14 Mayıs 2019 Salı

Bağımsız bir duruş, sahih bir derinlik: Aliya

Bugün zihnimizdeki “Aliya” imgesinin inşasında merhum Âkif Emre’nin büyük bir payı var. Bizi Aliya İzzetbegoviç’i okumaya sevk eden sebeplerin başında Âkif Emre’nin onu merkeze alarak gerçekleştirdiği yazı ve röportajlar geliyor. Âkif Emre’nin vefatından sonra onun bütün yazılarını okurla buluşturmayı amaçlayan Büyüyenay Yayınları, Aliya İzzetbegoviç’le ilgili mesaisini Aliya ismiyle kitaplaştırdı.

Üç bölümden oluşuyor kitap. İlk bölümde Âkif Emre’nin çeşitli yayın organlarında yer alan Aliya İzzetbegoviç merkezli yazıları yer alıyor. İkinci bölüm ise Âkif Emre’nin Aliya İzzetbegoviç başta olmak üzere Bosna hareketinin öncüleri ve Bosna savaşı sırasında Aliya’nın yanında bulunmuş kişilerle yaptığı röportajlardan oluşuyor. Üçüncü bölüm de Âkif Emre’nin çeşitli platformlarda yaptığı söyleşiler, konuşmalardan meydana geliyor. Tam bir Aliya İzzetbegoviç şöleni diyebiliriz kitap için.

Âkif Emre, Aliya’nın düşünce mirasını, aksiyonunu ve ahlakını merkeze alıyor yazdıklarında. Onun entektüel kişiliğini, kendini nasıl geliştirdiğini, nasıl örnek bir ahlaka sahip olduğunu anlatıyor. Kör edici bir duygusallıkla değil dengeli bir duyarlılıkla ve soğukkanlı bir ifade ile kaleme aldığı yazılarında hesabı verilmemiş bir coşkunlukla hareket etmiyor.

Âkif Emre’nin rüzgarı arkasına alıp konuşmaya hevesli olmadığının en açık delili, Aliya’dan bahsederken onu övenleri de eleştirel bir hizaya çekmesidir bence. Yoksa ayağı yere basmadan ve Aliya’yı tanımadan övenler için “Aliya için her vesile yapılan övgülerde ısrarla görmezlikten gelinen husus, onun bir düşünür olarak İslamcılık düşüncesine yaptığı katkının görmezden gelinmesidir. Çağdaş İslam düşüncesinde yeri itibariyle, Aliya’nın kahramanlık öyküleri kadar ciddiyetle ele alınması gereken fikirleridir.” diyerek kendini ve Aliya’yı ayrıştırmaz, oradan da yelkenine bir rüzgâr dolmasını beklerdi.

Bu noktada sözü Âkif Emre’nin "Aliya Nasıl Anılmamalı?" başlıklı yazısına denk getirmek isterim. Çünkü vefat etmiş değerlerimizi anmak ve anlamakla ilgili imtihanımız pek çetin geçiyor. Vefat etmiş pek çok kıymetli şahsın hatırasını içi boşaltılmış birer tüketim nesnesine çevirme sabıkamız ise maalesef bir hayli kabarık. Ne diyor Âkif Emre? “Bir faninin her yıl anılması, varsa eğer, bıraktığı mirasın hatırlanmasına, muhasebe yapılmasına vesile oluyorsa anlamı olabilir. Ayrıca belki rahmet dilekleriyle bir Fatiha gönderilmesinden öteye ona bir katkısı olamayacağı açıktır. Aksi takdirde, anılmaya değer görülen bir insanın ardından ağıtların yakılmasının bir tür pagan ayinine dönüşme tehlikesi her zaman için vardır. Hele anılan kişi bir Müslüman'sa, içi boş sözlerle yüceltilerek totemleştirilmesi, ritüel haline gelen törensel ayine dönüşmesi ona yapılacak en büyük haksızlık olur.

Bu kitap her ne kadar Aliya merkezli olsa da bir yandan da Âkif Emre’yi tanımamızı saplayacak ipuçları barındıran bir çalışma. Zira Âkif Emre’nin Aliya’nın hangi özelliklerini öncelediğini, dikkate değer bulduğunu takip ettikçe onun “dikkatini” ve “perspektini” de öğrenmiş oluyoruz. Âkif Emre, Aliya için “Yüzünde gölgesi olmayan bilge” derken biz bu cümleyi kuran kişinin hayatında da “gölgesiz bir samimiyet” görüyoruz. Gölgesizliğin giderek daha çehrede rastgeldiğimiz bir özellik olduğunu söylememe bilmem gerek var mı?

Âkif Emre, niyetlerle değil kavramlarla yazmayı amaçlayan bir yazardı. Aliya için kaleme aldığı yazılarda da Âkif Emre, güzel bir kaside yazmamış yahut duygusal bir ağıt yakmamıştı. Tamamen duygusuz, teknik bir metin de değildi kaleme aldığı. O kendi yazı yolunu inşa ederken hep yaptığı gibi hem bağımsız bir duruşu hem de sahih bir derinlik talebini gözetmişti. Tıpkı Aliya İzzetbegoviç’in hayat çizgisini inşa ederken yaptığı gibi.

Ancak Aliya’nın da Âkif Emre’nin de bu tercihlerinin bir bedeli vardı. Zira niyetlerle değil kavramlarla konuşmak anlık rüzgârları kâra çevirmekten vazgeçmeyi gerektirir. Çünkü gemisini yürütmekten başka anlık bir niyeti olmayan kişi için kavramlar birer ayak bağıdır. Tıpkı Aliya İzzetbegoviç’in hayatında yaptığı gibi anlık rüzgarlarla yelkenini şişirmeye tenezzül etmeyen bir yazardı Âkif Emre. İkisini de farklı kılan tam olarak bu özellikleri idi.

Umarım Âkif Emre’nin yazı ve röportaj birikimi kitaplaşır ve yazdıkları, üslubu ve gayreti böylece gelecek kuşaklar için “ilham kaynağı” olmaya devam eder.

Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal

13 Mayıs 2019 Pazartesi

Kültürel dindarlığın anatomisi

Türkiye’de çok gündeme gelmeyen ama önemli şeyler söyleyen bazı isimler var. Şahıslarını geçelim söylediklerinin kıymetini bilemediğimiz isimler bunlar. Hamasete pirim vermeyen, boş lakırdı etmeyen, aklı önemseyen bu söyleme, kendinden emin bir karakterin farklı bedenlerde görünen tezahürleri diyebiliriz. Birbirinden bağımsız gibi görünen ama esasında aynı bütünün parçaları olarak birbirini tamamlayan ve kendi hâlinde akan bu mütevazı damar tarih boyunca var olmuştur. Epey çaba ister ama bir ucundan tuttuğunuzda sizi digerlerine mutlaka götürür. Gönül, daha planlı, daha istikrarlı, birbirinden beslenen, birbirini destekleyen bir entelektüel mirasın oluşturulmuş olmasını arzuluyor. Maalesef bugüne kadar bu başarılabilmiş değil. Kanımca gidişat bundan sonrası için de ümit vermiyor. Buraya bahsettiğim kişilerin bir listesini yazacak değilim. Zaten konuyla ilgili okuyucu kendince bir isim listesi oluşturmuştur. Yalnız yazının devamı gereği şahsi listemde ön sıralarda yer alan bir ismi anmak durumundayım: Celaleddin Vatandaş, disiplinlerarası çalışma imkânı bulmuş ve değerli işler çıkarmış bir akademisyen. Eserlerini dönüp dönüp tekrar okuduğum birisi.

Vahiyden Kültüre onun değerli eserlerinden sadece biri. Dolu dolu üç yüz atmış sekiz sayfadan oluşan kitap Pınar Yayınları etiketini taşıyor. Üç bölüm olarak hazırlanan çalışma kısmi akademik diliyle okuyucuyu biraz zorlayabilir lakin konuya ilgi duyan ve literatüre az çok aşina olanlar için hem keyifli hem de entelektüel anlamda kazançlı bir okuma vaad ediyor. Vatandaş bu çalışmasıyla Müslümanların tarihini kronolojik bir eleştirel okumaya tabi tutuyor.

Kitabın temel meselesi, isimden de anlaşılacağı üzere dinin, Vahiy bağlamından kopartılarak kültürel bir olgu hâline getirilmesi diyebiliriz. İslam toplumu nicel olarak arttıkça ve coğrafi olarak genişledikçe mevcut kültürlerle etkileşim içine giren Vahiy yorumu bazı değişimlere uğramıştır. Müellife göre tarihsel süreç içerisinde İslami kültürün bir parçası hâline gelmiş Vahiy, bu özelliğiyle kendini bir din olarak ortaya koymuş şekli ile Vahiy olarak bildirilen (tebliğ edilen) şekli arasında şüphesiz farklar oluşmuştur. İslami olduğu kadar İslami olmayan bu gerçeklik, Müslümanların tarihinin İslam’a izafe edilmemesi gerektiğini göstermektedir. Bu anlamda Vahiyden Kültüre bu problemi sorgulayan ve çözümler öneren değerli bir calışma.

Vahiy’den Kültür’e Geçişin Şartları ismini taşıyan ilk bölümde konu tarihi, fikri ve siyasi şartlar üzerinden değerlendiriliyor. Risalet öncesi dönemden başlayan süreç kronolojik bir akışla ele alınıyor. İslami anlayışın bilgiye yaklaşımı ve sosyal yapının bu konuya olan mesafesi en başta göze çarpıyor. İlk dönem fikri farklılıklar ve siyasi ayrışmaların sonraki dönemlere hatta günümüze nasıl etki ettiğinin analizini yapmak mümkün. En tepedeki yöneticiden en alt kademedeki görevliye ve vatandaşa kadar ruh hâlimizi, zihinsel haritamızı, sosyo-kültürel kodlarımızı önümüze seriyor. Elbette biz toplum olarak yüzleşmekten korkuyoruz, o ayrı konu.

Çalışmanın yarıdan fazlasını oluşturan ikinci bölüm Kültür İslamının Oluşum Süreci ve Temel Dinamikleri ismini taşıyor. Müellif kısaca İslami ilimlerden kelam ve fıkıh konularına değinerek oluşum süreçlerinden bahsediyor. Aynı şekilde İslam felsefesinin doğuşu, başlıca temsilcileri ve ele aldıkları konular hakkında bilgi veriyor. Buradaki değerlendirme, konuyla ilgili bilgi vermesinin yanında dönemin ilmi haraketlerinin gündelik hayatla olan ilişkisini de gösteriyor diyebiliriz. Birinci bölümde ele alınan ve iktidar denilen seçkinci sınıf siyasi ayrışmada zaten kendine yer bulmuştur. Burada bir diğer seçkinci sınıf olan ulema ile alt sınıf teba arasındaki uçurumun kendiliğinden ortaya çıktığını görüyoruz. Siyasi ve ilmi sınıf ile halk arasındaki uçurumu kapatmaya yönelik bir hareket olarak başlayan tasavvuf, müellifin ikinci bölümde kapsamlı olarak ele aldığı konulardan bir diğeri. Vatandaş, tasavvufun oluşumundan itibaren yedi asırlık geçirdiği aşamaları dinsel, kültürel, etnik etkileşimleriyle birlikte esaslı bir analize tabi tutuyor. Tasavvufun dini ve etnik etkileşimini kısaca açmak gerekirse, Yahudilik, Hıristiyanlık, Hinduizm, Mecusilik, Şamanizm inançlarının yanı sıra Hint mistisizmi, Fars kültürü, İsrailiyyat ve çok geniş bir coğrafyanın paganist ögelerini sayabiliriz. Buraya daha çok ilmi çevreler nezdinde etkileşim imkânı bulan ‘tercüme hareketleri’ni de eklemek gerekiyor sanırım. Zira Yunan felsefesi ve kültürü bu yolla Müslümanların zihni alanına girmiştir. Burada dikkat çeken önemli bir detay olarak, tasavvufla beslenen kültürel dini anlayışla birlikte yeni bir seçkinci sınıfın nasıl oluştuğudur muhakkak. Süreç sonunda dinin hayatı biçimlendirmesi gereken o canlı etkisi pasifize edilerek (örneğin içtihat kapısının kapatılması) donuk bir anlayış peyda oluyor.

Kitabın değerlendirmesi babında Sonuç kısmının da yer aldığı üçüncü bölüme Değişim Sürecinde Sosyal Hayat başlığı verilmiş. Önceki bölümlerde Müslüman kültürünü oluşturan ögeleri kapsamlı olarak ele alan müellif, bu bölümde tarihsel süreç içinde Vahiy’in kültüre dönüşümünün sosyal hayat içerisinde nasıl kanıksanır hâle geldiğine değiniyor. Sonuç itibariyle İslam toplumlarının İslami olmayan yönlerini sorgulama ihtiyacı duymadığı bir ‘dini’ (ya da kültürü) yaşamayı olağan saydığı bir gerçeklikle karşı karşıya kalıyoruz. Özü Vahiy olan ve o hâliyle tebliğ edilen din, insanların yaşam pratiği içerisinde bambaşka bir şeye dönüşüyor. Bugün hayatımızı etkileyen ve şekillendiren ne varsa tarihsel kökenlerinin buralarda olduğu şüphesiz. Celaleddin Vatandaş bu eseriyle kültürel bir aidiyete dönüştürdüğümüz dini anlayışımızın sorunlu yönlerini açığa çıkarmayı denemekle kalmıyor. Bunu kesinlikle başarıyor. Sormayan öğrenemez, en iyi ihtimalle taklit edebilir.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Sabahattin Ali öykülerindeki Anadolu

Sabahattin Ali'nin öykülerinde; çıplak bir gerçeklik, sert bir tokat gibi çarpıyor insanın yüzüne. Köşe bucak kaçtığımız gerçekler kendi dilimizden kendi kulağımıza bir çığlık gibi giriyor. Gerçekçi bir gözlem ve romantik bir üslup birleşiyor öykülerin kurgusunda. Öykülerde; tehdit etmeyen, kabullenilmiş bir çaresizliği andıran bir yoksulluk ve zulüm göze çarpıyor. Kağnı adlı öyküde, Sarı Memedin anası oğlunun öldürülmesi karşısında ağaya karşı sesini çıkaramayıp her şeyi sineye çekerken candarmaların zoruyla oğlunun ölüsünü kağnıya yükleyip doktor muayenesi için şehre giderken çektiği eziyet ve üzüntüyü de derin bir kabullenişle karşılıyor. Kadın, içindeki üzüntüyü dahi sadece kendisinin duyabileceği bir sesle dillendirebilir. Hikayenin sonunda kağnının ardından gidemeyip yere düşen kadının görüntüsü okuyucuda gerçek bir isyan hissi doğuruyor.

Kürk Mantolu Madonna romanında gördüğümüz çarpıcı son, öykülerinin pek çoğunda denenmiş ve ustalıkla başarılmış. Bu beklenmedik ve çarpıcı son Stefan Zweig öykülerinde de görülebilir. Her iki hikayecide de "okuyucuyu ürkütmeden gerçekleri yüzüne vurabilmek" yeteneği var. Anlatıcının rahat ve samimi üslûbu öykülerdeki gerçeklik hissini artırıyor.

Pek çoğu 1929-1930 yıllarında yazdığı öykülerinden oluşan Değirmen adlı kitapta genellikle romantik aşk temasını işlerken birkaç yıl sonrasına ait öykülerini topladığı Kağnı ve Ses'te Anadolu insanının dramını, ağalık zulmünü, küçük kasabalarda devlet adamlarının basiretsizliğini okuyucunun gözleri önüne seriyor.

Değirmen, aynı isimli bir öyküyle başlıyor. Bir çingene gencinin değirmencinin kızına duyduğu aşk uğruna kolunu değirmenin çarkına kaptırmasını destansı bir dille aktarıyor yazar. Bu kitaptaki diğer öykülerde de destansı-romantik aşk hikayeleri geniş ter tutuyor. Kağnı ise yazarın toplumcu gerçekçi çizgiye yaslandığı hikayelerden oluşuyor. Öyküleri sırayla be bütün olarak okumak, yazarın teknik ilerleyişini ve sanat anlayışındaki değişimini görmemizi sağlıyor. İlk dönemdeki romantik üslup zamanla yerini gerçekçi bir bakışa bırakıyor.

Devlet, daha çok kaymakam ve candarma karakterleriyle çıkıyor karşımıza ve halk kimi zaman yoksulluk sebebiyle işlediği, çoğu zamansa işlemediği bir suçtan ötürü mahkum edilmek istenen bir vatandaş olarak. Candarmalar basit, anlayışsız, cahil, kötücül insanlar olarak çizilirken kaymakamlar kasabanın ileri gelenleri ile işbirliği yapıp halkın üzerinde her türlü aşağılık tahakkümü sergileyen tipler olarak görülüyor. Vatandaş, her seferinde bir yoksulluk fotoğrafı biçiminde çıkıyor karşımıza. Fiziksel ayrılıkları pek belirgin olmazken ruhsal yılgınlıkları ve kaderlerini kabullenişleri itibariyle neredeyse aynı kişi olarak görünüyor. Adeta Anadolu insanının acısını bir ve bütün olarak okuyoruz onun öykülerinde.

Kamyon, çoban, ağa, candarma, köylü, kaymakam karakterleri bile öykülerin içeriği hakkında fikir sahibi olmamızı sağlıyor.

Her yazar kendi hayatından izleri mutlaka yansıtır eserlerine. Kimisi bilinçli ve planlı bir şekilde yer ve kişi isimlerine varana kadar gerçek hayatı kurgusal dünyanın içine sokarken kimisi gerçek hayatı kendi bakış açısına yansıdığı ölçüde sunar okuyucuya. Anadolu'nun pek çok yerinde öğretmenlik yapmış, dergicilik ve gazetecilikle uğraşmış, bir dönem kamyon işletmiş bir kişi olarak Sabahattin Ali, öykülerindeki karakterler dikkate alındığında adeta kendisi de gerçek dünyadan kopup gelmiş bir öykü kişisi olarak durur diğerlerin yanında. Bir Şaka adlı öyküde bu durum çok daha açık bir şekilde görülür. Öyküdeki kahramanımızın Sabahattin Ali'nin kendisi olduğunu düşünmek hiç de zor değil. Duvar adlı öyküde de Sinop Cezaevi'nde yaşanmış bir firar eylemi anlatılır. Bu hikaye de muhtemelen Sabahattin Ali'nin cezaevinde dinlediği bir hikaye olabilir. Bunun yani sıra Fikir Arkadaşı adlı öyküde gördüğümüz karakteri de Düşman adlı öyküdeki kişileri de mutlaka gerçek hayatında tanıdığını düşünmek işten bile değil.

Keyifli okumalar.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

8 Mayıs 2019 Çarşamba

Güvelik çağından korku çağına: Avrupa ve Zweig

Stefan Zweig, 22 Şubat 1942 yılında karısıyla beraber yüksek dozda veronal alarak intihar etti. Onu intihara götüren sebeplerin arasında yer alan ‘ümitsizlik’, bünyesini sadece intihar ettiği zamanlarda değil, aslında çok daha önceleri ele geçirmişti. Edebiyat tarihinin en büyük yazarlarından olan, bana göre psikolojik çözümleme konusunda Dostoyevski’den pek de aşağı kalmayan, ancak değeri (!) Türk okurlarca, yayınevleri kitaplarını ince ince bastıktan sonra anlaşılan Zweig’ın, anılarını anlattığı Dünün Dünyası’nda, intihar aşamasındaki ümitsizliğin alt katmanlarının izini sürüyor okur. Dünün Dünyası’na hem Zweig’ın kişisel tarihi olarak hem de Avrupa’nın geçirdiği dönüşüm olarak bakarsak kitabı daha iyi özümsemiş oluruz. Güvenlik çağından korku çağına gelene kadar, Avrupa’yı çok seven -hatta tapan-, birliğine önem veren, birleşmiş bir Avrupa hayali kuran ve hayatını buna adayan yazarın yaşadıklarını çıplak bir şekilde görüyoruz bu eserde.

Dünün Dünyası kısımlara ayrılmış bir eser; ancak bu kısımlar sadece Zweig’ın anılarıyla ilgili değil Avrupa’yla ve Avrupa’nın geçirdiği dönüşümle de ilgili. Çünkü Zweig hiçbir zaman kendi tarihini Avrupa’nın tarihinden ayırmamış, kendini Avrupa’ya adamış bir dünya vatandaşı. Bunu anlattığı anılarından ve anılarını anlatırken ortaya koyduğu fikirlerden de apaçık görmek mümkün. Elbette kendini Avrupa’yla özdeşleştiren birinin, Hitler’in gazabından sonra, Avrupa’nın bir daha geri dönülmeyecek bir yola girdiğini düşünüp intihar etmesi de anlaşılabilir bir olay. Hâlbuki biraz daha bekleseydi…

Avrupa’mızda ardı arkası kesilmeyen volkanlara benzeyen sarsıntıların etkilerini her birimiz varlığımızın en derinliklerinde hissettik; sayısız mağdurla karşılaştırınca kendime mal edebileceğim tek ayrı özellik, Avusturyalı, Yahudi, yazar, hümanist ve pasifist biri olarak, bu sarsıntıların en şiddetli sonuçları nereyi vurduysa her defasında orada bulunmuş olmam” diyor önsözde yazar. Bu cümlede yazan her şeyi doğrulayacak bir şekilde anlatısını sürdürüyor. Düşüncelerinin değiştiği tek konu, intiharına birkaç yıl kala, Avrupa iyice batağa bulanmışken ve Hitler her yeri bir ur gibi sarmaya başlamışken hissettiği vatansızlık duygusu. Çünkü o ana kadar Avusturya pasaportuna sahip, ne kadar güçlü olmasa da bir yere bağlı olan Zweig, kendini İngiltere’de mülteci olarak bulunca bu duygu gelip kalbine yerleşiyor: “Neredeyse yarım yüzyıl boyunca yüreğimi dünya vatandaşı gibi atması için eğitmemin bana hiçbir faydası olmadı. Hayır, pasaportumun elimden alındığı o gün, ancak elli sekiz yaşında, insanın vatanıyla birlikte kaybettiğinin bir tek etrafına sınır çekilmiş bir toprak parçası olmadığını keşfettim.

Yazar bu bahiste hem vatan/vatansızlık hem de göç olgusu hakkında kritik sosyolojik tespitler yapmış. Ve bunu kendi düşünceleriyle çelişme pahasına, bütün kalbini açarak gerçekleştirmiş. Kitabın başarısı zaten buradan geliyor: Yazarın sakınmadan kalbini okura açması, en hassas olduğu konularda dahi. Bu açıdan bakınca, özellikle ülkemizin ve tüm dünyanın yaşadığı göç ve mülteci durumuna Zweig’ın bakışıyla bakabilmek, -tüm ekonomik, toplumsal ve politik konuları ayrı tutarak söylüyorum- empatik bir bakış kazandırabilir okura bu konuyla ilgili. Çünkü göç ve vatan kavramlarıyla ilgili bu satırları ve kitapta daha çoğunun bulunduğu pasajları yazan kişi, ününün doruğunda, maddi hiçbir zorluğu olmayan ve bir vatana bağlı olmayı doğru bulmayan biri. Zweig bile son tahlilde bunu hissettiyse, üstelik kendi açısından refahın bol olduğu İngiltere’de, diğer vatandaşlar ve görece daha zor şartlarda bulunan diğer ülkelere göçmüş vatandaşların duygularını fark etmek biraz daha anlaşılır olabilir.

Kronolojik bir sıra takip ediliyor kitapta. Yazar, çocukluğundan başlayarak intiharından bir süre önceye kadar götürüyor zamanı. Fakat yazarın Brezilya günleri yer almıyor kitapta. Öğrencilik hayatı ve üniversiteye kadar olan kısımdan bahsederken hem yazı hayatını es geçmiyor hem de eğitim sistemiyle ilgili eleştirilerini de sıralıyor. Zaten daha önce de dediğim gibi, bilindik bir anı kitabı değil bu kitap. Biraz deneme biraz Avrupa tarihi biraz sosyoloji. Hatta kişisel anılar oldukça az yer alıyor desek yeridir.

Kitabın seyriyle Avrupa’nın gidişatı paralel bir şekilde ilerliyor. Zweig’ın başlarda bahsettiği konular daha çok sanat, edebiyat, şiir, refah hayat vb. konularda ilerlerken daha sonraları savaşa kayıyor. Yani hayata bakış sanat üzerindeyken bir süre sonra savaşa geçiyor. Tabii bunun olması kadar doğal bir şey olamaz. Birebir etkilendiği ve dolaylı yoldan etkilendiği savaşlar hep yer almış 1881 doğumlu yazarın hayatında. Balkan Savaşı, 1. Dünya Savaşı ve 2. Dünya Savaşı yazarın en çok etkilendiği olaylar. Hatta 2. Dünya Savaşı’nı insanlığın yaşayabileceği en büyük felaket olarak tanımlıyor. Sonunu bekleyemeden de zaten bu dünyadan ayrılmayı tercih ediyor.

Cioran, Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine adlı kitabında “Avrupa’da mutluluk Viyana’da sona erdi. Ötesi, oldum olası, lanet üstüne lanet” der. Bu, Zweig’ın bakışıyla örtüşen bir yorumdur. Çünkü Zweig özellikle 2.Dünya Savaşı’nda, Hitler’in işgal etmesi durumunda her şeyin daha kötü olacağı kritik yerin Avusturya ve Viyana olduğunu düşünüyor ve bunu uzunca bir şekilde de temellendiriyor. Gerçekten de öngörüsünde haklı çıkıyor Zweig. Aslında yazar, Avrupa’nın geçirdiği/geçireceği dönüşümlerle ilgili birçok yerde, ‘bu kadar olacağını tahmin edememiştik’ şeklinde ibareler kullanıyor ama bunun çok da doğru olduğunu düşünmüyorum; çünkü Zweig ilerisini doğru tahmin edebilen bir yazar. Hatta yazar satır aralarında, insanların bu savaş durumlarını, son raddeye gelene kadar pek ciddiye almadıklarını ve bu konudaki karamsarlığında yalnız kaldığını okura hissettiriyor. Fakat yanında en azından bir dost buluyor. Savaş başladığında otoritelerce düşman olarak görünen ülkede yer alan dostu Romain Rolland. Herhalde kitapta kişisel anılarına en fazla giren kişi Rolland’dır. Bu ikilinin bolca konuşmasına tanıklık ediyoruz okurken.

Kitapta yer alan, Zweig’la büyük veya küçük bir ilişkisi bulunan, Zweig’ın anılarında yer etmiş diğer kişiler ise; Rilke, Freud, Verhaeren, Joyce ve Gorki’dir. Tabii bunlar en tanınan sanatçılar ve yazarlar. Avrupa’nın bunalımını okurken bu tür arkadaşlıkların ne şekilde oluşup geliştiğinin seyrini takip etmek, okura anı kitabı okuyor hissini yaşatıyor.

Farkındayım, bu yazıda hep Avrupa’nın geçirdiği dönüşüm, bunalımdan ve savaşlardan bahsettim fakat Zweig da anı kitabı olarak düşündüğü bu metinde aynısını yapmış. Avrupa’yı taparcasına seven bir adamı Brezilya’ya kadar sürükleyen savaşın ve savaşların, yazarın anılarını kaplaması da doğal aslında. Aklıma Zweig adının geldiği her anda Hitler’in de beynimde yer alması, sanırım bu anıları okuduktan sonra iyice pekişecektir.

Kitap birkaç yayınevinden neşredilmiş. Şu anda İletişim Yayınları, Can Yayınları, Doğu Batı Yayınları ve Palet Yayınları’ndan temin etmek mümkün. Ben İletişim Yayınları’ndan okudum kitabı. Gülçin Wilhelm çevirmiş ve başarılı bir iş de ortaya koymuş; fakat kitapta aşırıya kaçmayacak şekilde editör hataları mevcut. Yeni basımında bir kez daha ‘son okuma’ gerekiyor.

Önemli bir yazarın, deneme-anı-otobiyografi karışımı, hatta biraz da Avrupa tarihi diyebileceğimiz bir kitabı Dünün Dünyası. Yazarın öykülerinde karakterleri için yazdığı psikolojik çözümlemeleri bu kez kendi iç dünyasını yazarken görüyoruz. Avrupa’ya bir ağıt demek de mümkündür bu kitaba. Daha doğrusu Avrupa’ya ve kendine.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

6 Mayıs 2019 Pazartesi

Bereket ayında göze rahmet bir Nebi okuması

Ölmek üzere olduğunu bilmeden, son yılında canhıraş yetiştirdiği eseridir Safiye Erol’ün Çölde Biten Rahmet Ağacı. 1962 de tefrikası yapılsa da kitap halini alması vefatından 36 yıl sonra, Safiye Erol hayranlığını, çocukluğundan itibaren artan bir ivme ile yüreğinde taşıyan, değerli araştırmacı, Halil Açıkgöz tarafından gerçekleştirilmiş, Kubbealtı Neşriyat tarafından ise basılmıştır.

Safiye Erol “Allah’ın kâinatı yaratma sebebi Hz Muhammed’tir” demekle beraber Hz. İbrahim’e özel bir yer verir bu kitapta. “Beni yüce yapan bana olan şey değil benim yaptığımdır…” denilen sadakat halkasıdır İbrahim, imanın! İnsanın cisimden öze taşınıp, cisme kafa tutmasının biricik sembolü, ilk bayraktarıdır. Kierkegaard gibi birçok batılı düşünürün de “teslimiyet” kavramını üzerinden yorumladığı ruhtur İbrahim. “Korku Ve Titreme”; ''O bir başkasını sevmede kendi kendine yetmesi gerektiği derin gizemini kavramıştı.'' derken neyi ifade etmeye çalışıyor, neyi kavrıyor ise veyahut Platon, tensel olandan tinsel olana doğru seyre koyduğu aşkta neyi amaçlamış ise, Çölde Biten Rahmet Ağacı bu kavramanın ve amacın son demidir.

Erol, kıymetini hiç eksik etmediği köklerinin medeniyet tasavvuruna da yakışan bu sevme biçimi ile “aşk” üzerine tüm kadim öğretileri, İslam’ın eteklerinde toplamış, öyle yazmıştır. Ona göre, Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık kitabındaki üç değerli makalesinden biri olan “Hakim Adam” isimli makalesinde bahsettiği, İslam, Yunan ve Garp aleminin tüm “sır bulucular”ı da bu sırrın peşindedir.

Erol, “Mekkeliler” bahsinde çöl ikliminin mağrur ve zalim halkını cahiliye dönemiyle ifade ederken, Hazret-i Peygamber’in doğumunu aktarırken hislerini şu sözlerle dile getirir: “O’nun doğumundan söz açmak sırası geldiğinden başıma annemin tülünü sardım, baba armağanı altın kolyeyi taktım, mürşidimin telkinini ışık gibi alnıma iliştirdim. Neler kuşansam az geliyor, işte hafiften titriyorum, gözyaşlarım ılık akıyor.”. Bunlar, okuyanın da içindeki ılık suları harekete geçiren gerçek bir aşk metni olan “Çölde Biten Rahmet Ağacı”nın en vurucu satırlarıdır.

Değerli hocam Halil Açıkgöz, kendisi ile gerçekleştirilen röportajda Erol’ün sık sık yaptığı bir hareketini betimlerken; sağ elinin sırtını sol avucuna vurarak baskılı bir şekilde söylediği, “olllmadı agalaaar” sözünden bahsetmişti. Erol kitaba erkeklere sitem olarak kullanmak amacı ile bu iki kelime ile başlar. Açıkgöz; İslam’ın yanlış anlaşılması ve aktarılması ile ilgili bir sitemdir bu ve kitap, Müslüman kadınlar için çok değerlidir der. Erol’ün hiçbir ideolojiye sığmadığı gibi feminizme de sığmayacağını ve fakat özellikle dönemi düşünüldüğünde gerçek bir kadın hakları temsilcisi olarak görülebileceğini de dile getirir.

Erol, İslam’daki hatalı kadın algısını dert edinmiş, bunu gerek romanlarındaki cesur kadınlar ile gerek ise Peygamber kadınlarından bahsederken hissettirmiştir. Mizaç değerlidir Erol için. Farklar kabul edilmelidir fakat bir tarafın diğerine üstünlüğü söz konusu değildir. Kitabın “Kadınlar” bahsinde yazar, Nisâ Sûresi ayetlerinden hareketle tüm kadınların hakkını savunur. Bilhassa Nisâ sûresinin 34. ayetine dair bir tefsir çalışması dahi yapar:

Erkekler kadınların koruyucusudur. Çünkü Allah onları üstün kılmıştır. Zirâ onlar mallarından sarf ederler. İyi kadınlar itâat edicidir…” Ne yazık içtihat kapıları kapanmış. Belki günün birinde Hak erenlerden bir müçtehit gelir ve yukarıdaki âyetlere şöyle bir tefsir verir: “Kadınla erkeğin münâsebeti Tanrı buyruğu ile değişe değişe deveran eden, sosyal, politik ve ekonomik şartlara göre iki cins arasında en sağlam uzlaşmayı temin edecek tarzda ayarlanmalı; her halükarda erkek civanmertlikle kadın yumuşakbaşlılığı ile hareket etmelidir.”. Daha ziyade kadınların aşk üzerine çektikleri ızdıraplar ile tinsel olan aşk yolculuklarını konu edinen romanlar yazan Erol, gerçek aşkı konu alan çalışmasında, kadınlarının genel yapısını, kendi bakış açısı ile idealize etmiştir. Fakat erkekler, bahsi geçen civanmertliğe biraz daha geç ulaşan ya da ulaşamayan kahramanlar olarak kalacaklardır. Gerek kurgularda gerek gerçekte…

Yazar, Hz. Hatice, Hz. Ali ve Veysel Karani’den ayrıca bahseder. Cebrail (a.s.) için ise iki bölüm yazar, Hira dağından, ilk vahyden, uyanma vaktinin geldiğinden bahseder. İslamiyet ardından Mekke’de olanları reel bir bakış açısı ile ele alır. Kusursuz insanlar yoktur. Mutlak iyiler, mutlak kötüler yoktur. Ramazan ayı boyunca yazdığı bu tefrikalardan dolayı eleştirilmiştir de. Bu eleştirilere rağmen kalemi asla övgüye tevessül etmemiş, okuyucunun ve milletin vicdanının bu meselede adil davranacağına inancını belirtmiştir.

Miraç ile Peygamberin üzerine aldığı sorumluluk ve hüzne dikkat çeker. Arketipler üzerinden yorumlamak gereken ve sembol olduğu düşünülmesi uygun olan olan Miraç’ın, anlatılamayan, herkesin kendi ruhunda yaşayabileceği bir yükselme olduğunu söyler. Ve ne güzel söyler! Ne de güzel söyler! Hatta gaziliğin yerini bu zamanda dosdoğru bir edep ile çalışmanın aldığından bahseder. İmana değil dış görünüşe dayalı sofuluğun eleştirisini yapar.

Bu cesur söylemlere karşılık aldığı tüm eleştirilere rağmen kaleminin üzerine kimseye hüküm vermeyen Safiye Erol, Halil Açıkgöz’ün ifadesi ile bu eserin ikinci bölümünü zihninde tasarlamış fakat ömrü vefa etmemiştir. Eser fikri derinlik olarak hala çağın yukarısında bir din algısına sahiptir ve hala yeterince anlaşılamamıştır.

Tıpkı Safiye Erol’ün kendisi gibi!

Romanlarındaki, Bektaşi dervişi ruhu üflenmiş fakat batı eğitiminin rasyonalitesi ile panteist bir ivme edinmiş kişilerden de anlaşıldığı üzere, “dua”nın “kaderciliğe yaslanıp yaşamak” olan eylemsiz şiarını erken yaşlarda geçip; bu kitapla, biriktirdikleri ile beraber manevi iklimine geri dönüp, aşkın “orta kat”ına taşınmıştır Erol. Kierkegaard’ın da dediği gibi:

Eylemleri için adaleti başkalarında arayanlar, eylemlerinin dayanak noktaları kendileri dışında olanlar, ancak düşük mizaçlardır”.

Mizacından öpülesice Safiye Erol’e minnetle…

Hayırda ramazanlar.

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com

Gökleri direksiz inşa etmek

"Gökleri görebileceğiniz bir direk olmaksızın yükselten, sonra arşa istiva eden, güneşi ve ayı emrine boyun eğdiren Allah'tır; her biri belirlenmiş bir vakte kadar akıp gitmektedir. İşleri Allah düzenliyor; âyetleri de açıklıyor ki rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız.” 
- Ra'd Suresi, 2. Ayet

“Üslûp 'şekle' ait bir vasıftır. Şekil 'zemin-zaman' boyutu içinde var olur. Üslûp olayında zaman zemine, yani mekâna tâbidir. Mekânın idrak edilme biçimi insanlık tarihi boyunca çeşitlilik gösterir. Politeist kültürlerin sınırlı, parça mekân tasavvurlarına karşılık, tek tanrılı dinlerde mekân 'sınırsız genel mekân' olarak idrak edilir. İslâm’da mekân, sonsuz-sınırsız Allah’tan başka her şeyi taşıyan ve zaman ile bütünleşmiş bir kategoridir." 
- Turgut Cansever, İslâm'da Şehir ve Mimari

Kitapla ilgili yazı yazmaya karar verdiğimde evvela İslam’daki sanat ve estetik ilişkisini irdeleyerek başlamanın akıllıca olduğunu düşünmüştüm. Ancak bu konudaki yetersizliğimi görünce neden bu kitabı düşünmeye ihtiyaç duyduğumu sorgulayarak başlamaya karar verdim. Evvela insanın anlayış sürecinden bahsetmek istiyorum, çünkü hissedilenle duyumsanan arasındaki farkı belirleyen şey anlayıştır. Daha önce yazdığım bir yazıda, okumak için gerekli beceriler sadece okuma yazmayı bilmek değil aynı zamanda sözcüklere dönüştürmeyi ve kurgusal karakterlerle empati kurmayı, tarihsel ve kültürel içeriği tanımayı, hikayenin dönüm noktalarını tahmin etmeyi, yazarın stilini eleştirmeyi ve değerlendirmeyi de içerdiğinden söz etmiştim. Burada birbirinden ayrı iki anlayış söz konusu, klasik anlayış ve romantik anlayış. Platon’u Phaedrus’un ağzından ifade ettiği klasik ve romantik anlayış terimelerinin anlamı şöyle:

Klasik anlayış dünyayı, saklı biçimin kendisi olarak görür. Romantik anlayış ise, o anki görünüşüyle görür. Bir romantiğe bir motor ya da makine çizimi ya da elektronik bir şema gösterdiğinizde onu ilgilendiren bir şey görmesi olanaksızdır. Gördüğü şeyin çekiciliği yoktur, çünkü gerçeğin yüzeyini görür. İlginç bir şey yoktur. Ama aynı krokiyi yada şemayı klasik bir kişiye gösterdiğinizde ona bakar ve hayran kalır; çünkü ordaki çizgilerde, biçimlerde ve simgelerde saklı biçimin muazzam zenginliğini görür." (Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı, Robert M. Pirsig. sf 76.)

Kitabı edinme isteğim de yukarıda bahsettiğim romantik anlayışın ötesindeki klasik anlayışı keşfedebilmek oldu. Henüz erken sayılabilecek 25 yıllık ömrümde pek çok farklı camiiyi ve kiliseyi gezme fırsatı buldum. Camileri kiliselerden ayıran şey makro boyuttaki gösterişten ziyade, minimal düzeydeki işlemeler ve bezemelerle bir atmosfer yaratmak çabasıdır. Beni cezbeden şey, bu işlemelere duyduğum hayranlık oldu ve bu hayranlığa sebep olan şeyin ardına düşmek istedim. Yani romantik anlayışı sağlayan sanatsal kaideleri, yani klasik anlatımı oluşturan prensiplerin ne olduğunu görmek istedim. Yine burda klasik ve romantik anlayışın kıyaslamasına dair bir alıntı yapmak istiyorum:

Romantik tarz öncelikle esinsel, düşsel, yaratıcı, sezgiseldir. Duygular olgulardan önce gelir. “Sanat”, “bilim”le karşılaştırıldığında genellikle romantiktir. Aklı ya da yasaları izlemez. Yalnızca duyguları, sezgileri ve estetik vicdanı izler. Klasik tarz, tersine aklı ve yasaları izler ki bunlar da düşünce ve davranışların saklı biçimleridir. Bu, Avrupa kültüründe öncelikle erkeksi bir tarzdır ve bilim dalları, hukuk ve tıp kadınlar için bu yüzden kadınlar için pek ilgi çekici olmamıştır. Motosiklet sürmek romantik olmasına karşın motosiklet bakımı tam anlamıyla klasiktir. Kir, yağ, saklı biçimlerde ustalaşma gerekliliği öyle bir romantizm karşıtı etki yapar ki, romantikler asla buna yanaşmamayı tercih eder”. (Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı, Robert M. Pirsig. sf 76.)

Bu noktada İslam dininin estetik anlayışını oluşturan üslup ve sanat unsurlarına değinmek gerekebilir. Tevhid inancına göre tanrı birdir ve yaratıcılığı her şeyi kuşatmıştır. Kainatın yaratılmasından beri süregelen düzen onun emrindedir. Düzeni oluşturan etmenler katman katmandır ve her katman birbiri arasındaki geçişle mümkün olmaktadır. Ayette "Ben ona şeklini verdiğim ve içine ruhumdan üflediğim zaman...” (Sâd Suresi, 72. Ayet) bildirilen ruh da, Allah’ın kendi nurundan üflediği yaratıcılık kabiliyetidir. Yani Allah’ın yarattığı natureli taklit edebilme becerisidir. İnsanın yaratma istidadı ancak varlık katmanlarının sınırları var ve aktif olabilir. Bu sınırları en iyi açıklayan kanun, termodinamiğin 1. yasası olan “Enerji, yoktan var edilemez; var olan enerji de yok edilemez; sadece bir şekilden diğerine dönüşür.” kuramıdır. Bilge mimar Turgut Cansever bu meseleyi şöyle açıklıyor:

İslâm’da insana verilen “her ferdi kendi yerine koyma” (adalet) sorumluluğu tevhîd bağlamında anlaşılmalı ve yerine getirilmelidir. Allah'ın iradesine mutlak teslimiyet de aynı esas üzerinde gerçekleştirilmelidir. Sonuç olarak, mimarî, bütün varlık düzeylerinde, özellikle de insanın bilinç ve bütün tarihinin mekân-zaman bağlamında tüm varlık problemleri dikkate alınarak tahlil edilmelidir. İslâm sanatları ve mimarisi ile temel özelliklerinin 'genetik' kaynaklarını anlamak, keşfetmek ve tanımlamak amacıyla temel sorunlar üzerinde yoğunlaşmak zarureti vardır." (Mimar Sinan, Turgut Cansever, sf. 21.)

Burada İslam sanatıyla batı sanatı arasındaki, görsel olana odaklanmanın var olan şeyin ardındaki gerçek hakikati gizleyeceğine vurgu yapmak gerekir. İslam sanatında yaratılmış olan değil, onun ardındaki sanatlı eli aramak esastır. Dünyayı önemli kılan, dünyanın zahirî görünüşü değil, bu görünüşün ardındaki asıl batınî anlamdır. Tasavvuf düşüncesinde önemli bir yer teşkil eden zahir ve batın arasındaki ayrımın ortaya çıktığı yer burasıdır. Bu ayrım, zahirin önemsiz ve sahte bir şey olduğunu göstermez. Bilakis, İslam sanatında pek çok eser gerçekçi olduğu için, bizzat bu gerçeklik sayesinde tasavvufî bir karakter kazanmış sayılır. Yine Turgut Cansever’den bir alıntıyla izah etmeye çalışayım, şöyle ki; "Varlık, kâinat ve yaradılış telakkisinin biçim üzerine doğrudan yansıması, üslûbu meydana getirir. Genel ifadesiyle üslûp, gerçekliğin iki organize edici ilkesi olan bir zaman ve mekân anlayışıdır. Bu iki kategori sayesinde insan kendi ürününü geliştirir. Bu sebeple sanat, mekân bilincidir ve içinde mekânın kavrandığı zaman vasıtasıyla organize edilmesidir. Mekânın, zamanın bir işlevi olarak organize edilmesi demek olan “ritm”, sanat eserinin en üst kanunudur. O bir bağımsız birimler kompleksi tarafından vücuda getirilir; spesifik bir mekân oluşturan bütünlük içerisinde ortaya çıkar. Genişliğin ritmik düzenlemesine simetri denir. Bu iki düzenin ilişkisinde kütlelerin organizasyonu ve yükseklik oranının ritmik düzenlemesi ise derinlikle ifade edilir. Üslûp, her türlü pratiğin (amel) ve her türlü pratik ve davranış alanlarındaki her kararın biçim ifadesidir. Bu sebeple, dinî karakteriyle mimarî de, üslûp özelliğini kazanır; böylece varolur." (Mimar Sinan, Turgut Cansever, sf. 27.)

Sözü fazlaca uzattım ama derdimi de anlatmış bulunuyorum. Öncelikle kitabın ismi olan mukarnas’ın sözlükteki karşılığıyla devam edeyim. Redhouse’ta halk arasında kullanılmayan ilmî bir tabir olduğu belirtilen kelimenin Grekçe korônis (korniş) kelimesinden Arapçalaştırılarak türetilmiş olduğu kabul edilmektedir. Mukarnes imlâsıyla da yazılan mukarnas kelimesi son döneme ait Arapça, Farsça ve Osmanlıca sözlüklerde “kademeli çıkıntıları olan basamaklı çatma tavan; kubbe; bir başlık türü; rengârenk alacalı işleme” gibi anlamlarla karşılanmakta, buna mukabil klasik sözlüklerde ve lügatlerde yer almamaktadır. İslam bezeme anlayışında mistik anlam, geometrik biçimler ve düzenlemelerin kurgusunda gizlenmiştir. Evrensel birlik ve denge düşüncesi çokgen ve çok köşeli yıldızlarla somutlaştırılmıştır. Anadolu Türk Sanatı'nda 12. yüzyılın başlarında bezemede tek anlatım aracı çokgen ve çok köşeli yıldızlar olmuştur. Yüzeysel bezemede geometrik tasarım birikimi prizmatik öğelere dönüştürülmüş, prizmatik öğelerin yan yana ve üst üste gelerek geliştirdikleri bu bezeme türüne mukarnas bezeme adı verilmiştir. Mihrap, şerefe, sütun, sütun başlığı, sütun kaideleri, taç kapı, korniş ve köşelerde kullanıldığı gibi mezar taşı, çeşme cephesi, minare şerefesi gibi çeşitli konumlarda görsel zenginleştirme amacıyla kullanılmaktadır. Esasen iki boyutlu geometrik bir çizimin hacimlendirilerek üç boyutlu hale geçişinde kullanılan mukarnas bezemenin ilginçliği de buradan gelmektedir. Bir geometrik biçimden öteki geometrik biçime; örneğin, kareden daireye, daireden kareye ve çokgenden daireye ya da bir daire kesitten daha geniş bir daire kesite geçişi mimarlığa özgü bir yöntemle sağlaması işlevselliğini arttırmaktadır. Konu ile ilgili TDV İslam Ansiklopedi’sindeki tanım ise şöyle;

"Petekler dizisi ya da hücreler halinde istiflenmiş görüntü veren mukarnas, bulunduğu yerde hem taşıyıcı hem süsleyici işlev gördüğünden statik ve plastik görevleri birlikte üstlenerek diğer formlara göre çok farklı bir özellik taşır. Mukarnas, geometrik bir tasarımın üçüncü boyuta aktarılmış bir uygulaması olduğu için ışıkgölge oyunlarıyla soyut anlamlara açılabilen, bu sebeple de görünüş olarak müslüman sanatçının tasvirden uzak duran anlayışına cevap veren bir buluştur. Düz yüzeylerde olduğu kadar taçkapı ve mihrap kavsaralarında sıkça karşılaşılan bu unsur, mimari bünyeye bağlı biçimde yapım sırasındaki teknolojik süreçten doğduğu gibi ahşap ya da alçı malzemenin oyularak şekillendirilmesiyle de bütün içinden ortaya çıkabilir. Her durumda kullanıldığı yere göre genel üslûba katılımı oldukça zengindir.

Mukarnasın boyut değiştirme imkânları çok yönlü olduğundan yalın diziler halinde ilerleyen üçgen ya da prizmatik formlardan teşekkül ettiği gibi içi motif dolgulu hücreler halinde farklı doğrultularda yayılan, hatta bazı türlerinde damla şeklinde sarkıtlar yaparak plastik etkisi arttırılmış örnekleri de vardır. Mukarnas işçiliği, denediği çeşitlemelere göre pek çok durumda üzerinde yer aldığı yapıyı tarihlendiren ya da ülkelere göre yapıya kimlik veren özellikler sunar. Mimaride konsol ya da kemer gibi unsurlara göre taşıyıcı ve görsel işlevleri üstlenmekle birlikte yatay ve düşey doğrultuda zengin imkânlarla üretilebilen, özellikle içbükey dönüşlerde, kubbelerin iç yüzeylerinde, sütun başlıklarını kavrayan konumlarda kolayca uygulanabilmesi, kısacası bir yüzeyden ötekine geçerken sağladığı akışkan doku üstünlüğü mukarnasa bir kullanım rahatlığı getirmiş, geçiş ve dönüş işlevlerini rahatça sağlaması yanında ahşap, tuğla, taş, çini gibi çeşitli malzemeyle üretilebildiği için Orta Asya’dan Endülüs’e kadar genişleyen bir kültür coğrafyasında uzun süre müslüman mimarlara teknolojik bir üstünlük sağlamıştır.

Mukarnasın daha çok İslâm mimarisinde yaygınlık kazanmış olması bu unsurun sadece teknolojik bir çözüme cevap vermediğini, fakat inançlarla örtüşen soyut çağrışımlara da açık bir biçimlenme olduğunu göstermektedir. Doğadaki hiçbir şekle tam olarak benzemeyen, gölge-ışık etkileriyle çağrışım unsurları ortaya koyan mukarnas, İslâm estetiği bağlamında tam anlamıyla zenginleştirici (tezyinî) bir unsurdur." (TDV İslam Ansiklopedisi, 31. Cilt, sf. 126.)

Kitabın başında eserin müellifi Yüksek Mimar M. Fatin Uluengin hakkında, formüle ettiği ve çizimlerini verdiği mukarnaslar ve diğer mimari detaylar hakkındaki geniş bilgisinden bahsediliyor ve eseri kıymetli kılan bu bilgi birikimini gelecek nesillere aktarmak olduğuna vurgu yapılıyor. Kuşe kağıda baskılı, 24x33cm boyutlarındaki eser, teknik kitaplar kategorisinde yer alıyor.

Kitap 5 ayrı bölümden oluşuyor ve mukarnas bezemeler üzerine oldukça az kaynak Türkçe kaynak bulunduğu için de çok kıymetli bilgiler içeriyor.

1. Bölüm olan “Giriş" kısmında konu ile ilgili bugüne kadar yayınlanan ciddi yayınları, mukarnas bezemelerin tarihsel süreçlerdeki değişimini ve gelişimini, ayrıca dünya üzerindeki çeşitli mimari eserlerde kullanılan farklı tipteki mukarnas eserlerin izahati yapılıyor.

2. Bölümde "Temel Bilgiler, Mukarnas Elemanları, Sıra Teşkili, Kalıp Verilmesi” başlığı altında iki boyuttan üçüncü boyuta geçiş somut örneklerle anlatılıyor, plan şemalarıyla birlikte mukarnas elemanlarının (yaprak, badem, kaz ayağı, fitil) teknik resimleriyle birlikte fotoğraflar üzerinde tanımı yapılıyor. Yine Selçuklu-Osmanlı Dönemi arasındaki bezeme farklılıklarına da bu bölümde değiniliyor. Birbirini tekrar eden birim elemanların oluşturulduğu kalıplar bu bölümde ele alınıyor.

3. Bölüm “Mukarnas Şemaları, Kuruluş Düzeni, Örnekler” ise kitabın bana göre en eğlenceli kısmı çünkü okuyucu için el kitabı vazifesi üstleniyor. Evvela “Mukarnas Şemaları” başlığı altında mukarnas bezemeleri görmenin nereden başlanacağı ve nelere odaklanması gerektiği burada izah ediliyor. Kaideler öğretildikten sonra, konu ile ilgili örneklerin bulunduğu camilerden ve türbelerden örnekler veriliyor ve anlatım teknik resimlerin yer aldığı şemalarla zenginleşiyor. Daha sonra çeşitli örnek fotoğraflarının yer aldığı mukarnas bezemelere ilişkin, Fatin Uluengin Beyefendi’nin kendi el yazısıyla almış olduğu notlar üzerinden kurulan yapıya yönelik açılımlar sağlanıyor. İki boyuttan üçüncü boyuta geçiş gözler önüne seriliyor, ki bu detaylar kitaba muazzam bir zenginlik katıyor. Kendim hali hazırda Bursa Yeşil Camii mihrabında bulunan mukarnas örneklerini bu sayfalardan bakıp canlı canlı irdeledim. Yine Endülüs gezisin çekmiş olduğum El Hambra Sarayı’ndaki tavan süslemelerine dair fotoğrafları bu sayfalarda irdeleme ve derinine inme fırsatı buldum.

4. Bölüm “Bulgular” başlığı altında, birbirinden farklı yapılarda birbirinin aynı düzenlerin nasıl tekrar ettiği fotoğraflar üzerinden örneklerle gösterilmiş. Örneğin İstanbul Süleymaniye Camii taç kapısı makarnasının Konya Selimiye Camii taç kapısı mukarnasıyla aynı olduğu, Kocaeli-Gebze Çoban Mustafa Paşa Camii taç kapı mukarnasının 10/10 yıldız koluyla Adana Ulucamii Batı kapısı mukarnasının 10/10 yıldız kolunun aynı olduğu bu bölümde çok güzel bir biçimde ifade ediliyor.

5. Bölüm “Mukarnas Uygulamalarının Günümüzdeki Durumu, Geleneksel Yeni Uygulamalar, Modern Yeni Uygulamalar, Sonuç” başlığı altında günümüzde yalnız dini yapılarda değil, kültürel olarak başka yapılarda da örnekleri görülen mukarnas bezemelere ilişkin veriler sunuluyor. Sonuç kısmında yazarın kitabı, tüm iyi niyetiyle, ömrü boyunca biriktirmiş olduğu mukarnas bezemelere ilişkin bilgileri gelecek nesillere aktarmak üzere yazdığına ilişikin bir son söz yer alıyor.

Kitabın sonunda yer alan “İncelenen Örnekler Listesi”nde 552 esere ilişkin detay da, kitabın bilgi hacmi olarak ne kadar geniş bir alana yayıldığının kanıtı olarak gösterilebilir.

Konu ile ilgili hali hazırda pek az Türkçe eser olduğuna değinmiştim ancak editörlüğünü Türk Sanat ve Mimarlık Tarihi Profesörü Sayın Gülru Necipoğlu hanımefendinin yaptığı, Harvard Yayınları tarafından baskıya sunulan Muqarnas isimli İngilizce bir dergi mevcut. 35. sayıya kadar çıkan yayınlara aşağıdaki linkten erişmek mümkün. Japon araştırmacı-gezgin Shiro Takahashi’nin 1970’lerde dünyadaki pek çok mukarnas eserini bizzat yerinde görerek belgelendirdiği ve yapılarla ilgili teknik çizimleri sanal ortamda sergilediği bir veritabanı mevcut. Dünya haritası üzerinde gösterdiği eserlerin şehir şehir indexlemesi yapılmış ve meraklıların beğenisine sunmuş. Konu ile ilgili linke de yine aşağıdan erişmek mümkün.

Fotoğraf içeriği ile zengin boredpanda.com sitesinde Lina D. isimli kullanıcının İran camilerindeki süslemeler üzerine oluşturduğu fotoğraf galerisinde de mukarnas bezemeler ilişkin çok güzel örnekler yer alıyor. İlgili fotoğraf galerisine de yine aşağıdan erişmek mümkün.

Mukarnaslara ilişkin geometrilerin irdelendiği bilimsel makale örnekleri için de sciencedirect.com ziyaret edilebilir. Bilgisayar destekli 3-boyutlu mukarnas çizimlerine ilşkin kalıp düzenlemeleriyle ilgili yapılan bir çalışmaya ilişkin ücretsiz bir makalenin linkine aşağıdan erişmek mümkün.

Son olarak, Albaraka Yayınları tarafından ücretsiz olarak sunulan ve editörlüğü Turgut Cansever tarafından yapılan, içinde mukarnas bezemelere ilişkin pek çok örnek barındıran Mimar Sinan kitabına aşağıdaki linkten erişmek mümkün.

Konu ile ilgili Türkçe eserlerin çoğalması dileğiyle diyor ve ziyadesiyle uzattığım yazıya burada son veriyorum.

Hepimizin güzeli görmek için baktırdığı Allah ağrısı var.

Beytullah Kurnalı
beytullahkurnali@gmail.com

Muqarnas - An Annual on the Visual Cultures of the Islamic World by Gülru Necipoğlu: https://brill.com/view/serial/MUQ
Muqarnas: A Three-Dimentional Decoration of Islam Architecture by Shiro Takahashi: http://www.tamabi.ac.jp/idd/shiro/muqarnas/
104 Mesmerizing Mosque Ceilings That Highlight the Wonders of Islamic Architecture by Lina D.: https://www.boredpanda.com/mosque-ceilings/
Automatic 3D muqarnas architectural patterns reconstruction using plane representation by Mohammed Senhaji, Rachid Benslimane:
https://www.sciencedirect.com/science/article/pii/S1296207416304022
Mimar Sinan by Turgut Cansever: https://www.albaraka.com.tr/mimar-sinan.aspx

29 Nisan 2019 Pazartesi

Birlikte yaşama arzusu

Toplum olarak geçen her gün biraz daha ayrıştığımız ve nefret dili içeren söylemlerimizin kutuplaşmayı daha da arttırdığı dillendiriliyor. Hemen arkasından değerlerimizden hangi ara bu kadar uzaklaştığımız soruluyor? Romantizmi ve nostalji perestliği bir kenara bırakırsak yakın tarihimiz hiç de öyle demiyor. Kırk yıl önce aynı sokakta oturanların birbirini boğazladığı toplum başkasıymış ya da altmış beş yıl önce mülkleri gasp edilen gayrimüslimler yabancı bir memleketteymiş gibi davranmayı bırakalım. Örnekler çoğaltılabilir fakat ideolojik eğilimler konuyu sündürmesin diye bunlarla yetineyim. Zaten teki bile meramımı anlatmaya yeter de artar. Mevzuya dönersek, eskiden daha ılımlı, daha hoşgörülü, daha sağduyulu hatta daha nezaketli imişiz! Evet, hepimiz yalıda neşvünema etmiş İstanbul beyefendisiydik, sonra olanlar oldu. Kahrolsun bi’şeyler! Farklı sınıf ve katmanlar arasındaki toplumsal etkileşimin sıfıra yakın olduğu, konjonktürden sıfır oranında haberdar olan, modernizmden sıfır derecesinde etkilenen bir sosyolojik ortamda kültürel, etnik, dini, ideolojik çatışma mı bekleniyor? Kaldı ki, Anadolu’daki sosyal yapıya azıcık aşina olanlar köyünden şehrine nasıl bir ‘feodal’ düzen olduğunu bilir. Hâl böyleyken her yeni jenerasyonun yozlaştığı ve toplumun kadim değerlerini kaybettiği söylemi sığ bir analiz olmaktan öteye gidemiyor. Bu arada eski kuşağın yeni nesli yozlaşmayla tenkidi de yeni bir şey değil. Yaşlıların gençleri suçlaması Antik Yunan’dan Çin’e kadim bir gelenek. İnsanlığın giderek yozlaştığı, evveliyatında daha insancıl olduğu vesvesesi de bu kadim geleneğin bir süreği. Zira her dönem felaket tellalları çıkmıştır. İddia edildiği gibi olmuş olsaydı bunca yazılan kıyamet senaryosu fantezisi hayal olurdu.

Yukarıda söylenenler tüm farklılıklarına rağmen bir arada yaşayabilmeyi düşünebilen insanların varlığına binaen yazıldı. Bu konuyu ele alan kitaplar da bulunuyor elbette. Örneğin Timaş Yayınları’nın neşrettiği İslam ve Batı Üzerine Bir Konuşma birlikte yaşama kültürünün imkanını irdeliyor. Sümeyye Kavuncu’nun çevirisini yaptığı yüz yirmi dört sayfalık kitap, iki Cezayir doğumlu entelektüelin İslam ve Batı üzerine yapılan bir kolokyumdaki (bilimsel tartışma) konuşmalarının kitaplaştırılmasıyla oluşturulmuş. O entelektüellerden biri kitabı da yayına hazırlayan Mustafa Şerif (1950). Şerif, akademisyenliğinin yanında devletin (Cezayir) çeşitli kademelerinde görev almış bürokrat siyasetçidir. Diğeri ise yirminci yüzyılın en fazla tartışılan düşünürlerinden Jacques Derrida (1930-2004). Kimilerince heyecan verici bir keşif olarak değerlendirilen dekonstrüksiyonun mucidi Derrida, kimilerince felsefe yerine anlaşılmayan gevezelik yapmakla itham edilmiş biridir. Her ne yapmışsa felsefe tarihine ismini onu eleştirenlerin önüne yazdırdığı muhakkak.

Derrida, Cezayir’de içine doğduğu ortam nedeniyle ötekilik olgusunu derinden yaşamış ve içselleştirmiş bir karakterdir. Zira köken olarak Sefarad Yahudisi, Katolik Hıristiyan Fransa devletinin vatandaşı ve bir anlamda Müslümanların yaşadığı coğrafyada sömürgeci konumundadır. Her ne kadar Yahudi asıllı olsa da dinsel eğilimleri yoktur ve fakat II. Dünya Savaşı sürecinde ırkçı ideolojilerin Yahudi karşıtlığından hissesini alarak okuldan uzaklaştırılmış, toplumdan dışlanmış hatta vatandaşlıktan çıkarılmıştır. Öteki olmayı derinden yaşamış ve zorluklarını görmüş olan Derrida her zaman evrensel ölçülerde insani değerler ile eşitlikçi ve demokratik toplumu savunmuştur. Bu kitapta da yine aynı tavrı sergiliyor.

Kitap, Derrida ölmeden kısa süre önce (2003) yapılan kolokyum notlarının o öldükten sonra bir araya getirilmesiyle meydana getirilmiş. Metnin büyük kısmını Mustafa Şerif’in değerlendirmeleri oluşturuyor. Derrida soruları cevaplayan olarak kısmi ama önemli bir katkı sunmuş diyebiliriz. Eser öncelikle Batı’nın hegamonik tavrının diğer toplumlara nasıl yansıdığını göstermeye çalışıyor. Mustafa Şerif’in konuyu Batı’nın İslam’a karşı olumsuz tutumuna odaklamasına karşın Derrida daha genel bir çerçeve çizerek Batı-merkezci anlayıştan tüm toplum ve kültürleri kapsayan çoğulcu bir anlayışa geçilmesinin gerekliliği vurguluyor. Derrida’nın altını çizdiği konular arasında demokrasi ve yeni bir uluslararası hukuk düzenlemesinin gerekliliği öne çıkıyor. Demokrasiyi ‘her daim beklenen gelecek’ kavramıyla tanımlayan Derrida, evrensel bir demokrasi reçetesi yazmanın imkânsız olduğunu fakat karşılıklı saygı ve anlama çabasının sorunları çözmeye yönelik bir başlangıç olacağını belirtiyor. Ona göre demokrasinin dayatılarak kurumsallaştırılmaya çalışılması büyük bir hatadır.

Mustafa Şerif’in değerlendirmelerinde iki şeyin öne çıktığı söylenebilir. İlk olarak sık sık Batı’daki entelektüel kesime karşı serzenişte bulunuyor ve İslam’ın anladıkları gibi olmadığını anlatmaya çalışıyor. Ayrıca İslam toplumunun olumsuz imajında Batı kadar olmasa da Müslümanların katkısının olduğunun altını çiziyor. İkinci olarak da Fransa ve Fransızlar ile ilgili yakınlık kurmaya yönelik bir tavır takındığı görülüyor. Şerif’in bu tavrı örtük bir hayranlığın tezahürü olduğunu düşündürdü bana. Bir anlamda bilinçaltındaki Fransız öykünmeciliğinin yansıması diyebiliriz. Şerif’in İslam ve Batı ayrımını yaparken kullandığı kavramlar da benzer bir intiba uyandırıyor. Cezayir özelinde Mağrip bölgesinin hâlihazırda Batı olduğunu söyleyerek tanımlamayı kıyının (Akdeniz’in) kuzeyi ve güneyi şeklinde yapıyor. Burada her iki toplumun ortak noktası Akdeniz olarak beliriyor ve Fransa ile bir ünsiyet bağı kuruluyor. Bu arada, aynı tavrı birçok Mağripli yazarda görüyor olmamız dikkate değer bir detay.

Her iki katılımcı da Müslümanların Batı’nın yanlı ve çifte standartlı politikalarına karşı reaksiyonel tutumlarının sorunu çözmediğini belirtiyor. Derrida, Batı’nın farklılıkları kabul etmesinin bir zorunluluk olduğunu, medeniyet ve cemaatleşmenin farklılıklar üzerine inşa edilebileceğini savunuyor. Mustafa Şerif ise akla ve Vahye vurgu yapıyor ve makul çözümler üretilerek meselenin Batı’ya anlatılmasının gerektiğini söylüyor. Derrida konulara teorik açıdan yaklaşarak çözümlemenin yollarını arıyor ve meseleyi ‘İslamcılığın İslam olmadığı’ söylemi üzerinden temellendiriyor. Aşırı tutumları konusunda Şerif’in de aynı fikri benimsediği görülüyor. Onlara göre radikal tepkiler her iki tarafa da yarar sağlamamakta hatta zararın fazlasını Müslümanlara vermektedir. Derrida çözüm önerisi olarak mevcut seküler anlayışın geçmişten gelen teokratik devlet anlayışından kurtulması gerektiği fikrini öne sürüyor. Ona göre bugün seküler denen Batı dünyası gerektiği kadar din ve siyaset olgusun ayırabilmiş değildir. Demokrasi öncesi yapının etkileri hâlâ sürmekte ve Avrupa’da bu durum biraz daha rayına oturmuş olmasına rağmen ABD’de teokratik anlayışın şekillendirdiği devlet olgusu tüm katılığıyla devam etmektedir. Mustafa Şerif sekülarizm konusunda Batı’nın Müslümanlarla ayrıştığını belirtiyor ve Batı felsefesinde gerek hikmet gerekse dünya-ahiret olgularının karşılığının bulunmadığını savunuyor. Bu yanıyla doğal olarak iki toplum ve kültür arasına mesafe girmektedir.

Derrida’nın da Şerif’in de İslam’ın ve Batı’nın çoklu görünümleri ve temsilleri konusunda hemfikir olduğu görülüyor. Bu bağlamda iki tarafında olumlu yaklaşan örneklerini dikkate almak gerekir deniliyor. Bunun dışında radikal hareket eden Müslümanlar ve bilimcilik yapan Batı’nın tavrının sorgulanmasının zorunlu olduğu savunuluyor. Bugünün Batı toplumunda bilgide ilerlenmiştir fakat ahlaki yön eksik bırakıldığından “dehumanization” (insanlık-dışılaşma) meydana gelmiştir. Batı’nın peşine takılan Müslümanları da aynı tehlike beklemektedir. Batı’yı reddeden radikaller bile Batı’nın yöntemlerini kullanmaktadır. Bu sorun çözmeyi düşünen insanlık, bilgiyle donanırken ahlaki ilkeleri gözetmek durumundadır.

İslam ve Batı Üzerine Bir Konuşma iki tarafın da birbirini algılama sürecini açıklamaya çalışan kapsamlı bir kitap. Diğer bir yönüyle Müslümanları ve Batılı toplumları ortak paydada buluşturmaya yönelik bir medeniyet tasavvurunun romantik bir izdüşümü de diyebiliriz. Metinde ele alınan konular, yapılan tespit ve açılımlar oldukça değerli fakat gerçeklik açışından fiili karşılığının olmadığı/olamayacağı kanaatindeyim. Buna rağmen yine de Doğu ve Batı’nın düşünsel kökenlerine eleştirel bakmanın ipuçlarını veriyor. Özellikle Batı felsefesine nasıl baktığını eserlerinden bildiğimiz Derrida’nın Cezayir, İslam ve Müslümanlara yaklaşımının önemli olduğunu düşünüyorum. Çok fazla teknik detay ve felsefi sorgulamanın yer aldığı kitap birlikte yaşama olgusuna iki farklı kültürün bakış açısının müspet bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp