluşmuş. Mahalle mescidinde yaşadığı iklimle Bayezid Camii'nde yaşadığı iklim arasındaki fark onu sanatla buluşturmuş. Bu farkın neticesi işte şu cümlelerde mevcut: "Bir insan sıradan bir işi yaptığında yahut olağan bir mekânda bulunduğunda iç âleminde uyanan etkilere dikkat etsin, sonra da heyecan verici bir mekânda duyguları galeyana getirici bir başka deneyim yaşasın, iç âlemindeki olumlu değişimi hemen görecektir. Bu farklılık iç âlemimizden dış dünyamıza da yansır. Bakışlar yumuşar, simada asil bir tebessüm belirir, hareketler vakur ve güzel bir soyluluğa bürünür. Çünkü ruhumuz, yepyeni bir deneyim yaşamış ve bu deneyimin hazzını bedenimize aksettirmiştir."
Devamına çok daha dikkat buyurun lütfen: "Bayezid Camii'nin cemaatindeki bu derûnî ve duygusal farklılığı algılayan çocuk da pek tabii olarak bunu kendi mânevî dünyasında bir yerde muhafaza altına alır. Sonraki yıllarda ruhen bunaldığı, kalben sıkıştığı zamanlarda bu muhafaza ettiği hatıra ona bir ferahlık ve huzur kapısı açar."
Ocak 2019'da tıpkı hocanın daimi halet-i ruhiyesi gibi sessiz-sakin zuhur eden Aslında Bir Sanat Var; Ökten hocanın sanat, birey ve toplum üzerine yazılarından oluşuyor. Evvela bireyin sanatla tanışmasına değiniyor hoca. Burada gözlem, idrak ve eylem oldukça önemli başlangıç noktaları. Akabinde eğitim, eğitimin aktörleri ve içeriği, hatıralar, başka bir 'dünya'nın gözünden (Wilhelm) sanatsal serüven, insanın değerler sistemi, Batı sanatıyla tanışmanın zarureti ve kendi sanatını tanı(ya)mamak (yahut hocanın tabiriyle örselenmek) gibi her yaştan insanı ilgilendiren meselelere dair yorumlar serdediyor. İkinci bölümde bireyi estetik özne olarak tanımlıyor ve değerleriyle arasındaki irtibatı yorumluyor hoca. İnsanın iç dünyasında bilgiyle duygu alanlarının birbirinden ayrılamayacağını, bunların her an iç içe ve birbirinizi izleyen girift bir yapıda olduğunu söyleyerek, hayatiyetini daima sürdüreceğini belirtiyor. Bir eserle temas ettiğimizde; misalen bir şarkıyı dinlerken, bir resmi seyrederken, hazzın yanına başka şeyler de gelir: hatıralar, çağrışımlar, hayaller, arzular. Modernite, bireyin yalnızca hazzı yaşamasını salık verirken, insanı yalnızlaştırır aslında. İç dünyamız yalıtılmış bir yalnızlığa bulanır. Oysa bir duygusal alan vardır ki muhabbetten aşka uzanır. Modernite aşkı tanımlarken sürekli yer değiştirdiği gibi, muhabbet konusunda da tabiri caizse yorumsuzdur. Muhabbet ve aşk, bizim medeniyet tasavvurumuzda çağlar boyunca belirgin bir yere sahiptir. Ökten hoca "Muhabbet, aşkın kaynaktan gelen feyzin göstergesidir" der ve şöyle devam eder: "Hayat gailesi, birey tarafından çekilemeyecek kadar ağır bir yüktür. Varlığı ve gönlü muhabbeti tatmış olan bireyler müstesna."
Üçüncü bölümde sanatkârın kim olduğunu öğreniyoruz. Sanat eserini ortaya koyan insan kimdir? Sanatkâr değerler sisteminden bağımsız mıdır? Diğer insanlardan neden farklıdır? Yeteneğin rolü nedir? Hayat tarzı ve imkânlar sanatçının kaderinde nerede durur? Sanatkârın çevresi nasıl oluşur ve şekillenir? Birey sanatkârla nasıl tanışır? Sanatkâr hangi medeniyet tasavvurunun gölgesindedir? Modernist sanatkârın macerası nasıl sürmüştür? Bu gibi sorular, sanatla ilk buluşmasından itibaren bu buluşma üzerine düşünmüş ve her çevreden sanat ürününü görmüş, yorumlamış bir bilgenin dilinden zengin cevaplar bulabilir. Sadettin Ökten de işte böyle bilgece cevap arıyor sorulara. Sanatkârı tanıdıktan sonra okuyucuya dördüncü bölümde sanat eserinin ne olduğunu anlatıyor. Sanatın konusunu doğa, doğa üstü âlem, insan ve toplum gibi dört çevrenin oluşturduğunu söylüyor. Bu bölümde İslâm medeniyet tasavvurunda sanat, sanat eserinin mahiyeti ve türleri, soyutun tasviri ve muhatabın somuttan soyuta geçişi, eserin hayatın ne kadar içinde olduğu, kimlik inşasında sanat eserinin gücü ve sanat eseri ile özgürlük arasındaki ilişki kendine yer buluyor. Bendeniz döndüm dolaştım, bu bölümü şu paragrafla zihnime nakşetmeye çabaladım: "İslâm medeniyet tasavvuruna göre en güzel yaratılmış olan varlık insandır. Doğa, insanın hem yaşayıp yararlanması hem de tefekkür etmesi, içsel zenginliğini oluşturup artırması için ona lutfedilmiş bir çevredir. Sâni-i Mutlak'ın el-Bedî (benzeri olmayan) ismi tecelli edince bütün yaratılanların tek, yegâne ve en güzel olduğu da kabul edilmiş olur. Bu açıdan baktığımızda bizâtihi insanın kendisi ve ona lutfedilen doğa, duygu alanında zevk uyandırdığı için bir estetik haz kaynağıdır ve bu sebeple sanat eseridir."
Kitabın beşinci bölümü toplum ve sanata, altıncı bölümü sanat ve batı estetik'ine, yedinci bölümü ise sanat faaliyetine ayrılmış. Bu bölümler, hocanın ömrünü verdiği yapı mühendisliği alanındaki eğitim-öğretim ve araştırma faaliyetlerinin yanına bilim tarihi, bilim felsefesi, kültür, medeniyet ve sanat ilgisini nasıl yerleştirdiğini kademe kademe gösteriyor aslında. Bir şehirde nasıl yaşanır, bir yapıya nasıl bakılır, bir sanat eseri üzerine nasıl düşünülür ve yorum yapılır, teoriden ve felsefeden nasıl yararlanılır, güzel nedir ve nasıl oluşur, estetik olgunun dört ögesi (süje, obje, değer, yargı) nedir... Okunurken alınan lezzetin yanına şüphesiz farklı bilimlerden yararlanma ihtiyacı da ekleniyor ki makbul olan da budur. Hocanın o güzel üslubu, teknik meselelere dair konuşurken dahi 'bir ulu rüyayı görenler'le bir ömür geçirdiğini hatırlatıyor. Şehrin silueti bize neler söyler, eski İstanbul'un sokakları, şehirli muâşereti, şehirlinin şehirdeki sanat birikimiyle teması gibi bölümlerde bu hatırlatmalardan istifade etmek mümkün. İslâm medeniyetinin toplumsal sanat uzayından bahsederken, belki biraz uzun bir alıntı olacak ama bakın hoca ne güzel yerlere götürüyor insanı:
"Güzeli hissetmek için belli bir eğitimden, daha doğru tabiriyle belli bir seyir sürecinden geçmek lazım. Bu seyir sürecinde güzeli temaşa eden ehil kimselerle birlikte olunur, onlara iştirak edilir, zihin ve kalp her an uyanık olarak onların halini kabule müştak bir durumda olmak icap eder. Malumdur ki "Hal sâridir." derdi Fethi Gemuhluoğlu Bey. Bu seyirde temaşa ehli, güzele müştak olan ruha sevmeyi öğretir. Güzel, seversen zuhur eder. Seven her şeyi güzel görür. Değil olağanüstüyü, olağanı bile... Allah dostları "Sevginin cünun hali aşktır." buyurmuşlardır. Aşk coşkundur. Aşk gelince akıl zâyi olur. Yûnus Emre diyor ki:
Bu denize düşen ölür dediler
Ölür ise ko ki ölsün n'olısar
Aşk gelicek cümle eksikler biter
Bitmez ise ko ki kalsın n'olısar
Bu aynı zamanda "Aşk gelicek güzel zuhur eder." demektir. Çünkü güzelde hiçbir eksik ve noksan yoktur. Coşkulu ve aklı zâil olmuş (yok olmuş) aşk hali bir süre sonra durulup damıtılınca muhabbet hâsıl olur. Muhabbet, aşkın özü ve esasıdır. Muhabbet ehli vakurdur, içe dönüktür. Aşk nüvesini kalbinin en muhterem ve mahfuz köşesinde saklar. Muhabbet ehlini ancak o hale vâkıf olan erbabı anlayabilir. Muhabbet öyle bir hazinedir ki asla israf edilemez. Fânîler için kullanılmaz, sadece ezelî ve ebedî olan güzele ithaf edilerek bezledilir (sarfedilir)."
Ökten hoca kitabını modernitenin toplumsal sanat uzayı ve bunun içeriği ile İslâm medeniyetinin toplumsal sanat uzayı ve onun muhtevasını kısaca karşılaştırarak hatm-i kelâm eyliyor. Diyor ki modernist sanat eseri kendi başına bir varoluşu iddia ediyor. İslâm dünyasının sanat eseri ise yalnızca Allah tarafından lutfedilen cemalin, tecellisinin bir yansıması olduğunu biliyor. Bu durumda kendi başına varoluş hilkatle çatışmaya doğru yol alırken, İslâm medeniyetinin sanat eseri ilâhî güzelin azameti karşısında bir tevazu ve acizlik ifadesi olarak mümtaz bir yer tutuyor.
Aslında Bir Sanat Var; yaşamın ve aklın insanı bu en çok sıkıştıran çağında, Süleymaniye'nin bahçesinde uzun uzun düşünmeye, sakin-sessiz bir parkta Itrî nağmeleri dinlemeye, güneş guruba ererken birkaç Van Gogh resmi yorumlamaya, Üsküdar sahilinde çay içerken Beşiktaş'a doğru bakıp bir türkü tutturmaya sürükleyen bir kitap... Sanatın her an hayatımızın içinde olduğunu, esas mevzunun onunla temas ederken bu temastan çıkan duyguların hâlimize neler katacağını önemseyen bir kitap...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Vincent Van Gogh, Theo'ya Mektuplar
İnsanın sanatla ilk teması, farkında olsun ya da olmasın çocukluk döneminde başlar. İdrak yeteneğinin, yani anlayışının, akıl erdirme denen faaliyetinin gelişmesiyle ruhuna iyi gelen şeylerin farkına varmaya başlar. Zamanı tam olarak belirlenemeyen bu evre, mekan olarak ailenin yaşadığı çevreyi kapsar. Evin içi, sokak, mahalle ve civar çevre çocuğun hem kendi idrakini keşfetmesi hem de sanatla olan teması için önemlidir. Bir çocuk sekiz yaşındayken hissettiklerini, birkaç sene sonra farklı biçimde hissedip, yine farklı yerlerde yaşadıkları hislerle karşılaştırmaya başlayabilir. Sanatın düşünce ve yaşayış dünyasına doğrudan teması işte bu karşılaştırmalarla iyice filizlenir. Artık çocuk, dünyaya nasıl bir yerden ve ne doğrultuda bakacağını ufak fakat heyecanlı adımlarla kurmaya başlar.
Bendeniz, ilkokul ve ortaokul çağlarımda bayram namazlarını sıklıkla Silivrikapı'daki Sitti Hatun Camii'nde rahmetli dedemle yan yana kılardım. Bu camii, uzun bir zaman mescit olarak bilinirdi. Zira Şeyhülislam Zenbilli Ali Efendi’nin kızı Sitti Hatun tarafından 16. yüzyılda yaptırılmıştı. Hakkındaki bilgiler oldukça sınırlıydı. Dışarıdan bakıldığında tek katlı, sanki imece usulü kurulmuş ve o şekilde yaşayan, kendine mahsus bir cemaati olan, oldukça sakin bir atmosfere sahipti. Bulunduğu cadde çok işlek olsa da mescidin avlusuna girer girmez farklı bir iklim hissedilirdi. Oldukça sönük olan şadırvan sade biçimde selamlardı ziyaretçisini. Bodur minare, o zamanlar İstanbul'da nadir bulunan gökdelenlerin çoğalacağını haber eder gibi dururdu. Dar ve kısa bir yoldan gidilerek mescidin ahşap kapısından içeri girilirdi. Diktörtgen formundaki bir alanda enine uzun saflar tutulurdu. Birçok yönüyle yapay (ve yeni), bazı yönleriyle de doğal (ve eski) ifadeleri vardı mescidin.
Zaman geçti, aile efradı ihtiyarladı, emr-i Hakk vaki oldu ve dede, anneanne ve diğer akraba fertleri teker teker dâr-ı bekaya göç etti. İşte bu göç edişlerde cenazelerin taşındığı ve namazlarının kılındığı camii farklıydı. Silivrikapı'dan yukarı çıkılırdı, Kocamustafapaşa Caddesi'nden geçilir ve Cerrahpaşa istikametine geçilirdi. Caddenin sağ yanında bütün haşmetiyle ve büyüleyici tavrıyla cemaatini, sakinlerini, misafirlerini beklerdi Hekimoğlu Ali Paşa Camii. I. Mahmud’un sadrazamlarından Hekimoğlu Ali Paşa tarafından 1147 (1734-35) yılında Çuhadar Ömer Ağa ve Hacı Mustafa Ağa adında iki mimara yaptırılan bu camii, daha içine girmeden, kapısından çevresindeki duvarlara dek her yaştan insana farklı duygular hissettirirdi. İşte bendeniz, bilhassa lise çağlarımda buradan çok yakınımı uğurladım Silivrikapı Mezarlığı'na. Bu uğurlayışlarda, dini vazifelerin yanı sıra caminin formuyla daha çok ilgilendiğimi fark ettim. İnsana bütünüyle geçiciliğini hissettiren ve dolayısıyla her tarafıyla El-Bâki olanı hatırlatan bir camiiydi burası. Yalnızca camii de değildi aslında; tekkesiyle, kütüphanesiyle, türbesiyle, haziresiyle, sebiliyle ve çeşmeleriyle 'nur yüzlü' bir yerdi. İşte bu mimarî etkinin yanına bir de sanatın en güzide kollarından şiir de eklenince 'nûrun alâ nûr' olurdu. Hani, Yahya Kemal o harikulade şiiri Koca Mustâpaşa'da "Hüznü bir zevk edinenler yaşıyorlar burada / kaldım onlarla bütün gün bu güzel rü'yâda" diyor ya, fakir de ömrü boyunca orada kaldı. Sükuneti ta ezelden ruhuna nakşedenlerle, sâdeliği zarafet kabul edenlerle, geceleri Allâh'a yakın dünyâyı seyredenlerle... Zaten Yahya Kemal de Koca Mustâpaşa'dan yaşadığı semte geri dönerken, içindeki o bitmeyen manevi arayışına dair nasıl bir yer bulduğunu itiraf eder: "Geç vakit semtime döndüm Koca Mustâpaşa'dan / kalbim ayrılmadı bir an o güzel rü'yâdan."
Kabul ediyorum ki bir kitabı takdim etmek için uzun bir başlangıçtı. Elbette bunun bir sebebi var. Uzun yıllardır fikirlerinden, düşünce dünyasından beslendiğim (Şarkısı Biten Şehir kitabımı ithaf ederek hürmetimi ifade etmeye çalıştığım) Sadettin Ökten hoca da aynı serüveni yaşayıp sanatla buluşmuş. Mahalle mescidinde yaşadığı iklimle Bayezid Camii'nde yaşadığı iklim arasındaki fark onu sanatla buluşturmuş. Bu farkın neticesi işte şu cümlelerde mevcut: "Bir insan sıradan bir işi yaptığında yahut olağan bir mekânda bulunduğunda iç âleminde uyanan etkilere dikkat etsin, sonra da heyecan verici bir mekânda duyguları galeyana getirici bir başka deneyim yaşasın, iç âlemindeki olumlu değişimi hemen görecektir. Bu farklılık iç âlemimizden dış dünyamıza da yansır. Bakışlar yumuşar, simada asil bir tebessüm belirir, hareketler vakur ve güzel bir soyluluğa bürünür. Çünkü ruhumuz, yepyeni bir deneyim yaşamış ve bu deneyimin hazzını bedenimize aksettirmiştir."
Devamına çok daha dikkat buyurun lütfen: "Bayezid Camii'nin cemaatindeki bu derûnî ve duygusal farklılığı algılayan çocuk da pek tabii olarak bunu kendi mânevî dünyasında bir yerde muhafaza altına alır. Sonraki yıllarda ruhen bunaldığı, kalben sıkıştığı zamanlarda bu muhafaza ettiği hatıra ona bir ferahlık ve huzur kapısı açar."
Ocak 2019'da tıpkı hocanın daimi halet-i ruhiyesi gibi sessiz-sakin zuhur eden Aslında Bir Sanat Var; Ökten hocanın sanat, birey ve toplum üzerine yazılarından oluşuyor. Evvela bireyin sanatla tanışmasına değiniyor hoca. Burada gözlem, idrak ve eylem oldukça önemli başlangıç noktaları. Akabinde eğitim, eğitimin aktörleri ve içeriği, hatıralar, başka bir 'dünya'nın gözünden (Wilhelm) sanatsal serüven, insanın değerler sistemi, Batı sanatıyla tanışmanın zarureti ve kendi sanatını tanı(ya)mamak (yahut hocanın tabiriyle örselenmek) gibi her yaştan insanı ilgilendiren meselelere dair yorumlar serdediyor. İkinci bölümde bireyi estetik özne olarak tanımlıyor ve değerleriyle arasındaki irtibatı yorumluyor hoca. İnsanın iç dünyasında bilgiyle duygu alanlarının birbirinden ayrılamayacağını, bunların her an iç içe ve birbirinizi izleyen girift bir yapıda olduğunu söyleyerek, hayatiyetini daima sürdüreceğini belirtiyor. Bir eserle temas ettiğimizde; misalen bir şarkıyı dinlerken, bir resmi seyrederken, hazzın yanına başka şeyler de gelir: hatıralar, çağrışımlar, hayaller, arzular. Modernite, bireyin yalnızca hazzı yaşamasını salık verirken, insanı yalnızlaştırır aslında. İç dünyamız yalıtılmış bir yalnızlığa bulanır. Oysa bir duygusal alan vardır ki muhabbetten aşka uzanır. Modernite aşkı tanımlarken sürekli yer değiştirdiği gibi, muhabbet konusunda da tabiri caizse yorumsuzdur. Muhabbet ve aşk, bizim medeniyet tasavvurumuzda çağlar boyunca belirgin bir yere sahiptir. Ökten hoca "Muhabbet, aşkın kaynaktan gelen feyzin göstergesidir" der ve şöyle devam eder: "Hayat gailesi, birey tarafından çekilemeyecek kadar ağır bir yüktür. Varlığı ve gönlü muhabbeti tatmış olan bireyler müstesna."
Üçüncü bölümde sanatkârın kim olduğunu öğreniyoruz. Sanat eserini ortaya koyan insan kimdir? Sanatkâr değerler sisteminden bağımsız mıdır? Diğer insanlardan neden farklıdır? Yeteneğin rolü nedir? Hayat tarzı ve imkânlar sanatçının kaderinde nerede durur? Sanatkârın çevresi nasıl oluşur ve şekillenir? Birey sanatkârla nasıl tanışır? Sanatkâr hangi medeniyet tasavvurunun gölgesindedir? Modernist sanatkârın macerası nasıl sürmüştür? Bu gibi sorular, sanatla ilk buluşmasından itibaren bu buluşma üzerine düşünmüş ve her çevreden sanat ürününü görmüş, yorumlamış bir bilgenin dilinden zengin cevaplar bulabilir. Sadettin Ökten de işte böyle bilgece cevap arıyor sorulara. Sanatkârı tanıdıktan sonra okuyucuya dördüncü bölümde sanat eserinin ne olduğunu anlatıyor. Sanatın konusunu doğa, doğa üstü âlem, insan ve toplum gibi dört çevrenin oluşturduğunu söylüyor. Bu bölümde İslâm medeniyet tasavvurunda sanat, sanat eserinin mahiyeti ve türleri, soyutun tasviri ve muhatabın somuttan soyuta geçişi, eserin hayatın ne kadar içinde olduğu, kimlik inşasında sanat eserinin gücü ve sanat eseri ile özgürlük arasındaki ilişki kendine yer buluyor. Bendeniz döndüm dolaştım, bu bölümü şu paragrafla zihnime nakşetmeye çabaladım: "İslâm medeniyet tasavvuruna göre en güzel yaratılmış olan varlık insandır. Doğa, insanın hem yaşayıp yararlanması hem de tefekkür etmesi, içsel zenginliğini oluşturup artırması için ona lutfedilmiş bir çevredir. Sâni-i Mutlak'ın el-Bedî (benzeri olmayan) ismi tecelli edince bütün yaratılanların tek, yegâne ve en güzel olduğu da kabul edilmiş olur. Bu açıdan baktığımızda bizâtihi insanın kendisi ve ona lutfedilen doğa, duygu alanında zevk uyandırdığı için bir estetik haz kaynağıdır ve bu sebeple sanat eseridir."
Kitabın beşinci bölümü toplum ve sanata, altıncı bölümü sanat ve batı estetik'ine, yedinci bölümü ise sanat faaliyetine ayrılmış. Bu bölümler, hocanın ömrünü verdiği yapı mühendisliği alanındaki eğitim-öğretim ve araştırma faaliyetlerinin yanına bilim tarihi, bilim felsefesi, kültür, medeniyet ve sanat ilgisini nasıl yerleştirdiğini kademe kademe gösteriyor aslında. Bir şehirde nasıl yaşanır, bir yapıya nasıl bakılır, bir sanat eseri üzerine nasıl düşünülür ve yorum yapılır, teoriden ve felsefeden nasıl yararlanılır, güzel nedir ve nasıl oluşur, estetik olgunun dört ögesi (süje, obje, değer, yargı) nedir... Okunurken alınan lezzetin yanına şüphesiz farklı bilimlerden yararlanma ihtiyacı da ekleniyor ki makbul olan da budur. Hocanın o güzel üslubu, teknik meselelere dair konuşurken dahi 'bir ulu rüyayı görenler'le bir ömür geçirdiğini hatırlatıyor. Şehrin silueti bize neler söyler, eski İstanbul'un sokakları, şehirli muâşereti, şehirlinin şehirdeki sanat birikimiyle teması gibi bölümlerde bu hatırlatmalardan istifade etmek mümkün. İslâm medeniyetinin toplumsal sanat uzayından bahsederken, belki biraz uzun bir alıntı olacak ama bakın hoca ne güzel yerlere götürüyor insanı:
"Güzeli hissetmek için belli bir eğitimden, daha doğru tabiriyle belli bir seyir sürecinden geçmek lazım. Bu seyir sürecinde güzeli temaşa eden ehil kimselerle birlikte olunur, onlara iştirak edilir, zihin ve kalp her an uyanık olarak onların halini kabule müştak bir durumda olmak icap eder. Malumdur ki "Hal sâridir." derdi Fethi Gemuhluoğlu Bey. Bu seyirde temaşa ehli, güzele müştak olan ruha sevmeyi öğretir. Güzel, seversen zuhur eder. Seven her şeyi güzel görür. Değil olağanüstüyü, olağanı bile... Allah dostları "Sevginin cünun hali aşktır." buyurmuşlardır. Aşk coşkundur. Aşk gelince akıl zâyi olur. Yûnus Emre diyor ki:
Bu denize düşen ölür dediler
Ölür ise ko ki ölsün n'olısar
Aşk gelicek cümle eksikler biter
Bitmez ise ko ki kalsın n'olısar
Bu aynı zamanda "Aşk gelicek güzel zuhur eder." demektir. Çünkü güzelde hiçbir eksik ve noksan yoktur. Coşkulu ve aklı zâil olmuş (yok olmuş) aşk hali bir süre sonra durulup damıtılınca muhabbet hâsıl olur. Muhabbet, aşkın özü ve esasıdır. Muhabbet ehli vakurdur, içe dönüktür. Aşk nüvesini kalbinin en muhterem ve mahfuz köşesinde saklar. Muhabbet ehlini ancak o hale vâkıf olan erbabı anlayabilir. Muhabbet öyle bir hazinedir ki asla israf edilemez. Fânîler için kullanılmaz, sadece ezelî ve ebedî olan güzele ithaf edilerek bezledilir (sarfedilir)."
Ökten hoca kitabını modernitenin toplumsal sanat uzayı ve bunun içeriği ile İslâm medeniyetinin toplumsal sanat uzayı ve onun muhtevasını kısaca karşılaştırarak hatm-i kelâm eyliyor. Diyor ki modernist sanat eseri kendi başına bir varoluşu iddia ediyor. İslâm dünyasının sanat eseri ise yalnızca Allah tarafından lutfedilen cemalin, tecellisinin bir yansıması olduğunu biliyor. Bu durumda kendi başına varoluş hilkatle çatışmaya doğru yol alırken, İslâm medeniyetinin sanat eseri ilâhî güzelin azameti karşısında bir tevazu ve acizlik ifadesi olarak mümtaz bir yer tutuyor.
Aslında Bir Sanat Var; yaşamın ve aklın insanı bu en çok sıkıştıran çağında, Süleymaniye'nin bahçesinde uzun uzun düşünmeye, sakin-sessiz bir parkta Itrî nağmeleri dinlemeye, güneş guruba ererken birkaç Van Gogh resmi yorumlamaya, Üsküdar sahilinde çay içerken Beşiktaş'a doğru bakıp bir türkü tutturmaya sürükleyen bir kitap... Sanatın her an hayatımızın içinde olduğunu, esas mevzunun onunla temas ederken bu temastan çıkan duyguların hâlimize neler katacağını önemseyen bir kitap...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
30 Mayıs 2019 Perşembe
Çorum Cezaevi'ni anlatan bir roman denemesi
Kemal Tahir ömrünün azımsanmayacak bir zamanını, Nâzım Hikmet’le beraber yargılandığı donanma davası yüzünden hapiste geçirmiştir. Bu durum doğal olarak usta romancının yazın hayatına da yansımış, yazar bu durumla ilgili birçok roman kaleme almıştır. Bunların en bilineni Kelleci Memet’tir. Karılar Koğuşu, Namuscular, Damağası gibi romanları da bu temayı işlediği diğer romanlardır. Bu dört romanın içinden Kelleci Memet’i farklı bir yere koyarız çünkü Kemal Tahir Kelleci Memet’i sağlığında yayımlamış, her türlü düzeltmeyi ve romanın son şeklini kendisi belirlemiştir. Diğer üç roman ise, yazar vefat ettikten sonra notları arasında bulunmuş ve daha sonra yayımlanmıştır. Üstelik bu romanlara baktığımızda, bunların yazımının Tahir’in gençlik zamanlarına kadar uzandığını da görürüz. Fakat yazar muhtemelen son haline getirmediğini düşündüğünden olacak, bu romanları yayımlamayı tercih etmemiştir.
Bu dört roman içinde Kelleci Memet bir yönüyle nasıl farklı bir yerdeyse, Damağası da başka bir yönüyle bu dört romandan ayrılır. Damağası dışında kalan üç roman da bir şekilde okura tamamlanmışlık hissi verir. Evet, eksikleri vardır, ancak bir roman ya da başı sonu çok da tutarsız olmayan bir metin okumuş oluruz; ancak Damağası her ne kadar roman olarak anılsa da aslında bir roman denemesidir. Bu dört hapishane romanı içinde eksik kalmış, son haline getirilmemiş tek taslaktır. Başı ve sonu belli bir bütünlük arz etmez. Evet, mekânsal olarak bir bütünlük içindedir. Çorum Cezaevi’nde geçer bu anlatı. Ancak tamamlanmamıştır. Bu sebepten de bence roman sayamayız, yarı kurgu yarı hatırat türü bir eser olarak görebiliriz Damağası’nı.
Üç ana bölümden oluşur kitap. Buna romana üç giriş bölümü denemeleri de diyebiliriz. Damağası (Notlar), Damağası ve Damağası (Son Çalışma) bu bölümlerin isimleridir. Zaten isimlerden bile bu bölümlerin müsvedde çalışmalar olduğu bellidir. Kitap şu anda piyasada yoktur ancak sahaflardan temin edilebilir. Daha önceleri Bilgi Yayınevi, Tekin Yayınevi ve İthaki Yayınları’ndan neşredilmiştir. Ben Tekin Yayınları’ndan okudum. Benim okuduğum basım, yayınevinin editörüne göre tashih edilmişti. Bunu kitabın sonundaki nottan anlıyoruz. (Daha sonra değineceğim.)
Kitap, ilk bölümüne 28 Nisan 1948 tarihini taşıyan sarı defterdeki notla başlar: “Bütün bu aşağıda okuyacağınız zincirleme meselelerin, günlerden bir gün, Çorum Cezaevi’nde, mahsustan yere düşürülüp, kırılan bir saatten doğduğuna inanmak güçtür. Amma neylersiniz ki, realist bir hikâyeci sıfatıyle, şüphecileri şüphelerinde serbest bırakarak, hakikatı gördüğümüz gibi kaydedeceğiz.”
İlk bölümde, yukarıda bahsedilen saat meselesi çevresinde konu epey bir işlenir fakat bu bölüm dışında kitabın diğer bölümlerinin saat meselesiyle alakası yoktur. İlk bölüm özelinde konuşacak olursak; hikâye, hapishane gardiyanlarından Hasan Kırat’ın saatinin kırılması üzerine başlar. Bir taşın su üzerinde bıraktığı halkalar gibi konu genişledikçe genişler. Kendine has anlatım tarzıyla Hasan’ı etraflıca tanıtır yazar. Diğer karakterleri de es geçmez. Örneğin kitabın ileriki bölümlerinde karşımıza ‘Casus Yüzbaşı’ olarak çıkacak Yüzbaşı Bey, bu bölümde de önemli bir karakter olarak yer bulur kendine.
Kemal Tahir ilk bölümde bize mahkûmlar üzerinden bir hapishane portresi çizer. Bunu, temele aldığı birkaç mahkûm ve hapishane görevlileri üzerinden gerçekleştirir. Ancak bu bölüm ve bu kitap genelinde söylersek, Karılar Koğuşu, Namuscular, Kelleci Memet’te olduğu gibi koğuşlara çok girmez Tahir. Devlet-bürokrasi-mahkûm çizgisiyle birlikte bir perspektifin sunulduğu bölümde politik göndermeler de yer alır ama çokça yer bulmaz kendine:
“Böylece seneler geçti. İki taraf da Halk Partisi’nin ‘halk için, halkla beraber’ prensibinden faydalanarak git gide şiştiler.”
Ayrıca bir hapishanede, müdür-gardiyan-mahkûm ilişkisi ve bu ilişkiyi belirleyen dinamikler de diyaloglar aracılığıyla okura aktarılır.
İkinci bölüm olan Damağası, 1949 tarihlidir ve kendi içinde iki bölüme ayrılır: Kitaplı Casus ve Gazete Muharriri. Bu bölüm otobiyografik özelliklerin ağır bastığı bir bölümdür. Bölümün iki isminde de anılan aslında Kemal Tahir’in kendisidir. İstanbullu Celal adıyla kendine yer verir yazar bu bölümde. Çorum Cezaevi’ne ilk gelişini konu eder. Cezaevine kitaplarla dolu iki büyük bavulla gelmesinden ötürü diğer mahkûmlar arasında başlarda kitaplı casus olarak anılır. Fakat İstanbullu Celal karakterini işlemeden önce Kemal Tahir, daha önceleri hapishane yatan iki casus hakkında bilgiler verir. Bunlardan biri ilk bölümdeki Yüzbaşı Bey’dir. Burada kitabın aslında halen taslak olduğunu belirten önemli noktalar vardır. Yazar ilk bölümde de ikinci bölümde de Yüzbaşı Bey hakkında malumat verirken birebir aynı cümleleri kullanır. Sanki Yüzbaşı Bey’e hangi bölümde nasıl bir rol vereceğine karar vermeye çalışır gibidir.
Bu bölümün diğer kısmı, önce casus sanılan daha sonra gazete muharriri olduğu ortaya çıkan İstanbullu Celal’in (yani Tahir’in) hapishanedeki belli başlı kişilerle konuşmaları üzerinden ilerler. Bu konuşmalarda Tahir, yerel halkın dünyaya bakışını çok iyi resmetmiştir. Hapishanenin ‘kendi’ kurallarını, iç işleyişini Celal üzerinden göstermiştir. Bu bölümde de güncel politik olaylar kısaca kendine yer bulur. Zaman, İkinci Dünya Savaşı zamanıdır. Hitler hakkında menfi-müspet fikirler mahkûmların bakışından yansıtılır fakat diyaloglar genelde günlük muhabbet kıvamında ve daha çok mahkûmların kendi dertleri üzerinedir.
Son bölüm Damağası (Son Çalışma), kendi içinde dört bölüme ayrılır: Kitaplı Casus, Casus Yüzbaşı, Kara Müdür ve Bir Mahpushane Hikâyesi. Bu bölümler kendi içinde bir bütün oluşturmaz. İstanbullu Celal’in hapishaneye gelişi, ikinci bölümdekinden daha farklı bir şekilde anlatılır. Hikâye Celal üzerinden gidecek diye düşünürken bir anda Casus Koço’nun hikâyesine geçilir ve İstanbullu Celal’e bir daha dönmez yazar. Kurgu yarım kalmıştır. Ayrıca önceki bölümlerde de bahsedilen Casus Yüzbaşı ve Kara Müdür’ün hikâyelerine daha geniş yer ayrılır. Bu bölümün son kısmı Bir Mahpushane Hikâyesi ise sadece bölümden değiş kitaptan da tamamen ayrılır. Gerçi kitabın sonunda ‘Bir Mahpushane Hikâyesi’ başlıklı bu son bölüm, doğrudan doğruya önceki bölümlerle ilgili görünmekle beraber, ana dosyada bulunduğu, ayrıca yazarın son çalışmalarından olduğu için son ve dördüncü bir bölüm olarak ilavesi uygun görülmüştür notu yer alsa da bu hikâyenin, mekân olarak hapishanede geçmesi dışında kitapla bir bağı olduğunu düşünmüyorum. Bir mahkûmun hapishaneye nasıl düştüğünün hikâyesidir bu. Bir anlatıcının etrafına topladığı diğer mahkûmlara anlattığı, zaman zaman diyaloglarla ilerleyen bir anlatıdır bu bölüm. Farklı bir metin olarak bakabiliriz buna. Aynı zamanda yazarın daha sonraları yazacağı Rahmet Yolları Kesti’deki Uzun İskender karakteri de kendine kısaca yer bulur bu bölümde.
Edebiyatımızda ve dünya edebiyatında çeşitli sebeplerden yarım kalan veya yazarın sağlığında yayımlamadığı birçok eser vardır. Bu sayı Kemal Tahir külliyatında daha fazladır. Fakat bulunan meşhur sarı defterlerinden çıkan notları derleyip yayına hazırlayan editörler vardır şükür ki. Bunu yarım kalan eserlerin çok başarılı olduğu için değil, yazarın yazdığı her şeye kıymet verdiğim için söylüyorum. Yoksa Damağası ne bir romandır ne de Türk Edebiyatı’nın kült eserlerindendir. Ancak Tahir’in kendine has üslûbunu göreceğimiz bir eserdir. Bir bütün haline getirilip kurgusu belirlenseydi nasıl bir şey olurdu bilinmez ama Kelleci Memet’teki başarıyı yakalayabilirdi. Ancak bir roman çalışması okumak isteyenler için de gayet güzel bir okuma imkânı sunar kitap.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Bu dört roman içinde Kelleci Memet bir yönüyle nasıl farklı bir yerdeyse, Damağası da başka bir yönüyle bu dört romandan ayrılır. Damağası dışında kalan üç roman da bir şekilde okura tamamlanmışlık hissi verir. Evet, eksikleri vardır, ancak bir roman ya da başı sonu çok da tutarsız olmayan bir metin okumuş oluruz; ancak Damağası her ne kadar roman olarak anılsa da aslında bir roman denemesidir. Bu dört hapishane romanı içinde eksik kalmış, son haline getirilmemiş tek taslaktır. Başı ve sonu belli bir bütünlük arz etmez. Evet, mekânsal olarak bir bütünlük içindedir. Çorum Cezaevi’nde geçer bu anlatı. Ancak tamamlanmamıştır. Bu sebepten de bence roman sayamayız, yarı kurgu yarı hatırat türü bir eser olarak görebiliriz Damağası’nı.
Üç ana bölümden oluşur kitap. Buna romana üç giriş bölümü denemeleri de diyebiliriz. Damağası (Notlar), Damağası ve Damağası (Son Çalışma) bu bölümlerin isimleridir. Zaten isimlerden bile bu bölümlerin müsvedde çalışmalar olduğu bellidir. Kitap şu anda piyasada yoktur ancak sahaflardan temin edilebilir. Daha önceleri Bilgi Yayınevi, Tekin Yayınevi ve İthaki Yayınları’ndan neşredilmiştir. Ben Tekin Yayınları’ndan okudum. Benim okuduğum basım, yayınevinin editörüne göre tashih edilmişti. Bunu kitabın sonundaki nottan anlıyoruz. (Daha sonra değineceğim.)
Kitap, ilk bölümüne 28 Nisan 1948 tarihini taşıyan sarı defterdeki notla başlar: “Bütün bu aşağıda okuyacağınız zincirleme meselelerin, günlerden bir gün, Çorum Cezaevi’nde, mahsustan yere düşürülüp, kırılan bir saatten doğduğuna inanmak güçtür. Amma neylersiniz ki, realist bir hikâyeci sıfatıyle, şüphecileri şüphelerinde serbest bırakarak, hakikatı gördüğümüz gibi kaydedeceğiz.”
İlk bölümde, yukarıda bahsedilen saat meselesi çevresinde konu epey bir işlenir fakat bu bölüm dışında kitabın diğer bölümlerinin saat meselesiyle alakası yoktur. İlk bölüm özelinde konuşacak olursak; hikâye, hapishane gardiyanlarından Hasan Kırat’ın saatinin kırılması üzerine başlar. Bir taşın su üzerinde bıraktığı halkalar gibi konu genişledikçe genişler. Kendine has anlatım tarzıyla Hasan’ı etraflıca tanıtır yazar. Diğer karakterleri de es geçmez. Örneğin kitabın ileriki bölümlerinde karşımıza ‘Casus Yüzbaşı’ olarak çıkacak Yüzbaşı Bey, bu bölümde de önemli bir karakter olarak yer bulur kendine.
Kemal Tahir ilk bölümde bize mahkûmlar üzerinden bir hapishane portresi çizer. Bunu, temele aldığı birkaç mahkûm ve hapishane görevlileri üzerinden gerçekleştirir. Ancak bu bölüm ve bu kitap genelinde söylersek, Karılar Koğuşu, Namuscular, Kelleci Memet’te olduğu gibi koğuşlara çok girmez Tahir. Devlet-bürokrasi-mahkûm çizgisiyle birlikte bir perspektifin sunulduğu bölümde politik göndermeler de yer alır ama çokça yer bulmaz kendine:
“Böylece seneler geçti. İki taraf da Halk Partisi’nin ‘halk için, halkla beraber’ prensibinden faydalanarak git gide şiştiler.”
Ayrıca bir hapishanede, müdür-gardiyan-mahkûm ilişkisi ve bu ilişkiyi belirleyen dinamikler de diyaloglar aracılığıyla okura aktarılır.
İkinci bölüm olan Damağası, 1949 tarihlidir ve kendi içinde iki bölüme ayrılır: Kitaplı Casus ve Gazete Muharriri. Bu bölüm otobiyografik özelliklerin ağır bastığı bir bölümdür. Bölümün iki isminde de anılan aslında Kemal Tahir’in kendisidir. İstanbullu Celal adıyla kendine yer verir yazar bu bölümde. Çorum Cezaevi’ne ilk gelişini konu eder. Cezaevine kitaplarla dolu iki büyük bavulla gelmesinden ötürü diğer mahkûmlar arasında başlarda kitaplı casus olarak anılır. Fakat İstanbullu Celal karakterini işlemeden önce Kemal Tahir, daha önceleri hapishane yatan iki casus hakkında bilgiler verir. Bunlardan biri ilk bölümdeki Yüzbaşı Bey’dir. Burada kitabın aslında halen taslak olduğunu belirten önemli noktalar vardır. Yazar ilk bölümde de ikinci bölümde de Yüzbaşı Bey hakkında malumat verirken birebir aynı cümleleri kullanır. Sanki Yüzbaşı Bey’e hangi bölümde nasıl bir rol vereceğine karar vermeye çalışır gibidir.
Bu bölümün diğer kısmı, önce casus sanılan daha sonra gazete muharriri olduğu ortaya çıkan İstanbullu Celal’in (yani Tahir’in) hapishanedeki belli başlı kişilerle konuşmaları üzerinden ilerler. Bu konuşmalarda Tahir, yerel halkın dünyaya bakışını çok iyi resmetmiştir. Hapishanenin ‘kendi’ kurallarını, iç işleyişini Celal üzerinden göstermiştir. Bu bölümde de güncel politik olaylar kısaca kendine yer bulur. Zaman, İkinci Dünya Savaşı zamanıdır. Hitler hakkında menfi-müspet fikirler mahkûmların bakışından yansıtılır fakat diyaloglar genelde günlük muhabbet kıvamında ve daha çok mahkûmların kendi dertleri üzerinedir.
Son bölüm Damağası (Son Çalışma), kendi içinde dört bölüme ayrılır: Kitaplı Casus, Casus Yüzbaşı, Kara Müdür ve Bir Mahpushane Hikâyesi. Bu bölümler kendi içinde bir bütün oluşturmaz. İstanbullu Celal’in hapishaneye gelişi, ikinci bölümdekinden daha farklı bir şekilde anlatılır. Hikâye Celal üzerinden gidecek diye düşünürken bir anda Casus Koço’nun hikâyesine geçilir ve İstanbullu Celal’e bir daha dönmez yazar. Kurgu yarım kalmıştır. Ayrıca önceki bölümlerde de bahsedilen Casus Yüzbaşı ve Kara Müdür’ün hikâyelerine daha geniş yer ayrılır. Bu bölümün son kısmı Bir Mahpushane Hikâyesi ise sadece bölümden değiş kitaptan da tamamen ayrılır. Gerçi kitabın sonunda ‘Bir Mahpushane Hikâyesi’ başlıklı bu son bölüm, doğrudan doğruya önceki bölümlerle ilgili görünmekle beraber, ana dosyada bulunduğu, ayrıca yazarın son çalışmalarından olduğu için son ve dördüncü bir bölüm olarak ilavesi uygun görülmüştür notu yer alsa da bu hikâyenin, mekân olarak hapishanede geçmesi dışında kitapla bir bağı olduğunu düşünmüyorum. Bir mahkûmun hapishaneye nasıl düştüğünün hikâyesidir bu. Bir anlatıcının etrafına topladığı diğer mahkûmlara anlattığı, zaman zaman diyaloglarla ilerleyen bir anlatıdır bu bölüm. Farklı bir metin olarak bakabiliriz buna. Aynı zamanda yazarın daha sonraları yazacağı Rahmet Yolları Kesti’deki Uzun İskender karakteri de kendine kısaca yer bulur bu bölümde.
Edebiyatımızda ve dünya edebiyatında çeşitli sebeplerden yarım kalan veya yazarın sağlığında yayımlamadığı birçok eser vardır. Bu sayı Kemal Tahir külliyatında daha fazladır. Fakat bulunan meşhur sarı defterlerinden çıkan notları derleyip yayına hazırlayan editörler vardır şükür ki. Bunu yarım kalan eserlerin çok başarılı olduğu için değil, yazarın yazdığı her şeye kıymet verdiğim için söylüyorum. Yoksa Damağası ne bir romandır ne de Türk Edebiyatı’nın kült eserlerindendir. Ancak Tahir’in kendine has üslûbunu göreceğimiz bir eserdir. Bir bütün haline getirilip kurgusu belirlenseydi nasıl bir şey olurdu bilinmez ama Kelleci Memet’teki başarıyı yakalayabilirdi. Ancak bir roman çalışması okumak isteyenler için de gayet güzel bir okuma imkânı sunar kitap.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
27 Mayıs 2019 Pazartesi
İnsanlık tarihi ve distopya uygarlığı
Distopyanın bir edebiyat türünden öte insanlık tarihinin geldiği aşamanın bir göstergesi olduğu kanaatindeydim. Abartı gibi gözüküyor olabilir lakin yaşamın içinde yer alan distopik detayların çokluğu beni bu düşünceye sevkediyor. İnsanlık tarihi distopya uygarlığından ibaret.
Distopya deyince akla ilk gelen 1984 oluyor sanırım. George Orwell’ın konuyu başarıyla işlemesi ona bu ayrıcalığı veriyor. Orwell gerçekten iyi bir yazar. Onca yıla rağmen okuyucu tarafından gösterilen teveccüh, gerek kurgu gerekse deneme türü yazılarında işinin ehli olduğunun ispatı diyebiliriz. Yalnız, onun iyi bir yazar olması hakkındaki dedikoduların/iddiaların dikkate alınmasına engel değil. Örneğin ilk defa 1945 yılında yayınlanan Hayvan Çiftliği’nin Sovyet Rusyası’na yönelik antipropaganda faaliyeti olarak kullanılmak üzere sipariş edilen bir CIA projesi olduğu dillendirilir. Kitaptaki olay örgüsü ve akış 1917 Ekim Devrimi ile karşılaştırmalı bir okumaya tabi tutulduğunda mesele biraz daha netleşir. Karakterler ve olay tamamen örtüşmektedir. Bu elbette eseri değersizleştirmiyor. Sadece para ve ideoloji karşılığı kurgulandığı ve/veya kullanıldığı ihtimali edebiyat dünyasında işlerin nasıl döndüğünü göstermeye katkı sunuyor. Üstelik Orwell ile ilgili spekülasyonlar Hayvan Çiftliği ile sınırlı değil. Orwell 1984’ü 1948 yılında tamamlar ve 1949 yılında yayınlanır. Benzer iddialar 1984 için de geçerlidir. Fakat benim üzerinde durduğum şey biraz daha farklı. 1984 romanından epeyce önce, 1921’de Yevgeni Zamyatin’in (1884-1937) Biz’i, sonra sırasıyla 1932’de Aldoux Huxley’nin (1894-1963) Cesur Yeni Dünya’sı; 1937’de Katharine Burdekin’in (1896-1963) Swastika Geceleri ve 1940’ta Karin Boye’un (1900-1941) Kallocain’ı yayınlanır. 1984 romanı için bu eserlerden esinlenme iması yapılır. Elbette içerik olarak hikâye hikâyeye benzer fakat burada dikkat çekilen nokta teknik detaylardır. Özellikle, metin içinde oluşturulan yapay kavramlar ve dil oyunlarının buradaki ‘esinlenmeyi’ açıkça gösterdiği söylenir. 1984’ü diğerlerinden önce okumuş biri olarak, Orwell’ın önceki distopya örneklerini iyi analiz ederek ortaya başarılı bir ‘sentez’ sunduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Açıkçası bu eserlerden habersiz olduğunu söylemek zor. Diğer yandan bu durum Orwell hakkındaki ‘iyi yazar’ görüşümü kesinlikle değiştirmediği gibi 1984’ün distopik eserler içerisinde en iyisi olduğu kanaatimi de etkilemiyor. Zaten Orwell bir yazar olarak kalitesini diğer eserleriyle de ortaya koyuyor.
Yukarıda kronolojik olarak sıralanan distopik eserlerin dördüncüsü olan Kallocain çok bilinmeyen bir roman. Profil Kitap tarafından yayınlanan kitabı Modern İsveç edebiyatının önde gelen isimlerinden Karin Maria Boye (1900-1941) kaleme almış. Yüz doksan sayfalık eserin çevirisi Erman Fermancı’ya ait. Kallocain’ı öne çıkaran iki faktör olduğunu düşünüyorum. İlki, Swastika Geceleri’nde olduğu gibi Kallocain’ın yazarının da kadın olması. Bu durum diğer iki esere göre daha yumuşak bir üslup katıyor. Yalnız, Kallocain’da Swastika Geceleri’ndeki kadar feminist vurguya rastlanmıyor. Karin Boye her ne kadar kadını ikinci plana iten eril düşünceyi eleştiriyorsa da romanı bir erkek karakterin ağzından anlatarak meseleyi patriyarkal düzlem yerine insani bir temelde aktarmaya gayret ediyor. İkincisi ise eserin kendi içinde güçlü bir felsefesi olması diyebilirim. Söylemin sert olmayışı Kallocain’ı diğer distopik eserlerin gerisinde bırakıyor gibi görülebilir lakin romanın kurgusu ve hikâyenin içeriği oldukça sağlam. Dolayısıyla Kallocain başarılı bir distopik eser olarak değerlendirilmeli diye düşünüyorum. Bu başarıda romanın dilindeki akıcılığın etkisini de hesaba katmak gerekiyor. Ne mutlu ki, çeviri bu akıcılığı yansıtabilmiş.
Roman tutsak edilmiş bir kimyagerin geçmişte yaşadıklarına dönük düşündüklerini yazmasıyla başlıyor. Yazmayı hem sorgulama hem de rahatlama yöntemi olarak seçen kimyagerin yaşadığı ülke izole edilmiş durumdadır. İktidarın izin verdiğinin dışında bilgi akışı kesinlikle yasaktır. Hayatın her anına yayılan propaganda faaliyetlerinde devletin durumunun çok iyi olduğu, düşmanların ise zor durumda olduğu söylenmektedir. Her şey devletin kontrolü altında gerçekleşmektedir. Günlük hayattaki görevlendirmelerden evlenecek çiftlerin kimler olacağına, kimin nerede yaşayacağından çocukların nerede ve nasıl eğitim alacağına kadar devlet karar vermektedir. Zaten evlilik Düzen’e ‘eleman’ kazandırma kurumudur. İktidarın propagandasının yapıldığı toplantılar yapılmakta ve törenler düzenlenmektedir. Bu faaliyetlere belirlenen kişilerin katılımı zorunludur. Seyahat kısıtlanmıştır. Gündelik hayat militarist bir disiplinle yaşanmaktadır.
İktidarın uyguladığı sıkı denetim bir korku atmosferi oluşturmuştur. Fiili güvenlik tedbirleriyle yetinmeyen iktidar her yere kurduğu kamera ve mikrofonlar vasıtasıyla toplumu gözetlemekte ve dinlemektedir. Konuşmaktan çekinen insanların oluşturduğu suskun ve pasif bir toplum oluşturulmuştur. İktidar her eve yardımcı adı altında bir ‘muhbir’ yerleştirmiştir ve insanlar sürekli raporlanmaktadır. Bu sayede iktidar için herhangi bir sorun çıkaracak durum henüz oluşmadan saptanarak ortadan kaldırılmaktadır.
Kallocain tutuklu kimyagerin üzerinde çalıştığı bir projedir. İnsan vücuduna zerk edilen bir kimyasal karışım (Kallocain) bireyin düşüncelerini açıklamasına sebep olmaktadır. Bu esnada birey bilincini kaybetmemekte fakat otokontrolünü kaybetmektedir. Dolayısıyla birey gizlediği düşüncelerini açıklarken neyi açıkladığının farkındadır fakat buna engel olamamaktadır. Projenin amacı suçluların suçlarını inkar etmelerini engelleyerek cezalandırılmalarını sağlayarak daha yaşanılası bir toplum oluşturmaktır. Bu sayede herkes doğruları söylemeye mecbur olacaktır. Yalnız hesaba katılmayan şey, suç işlemeyen kişilerin de bu teste tabi tutulması sonucunda zihinlerindeki her şeyi açıklamak zorunda kalacak olmalarıdır. Fiiliyata geçmemiş, belki de hiç açığa çıkmayacak düşünceler yüzünden insanlar suçlu durumuna düşebileceklerdir. Yazar bu söylemle modernitenin düşünceyi suç kategorisine sokmasını eleştiriyor diyebiliriz.
Kallocain psikolojik yönü oldukça baskın bir roman. İlk başlarda ürettiği kimyasalın ideal yaşamın oluşmasına katkı sunacağına dair büyük bir inanca sahip olan başkarakter zamanla duygu karmaşası yaşamaya başlıyor. Bunda ücret karşılığı gönüllü deneklik yapan kişiler üzerindeki deneylerin etkisi büyük oluyor. Deneklerin ve yakınlarının tavırları kimyagerin düşüncelerini değiştiriyor. Kimyager, Kallocain ile mahrem bilgilere ulaşmanın mümkün olduğu bir denetim mekanizması oluşturularak özel hayat tümüyle yok edildiğini fark ediyor. İnsanların düşüncelerini bile denetim altına alan bir sistemin amaçlandığını görüyor. Bu yöntem sadece düşünceleri açığa çıkarılan insanlarla sınırlı kalmadığını, onların en yakınlarını da potansiyel suçlu konumuna soktuğunu gözlemliyor. Öyle ki, düşünce suçu işleyen yakınını şikayet etmemek düşünce suçuna yardım ve yataklık olarak değerlendirilerek cezalandırma yoluna gidiliyor. Hiç kimsenin hiç kimseye güvenmediği bir ortam oluşturuluyor.
Kallocain tutuklu bir kimyagerin iç muhasebesi yaparak hayatı anlamlandırmaya çalıştığı bir metin. Bilimin araçsallaştırılması yoluyla oluşturulan distopik yapının başkarakterin iç dünyasındaki yansımalarına tanık oluyor okuyucu. Yazar, eserindeki psikolojik boyut ile insanın ruh hâlini çözümlemeye çalışıyor. Diğer yandan yazıldığı dönemin totaliter devlet anlayışını açığa çıkarıyor ve suni politikalar ile oluşturulan korku atmosferi içinde bireylerin nasıl etkisiz hâle getirildiğini gösteriyor. Üslubunun sert olmayışı anlatılanları gerçekliğe yakınlaştırıyor diyebiliriz. Kısacası Kallocain distopya sevenleri memnun bırakacak bir roman.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Distopya deyince akla ilk gelen 1984 oluyor sanırım. George Orwell’ın konuyu başarıyla işlemesi ona bu ayrıcalığı veriyor. Orwell gerçekten iyi bir yazar. Onca yıla rağmen okuyucu tarafından gösterilen teveccüh, gerek kurgu gerekse deneme türü yazılarında işinin ehli olduğunun ispatı diyebiliriz. Yalnız, onun iyi bir yazar olması hakkındaki dedikoduların/iddiaların dikkate alınmasına engel değil. Örneğin ilk defa 1945 yılında yayınlanan Hayvan Çiftliği’nin Sovyet Rusyası’na yönelik antipropaganda faaliyeti olarak kullanılmak üzere sipariş edilen bir CIA projesi olduğu dillendirilir. Kitaptaki olay örgüsü ve akış 1917 Ekim Devrimi ile karşılaştırmalı bir okumaya tabi tutulduğunda mesele biraz daha netleşir. Karakterler ve olay tamamen örtüşmektedir. Bu elbette eseri değersizleştirmiyor. Sadece para ve ideoloji karşılığı kurgulandığı ve/veya kullanıldığı ihtimali edebiyat dünyasında işlerin nasıl döndüğünü göstermeye katkı sunuyor. Üstelik Orwell ile ilgili spekülasyonlar Hayvan Çiftliği ile sınırlı değil. Orwell 1984’ü 1948 yılında tamamlar ve 1949 yılında yayınlanır. Benzer iddialar 1984 için de geçerlidir. Fakat benim üzerinde durduğum şey biraz daha farklı. 1984 romanından epeyce önce, 1921’de Yevgeni Zamyatin’in (1884-1937) Biz’i, sonra sırasıyla 1932’de Aldoux Huxley’nin (1894-1963) Cesur Yeni Dünya’sı; 1937’de Katharine Burdekin’in (1896-1963) Swastika Geceleri ve 1940’ta Karin Boye’un (1900-1941) Kallocain’ı yayınlanır. 1984 romanı için bu eserlerden esinlenme iması yapılır. Elbette içerik olarak hikâye hikâyeye benzer fakat burada dikkat çekilen nokta teknik detaylardır. Özellikle, metin içinde oluşturulan yapay kavramlar ve dil oyunlarının buradaki ‘esinlenmeyi’ açıkça gösterdiği söylenir. 1984’ü diğerlerinden önce okumuş biri olarak, Orwell’ın önceki distopya örneklerini iyi analiz ederek ortaya başarılı bir ‘sentez’ sunduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Açıkçası bu eserlerden habersiz olduğunu söylemek zor. Diğer yandan bu durum Orwell hakkındaki ‘iyi yazar’ görüşümü kesinlikle değiştirmediği gibi 1984’ün distopik eserler içerisinde en iyisi olduğu kanaatimi de etkilemiyor. Zaten Orwell bir yazar olarak kalitesini diğer eserleriyle de ortaya koyuyor.
Yukarıda kronolojik olarak sıralanan distopik eserlerin dördüncüsü olan Kallocain çok bilinmeyen bir roman. Profil Kitap tarafından yayınlanan kitabı Modern İsveç edebiyatının önde gelen isimlerinden Karin Maria Boye (1900-1941) kaleme almış. Yüz doksan sayfalık eserin çevirisi Erman Fermancı’ya ait. Kallocain’ı öne çıkaran iki faktör olduğunu düşünüyorum. İlki, Swastika Geceleri’nde olduğu gibi Kallocain’ın yazarının da kadın olması. Bu durum diğer iki esere göre daha yumuşak bir üslup katıyor. Yalnız, Kallocain’da Swastika Geceleri’ndeki kadar feminist vurguya rastlanmıyor. Karin Boye her ne kadar kadını ikinci plana iten eril düşünceyi eleştiriyorsa da romanı bir erkek karakterin ağzından anlatarak meseleyi patriyarkal düzlem yerine insani bir temelde aktarmaya gayret ediyor. İkincisi ise eserin kendi içinde güçlü bir felsefesi olması diyebilirim. Söylemin sert olmayışı Kallocain’ı diğer distopik eserlerin gerisinde bırakıyor gibi görülebilir lakin romanın kurgusu ve hikâyenin içeriği oldukça sağlam. Dolayısıyla Kallocain başarılı bir distopik eser olarak değerlendirilmeli diye düşünüyorum. Bu başarıda romanın dilindeki akıcılığın etkisini de hesaba katmak gerekiyor. Ne mutlu ki, çeviri bu akıcılığı yansıtabilmiş.
Roman tutsak edilmiş bir kimyagerin geçmişte yaşadıklarına dönük düşündüklerini yazmasıyla başlıyor. Yazmayı hem sorgulama hem de rahatlama yöntemi olarak seçen kimyagerin yaşadığı ülke izole edilmiş durumdadır. İktidarın izin verdiğinin dışında bilgi akışı kesinlikle yasaktır. Hayatın her anına yayılan propaganda faaliyetlerinde devletin durumunun çok iyi olduğu, düşmanların ise zor durumda olduğu söylenmektedir. Her şey devletin kontrolü altında gerçekleşmektedir. Günlük hayattaki görevlendirmelerden evlenecek çiftlerin kimler olacağına, kimin nerede yaşayacağından çocukların nerede ve nasıl eğitim alacağına kadar devlet karar vermektedir. Zaten evlilik Düzen’e ‘eleman’ kazandırma kurumudur. İktidarın propagandasının yapıldığı toplantılar yapılmakta ve törenler düzenlenmektedir. Bu faaliyetlere belirlenen kişilerin katılımı zorunludur. Seyahat kısıtlanmıştır. Gündelik hayat militarist bir disiplinle yaşanmaktadır.
İktidarın uyguladığı sıkı denetim bir korku atmosferi oluşturmuştur. Fiili güvenlik tedbirleriyle yetinmeyen iktidar her yere kurduğu kamera ve mikrofonlar vasıtasıyla toplumu gözetlemekte ve dinlemektedir. Konuşmaktan çekinen insanların oluşturduğu suskun ve pasif bir toplum oluşturulmuştur. İktidar her eve yardımcı adı altında bir ‘muhbir’ yerleştirmiştir ve insanlar sürekli raporlanmaktadır. Bu sayede iktidar için herhangi bir sorun çıkaracak durum henüz oluşmadan saptanarak ortadan kaldırılmaktadır.
Kallocain tutuklu kimyagerin üzerinde çalıştığı bir projedir. İnsan vücuduna zerk edilen bir kimyasal karışım (Kallocain) bireyin düşüncelerini açıklamasına sebep olmaktadır. Bu esnada birey bilincini kaybetmemekte fakat otokontrolünü kaybetmektedir. Dolayısıyla birey gizlediği düşüncelerini açıklarken neyi açıkladığının farkındadır fakat buna engel olamamaktadır. Projenin amacı suçluların suçlarını inkar etmelerini engelleyerek cezalandırılmalarını sağlayarak daha yaşanılası bir toplum oluşturmaktır. Bu sayede herkes doğruları söylemeye mecbur olacaktır. Yalnız hesaba katılmayan şey, suç işlemeyen kişilerin de bu teste tabi tutulması sonucunda zihinlerindeki her şeyi açıklamak zorunda kalacak olmalarıdır. Fiiliyata geçmemiş, belki de hiç açığa çıkmayacak düşünceler yüzünden insanlar suçlu durumuna düşebileceklerdir. Yazar bu söylemle modernitenin düşünceyi suç kategorisine sokmasını eleştiriyor diyebiliriz.
Kallocain psikolojik yönü oldukça baskın bir roman. İlk başlarda ürettiği kimyasalın ideal yaşamın oluşmasına katkı sunacağına dair büyük bir inanca sahip olan başkarakter zamanla duygu karmaşası yaşamaya başlıyor. Bunda ücret karşılığı gönüllü deneklik yapan kişiler üzerindeki deneylerin etkisi büyük oluyor. Deneklerin ve yakınlarının tavırları kimyagerin düşüncelerini değiştiriyor. Kimyager, Kallocain ile mahrem bilgilere ulaşmanın mümkün olduğu bir denetim mekanizması oluşturularak özel hayat tümüyle yok edildiğini fark ediyor. İnsanların düşüncelerini bile denetim altına alan bir sistemin amaçlandığını görüyor. Bu yöntem sadece düşünceleri açığa çıkarılan insanlarla sınırlı kalmadığını, onların en yakınlarını da potansiyel suçlu konumuna soktuğunu gözlemliyor. Öyle ki, düşünce suçu işleyen yakınını şikayet etmemek düşünce suçuna yardım ve yataklık olarak değerlendirilerek cezalandırma yoluna gidiliyor. Hiç kimsenin hiç kimseye güvenmediği bir ortam oluşturuluyor.
Kallocain tutuklu bir kimyagerin iç muhasebesi yaparak hayatı anlamlandırmaya çalıştığı bir metin. Bilimin araçsallaştırılması yoluyla oluşturulan distopik yapının başkarakterin iç dünyasındaki yansımalarına tanık oluyor okuyucu. Yazar, eserindeki psikolojik boyut ile insanın ruh hâlini çözümlemeye çalışıyor. Diğer yandan yazıldığı dönemin totaliter devlet anlayışını açığa çıkarıyor ve suni politikalar ile oluşturulan korku atmosferi içinde bireylerin nasıl etkisiz hâle getirildiğini gösteriyor. Üslubunun sert olmayışı anlatılanları gerçekliğe yakınlaştırıyor diyebiliriz. Kısacası Kallocain distopya sevenleri memnun bırakacak bir roman.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
20 Mayıs 2019 Pazartesi
Aşk yöntemi ile bir medeniyet tasavvuru
"Yahuda’nın aklı başına geldi. Mabede koştu. Aldığı parayı hahamların yüzüne attı ve İsa’nın serbest bırakılmasını istedi. Fakat iş işten geçmişti. Yahuda ancak o zaman faciayı anladı ve kendini astı. Çünkü o İsa’yı bir insanın kaldıramayacağı kadar şiddetli bir aşkla sevmişti."
Yahudaları anlatır Ülker Fırtınası ve bir Yahuda ile karşı karşıya getirdiği anın kederini, ferahlamış bir kadere nasıl çevirirsin, öğretir. Kendi elleriyle oya oya işlediği toprağı tarumar edip, sanat eseri gibi aşkları yıkıp, yıktıkları aşkın hasretinden ölenlerin hikayesidir.
1938’de Vakit gazetesinde tefrika edilip, 1944’te kitaplaşan Ülker Fırtınası yine Kubbealtı’ndan. Diğer üç romanından daha özel kılan detay; hiçbirini okumayıp sadece bu kitabı okuyan, Safiye Erol’ün, derdi ve uslubunun ortak alanlarını çizmiş olur denilebilir. Bu ancak diğer üç kitabına hakimiyetle anlaşılsa da ipucu olarak bir kenarda dursun diyelim.
İlk ortak yan; modern, batılı mekanlarda, eğlence dünyasında başlayan aşklardır. Romanlarında doğu-batı karşılaştırmalarını, ziyadesi ile değerli bir görecede okuyan Erol, mekanlarda da bu sentezle doğru orantı çizmiştir. Batıdan gelen, batılı, modern, idealist, batı müziğinde uzman, batılı okumalara hakim, batı ve yunan felsefesinde gelişmiş ama özü doğu kadın; doğuyu buram buram içinde taşıyan, doğu müziğinde üstad, udi bir adama, bir bakıma kendi özüne aşık olur. Bu aşkın sonunda ise doğu- batı sentezinden dökülen en somut, en bedenli, en cisim sahibi eseri, Yahuda Senfonisi’ni verir bize Erol. Tüm romanlarının sonucu gibidir Yahuda Senfonisi. Ve tıpkı yazının başında, Yahuda-İsa ilişkisinde anlattığımız gibi, adam, kadının kendi özü ile olan bu aşkını tarumar ettiğinde; kadın, tarumar olanın sadece ilişki olduğunu ve aşkın kendisinin baki olduğunu anlayıp yoluna devam etmiştir. Erol ile ilk tanıştığınızda sevmeyeceğiniz bu adamlar zamanla anlaşılmaktadır ki sadece görevlerini yapmaktan sorumlu varlıklardır. Tıpkı su gibi, rüzgar gibi… Çünkü “aşkın saltanatı ebedidir”.
İkinci bir ortak nokta; yedi yıl metaforudur. Başkahramanımız Nuran yedi yıl eğitimin ardından, Türk musikisinin statik yapısını, kalıplarını kırmak, Türk müziğinin kimliğine yeni ufuklar açmak ideali ile topraklarına düşmüştür. Bu yedi; Ciğerdelen romanında “7 Peçeli” menkıbesi, Dineyri Papazı’nda 7 yıl aşk acısı, Kadıköyü’nün Romanı’nda 7 arkadaş arasında başlayan ilişkiler vb. birçok konuda karşımıza çıkar. 7 izleği, Erol’ün, nefsin 7 mertebesini refere eden izleğidir ki tek başına üzerine kitap yazılabilecek onlarca detaydan biridir.
Üçüncü olarak; evli bir taraf ve ahlaki altyapı ile imkansızlıktan, acının dozunun arttığı ilişkiler vardır. Bir fasıl akşamı, batı müziği dinamiklerini üstün tutan anlayış cebinde iken tanıştığı udi ustanın büyüsü ile Türk müziği hakkında düşünmeye başlayan kadının aşkı da böyledir. Kültürel altyapısını tamamlamış kadın, ihtiraslarının peşinde sürüklenen, kötülüğünü bile tanıyacak kadar yüzüne ayna tutulmamış, doğulu ve evli bir erkeğe aşık olmuştur. Pırıl pırıl bir kalp ile düştüğü kiri göremeyen bir adam… Bu hem, yine, doğu batı karşılaşmasıdır hem erkeğin doğu ile batı arasında kalmasından kaynaklı acılarının kaynağı olacaktır.
Karısı doğuyu temsil eder Sermet’in coğrafyasında; Türk Müziğidir. Basittir, bu basitlik konforludur, dışarıdan bir gibi görünse de, dünyaları başkadır, bu başkalık rahattır. Nuran batı yakasıdır yakışıklı udinin; tutku vardır, daha kendinden bulur tüm farklılığına rağmen, anlayamaz bu benzerliğin kaynağını, korkar… Aşk, bilgi, estetik, korku hemhal olmuştur… Çoktur, tanıdıkça artıyordur, derinleşiyordur… Çekici ama ürkütücüdür de. Gidebilir ve Sermet yalnız kalabilir bilmediği bir batılı coğrafyanın orta yerinde, bilmediği bir müzikle. Ama onun yanında hissettiği bu ateş de neyin nesidir.
Dördüncü ortak nokta; batılı bilgelikle donanmış kadının, doğulu baba da dinlendiği rutinidir. Baba olur, mürşit olur ama doğulu olması değişmez. Bu romanda, Maltepe’de Bektaşi dervişi Ali Fethi Bey’in, babanın, münzevi hayatına sığınılır. Bu merhale yazarın annesinin Keşanlı bir Bektaşi dervişi olmasından esinlidir.
Babasının yanında, acısında, yalnızlığında, dinginliğinde, güveninde bir süre konaklayan Nuran, üzerine sürünen ferahlıktan cesaretle yavaş yavaş kendini toplamaya başlar. Yarım kalmıştır bir şeyler. Sermet çağırıyordur, geri döner. Aynı kadın değildir. Sermet aynı kadın ile vazgeçemediği tutkusu, bilgeliği ve batısı ile barıştığını zannetmektedir. Belki de en derin öfke kaynağı da budur. Öfkelenmiyordur artık. Babasının yanından gelirken yanında getirdiği aşkın Sermet’e ait olmadığını okur aynaya baktıkça kendi gözlerinden!
Sermet, Müzeyyen’den boşanmaz. Alaturka musikiyi de bırakmaz. Aslında ikisi de aynı şeydir. Nurhan bunu görüyordur artık. Merhamet dolu bir sevgiye geçmiştir Sermet’e. Köşke ek bir pavyon yaptırıp orada misafir etmeye başlar hatta. Bu pavyon, Sermet’i, sadece evinin bahçesine değil kendisinin de bahçesine taşıdığının metaforik karşılığı gibidir. İdealarını yeniden eline almıştır. “Transformatör” devreye girer. Transformatör uzun hikaye; başka yazıya…
Türk musikisinin kalıplarını kırmak için gelen o genç kadının hikayesi, aşık olduğu adam ve babasından kalan doğulu koku ile Türk müziğini iyileştirmek için neler yapabileceğinin derdine bürünmüştür. Bir meramı vardır. Yaşamaya dair, kendine dair bir meramı.
Türk operası için görevli olarak yurtdışına gidecekler arasına girecek kadar çalışmalarını duyurur. Sermet doğusunun içinde harmanlanıp kalmıştır. Nurhan ise Sermet’ten yüklendiği doğuyu, batı ile harmanlayıp yürümektedir.
Nuran’da 1933’te başlayıp 1936’da biten bu hikayenin üç yılından geriye sadece güzel anılar kalmıştır; birde “Yahuda” adını verdiği, biraz babasından, biraz Udî Sermet’ten, biraz memleketinden, biraz Viyana’dan getirdiği, yedi yıldan dökülen notaların birleştiği senfoni. Nuran’ın hayali, yazarın ise varmak istediği medeniyet tasavvurunun prototipi gibidir.
Batıda terbiye olup doğulu bir bedende harmanlanan aşk da müzik de, yazarın, her romanında içinize işleyen, yeni Türkiyedir. Cumhuriyet’in Safiye Erol’ü, bu ülkenin, hala daha ideolojilerin yangınında debelenen ve külden önünü göremeyen okurları için çok ileridedir. Öyle ki en çok benimseyenlerce dahi sadece kendilerine benzeyen yanları takdir edilerek onanabilmektedir. Kıyafeti İslam’a, inancı “Cumhuriyet”e sığmamış, ortada kalmıştır Erol. Sakız bahsini aşamamış oruçlar düşünülünce, uzunca bir zaman daha ortada kalacak gibidir! Beni 100 yıl sonra anlayacaklar diyen Nietzsche’lerden bir eksiği de yoktur keza.
Yine de bir yerden başlayalım derseniz, Ülker Fırtınası, sizi, aşk yöntemi ile bir medeniyet tasavvuruna taşımaya taliptir.
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
Yahudaları anlatır Ülker Fırtınası ve bir Yahuda ile karşı karşıya getirdiği anın kederini, ferahlamış bir kadere nasıl çevirirsin, öğretir. Kendi elleriyle oya oya işlediği toprağı tarumar edip, sanat eseri gibi aşkları yıkıp, yıktıkları aşkın hasretinden ölenlerin hikayesidir.
1938’de Vakit gazetesinde tefrika edilip, 1944’te kitaplaşan Ülker Fırtınası yine Kubbealtı’ndan. Diğer üç romanından daha özel kılan detay; hiçbirini okumayıp sadece bu kitabı okuyan, Safiye Erol’ün, derdi ve uslubunun ortak alanlarını çizmiş olur denilebilir. Bu ancak diğer üç kitabına hakimiyetle anlaşılsa da ipucu olarak bir kenarda dursun diyelim.
İlk ortak yan; modern, batılı mekanlarda, eğlence dünyasında başlayan aşklardır. Romanlarında doğu-batı karşılaştırmalarını, ziyadesi ile değerli bir görecede okuyan Erol, mekanlarda da bu sentezle doğru orantı çizmiştir. Batıdan gelen, batılı, modern, idealist, batı müziğinde uzman, batılı okumalara hakim, batı ve yunan felsefesinde gelişmiş ama özü doğu kadın; doğuyu buram buram içinde taşıyan, doğu müziğinde üstad, udi bir adama, bir bakıma kendi özüne aşık olur. Bu aşkın sonunda ise doğu- batı sentezinden dökülen en somut, en bedenli, en cisim sahibi eseri, Yahuda Senfonisi’ni verir bize Erol. Tüm romanlarının sonucu gibidir Yahuda Senfonisi. Ve tıpkı yazının başında, Yahuda-İsa ilişkisinde anlattığımız gibi, adam, kadının kendi özü ile olan bu aşkını tarumar ettiğinde; kadın, tarumar olanın sadece ilişki olduğunu ve aşkın kendisinin baki olduğunu anlayıp yoluna devam etmiştir. Erol ile ilk tanıştığınızda sevmeyeceğiniz bu adamlar zamanla anlaşılmaktadır ki sadece görevlerini yapmaktan sorumlu varlıklardır. Tıpkı su gibi, rüzgar gibi… Çünkü “aşkın saltanatı ebedidir”.
İkinci bir ortak nokta; yedi yıl metaforudur. Başkahramanımız Nuran yedi yıl eğitimin ardından, Türk musikisinin statik yapısını, kalıplarını kırmak, Türk müziğinin kimliğine yeni ufuklar açmak ideali ile topraklarına düşmüştür. Bu yedi; Ciğerdelen romanında “7 Peçeli” menkıbesi, Dineyri Papazı’nda 7 yıl aşk acısı, Kadıköyü’nün Romanı’nda 7 arkadaş arasında başlayan ilişkiler vb. birçok konuda karşımıza çıkar. 7 izleği, Erol’ün, nefsin 7 mertebesini refere eden izleğidir ki tek başına üzerine kitap yazılabilecek onlarca detaydan biridir.
Üçüncü olarak; evli bir taraf ve ahlaki altyapı ile imkansızlıktan, acının dozunun arttığı ilişkiler vardır. Bir fasıl akşamı, batı müziği dinamiklerini üstün tutan anlayış cebinde iken tanıştığı udi ustanın büyüsü ile Türk müziği hakkında düşünmeye başlayan kadının aşkı da böyledir. Kültürel altyapısını tamamlamış kadın, ihtiraslarının peşinde sürüklenen, kötülüğünü bile tanıyacak kadar yüzüne ayna tutulmamış, doğulu ve evli bir erkeğe aşık olmuştur. Pırıl pırıl bir kalp ile düştüğü kiri göremeyen bir adam… Bu hem, yine, doğu batı karşılaşmasıdır hem erkeğin doğu ile batı arasında kalmasından kaynaklı acılarının kaynağı olacaktır.
Karısı doğuyu temsil eder Sermet’in coğrafyasında; Türk Müziğidir. Basittir, bu basitlik konforludur, dışarıdan bir gibi görünse de, dünyaları başkadır, bu başkalık rahattır. Nuran batı yakasıdır yakışıklı udinin; tutku vardır, daha kendinden bulur tüm farklılığına rağmen, anlayamaz bu benzerliğin kaynağını, korkar… Aşk, bilgi, estetik, korku hemhal olmuştur… Çoktur, tanıdıkça artıyordur, derinleşiyordur… Çekici ama ürkütücüdür de. Gidebilir ve Sermet yalnız kalabilir bilmediği bir batılı coğrafyanın orta yerinde, bilmediği bir müzikle. Ama onun yanında hissettiği bu ateş de neyin nesidir.
Dördüncü ortak nokta; batılı bilgelikle donanmış kadının, doğulu baba da dinlendiği rutinidir. Baba olur, mürşit olur ama doğulu olması değişmez. Bu romanda, Maltepe’de Bektaşi dervişi Ali Fethi Bey’in, babanın, münzevi hayatına sığınılır. Bu merhale yazarın annesinin Keşanlı bir Bektaşi dervişi olmasından esinlidir.
Babasının yanında, acısında, yalnızlığında, dinginliğinde, güveninde bir süre konaklayan Nuran, üzerine sürünen ferahlıktan cesaretle yavaş yavaş kendini toplamaya başlar. Yarım kalmıştır bir şeyler. Sermet çağırıyordur, geri döner. Aynı kadın değildir. Sermet aynı kadın ile vazgeçemediği tutkusu, bilgeliği ve batısı ile barıştığını zannetmektedir. Belki de en derin öfke kaynağı da budur. Öfkelenmiyordur artık. Babasının yanından gelirken yanında getirdiği aşkın Sermet’e ait olmadığını okur aynaya baktıkça kendi gözlerinden!
Sermet, Müzeyyen’den boşanmaz. Alaturka musikiyi de bırakmaz. Aslında ikisi de aynı şeydir. Nurhan bunu görüyordur artık. Merhamet dolu bir sevgiye geçmiştir Sermet’e. Köşke ek bir pavyon yaptırıp orada misafir etmeye başlar hatta. Bu pavyon, Sermet’i, sadece evinin bahçesine değil kendisinin de bahçesine taşıdığının metaforik karşılığı gibidir. İdealarını yeniden eline almıştır. “Transformatör” devreye girer. Transformatör uzun hikaye; başka yazıya…
Türk musikisinin kalıplarını kırmak için gelen o genç kadının hikayesi, aşık olduğu adam ve babasından kalan doğulu koku ile Türk müziğini iyileştirmek için neler yapabileceğinin derdine bürünmüştür. Bir meramı vardır. Yaşamaya dair, kendine dair bir meramı.
Türk operası için görevli olarak yurtdışına gidecekler arasına girecek kadar çalışmalarını duyurur. Sermet doğusunun içinde harmanlanıp kalmıştır. Nurhan ise Sermet’ten yüklendiği doğuyu, batı ile harmanlayıp yürümektedir.
Nuran’da 1933’te başlayıp 1936’da biten bu hikayenin üç yılından geriye sadece güzel anılar kalmıştır; birde “Yahuda” adını verdiği, biraz babasından, biraz Udî Sermet’ten, biraz memleketinden, biraz Viyana’dan getirdiği, yedi yıldan dökülen notaların birleştiği senfoni. Nuran’ın hayali, yazarın ise varmak istediği medeniyet tasavvurunun prototipi gibidir.
Batıda terbiye olup doğulu bir bedende harmanlanan aşk da müzik de, yazarın, her romanında içinize işleyen, yeni Türkiyedir. Cumhuriyet’in Safiye Erol’ü, bu ülkenin, hala daha ideolojilerin yangınında debelenen ve külden önünü göremeyen okurları için çok ileridedir. Öyle ki en çok benimseyenlerce dahi sadece kendilerine benzeyen yanları takdir edilerek onanabilmektedir. Kıyafeti İslam’a, inancı “Cumhuriyet”e sığmamış, ortada kalmıştır Erol. Sakız bahsini aşamamış oruçlar düşünülünce, uzunca bir zaman daha ortada kalacak gibidir! Beni 100 yıl sonra anlayacaklar diyen Nietzsche’lerden bir eksiği de yoktur keza.
Yine de bir yerden başlayalım derseniz, Ülker Fırtınası, sizi, aşk yöntemi ile bir medeniyet tasavvuruna taşımaya taliptir.
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)