Byung-Chul Han’ın kitapları dilimize bir bir çevrilmeye devam ediyor. Bunlardan en sonuncusu İnsan Sanat Yayınları’ndan neşredilen Güzeli Kurtarmak. Çoğu Han kitabı gibi ince, fakat yoğun bir kitap olan Güzeli Kurtarmak, 87 sayfadan ve 14 bölümden oluşuyor.
Güzel veya estetik kavramı üzerine kafa yoran birçok filozof veya yazar var olageldi dünya üzerinde. Antik çağlardan modern çağlara kadar, düşünceler değişse de ya da ifade ediliş şekilleri değişse de bu kavramlar genel bir çerçeve içine sokulabilir. Kore asıllı Alman filozof Han da bu kavrama geçmiş düşüncelerin ışığında yeni bir bakış açısı getirmek için, bu konudaki denemelerini Güzeli Kurtarmak’ta toplayarak, bu alana bir katkı sunuyor.
Pürüzsüzlük çağımızın alametidir diyerek ilk denemesine başlıyor Han. Daha önceki kitaplarında incelediği konuları bu kez estetik ve sanat başlığı altında, bu kavramlarla ve bu alandan örnekler vererek değerlendiriyor. Modern dünyanın geldiği/getirildiği noktada, mükemmel olma zorunluluğunun tahakküm kurduğu toplumlarda ‘güzellik’ olgusunu, ilk denemesinde pürüzsüzlük üzerinden ele alıyor. Televizyon reklamlarından sınav sistemlerine kadar dayatılan, her yerde pürüzsüzlüğe/mükemmelliğe ulaşmaya çalıştığımız bu zamanda Han’ın sözleri bize destek olmanın da ötesinde bir bakış açısı sunuyor. Pürüzsüzlüğü pozitif toplumun buyruğu olarak yorumluyor Han. Bunu daha önceki kitaplarında da hem pozitiflik hem de olumluluk adı altında incelemişti. Bu sefer yaptığı ise, bu kavramları ‘güzel’ başlığına taşımak olmuş. Yazar, pürüzsüzlüğü bir nevi hareketsizlik kavramıyla bağdaştırıyor. Olumlu veya olumsuz, iyi veya kötü hiçbir yaşam belirtisi göstermeme hâli, yani tepkisizlik durumu. Bunu da Jeff Koons ve Andy Warhol’un eserleri üzerinden inceliyor. Han’a göre, iki sanatçı da sanat perspektifinden baktığımızda son derece önemli kişiler. Fakat Koons’un eserlerinde bir pürüzsüzlük görüyor yazar. Uysallık ve dirençsizlik kelimeleriyle tanımlıyor bu pürüzsüzlük halini. Bu durumu bağladığı yer ise Roland Barthes’ten mülhem, görme ve dokunma arasındaki karşıtlık. Han, görme haliyle pürüzlü olma halini eş değer sayarken dokunma işin içine girdiğinde bir pürüzsüzlük, negatifliğin ortadan kaldırılma çabası, sekülerleşme gibi kavramların tahakkümüne girildiğini belirtiyor.
İlk deneme ‘Pürüzsüz’ kitabın en uzun denemesi. Bu yüzden daha çok örnekle konuyu genişletmiş yazar. Verdiği örnekler de somut, düşüncede rahatça yer bulacak şeyler. Anlattıklarını birkaç cümleyle özetlediği ara duraklarla da yazıyı daha okunaklı hale getiriyor:
“Günümüzde sadece güzel değil, çirkin de pürüzsüz hâle geldi. Çirkin de şeytani, tekinsiz veya dehşetli olanın negatifliğini kaybetti ve tüketim-eğlence kalıpları için pürüzsüzleştirildi. Her şeyi dondurabilen korkutucu ve dehşet verici Medusa bakışından tamamiyle yoksundur.”
‘Pürüzsüz Beden’de fotoğraf, daha doğrusu yüz fotoğrafı üzerinden insanların ‘boşluk’ta, manasız bir hayat içinde sürüklendiklerini ele alan yazar, yüz fotoğraflarını selfie’yle bağdaştırıyor ve ‘Selfie bağımlılığı Ben’in iç boşluğuna işaret eder’ diyor. Burada Han’ın değindiği ilginç nokta, selfie’yi narsisizmin sonucu değil, iç boşluğun ürettiği bir şey olarak görmesidir. Fotoğraf sanatı üzerinden ‘güzel’e değinmeye çalışan Han, paragraflar arasında bazen bağlantı kurmakta zorlansa da konuyu toparlamayı başarmış.
Yüce ve güzel kavramları üzerinden Platon ve Edmund Burke’nin bu kavramlar için yaptıkları tanımlara değinen Han, aslında bu iki kavramın ayrılmaması gerektiğini, güzeli yüceliğe irca ettirmemiz gerektiğini belirtir. Platon’da bu kavramlar ayrılmamıştır fakat Burke’de ‘yüce’ saf dışı bırakılmıştır. Çünkü yüce pürüzlüdür, marazidir. Güzel ise pürüzsüzdür. Yüce negatiftir güzel ise pozitiftir. Bununla birlikte örtme kavramı üzerinden de bilgi ve enformasyon kavramlarına değinen Han, aslında aynı olan, daha doğrusu eş anlamlı kelimeler kabul edilen bu iki kavramla ilgili farklı bir bakış sunar. Han’a göre enformasyon örtük olamaz. Çünkü örtük olan, yazara göre güzeldir. Örtüsüz olan ise pornografiktir. Enformasyon, bilgiye göre her türlü metaforu, örtücü elbiseyi geri çevirir. Bilgi ise kendisini sırra geri çekebilir. Güzel, bilgi, görünmekten tereddüt eder. Han, bu durumu sanat eserlerinde Walter Benjamin’in fikirlerini baz alarak savunur:
“Gerçek bir sanat eseri, kendisini kaçınılmaz şekilde bir sır olarak temsil etmesinden başka bir şey olarak hiçbir zaman kavranamaz. Son kertede, örtünün asli bir unsur olduğu bu nesne başka türlü tanımlanamaz.”
Yaralanmaya görmenin hakikat anı denilebilir diyen Han, ‘Yaralanmanın Estetiği’ bölümünde bizi iki kavramla karşılıyor: studium ve punctum. Bu kavramları çok fazla kullanıyor yazar. Hem bu kitabında hem de diğer kitaplarında bu tür ikili kelimelerle bir zıtlık oluşturuyor ve anlatısını/fikirlerini seçtiği iki kavram üzerinden genişletiyor. Hakikat ve yaralanma arasındaki ilişkiye dikkat çekerek, ‘aynı’nın olduğu yerde sanat olamayacağını, kazasız hiçbir şiir yazılamayacağını, ‘negatiflik’ olmadan düşünme dahi olamayacağını savunan yazar, bu konuda Roland Barthes’in fotoğraf teorisini baz alarak düşüncelerini ilerletiyor. Studium’u, ‘kaygısız arzuları amaçsız ilgilerin, tutarsız tatların’ alanı olarak gören yazar, punctum’u ise izleyiciyi yaralayıp sarsan bir unsur olarak tanımlıyor. Tıpkı diğer yazı ve kitaplarındaki gibi ‘olumluluk’, ‘pozitiflik’, ‘tekdüzelik’, kısacası ‘aynı’nın istikametinden, düşündüğü konuların izinden ilerliyor.
Yazar birçok denemede güzel kavramıyla başka bir kavramı yan yana getirerek metnini oluşturuyor. Bunlardan biri de politika. Kitabın ilgi çeken denemelerinden biri ‘Güzelin Politikası’. Adalet-etik-güzel üçgeninde ve Platon ve Aristoteles’in fikirleriyle genişleyen bu yazıda Han, günümüzün politik düzenini ‘güzel’le olan ilgisizliği düzeyinde inceliyor. Güzellik eyleminin her türlü kısıtlamadan azade olduğunu savunan yazar, buradan, günümüzün politikasının sistematik kısıtlamalara tâbi olduğu ve güzel olamayacağı sonucuna varıyor. Günümüzün politikasını özgür bir insan olarak değil bir köle olarak tanımlıyor:
“Aristoteles’in edamonik (mutluluk) etiği, kendine özgü iyi-güzel anlamına gelen kalokagathia kavramını ortaya çıkarır. İyi, burada güzele tâbidir veya ikincilleştirilmiştir. İyi olan, güzelin ihtişamıyla tamamlanır. İdeal politika, güzelin politikasıdır.
Çağımızda güzelin politikası mümkün değildir çünkü günümüzün politiği tamamen sistematik kısıtlamalara tâbidir. Günümüzün politiği özgür bir alana bile sahip değildir. Güzelin politikası, özgürlüğün politikasıdır. Günümüzün politiğinin boyunduruğu altında çalışan alternatifsizlik, sahici bir politik eylemi imkânsız kılmaktadır. Politika eylememekte, fakat çalışmaktadır. Politika bir alternatif, gerçek bir seçim sunmalıdır. Yoksa bir diktatörlüğe dönüşerek çöker. Sistemin yardakçısı olarak politikacı, Aristotelesçi anlamıyla özgür bir insan değildir, daha ziyade bir köledir.”
Kitapta tekrarlar oldukça mevcut, Han’ın bütün kitaplarında olduğu gibi. Yazar birkaç denemeyle anlatacağı şeyleri 14 denemeye çıkartmış. Bölüm başlarında incelediği, Kant’ın, Hegel’in veya başka filozofların estetik ve güzel hakkındaki fikirleri farklı fikirler; fakat sonunda kendi düşünceleriyle vardığı nokta aynı. Denemelerin sonunda sık sık aynı anlamlara gelen, aforizma tarzı cümleler okuyoruz. Örneğin “Tüketim ve güzellik birbirini dışlar. Güzel kendisini reklam etmez” veya “Sanatın özgürlüğü, sermayenin özgürlüğüne boyun eğmektedir” gibi. Evet, kendi kendiyle çelişmez Han, tespitleri muazzamdır, yerindedir fakat bir çözüm yolu da sunmaz okura. Şahsen çözüm yolu için okumuyorum Han’ı; ancak bunun için okuyacaklar için doğru adres olduğunu düşünmüyorum.
“Hakikat Olarak Güzel” kitabın en ağır denemesi belki de. Çünkü Hegel’in estetik anlayışından yola çıkarak ‘güzel’i inceleyen Han, burada felsefenin dilsel anlamda sınırlarını zorlamış. Aslında bu kitap, Türkçeye çevrilmiş bütün Han kitapları içinde (Şiddetin Topolojisi hariç, onu okumadım) en ağır dille yazılmış olanı. Felsefi terimler, konuların buralardan çıkış yolu alması ve dilin o noktaya evrilmesi okuru oldukça zorluyor.
Yazar, kitabın ismindeki gibi aslında güzeli kurtarmaya çabalıyor metinlerinde. Güzelin; tüketim toplumunun, kapitalist toplumun nesnesi haline geldiğini ve buradan çıkması gerektiğini birçok filozofu karşısına alarak veya kendine destekçi yaparak anlatmaya çabalıyor. Fakat hissi olarak fark ediliyor ki bir karamsarlığı da mevcut. Yine de böyle bir kitabı yazmak bile yazar için atılmış olumlu bir adım bence:
“Radikal olumsallığın karşısında, bağlayıcı olana özlem duymak gündelik olanın ötesine uyanmaktır. Bugün güzelin pürüzsüzleşerek beğeni, like objelerine, keyfî ve rahatlatıcı şeylere dönüşmesi sonucunda güzelin krizi ile karşı karşıyayız. Güzeli kurtarmak bağlayıcı olanı kurtarmaktır.”
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
4 Ocak 2019 Cuma
Dünya, içinde düşü olan bir yolculuktur
“Yeryüzünde sayısız kapı dururken araladığınız kapının Düş Yiyiciler Sirki’ne açılmasından daha talihsiz bir hikâye yoktur.”
- Memed Osman, Düş Yiyiciler Sirki
Kitap yukarıdaki alıntıyla başlıyor. Yapılan ironi okuyucuyu içine çeken bir anafora dönüşüyor adeta. Sonra direkt meseleye giriyor yazar. Kaçışı, göçüşü yok. Bu kapıdan girdiyseniz, çarkların arasındaki yerinizi, yani ezilmeyi göze almalısınız demeye getiriyor. Yaşamak öyle değil midir zaten.
Ve Yayınevi’nin en başta söylenmesi gereken ilginç bir özelliği var. Yayınladığı eserleri numaralandırarak ‘ilgilisine’ koleksiyonluk bir ‘eser’ sunuyor. Yayınevinin yayın listesini genel olarak şiir kitabı oluşturuyorsa da araya roman serpiştirmeyi ihmal etmiyor. O romanlardan biri de Düş Yiyiciler Sirki. Memed Osman (asıl adı bu değil ama buna yakın) imzasını taşıyan eser seksen sayfadan oluşuyor. Öyle seksen sayfa olduğuna bakmayın. Düş Yiyiciler Sirki son derece yoğun bir metin. Duygu yoğun, dil yoğun, tepki yoğun, düş yoğun… Ne derseniz artık. Ya da ne dilerseniz…
Düş Yiyiciler Sirki benim gibi karamsar mizaçlı ve depresif ruhlu okurlar için birebir. Bizler, “Beni bu güzel havalar mahvetti,” mısrasının içinde biteviye yankılandığı kişileriz. Herkesin Güzel Havalar’ı başkadır sanıyorum. Örneğin benim için güzel hava güneşsiz havadır. Soğuk, rüzgârlı, yağışlı havaları güvenli belleyenlerdenim. Düş Yiyiciler Sirki beni böylesi bir diyarda dolaştırdı. Kasvetli bir dünya… Tıpkı gerçeği gibi. Güneşli havaları gerçekçi bulmam. Kitabı okurken çok keyif aldığımı söylemeliyim.
Hikâyenin başkahramanı Na!, hayatını kabuslarının işgâlinden kurtarmak için hunharca çare arayanlardan. Kendisi ilaç mümessilliğinden emekli. Hangi ilaç neye iyi gelir, biraz biliyor. ‘Kötü’ yaşıyor. Rehabilitasyona ihtiyacı var. Çocukluğuna iniyor. İçinden çıkmak ne mümkün! Geçmişiyle hesaplaşıyor; borçlu çıkıyor. Alternatif iyileşme yöntemleri deniyor. Çaydanlığa bitki atıp ocağa koyuyor. Hayatı su kaynatıyor. Nafile çabalar. Durmadan aynı kabusu görüyor ve uyanıyor. Kabusu gün gibi hatırlıyor. Hatırlamasa da önemli değil. İçine uyandığı hayat zaten kabusun devamı niteliğinde. Na!, kalabalıktan kaçan yalnız bir adam. Ayrıca o sık sık ölümle burun buruna gelen bir panik ataklı. Bilen bilir.
Düş Yiyiciler Sirki’nin masalsı bir üslubunun olduğunu görüyoruz. Yazar, ‘ben’ ve ‘o’ anlatıcı tekniğini dönüşümlü olarak kullanıyor. Na!’nın ‘kuralları’ ve “yaşamak intikam almaktır” söylemi eserdeki leitmotive örneği diyebiliriz. Romandaki bol imgelemli dil metne melankolik bir şiirsellik katıyor. Öte yandan mitik ve fantastik ögeler havada uçuşuyor. Gerçek, gerçeküstü ve gerçek dışı birbirine giriyor. Toplumsal gerçeklik absürdizmle yoğrularak işi çığırından çıkarıyor. Sonra aniden sıradışı akış gündelik hayatın basit bir görünümüyle duraklıyor. Her şey normale dönüyor sanıyorsunuz ama boşa heveslenmeyin. Dil açısından muhayyileyi zorlayacak dercede zengin bir metinle karşı karşıya kalıyor okuyucu. Yazar yazmaktan ziyade kelimelerle bir görsel oluşturuyor. Okuyucu izlemekle yetiniyor. Tıpkı bir sirk izleyicisi gibi.
Memed Osman, hayatın, düş yenilerek tüketilen bir yer olduğuna dikkat çekiyor. İnsanlar birbirinin düşlerini yiyerek duyarsızlaşmaktadır. Dolayısıyla ortaya tekdüze, programlanmış, duygusuz bir yaşam biçimi çıkmaktadır. Bu yönüyle eser modern dönem eleştirisi olarak da değerlendirilebilir. Geçmişe yapılan atıfta, uygarlar tarafından ilkel diye tabir edilen anlayışın manipüle edilişi gösterilmeye çalışılıyor. Bu bağlamda, ilkel ile gerçek arasındaki uyum, modern ile gerçek arasındaki uyumdan çok daha ileridedir. Yazar, insanların gösteri izlerken kendinden geçtiği sirkin bir eğlence yeri olup olmadığını soruyor. Hayatı sirk analojisiyle açımlayan alt metinde ise insanın sığlığının iktidarı sorgulanıyor. Düş Yiyiciler Sirki psikolojik yönü ağır bir metin. Na!, günümüz insanının gerçeklerden soyutlanarak gizlenen aciz tarafı olarak değerlendirilebilir. Ya da soft bir sistem eleştirisi.
Düş Yiyiciler Sirki, gerçek ile düşün (gerçeküstü ve/veya gerçek dışının) diyalektik çözümlemesini içeren bir roman. Fantastik bir modern zamanlar sorgulaması da diyebiliriz. Az da olsa Michael Ende’nin (1929-1995) Momo’sunu hatırlattı bana. Sanırım bu kadar kasvet yeter. Hayat her ne kadar ‘düşlerin yenilerek tüketildiği bir sirk’ olsa da romanın son cümlesi insanın var olduğu yerde ümidin tükenmeyeceğini vurguluyor: “Dünya, içinde düşü olan bir yolculuktur.”
Düşmesini bilene…
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
- Memed Osman, Düş Yiyiciler Sirki
Kitap yukarıdaki alıntıyla başlıyor. Yapılan ironi okuyucuyu içine çeken bir anafora dönüşüyor adeta. Sonra direkt meseleye giriyor yazar. Kaçışı, göçüşü yok. Bu kapıdan girdiyseniz, çarkların arasındaki yerinizi, yani ezilmeyi göze almalısınız demeye getiriyor. Yaşamak öyle değil midir zaten.
Ve Yayınevi’nin en başta söylenmesi gereken ilginç bir özelliği var. Yayınladığı eserleri numaralandırarak ‘ilgilisine’ koleksiyonluk bir ‘eser’ sunuyor. Yayınevinin yayın listesini genel olarak şiir kitabı oluşturuyorsa da araya roman serpiştirmeyi ihmal etmiyor. O romanlardan biri de Düş Yiyiciler Sirki. Memed Osman (asıl adı bu değil ama buna yakın) imzasını taşıyan eser seksen sayfadan oluşuyor. Öyle seksen sayfa olduğuna bakmayın. Düş Yiyiciler Sirki son derece yoğun bir metin. Duygu yoğun, dil yoğun, tepki yoğun, düş yoğun… Ne derseniz artık. Ya da ne dilerseniz…
Düş Yiyiciler Sirki benim gibi karamsar mizaçlı ve depresif ruhlu okurlar için birebir. Bizler, “Beni bu güzel havalar mahvetti,” mısrasının içinde biteviye yankılandığı kişileriz. Herkesin Güzel Havalar’ı başkadır sanıyorum. Örneğin benim için güzel hava güneşsiz havadır. Soğuk, rüzgârlı, yağışlı havaları güvenli belleyenlerdenim. Düş Yiyiciler Sirki beni böylesi bir diyarda dolaştırdı. Kasvetli bir dünya… Tıpkı gerçeği gibi. Güneşli havaları gerçekçi bulmam. Kitabı okurken çok keyif aldığımı söylemeliyim.
Hikâyenin başkahramanı Na!, hayatını kabuslarının işgâlinden kurtarmak için hunharca çare arayanlardan. Kendisi ilaç mümessilliğinden emekli. Hangi ilaç neye iyi gelir, biraz biliyor. ‘Kötü’ yaşıyor. Rehabilitasyona ihtiyacı var. Çocukluğuna iniyor. İçinden çıkmak ne mümkün! Geçmişiyle hesaplaşıyor; borçlu çıkıyor. Alternatif iyileşme yöntemleri deniyor. Çaydanlığa bitki atıp ocağa koyuyor. Hayatı su kaynatıyor. Nafile çabalar. Durmadan aynı kabusu görüyor ve uyanıyor. Kabusu gün gibi hatırlıyor. Hatırlamasa da önemli değil. İçine uyandığı hayat zaten kabusun devamı niteliğinde. Na!, kalabalıktan kaçan yalnız bir adam. Ayrıca o sık sık ölümle burun buruna gelen bir panik ataklı. Bilen bilir.
Düş Yiyiciler Sirki’nin masalsı bir üslubunun olduğunu görüyoruz. Yazar, ‘ben’ ve ‘o’ anlatıcı tekniğini dönüşümlü olarak kullanıyor. Na!’nın ‘kuralları’ ve “yaşamak intikam almaktır” söylemi eserdeki leitmotive örneği diyebiliriz. Romandaki bol imgelemli dil metne melankolik bir şiirsellik katıyor. Öte yandan mitik ve fantastik ögeler havada uçuşuyor. Gerçek, gerçeküstü ve gerçek dışı birbirine giriyor. Toplumsal gerçeklik absürdizmle yoğrularak işi çığırından çıkarıyor. Sonra aniden sıradışı akış gündelik hayatın basit bir görünümüyle duraklıyor. Her şey normale dönüyor sanıyorsunuz ama boşa heveslenmeyin. Dil açısından muhayyileyi zorlayacak dercede zengin bir metinle karşı karşıya kalıyor okuyucu. Yazar yazmaktan ziyade kelimelerle bir görsel oluşturuyor. Okuyucu izlemekle yetiniyor. Tıpkı bir sirk izleyicisi gibi.
Memed Osman, hayatın, düş yenilerek tüketilen bir yer olduğuna dikkat çekiyor. İnsanlar birbirinin düşlerini yiyerek duyarsızlaşmaktadır. Dolayısıyla ortaya tekdüze, programlanmış, duygusuz bir yaşam biçimi çıkmaktadır. Bu yönüyle eser modern dönem eleştirisi olarak da değerlendirilebilir. Geçmişe yapılan atıfta, uygarlar tarafından ilkel diye tabir edilen anlayışın manipüle edilişi gösterilmeye çalışılıyor. Bu bağlamda, ilkel ile gerçek arasındaki uyum, modern ile gerçek arasındaki uyumdan çok daha ileridedir. Yazar, insanların gösteri izlerken kendinden geçtiği sirkin bir eğlence yeri olup olmadığını soruyor. Hayatı sirk analojisiyle açımlayan alt metinde ise insanın sığlığının iktidarı sorgulanıyor. Düş Yiyiciler Sirki psikolojik yönü ağır bir metin. Na!, günümüz insanının gerçeklerden soyutlanarak gizlenen aciz tarafı olarak değerlendirilebilir. Ya da soft bir sistem eleştirisi.
Düş Yiyiciler Sirki, gerçek ile düşün (gerçeküstü ve/veya gerçek dışının) diyalektik çözümlemesini içeren bir roman. Fantastik bir modern zamanlar sorgulaması da diyebiliriz. Az da olsa Michael Ende’nin (1929-1995) Momo’sunu hatırlattı bana. Sanırım bu kadar kasvet yeter. Hayat her ne kadar ‘düşlerin yenilerek tüketildiği bir sirk’ olsa da romanın son cümlesi insanın var olduğu yerde ümidin tükenmeyeceğini vurguluyor: “Dünya, içinde düşü olan bir yolculuktur.”
Düşmesini bilene…
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Bir yolculuktur aşk ve bir yolcudur insan
Dün gece 11 saat 347 sayfalık, Antep'ten Samsun'a doğru, binlerce yıl öncesinden günümüze uzanan şiir gibi bir yolculuk yaptım. Sayfaların arasında kâh bir şiir kâh bir masal kâh bir efsane selamladı beni. Binlerce yıldır şiirlere, masallara, destanlara konu olan aşk bu defa bütün çıplaklığıyla bir romanın kahramanı olarak çıktı karşıma. Evet, romanın asıl kahramanı aşk. Bu açıdan Şeyh Galip'in Hüsn-ü Aşk'ını akla getiriyor.
İlk olarak diliyle dikkat çekiyor roman. Kahramanların şair olması ve şiirin roman kurgusu içinde önemli bir yere sahip olması nedeniyle âdeta uzun bir gazel şerhi gibi okunabiliyor roman. Geleneksel Doğu anlatıları olan masal halk hikayeleri ve mesnevilerle modern anlatı türü olan romanın hoş bir birleşimi izlenimi veriyor kitap. Teknik unsurlar itibariyle roman görüntüsünde olsa da anlatıcının bakış açısı ve zihniyet itibariyle bir halk hikayesi özelliği taşıyor roman.
Olayın yaşandığı mekanlara dair kullanılan isimler masalsı bir gerçeklikle verilmiş. Okuyucu tıpkı masallarda olduğu gibi zihninde kendi mekanını oluşturabiliyor. Bununla birlikte metin içinde mekan geçişleri oldukça başarılı bir biçimde işlenmiş. Olay örgüsü içinde kahramanların mekan değişiklikleri ve mekanların tasviri gerçekçi ve güçlü.
Olayın yaşandığı zamanla ilgili olarak da benzer bir durum söz konusu. Olayın yaşandığı geniş zamanı net bir biçimde ortaya koyamıyoruz. Yalnızca metin içindeki İslâmî unsurlardan hareketle bir zaman fikri oluşturulsa da olay örgüsü içinde verilen 'şehri şairlerin yönetmesi' gibi ayrıntılar zamanı gerçekliğin bir parça dışına itiyor. Ancak yine mekan için söylediğimiz gibi dış zaman ne kadar belirsiz ise olay örgüsü içindeki zaman akışı o kadar belirgin ve gerçekçi.
Kahramanların ele alınışları da iki türün ve aslında iki zihniyetin birleşimi gibi duruyor. Abadan ve Siyendi başta olmak üzere Sabar, Bilgin Bayar, Mingan Hatun gibi kişiler birer tip olarak masal kahramanı gibi görünürken Çağruk, Bahadır, Begüm gibi kişiler birer karakter olarak roman kişisi özelliği gösteriyor.
Olayların birbirine bağlanışı akılcı olmaktan ziyade sırlı bir özellik gösteriyor. Kahramanların olay örgüsü içindeki davranışlarını akıl ve mantıktan ziyade aşk ve manevî bağlılıkla izah etmek daha doğru oluyor. Romanın asıl kahramanı ise aşk demiştik. Aşk, insana ve kadere karşı bir mücadele sürdürüyor roman boyunca ve geçtiği her durakta galibiyetini pekiştiriyor. Önce Sabar ve Başak, ardından Mingan Hatun ve Şair Eytemiş ve son olarak yaşlı Mengi ve oğlu kavuşuyor. Ayrıca Garuça ve Elgay'da aşk ve bilgelik, zorbalık karşısında galip geliyor.
Yazar bildiğimiz halk hikayeciliğini de ters yüz etmiş. Bir anlamda erkek egemen bir görüntüye sahip olan aşk anlatıcılığına Siyendi'nin dirayetli aşkıyla itiraz ediyor. Aşk'ta kadını bir obje olmanın ötesine taşıyor. Kadına şiir olmakla yetinmeyip şair olmayı sakık veriyor böylece.
Romanda aşk, ilahî, beşeri, toplumsal vb. farklı yönleriyle ele alınmış. Esasen evrenin yaratılış sırrı, kaderin cilvesi, insanın kayıp mirası olarak işlenmiş. Bir romancının yaşadığı coğrafyaya ne denli tanık olabileceğinin güzel bir örneği.
Çoğu kez bir roman okuduğunuz hissinden uzaklaşıp kendinizi bir 'masalcı ana' karşısında buluyorsunuz. Bu nedenle olay akışı içerisinde metnin sonunu hesaplamak yerine hayalden hayale uzanıyorsunuz.
Romanın içinde Hafız ve Bakî gibi kudretli divan şairlerinin yani sıra Erol Karahan'a ait iki de gazel bulunuyor. Gazeller hem birer şiir olarak hem de kurgu içine yerleştirilişbiçimleri itibariyleoldukça başarılı.
Bir yolculuktur hayat, bir yolculuktur aşk, bir yolcudur insan ve yolun aşk olduğunu anlayan aşk hırkasını tereddüt etmeden giyer, sonrası aşk olur zaten. Otobüs terminale yaklaştı. Romanı bitirme ve kendi aşkımıza kandığımız yerden devam etme vakti. Hepimize hayırlı yolculuklar...
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com
İlk olarak diliyle dikkat çekiyor roman. Kahramanların şair olması ve şiirin roman kurgusu içinde önemli bir yere sahip olması nedeniyle âdeta uzun bir gazel şerhi gibi okunabiliyor roman. Geleneksel Doğu anlatıları olan masal halk hikayeleri ve mesnevilerle modern anlatı türü olan romanın hoş bir birleşimi izlenimi veriyor kitap. Teknik unsurlar itibariyle roman görüntüsünde olsa da anlatıcının bakış açısı ve zihniyet itibariyle bir halk hikayesi özelliği taşıyor roman.
Olayın yaşandığı mekanlara dair kullanılan isimler masalsı bir gerçeklikle verilmiş. Okuyucu tıpkı masallarda olduğu gibi zihninde kendi mekanını oluşturabiliyor. Bununla birlikte metin içinde mekan geçişleri oldukça başarılı bir biçimde işlenmiş. Olay örgüsü içinde kahramanların mekan değişiklikleri ve mekanların tasviri gerçekçi ve güçlü.
Olayın yaşandığı zamanla ilgili olarak da benzer bir durum söz konusu. Olayın yaşandığı geniş zamanı net bir biçimde ortaya koyamıyoruz. Yalnızca metin içindeki İslâmî unsurlardan hareketle bir zaman fikri oluşturulsa da olay örgüsü içinde verilen 'şehri şairlerin yönetmesi' gibi ayrıntılar zamanı gerçekliğin bir parça dışına itiyor. Ancak yine mekan için söylediğimiz gibi dış zaman ne kadar belirsiz ise olay örgüsü içindeki zaman akışı o kadar belirgin ve gerçekçi.
Kahramanların ele alınışları da iki türün ve aslında iki zihniyetin birleşimi gibi duruyor. Abadan ve Siyendi başta olmak üzere Sabar, Bilgin Bayar, Mingan Hatun gibi kişiler birer tip olarak masal kahramanı gibi görünürken Çağruk, Bahadır, Begüm gibi kişiler birer karakter olarak roman kişisi özelliği gösteriyor.
Olayların birbirine bağlanışı akılcı olmaktan ziyade sırlı bir özellik gösteriyor. Kahramanların olay örgüsü içindeki davranışlarını akıl ve mantıktan ziyade aşk ve manevî bağlılıkla izah etmek daha doğru oluyor. Romanın asıl kahramanı ise aşk demiştik. Aşk, insana ve kadere karşı bir mücadele sürdürüyor roman boyunca ve geçtiği her durakta galibiyetini pekiştiriyor. Önce Sabar ve Başak, ardından Mingan Hatun ve Şair Eytemiş ve son olarak yaşlı Mengi ve oğlu kavuşuyor. Ayrıca Garuça ve Elgay'da aşk ve bilgelik, zorbalık karşısında galip geliyor.
Yazar bildiğimiz halk hikayeciliğini de ters yüz etmiş. Bir anlamda erkek egemen bir görüntüye sahip olan aşk anlatıcılığına Siyendi'nin dirayetli aşkıyla itiraz ediyor. Aşk'ta kadını bir obje olmanın ötesine taşıyor. Kadına şiir olmakla yetinmeyip şair olmayı sakık veriyor böylece.
Romanda aşk, ilahî, beşeri, toplumsal vb. farklı yönleriyle ele alınmış. Esasen evrenin yaratılış sırrı, kaderin cilvesi, insanın kayıp mirası olarak işlenmiş. Bir romancının yaşadığı coğrafyaya ne denli tanık olabileceğinin güzel bir örneği.
Çoğu kez bir roman okuduğunuz hissinden uzaklaşıp kendinizi bir 'masalcı ana' karşısında buluyorsunuz. Bu nedenle olay akışı içerisinde metnin sonunu hesaplamak yerine hayalden hayale uzanıyorsunuz.
Romanın içinde Hafız ve Bakî gibi kudretli divan şairlerinin yani sıra Erol Karahan'a ait iki de gazel bulunuyor. Gazeller hem birer şiir olarak hem de kurgu içine yerleştirilişbiçimleri itibariyleoldukça başarılı.
Bir yolculuktur hayat, bir yolculuktur aşk, bir yolcudur insan ve yolun aşk olduğunu anlayan aşk hırkasını tereddüt etmeden giyer, sonrası aşk olur zaten. Otobüs terminale yaklaştı. Romanı bitirme ve kendi aşkımıza kandığımız yerden devam etme vakti. Hepimize hayırlı yolculuklar...
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com
28 Aralık 2018 Cuma
Kültürel yalanlarla arası iyi olmayanlara
Kadınların tamamını kendine ayıran, büyüyen oğlunu ihraç eden babayı toplanıp öldüren oğlanlar cesedi yemiş. Bu metaforik tüketme ile gücünü ve kimliğini de edinmiş. Ölümünden sonra özlem, sevgi, pişmanlık zamana yayıldıkça aşırı övgülere dönüşmüş. Kör ölmüş şehla olmuş. Tanrı doğmuş. “Temelde,” diye bağlar Sigmund Freud, “Tanrı yüceltilmiş bir babadan başka bir şey değildir.”
Tanrı’nın psikolojik ihtiyacı karşılamak için insan tarafından yaratılması durumu yine aynı ihtiyacı temel alan ters bir okumada; bunun, psikolojik ihtiyacı insan fıtratı ile beraber yaratan tarafından içimize üflenene karşılık geldiğini de ispatlar pek tabi.
Ama derdimiz Freud’u çürütmek değil ondan faydalanmak olmalı! Ve inancın kökenine ilişkin ilk kapsamlı bilgiyi ortaya koyan Sigmund Freud’un 1913 yılında yayımladığı Totem ve Tabu adlı bu eserini de daha çok antropolojik bir inceleme olarak değerlendirmeliyiz.
Zira, “kitle” okuması yapıp, ışığından aydınlanabileceğimiz satırları almadan, “sapık” ya da “dinsiz” gibi bir yargı ile ötelenemeyecek kadar kıymetlidir Freud.
Ayrıca kitabı antropoloji tarihi içinde değerlendirirken, kültürel antropoloji kıyaslamasına girmek, 1913’te yazılmış bir kitap için kronolojik bir cehalet olur. Kendisine kadar olan saha çalışmaları ile değerlendirilmeli ki kendisine kadar olan antropologların görüşlerini karşı argümanları ile beraber kendi fikrini dikte etmeden bilimsel bir tavır ile kullanmıştır. Morgan, Westermarek, Spencer, Darwin, bunlardan bazılarıdır.
"Totemizmin teorik açıklanışı konusunda fikir ayrılıkları bulunduğu gibi, bunu meydana getiren olayları (…) genel hükümler halinde ifade etmenin asla mümkün olmadığı da söylenebilir. Hiç bir yorum yoktur ki, bir takım istisnalara ve itirazlara yol açmasın. Ama şunu unutmamak gerekir ki, en ilkel ve en tutucu kavimler bile, belli bir anlamda, eski ve arkalarında uzun bir geçmiş bulunan kavimlerdir ve bu uzun geçmiş esnasında, onlarda ilkel olan şey büyük ölçüde gelişmeye ve bozulmaya uğramıştır. Nitekim bugün bile kendilerinde totemizme rastladığımız kavimlerde, bu totemizm son derece çeşitli bir dağılış, parçalanış ve başka sosyal ve dinsel kurumlara geçiş halinde bulunur ya da durağan şekiller altında bulunsa bile, ilkel halinden büyük ölçüde ayrılmış durumdadır. Bu nedenle, şimdiki durum içinde neyin canlı bir geçmişin sadık bir imajını temsil edip, neyin bu geçmişin ikincil bir deformasyonundan ibaret olduğunu söylemek kolay bir iş değildir." diyebilmek için zihin platolarında ferahlık şarttır…
Pek tabii totem, tabu, ensest, egzogami, büyü, sihir gibi konuları barındıran eser bir psikanaliste ait değilmiş gibi geliyor. Fakat burada "büyü/sihir/cin gibi kavramların ya da bir topluluktaki ‘krala dokunmama tabusu’ gibi tabu davranışların, aslen zihinde kurulan ilişkilere gerçek muamelesi etmekten ileri geldiğini; hayal edilen ilişkilenmelere gerçeklik atfetmekten ibaret olduğunu" dert edinirken asıl aydınlatmak istediği; hala bu özellikleri barındırarak yaşayan insan topluluklarına dikkat çekmektir. İlkel insanı anlamak için 1900’lerin başında Afrika’ya bakmayı tavsiye eder. Yaşayan bir örneklem sunar.
Bu konuya eğiliminde şunu bilerek ilerlemek gerekir ki; kimsenin totemi büyüsü derdinde değil Freud.
Bir bilim insanı bakışı ile yetişkin insanın ilkel formu olan çocukla; uygarlığın ilkel formu olan ilkel topluluklar arasında enfes bir analoji kuruyor.
Çocuktaki anlamsız inançları, ilkel toplulukların inançlarına benzetiyor.
Nevroz, büyüyememiş bir çocuk!
Nevrozdaki akıl yanılsamaları ilkel insanın tabuları oluyor böylece.
Ama!
Ama çocuk büyürken yok olan totemlere karşılık; klandaki, sebebi açıklanamayan ensest yasağının modern topluluklarda da sürdüğünü fark ettiğinde, cinselliği, nevroz yanılgıların başrol oyuncusu yapıyor. Bugün ensest konusunda şairlerin yüzyıllardır biriken özlem ve övgüleri de belki bu değişmeyen yasağa verilmiş tepki olarak algılanmalıdır.
Bu geçiş ve sebep-sonuç ilişkisi çok değerli bir izlektir!
Freud, Nietzsche'nin Platon'dan bu yana gelen felsefedeki ahlakçı putları yıkması gibi; cinsellik mefhumunun etrafındaki putları yıkmış ve onu bir araştırma nesnesi haline getirebilmiştir.
Totem ve Tabu, fikir belirtmez. Nietzsche'nin “Ahlakın Soykütüğü Üzerine” eserinde ahlakı kökenbilim araştırmasına tabi tutması gibi; cinselliğin, kökenbilim araştırmasına tabi tutulduğu, bu konuda milat sayılabilecek eserdir.
Bu yüzden, "Freud bu, işi gücü cinsellik” deyip, okudukları üç yazar ile bilim tarihini çürütmeye çalışanlara şunu hatırlatmakta da fayda var; Freud'un libido kuramını cinsellik üzerinden temellendirdiği doğrudur. Fakat canı öyle istediği için bunu yapmamıştır, görüldüğü üzere kaçınılmaz sonuçlar onu kuramını bu şekilde biçimlendirmeye itmiştir. Yani “insan ırkının işi gücü” her ne ise ortaya çıkan odur. Mesnevi’de de bulursunuz bunu, Kuran’da da, Tevrat’ta da, Das Capital’de de, “aşk”ta da… Görülen o ki; kutsalınız her ne olursa olsun, alanı “insan”ı içeriyorsa, “üremek” motivasyonu bu içeriğin yön oklarını oluşturmaktadır.
Kültürel yalanlarla arası iyi olmayanların pek seveceğini düşündüğüm bu kitabı geride bırakıp, Freud çağından Jung’a yükselmek gibi bir özlemim benim de var! Ama bu; “bir, iki, üç, zıpla!” demekle olmuyor maalesef! Mesela, Nakşî Şeyh’i olan, 86’da ABD’nin uzaya yolladığı Challenger uzay mekiğinin cıvatalarını gevşettiklerini iddia eden adam(lar) tımarhaneye atılmazken; totemi kutsanıp, tabusu makbul görülürken; eğitim bakanının Ziya Selçuk olması ile isminden mülhem aydınlanacağız zannedenlerin beklentileri, üzülerek söylüyorum ki beyhudedir!
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
Tanrı’nın psikolojik ihtiyacı karşılamak için insan tarafından yaratılması durumu yine aynı ihtiyacı temel alan ters bir okumada; bunun, psikolojik ihtiyacı insan fıtratı ile beraber yaratan tarafından içimize üflenene karşılık geldiğini de ispatlar pek tabi.
Ama derdimiz Freud’u çürütmek değil ondan faydalanmak olmalı! Ve inancın kökenine ilişkin ilk kapsamlı bilgiyi ortaya koyan Sigmund Freud’un 1913 yılında yayımladığı Totem ve Tabu adlı bu eserini de daha çok antropolojik bir inceleme olarak değerlendirmeliyiz.
Zira, “kitle” okuması yapıp, ışığından aydınlanabileceğimiz satırları almadan, “sapık” ya da “dinsiz” gibi bir yargı ile ötelenemeyecek kadar kıymetlidir Freud.
Ayrıca kitabı antropoloji tarihi içinde değerlendirirken, kültürel antropoloji kıyaslamasına girmek, 1913’te yazılmış bir kitap için kronolojik bir cehalet olur. Kendisine kadar olan saha çalışmaları ile değerlendirilmeli ki kendisine kadar olan antropologların görüşlerini karşı argümanları ile beraber kendi fikrini dikte etmeden bilimsel bir tavır ile kullanmıştır. Morgan, Westermarek, Spencer, Darwin, bunlardan bazılarıdır.
"Totemizmin teorik açıklanışı konusunda fikir ayrılıkları bulunduğu gibi, bunu meydana getiren olayları (…) genel hükümler halinde ifade etmenin asla mümkün olmadığı da söylenebilir. Hiç bir yorum yoktur ki, bir takım istisnalara ve itirazlara yol açmasın. Ama şunu unutmamak gerekir ki, en ilkel ve en tutucu kavimler bile, belli bir anlamda, eski ve arkalarında uzun bir geçmiş bulunan kavimlerdir ve bu uzun geçmiş esnasında, onlarda ilkel olan şey büyük ölçüde gelişmeye ve bozulmaya uğramıştır. Nitekim bugün bile kendilerinde totemizme rastladığımız kavimlerde, bu totemizm son derece çeşitli bir dağılış, parçalanış ve başka sosyal ve dinsel kurumlara geçiş halinde bulunur ya da durağan şekiller altında bulunsa bile, ilkel halinden büyük ölçüde ayrılmış durumdadır. Bu nedenle, şimdiki durum içinde neyin canlı bir geçmişin sadık bir imajını temsil edip, neyin bu geçmişin ikincil bir deformasyonundan ibaret olduğunu söylemek kolay bir iş değildir." diyebilmek için zihin platolarında ferahlık şarttır…
Pek tabii totem, tabu, ensest, egzogami, büyü, sihir gibi konuları barındıran eser bir psikanaliste ait değilmiş gibi geliyor. Fakat burada "büyü/sihir/cin gibi kavramların ya da bir topluluktaki ‘krala dokunmama tabusu’ gibi tabu davranışların, aslen zihinde kurulan ilişkilere gerçek muamelesi etmekten ileri geldiğini; hayal edilen ilişkilenmelere gerçeklik atfetmekten ibaret olduğunu" dert edinirken asıl aydınlatmak istediği; hala bu özellikleri barındırarak yaşayan insan topluluklarına dikkat çekmektir. İlkel insanı anlamak için 1900’lerin başında Afrika’ya bakmayı tavsiye eder. Yaşayan bir örneklem sunar.
Bu konuya eğiliminde şunu bilerek ilerlemek gerekir ki; kimsenin totemi büyüsü derdinde değil Freud.
Bir bilim insanı bakışı ile yetişkin insanın ilkel formu olan çocukla; uygarlığın ilkel formu olan ilkel topluluklar arasında enfes bir analoji kuruyor.
Çocuktaki anlamsız inançları, ilkel toplulukların inançlarına benzetiyor.
Nevroz, büyüyememiş bir çocuk!
Nevrozdaki akıl yanılsamaları ilkel insanın tabuları oluyor böylece.
Ama!
Ama çocuk büyürken yok olan totemlere karşılık; klandaki, sebebi açıklanamayan ensest yasağının modern topluluklarda da sürdüğünü fark ettiğinde, cinselliği, nevroz yanılgıların başrol oyuncusu yapıyor. Bugün ensest konusunda şairlerin yüzyıllardır biriken özlem ve övgüleri de belki bu değişmeyen yasağa verilmiş tepki olarak algılanmalıdır.
Bu geçiş ve sebep-sonuç ilişkisi çok değerli bir izlektir!
Freud, Nietzsche'nin Platon'dan bu yana gelen felsefedeki ahlakçı putları yıkması gibi; cinsellik mefhumunun etrafındaki putları yıkmış ve onu bir araştırma nesnesi haline getirebilmiştir.
Totem ve Tabu, fikir belirtmez. Nietzsche'nin “Ahlakın Soykütüğü Üzerine” eserinde ahlakı kökenbilim araştırmasına tabi tutması gibi; cinselliğin, kökenbilim araştırmasına tabi tutulduğu, bu konuda milat sayılabilecek eserdir.
Bu yüzden, "Freud bu, işi gücü cinsellik” deyip, okudukları üç yazar ile bilim tarihini çürütmeye çalışanlara şunu hatırlatmakta da fayda var; Freud'un libido kuramını cinsellik üzerinden temellendirdiği doğrudur. Fakat canı öyle istediği için bunu yapmamıştır, görüldüğü üzere kaçınılmaz sonuçlar onu kuramını bu şekilde biçimlendirmeye itmiştir. Yani “insan ırkının işi gücü” her ne ise ortaya çıkan odur. Mesnevi’de de bulursunuz bunu, Kuran’da da, Tevrat’ta da, Das Capital’de de, “aşk”ta da… Görülen o ki; kutsalınız her ne olursa olsun, alanı “insan”ı içeriyorsa, “üremek” motivasyonu bu içeriğin yön oklarını oluşturmaktadır.
Kültürel yalanlarla arası iyi olmayanların pek seveceğini düşündüğüm bu kitabı geride bırakıp, Freud çağından Jung’a yükselmek gibi bir özlemim benim de var! Ama bu; “bir, iki, üç, zıpla!” demekle olmuyor maalesef! Mesela, Nakşî Şeyh’i olan, 86’da ABD’nin uzaya yolladığı Challenger uzay mekiğinin cıvatalarını gevşettiklerini iddia eden adam(lar) tımarhaneye atılmazken; totemi kutsanıp, tabusu makbul görülürken; eğitim bakanının Ziya Selçuk olması ile isminden mülhem aydınlanacağız zannedenlerin beklentileri, üzülerek söylüyorum ki beyhudedir!
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
Tanzimat'tan II. Meşrutiyet'e taşradaki Osmanlı
Kemal Tahir’in külliyatına baktığımızda birçok iki veya üç kitaptan oluşmuş seriler görmek mümkündür. Bunların en önemlisi elbette Esir Şehir Üçlemesi dediğimiz Esir Şehrin İnsanları, Esir Şehrin Mahpusu ve Yol Ayrımı’dır. Fakat bu üç kitaba baktığımızda hepsinin kendi başına kült birer eser olduğunu görebiliriz. Yani tek tek de bu eserleri okusak, birçok şey alabiliriz bu kitaplardan. Özellikle Yol Ayrımı tek başına, çok partili hayata geçiş denemelerini anlama açısından önemlidir ve serinin ilk iki cildini okumadan da bu kitap okunabilir. Fakat Yediçınar Yaylası, serinin diğer kitaplarını okumadan tek başına çok da bir anlam ifade etmez. Daha doğrusu mânâsı eksik kalır. Köyün Kamburu ve Büyük Mal ile beraber okuyup tek bir değerlendirme yapmak daha doğru olabilirdi ancak ayrı ayrı değerlendirmeyi tercih ettim.
1958 yılında ilk baskısını yapan Yediçınar Yaylası Tanzimat Fermanı’ndan II. Meşrutiyet’in ilanından üç yıl sonrasına uzanıyor. Bu üçleme ise Atatürk’ün ölümüne kadar uzanıyor. Fakat 1911 yılında sonlanan Yediçınar Yaylası’yla devam etmek bu değerlendirmeyi biraz daha kapsamlı hâle getirecektir.
Mülkiyet kavramının yanlış yönü, toprak ağalığı, eşkıyalık gibi toplumsal sorunlar işleniyor Yediçınar Yaylası’nda. Kemal Tahir, nasıl ki mütareke dönemi romanlarında içinde bulunulan sosyal ve siyasal hayatı şehir içinden şehirli karakterlerle okura yansıttıysa, Yediçınar Yaylası’nda Osmanlı Devleti’nin son zamanlarını, bazı kritik olayları (Tanzimat Fermanı’nın ilânı, İkinci Meşrutiyet’in ilânı vb.) Çorum ilinden ve dolaylarından ve orada yaşayan karakterlerin gözünden okura yansıtıyor. Yani kırsaldan payitahta bakıyor.
Toplam beş bölümden oluşur Yediçınar Yaylası. “Başlangıç” bölümüyle okur için ön bir okuma sunan Kemal Tahir, birinci bölümün ismini “Ağalık Vermekle…”, ikinci bölümün ismini “…yiğitlik vurmakla…” koymuş. Üçüncü ve dördüncü bölümleri isimsiz bırakmış. Zaten son iki bölüm oldukça kısa. En uzun bölümü ise ikinci bölüm oluşturuyor. Başlangıç bölümü, Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiği tarihlerde başlar. En kestirmeden gidecek olursak, Başıbozuk Ağası, Çorum Âyanı Dilâver Ağa ile Çakır Kâhyaların Hüseyin Efendi arasındaki çekişmeleri konu ediyor demek mümkündür. Uzun sayılabilecek bir zaman diliminde geçen Başlangıç bölümünde, dikkat çeken bir diğer karakter Kambur Kadı’dır. Kitabın sadece bu bölümünde bulunan Kambur Kadı’nın kitabın ilerleyişine etkisi vardır. Dilâver Ağa’nın nasıl âyan olduğundan, Hüseyin Efendi’nin bunu içine sindirememesinden ve aralarındaki düşmanlığın boyutlarından bahsedilir bu bölümde. Çakır Kâhyalar bu bölümden sonra da kitapta ana karakterlerin bulunduğu ailedir. Önce Hüseyin Ağa’nın oğlu Ömer, daha sonra da Ömer Ağa’nın oğlu Kenan kitaptaki asli karakterleri oluşturur.
“Evet, vaktin birinde, Çakır Kâhyalardan Halil Efendi’nin Ömer oğlan, Başıbozuk paşası Dilâver Ağa’yı katiyen adam hesabına almayıp, herifin kahpesini güpegündüz atına hoplatarak Yediçınar Yaylası’na çıkarmıştı da, dünyanın yüzüne ‘yiğit-erkek’ diye nam salmıştı.” şeklinde başlayan roman aslında geriye yönelik bir süreci takip eder. Yani, Ömer’in, Dilâver Ağa’nın Cemile’sini kaçırmasına hangi olaylar sonucu varıldığı anlatılır. Bir köy kahvesinde etrafına topladığı insanlara halk hikâyesi anlatır şeklinde yazılmıştır bu bölüm. Kemal Tahir bu olaydan yola çıkarak birçok olayın iç yüzünü anlatmayı sürdürür. Âyanlık müessesi, Kambur Kadı’nın alicengiz oyunları, Çorum ve çevre insanlarının sosyal hayatı bu süreçte işlenirken aynı zamanda Osmanlı’nın son dönemleri de satırlara yansıtılır. Tanzimat Fermanı’nın ilanına Çorum ahalisi şöyle bakar örneğin:
“…Durmaya kalmadı, koca Sultan Mahmut bu işleri kibrine yediremedi de dertlenip öldü. Yerine büyük oğlu, Sultan Mecit geçip oturdu. Aklı erenler, ‘Eh, belki bunda bir uğur vardır,’ dediler.
Millet soluğunu kesip beklerken, yeni padişahın, gündüz gözüne ortaya çıkıp bir ferman okuduğu duyuldu. Bu fermana göre, bildiğimiz gâvur tayfası hâşa sümme hâşa Müslümanla bir oluyor. Sanki âhir zaman peygamberi hiç gelmemiş de Müslümanlık bunca zamandır dünyayı tutmamış gibisine…
Hey oğul! ‘Gayrı, gâvura domuz gâvur, Yahudiye, rezil çıfıt, Ermeniye din düşmanı diye bağırmak yok! diyeyim de sen anla!”
Kişileri başarılı ve net işlemiştir Kemal Tahir. Kim kimdir, kitap kimin üzerinden dönecek, fark edilir. Örneğin Dilâver Ağa kötüdür. Biraz da İnce Memed’deki Abdi Ağa’yı anımsatır bize. Fark şudur; Tahir, somut bir zulüm göstermez okura Dilâver Ağa tarafından gerçekleştirilen. Fakat Çorum halkına âyanlığının verdiği güçle bir tahakküm kurduğunu da hissettirir. Dilâver Ağa’nın ölüp Ömer’in soluğunu Cemile’nin yanında almasıyla başlangıç bölümü sona erer. Ağalık, mülkiyet, eşkıyalık, Osmanlı son dönem siyasi ve sosyal düzeni kısa kısa işlenir kitapta. Adı gibi kitaba bir başlangıç olmuştur.
Birinci ve ikinci bölümleri, yani asıl hikâyeyi tütün kaçakçısı Gâvur Ali’nin, Avukat Celal ve Cöntürk sürgünü Seyfettin’e, Celal’in bahçesindeki anlatımından takip ediyoruz. (Cöntürk sürgünü Seyfettin bu bölümde aktif değildir ancak kitabın sonlarına doğru, yani İkinci Meşrutiyet ilan edilince aktif bir kahraman hâline gelir fakat ilk kitabın sonuna gelinmiştir.)
Gâvur Ali’nin sofrada Avukat Celal’e ve Cöntürk sürgünü Seyfettin Bey’e geçmişi anlattığı zaman, meşrutiyetten iki ay öncesine dayanır. Fakat anlattığı tarihler yaklaşık 1898, 1900 yıllarıdır. Çoban Abuzer (daha sonra Abuzer Ağa olacak) üzerinden anlatılır bu bölüm. Ana karakterler Çakır Kâhyaların Ömer, oğlu Kenan, Abuzer ve genç karısı Emey’dir. Özellikle Emey ve Kenan ön plana çıkar bu bölümde. Öncesinde Abuzer’in ailesiyle birlikte Çorum’a nasıl geldiği, insanları dil bilmediği gerekçesiyle nasıl aldatma planları yaptığı, birinci karısı Fati ile birlikte Emey’i kullanarak nasıl güç ve para elde etmeye çalıştıkları işlenir. Bu bölümde diyaloglar çok fazladır. Yazarın hapishane romanlarını okuyanlar bu bölümün diyaloglarına yabancı kalmayacaktır; çünkü Tahir’in hapishane romanları da bu çevrelerde geçer. (Namuscular, Kelleci Memet, Karılar Koğuşu).
Birinci ve ikinci bölümde Çorum çevresinden çok uzaklaşmamış yazar, yani Osmanlı’ya ve son dönemlerine çok değinmemiş. Fakat Çorumlu olan Yedi Sekiz Hasan Paşa’nın adı arada karakterler tarafından kullanılır. Tıpkı şimdiki gibi, devlet kademesinde bir hemşehrileri olduğu için her zaman gurur duyar Çorumlular. (Ve devlette önemli bir tanıdıkları olduğu için de devlet Çorum’a pek karışmaz.)
Birinci ve ikinci bölümlerde Kemal Tahir cinselliği çok fazla ön plana çıkarır. Hatta okurken bir ara düşündüm, siyasi olaylara ne zaman değinecek diye. Kemal Tahir asıl işlemesi gereken konuları kitabın sonlarına bırakır ve bize ikinci kitabı da merak ettirir. Fakat Kenan ve Emey üzerinden, daha doğrusu Kenan’ın Emey’i elde etmek istemesi ve bütün Çorumlu erkeklerin Emey hakkındaki düşünceleri üzerinden cinselliğin bu kadar öne çıkarılmasını gereksiz buldum. Çünkü bende beklenti farklıydı. Evet, sürükleyiciydi fakat taşradan Osmanlı’yı görmek istediğim için bu bölümler bana ‘nereye bağlanacak acaba’ sorusunu sordurdu. Ancak Kemal Tahir gerçekten önemli bir yere bağladı.
Üçüncü bölümde de anlatılan yıl ve olayın gerçekleştiği yıl, birinci ve ikinci bölümlerle aynı fakat mekân farklıdır: Çorum Zaptiye Dairesi. Gâvur Ali’nin burada gerçek görevi ortaya çıkar ve okur bir ters köşe olur. Dördüncü bölümde ise artık İkinci Meşrutiyet ilan edilmiştir ve zaman olarak da 1911 yılına gelinmiştir. Biraz hızlı bir geçiş olduğunu söylemek lazım.
Kemal Tahir tıpkı hapishane romanlarındaki gibi ahlâk kavramını detaylı bir şekilde ancak okurun gözüne sokmadan işlemiştir. Kenan’ın Emey’i elde etmek istemesi üzerinden ahlâki hassasiyetin nerelere kadar düşeceğini Kenan’ın dilinden ve düşüncelerinden net şekilde ortaya koyar Kemal Tahir:
“’Herifin karısına gideceğiz. Hacı Hasan Paşa gibi sopayı çekip bizi kötületir mi?’ Tabancasını yokladı. ‘Karnına dayarım da gümletirim! Yabanın dil bilmez garibi kendi evimizde kafamızı mı ezecek?’ Silah sesine bütün Çorum’un toplanacağı aklına geldi. ‘Kısrağa hırsız geldi sandım da körlemeden korkutmaya çıktım’, derim! diye dişlerini göstererek sırtardı.”
Yediçınar Yaylası bize bir serinin ilk kitabı olduğunu çok net şekilde gösteriyor. Kemal Tahir bence bu seriyi zaten baştan planlamış çünkü hem ikinci kitap hemen bir sonraki yıl basılıyor hem de bu kitabın bir devamı olacak şekilde bazı olaylar ayrıntılı inceleniyor. İnsanların acımasızlığı, taşranın sosyal hayatı, kadın-erkek ilişkileri kitabın büyük bölümünü oluştururken, Tahir olayları Osmanlı’nın yıkılışına yaklaştırarak romanı tamamlıyor. Üçlemenin ilk ayağının olması hasebiyle önemli bir yer edinir kitap, Türk Edebiyatı’nda.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
1958 yılında ilk baskısını yapan Yediçınar Yaylası Tanzimat Fermanı’ndan II. Meşrutiyet’in ilanından üç yıl sonrasına uzanıyor. Bu üçleme ise Atatürk’ün ölümüne kadar uzanıyor. Fakat 1911 yılında sonlanan Yediçınar Yaylası’yla devam etmek bu değerlendirmeyi biraz daha kapsamlı hâle getirecektir.
Mülkiyet kavramının yanlış yönü, toprak ağalığı, eşkıyalık gibi toplumsal sorunlar işleniyor Yediçınar Yaylası’nda. Kemal Tahir, nasıl ki mütareke dönemi romanlarında içinde bulunulan sosyal ve siyasal hayatı şehir içinden şehirli karakterlerle okura yansıttıysa, Yediçınar Yaylası’nda Osmanlı Devleti’nin son zamanlarını, bazı kritik olayları (Tanzimat Fermanı’nın ilânı, İkinci Meşrutiyet’in ilânı vb.) Çorum ilinden ve dolaylarından ve orada yaşayan karakterlerin gözünden okura yansıtıyor. Yani kırsaldan payitahta bakıyor.
Toplam beş bölümden oluşur Yediçınar Yaylası. “Başlangıç” bölümüyle okur için ön bir okuma sunan Kemal Tahir, birinci bölümün ismini “Ağalık Vermekle…”, ikinci bölümün ismini “…yiğitlik vurmakla…” koymuş. Üçüncü ve dördüncü bölümleri isimsiz bırakmış. Zaten son iki bölüm oldukça kısa. En uzun bölümü ise ikinci bölüm oluşturuyor. Başlangıç bölümü, Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiği tarihlerde başlar. En kestirmeden gidecek olursak, Başıbozuk Ağası, Çorum Âyanı Dilâver Ağa ile Çakır Kâhyaların Hüseyin Efendi arasındaki çekişmeleri konu ediyor demek mümkündür. Uzun sayılabilecek bir zaman diliminde geçen Başlangıç bölümünde, dikkat çeken bir diğer karakter Kambur Kadı’dır. Kitabın sadece bu bölümünde bulunan Kambur Kadı’nın kitabın ilerleyişine etkisi vardır. Dilâver Ağa’nın nasıl âyan olduğundan, Hüseyin Efendi’nin bunu içine sindirememesinden ve aralarındaki düşmanlığın boyutlarından bahsedilir bu bölümde. Çakır Kâhyalar bu bölümden sonra da kitapta ana karakterlerin bulunduğu ailedir. Önce Hüseyin Ağa’nın oğlu Ömer, daha sonra da Ömer Ağa’nın oğlu Kenan kitaptaki asli karakterleri oluşturur.
“Evet, vaktin birinde, Çakır Kâhyalardan Halil Efendi’nin Ömer oğlan, Başıbozuk paşası Dilâver Ağa’yı katiyen adam hesabına almayıp, herifin kahpesini güpegündüz atına hoplatarak Yediçınar Yaylası’na çıkarmıştı da, dünyanın yüzüne ‘yiğit-erkek’ diye nam salmıştı.” şeklinde başlayan roman aslında geriye yönelik bir süreci takip eder. Yani, Ömer’in, Dilâver Ağa’nın Cemile’sini kaçırmasına hangi olaylar sonucu varıldığı anlatılır. Bir köy kahvesinde etrafına topladığı insanlara halk hikâyesi anlatır şeklinde yazılmıştır bu bölüm. Kemal Tahir bu olaydan yola çıkarak birçok olayın iç yüzünü anlatmayı sürdürür. Âyanlık müessesi, Kambur Kadı’nın alicengiz oyunları, Çorum ve çevre insanlarının sosyal hayatı bu süreçte işlenirken aynı zamanda Osmanlı’nın son dönemleri de satırlara yansıtılır. Tanzimat Fermanı’nın ilanına Çorum ahalisi şöyle bakar örneğin:
“…Durmaya kalmadı, koca Sultan Mahmut bu işleri kibrine yediremedi de dertlenip öldü. Yerine büyük oğlu, Sultan Mecit geçip oturdu. Aklı erenler, ‘Eh, belki bunda bir uğur vardır,’ dediler.
Millet soluğunu kesip beklerken, yeni padişahın, gündüz gözüne ortaya çıkıp bir ferman okuduğu duyuldu. Bu fermana göre, bildiğimiz gâvur tayfası hâşa sümme hâşa Müslümanla bir oluyor. Sanki âhir zaman peygamberi hiç gelmemiş de Müslümanlık bunca zamandır dünyayı tutmamış gibisine…
Hey oğul! ‘Gayrı, gâvura domuz gâvur, Yahudiye, rezil çıfıt, Ermeniye din düşmanı diye bağırmak yok! diyeyim de sen anla!”
Kişileri başarılı ve net işlemiştir Kemal Tahir. Kim kimdir, kitap kimin üzerinden dönecek, fark edilir. Örneğin Dilâver Ağa kötüdür. Biraz da İnce Memed’deki Abdi Ağa’yı anımsatır bize. Fark şudur; Tahir, somut bir zulüm göstermez okura Dilâver Ağa tarafından gerçekleştirilen. Fakat Çorum halkına âyanlığının verdiği güçle bir tahakküm kurduğunu da hissettirir. Dilâver Ağa’nın ölüp Ömer’in soluğunu Cemile’nin yanında almasıyla başlangıç bölümü sona erer. Ağalık, mülkiyet, eşkıyalık, Osmanlı son dönem siyasi ve sosyal düzeni kısa kısa işlenir kitapta. Adı gibi kitaba bir başlangıç olmuştur.
Birinci ve ikinci bölümleri, yani asıl hikâyeyi tütün kaçakçısı Gâvur Ali’nin, Avukat Celal ve Cöntürk sürgünü Seyfettin’e, Celal’in bahçesindeki anlatımından takip ediyoruz. (Cöntürk sürgünü Seyfettin bu bölümde aktif değildir ancak kitabın sonlarına doğru, yani İkinci Meşrutiyet ilan edilince aktif bir kahraman hâline gelir fakat ilk kitabın sonuna gelinmiştir.)
Gâvur Ali’nin sofrada Avukat Celal’e ve Cöntürk sürgünü Seyfettin Bey’e geçmişi anlattığı zaman, meşrutiyetten iki ay öncesine dayanır. Fakat anlattığı tarihler yaklaşık 1898, 1900 yıllarıdır. Çoban Abuzer (daha sonra Abuzer Ağa olacak) üzerinden anlatılır bu bölüm. Ana karakterler Çakır Kâhyaların Ömer, oğlu Kenan, Abuzer ve genç karısı Emey’dir. Özellikle Emey ve Kenan ön plana çıkar bu bölümde. Öncesinde Abuzer’in ailesiyle birlikte Çorum’a nasıl geldiği, insanları dil bilmediği gerekçesiyle nasıl aldatma planları yaptığı, birinci karısı Fati ile birlikte Emey’i kullanarak nasıl güç ve para elde etmeye çalıştıkları işlenir. Bu bölümde diyaloglar çok fazladır. Yazarın hapishane romanlarını okuyanlar bu bölümün diyaloglarına yabancı kalmayacaktır; çünkü Tahir’in hapishane romanları da bu çevrelerde geçer. (Namuscular, Kelleci Memet, Karılar Koğuşu).
Birinci ve ikinci bölümde Çorum çevresinden çok uzaklaşmamış yazar, yani Osmanlı’ya ve son dönemlerine çok değinmemiş. Fakat Çorumlu olan Yedi Sekiz Hasan Paşa’nın adı arada karakterler tarafından kullanılır. Tıpkı şimdiki gibi, devlet kademesinde bir hemşehrileri olduğu için her zaman gurur duyar Çorumlular. (Ve devlette önemli bir tanıdıkları olduğu için de devlet Çorum’a pek karışmaz.)
Birinci ve ikinci bölümlerde Kemal Tahir cinselliği çok fazla ön plana çıkarır. Hatta okurken bir ara düşündüm, siyasi olaylara ne zaman değinecek diye. Kemal Tahir asıl işlemesi gereken konuları kitabın sonlarına bırakır ve bize ikinci kitabı da merak ettirir. Fakat Kenan ve Emey üzerinden, daha doğrusu Kenan’ın Emey’i elde etmek istemesi ve bütün Çorumlu erkeklerin Emey hakkındaki düşünceleri üzerinden cinselliğin bu kadar öne çıkarılmasını gereksiz buldum. Çünkü bende beklenti farklıydı. Evet, sürükleyiciydi fakat taşradan Osmanlı’yı görmek istediğim için bu bölümler bana ‘nereye bağlanacak acaba’ sorusunu sordurdu. Ancak Kemal Tahir gerçekten önemli bir yere bağladı.
Üçüncü bölümde de anlatılan yıl ve olayın gerçekleştiği yıl, birinci ve ikinci bölümlerle aynı fakat mekân farklıdır: Çorum Zaptiye Dairesi. Gâvur Ali’nin burada gerçek görevi ortaya çıkar ve okur bir ters köşe olur. Dördüncü bölümde ise artık İkinci Meşrutiyet ilan edilmiştir ve zaman olarak da 1911 yılına gelinmiştir. Biraz hızlı bir geçiş olduğunu söylemek lazım.
Kemal Tahir tıpkı hapishane romanlarındaki gibi ahlâk kavramını detaylı bir şekilde ancak okurun gözüne sokmadan işlemiştir. Kenan’ın Emey’i elde etmek istemesi üzerinden ahlâki hassasiyetin nerelere kadar düşeceğini Kenan’ın dilinden ve düşüncelerinden net şekilde ortaya koyar Kemal Tahir:
“’Herifin karısına gideceğiz. Hacı Hasan Paşa gibi sopayı çekip bizi kötületir mi?’ Tabancasını yokladı. ‘Karnına dayarım da gümletirim! Yabanın dil bilmez garibi kendi evimizde kafamızı mı ezecek?’ Silah sesine bütün Çorum’un toplanacağı aklına geldi. ‘Kısrağa hırsız geldi sandım da körlemeden korkutmaya çıktım’, derim! diye dişlerini göstererek sırtardı.”
Yediçınar Yaylası bize bir serinin ilk kitabı olduğunu çok net şekilde gösteriyor. Kemal Tahir bence bu seriyi zaten baştan planlamış çünkü hem ikinci kitap hemen bir sonraki yıl basılıyor hem de bu kitabın bir devamı olacak şekilde bazı olaylar ayrıntılı inceleniyor. İnsanların acımasızlığı, taşranın sosyal hayatı, kadın-erkek ilişkileri kitabın büyük bölümünü oluştururken, Tahir olayları Osmanlı’nın yıkılışına yaklaştırarak romanı tamamlıyor. Üçlemenin ilk ayağının olması hasebiyle önemli bir yer edinir kitap, Türk Edebiyatı’nda.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
27 Aralık 2018 Perşembe
Bu coğrafyanın fırçası ve şefkati bol psikoloji kitabı
Uzun bir alıntıyla başlamam gerekiyor. Müsaadenizle: "Bir mısra yazabilmek için insan, birçok şehir görmeli, insanları, nesneleri görmeli, hayvanları tanımalı, kuşların nasıl uçtuğunu hissetmeli, küçük çiçeklerin sabahları açarken nasıl titreştiğini bilmeli. İnsan, bilinmeyen yerlerdeki yolları, beklenmedik rastlantıları ve uzun zamandır yaklaşmakta olduğunu sezdiği ayrılıkları düşünebilmeli, hâlâ anlaşılmamış çocukluk günlerini; sevindirici bir şey söylediklerinde anlamayıp kırdığımız anne babaları; o kadar çok, derin ve ağır değişimlerle garip, tuhaf başlayan çocukluk hastalıklarını; sessiz ve kapanık odalarda geçen günleri; deniz kıyısındaki sabahları; denizi, denizleri; yukarılarda çağıldayan, yıldızlarla uçuşan yolculuk gecelerini düşünebilmeli."
Rainer Maria Rilke, dillere destan kitabı Malte Laurids Brigge’nin Notları’nda yazmış bu satırları. Her bir cümlesi ne kadar anlamlı. Görmeyi, tanımayı, hissetmeyi, bilmeyi, düşünmeyi ve önemsemeyi yeniden hatırlatıyor. Diğer yandan da rastlantıları, ayrılıkları, çocukluk günlerini, anne ve babaları, çocukluk hastalıklarını, geçen günleri, sabahları, geceleri anımsatıyor. Rilke sakin bu cümlelerinde, her şeyin çocuklukta başladığını ve çocuklukta sürdüğünü dile getirmek istemiş gibi. Bir şeye dikkat çekmek istiyor ama bunu bir telkinle değil de yeniden düşündürerek yapma peşinde. Şairdir, hatırlatma görevi evvela ondadır. Kabul etmeli. Zaten bu uzun alıntının hemen öncesinde yazdığı "Mısralar sanıldığı gibi duyguların değil, yaşamış olmanın verimidir." cümlesi de vardır ki her şeyi daha da anlamlandırır. Yaşamış olmanın, tam manasıyla yaşadım diyebilmenin kökünde çocukluk vardır, çocukluğun hatıraları, çocuk olmanın acıları, sancıları, neşeleri, yaraları. Nietzsche'nin şu sözü damarlarımızdan kalplerimize ulaşmalı: "Hayatımızın dramı bir zamanlar çocuk olamamızda yatar."
Kendini "Ben iki çocuğu, anası babası, iki kardeşi, sahici dostları, sevdiği adamı olan bir kadınım. Terapistim... Yıllardır kadife bir koltukta oturup, dinliyorum. Bazen çok, bazen az konuşurum." diye tanıtıyor bizlere Gülcan Özer. Ne kadar iyi bir dinleyici olduğunu, yazılarıyla belli ediyor. Kitap boyunca, insan ilişkilerinin en çok konuşulması gereken ama en çok kaçınılan konularına el atıyor. Bunu bir bilgiçlikle değil, bilgin gibi yapıyor. Çünkü ilişkilerden, aşklardan, evliliklerden bahsetmek için bilmek ne kadar mühimse onu yukarıdan değil tam da insanın kalbine dokunacak o yerden söylemek de o kadar mühim.
Son yıllarda gittikçe artan 'aile hikâyesi' meselesi kitapta fazla 'köpürtülmeden' yer ediniyor. Burada hassas bir damar var. Çünkü bu hikâyeye fazla kaptırmak neticede 'benim kaderim bu' miskinliğine kapı aralıyor. Oysa takip ettiğimiz izi iyi yakalamamız lâzım. Ciddi bir yüzleşme, hikâyedeki döngüyü kırmak için önemli bir adım olabilir: "Kendi tarihimiz iyi okumaya çalışmalıyız, hayat tercihlerimiz için de hayat öykümüzün tamamı için de bu çok kıymetlidir... Hepimiz ailemizin izlerini taşıyoruz, bu bazen arkada bırakacağımız yük bazen ise yolumuzu aydınlatan ışık oluyor. Hayal kırıklıklarımız, kırgınlıklarımız, güçlü yanlarımız var. Kendimizi tanımaya, evrilmeye, hayat öykümüzü tekrar ve tekrar yazaya muhtacız. Yoksa kendi hayatımızın esas oyuncusu olmanın özel ve biricik yanını kaçırırız."
Dr. Gülcan Özer'in en çok üzerinde durduğu konu samimiyet. Yani bir şeyi yapmış olmak için yapmamak. Gerçekten, gönülden geldiği için yapmak. Mecburiyetten ya da zorunluluktan değil. Çünkü kalpten çıkmayınca bir şey stratejiye dönüşüyor. Stratejide söz sahibi yalnız akıl oluyor. Kalp devre dışı kalıyor. Oysa bir insanın kendinden başlaması için kalbinden başlaması gerekiyor: "Önce, en önce kendimizle iletişmeyi, dünyayla iletişebileceğimize itimat etmeyi ve fakat iletişim becerilerimizin evrilmesine müsaade etmeyi, dinlemeyi, söz sırası gelme hevesi olmadan da sahici dinlemeyi, ikna olmayı-olmamayı, itiraz etmeyi, anlamayı, anlayışlı olmayı, istemenin derinliğini ve önemini, kendini yok sayanın iflah olmayacağını, insanın insana iyi geldiğini fark etmemizi dilerim."
Evliliğin tüm krizleri için tecrübelerinden ve danışanlarından yararlanarak yorumlar sunuyor Gülcan Özer. "Almak istediğinizi alın, işinize gelmeyeni almayın" diyor gayet net biçimde. Neler var konular arasında? Evliliğe hazır olup olmama, eş seçimi, kimliğini evliliğe satma, mutlu evlilik nedir ne değildir, evlilik aşkı öldürür mü, insan neden aldatır, boşanmanın öncesi ve sonrası, çocuklu boşanmanın ne derece zor olduğu... En kilit mevzu evliliğin bir 'puzzle' olduğunu bilmek. Bin parçalı puzzle. Bazı parçalar arızalanabilir, hangileri kim tarafından arızalanmış belli olabilir. Kişinin yapabileceği ilk şey kendi parçalarını tamir etmek, elden geçirmektir. Finalde "evliliğe verebileceklerim bunlardır" denir. Sonrası: "Cebindeki malzemeyi iyi kullanmış, mücadele etmiş, kendini elden geçirmiş insanın iyi hissedişidir. Evliliğiniz devam eder yahut etmez, ancak siz sağlam çıkarsınız, kederli ancak sağlam."
Kişisel gelişimin tipik bir pazarlama etiketi olduğundan bahsediyor. Esas olanın tekamül olduğunu söylüyor. İnsanın fıtratında tekamül varken, kişisel gelişimden büyük umutlar bekleyip depresyondan melankoliye, hüzünden kedere koşturan nice insan olduğunu hatırlatıyor. Her yandan dayatılan "geliş, geride kalma, koş, acele et, kaçırma!" talimatlarına karşın "biz öyle, sıradan insanlarız, sıradan kalasımız var diyebilme konforu" diliyor. Bir mola hakkı, bir aylaklık hakkı, Kant'ın hayatın güçlüklerine karşı teklif ettiği üç hediye olan ümit etme, uyuma ve gülme hakkı daima çıkınımızda olmalı. Her istenen anda kullanılmalı. Aksi hâlde kişisel gelişimciler eşliğinde bol illüzyonlu bir yaşama merhaba denir ve bu merhabanın vedası genellikle çok geç olur. Özer'in şu cümlesi de cebimizde dursun: "Ömür dediğimiz, kendinden insan yaratma macerasıdır ve samimiyetsizlik sevmez."
Anne ve baba olmak üzerine çok kritik noktalara temas ediyor Gülcan Özer. Özellikle coğrafyamızda geçmişten gelen bazı davranışların ne derece tehlikeli olabildiğine dair örnekler veriyor. Tek çocukluk tamam ama 'anasının oğlu' olmak fena. Özellikle erkek çocuklar bunun yükünü taşırken çok zorlanıyor. Annesi, özellikle belirli bir yaştan sonra iyice ona sarılıyor fakat çocuk vakti geldiğinde evden ayrılıyor, evleniyor ve hatta baba oluyor. Ama annesi yine kontrolünü onda tutmak istiyor. Olmadığını fark ettiğinde bunalım kapıda. Sonraki süreçteyse elbette kayınvalide-gelin stresi, yani asırlık gerilim. Özer bu sonuca varılınca oğlanın önünde iki seçenek kalacağını söylüyor. Biri taraf olup kimliğini kaybetmek, diğeriyse herkese eyvallahsız bir adam tadında dolaşmak. Burada oğlana çok mühim tavsiyeler var: "Hikâyeyi doğru okuyacak, kırmadan dökmeden yeni hikâye yazacak, ne anasını ne karısını heba edecek, hakkaniyetli olacak ve iki kadının arasından çekilecek, ötesi yoktur."
"Babalar, evin yalnız adamları" kitabın en hassas konusu olabilir. Bir kadın terapistin gözünden bu kadar gerçekçi okuyabileceğimi zannetmiyordum bu problemi. Zira öyle ya da böyle kadınlar bu meseleye yeterince hassas yaklaşmıyor, geçmişi iyi okuyamıyor ve şimdiyi o planda sorgulayamıyor diye düşünüyordum. Okur okumaz da nakavt oldum. Zaten Gülcan Özer'i ayrı bir yere koyma sebebim de bu oldu. İlmini doğup büyüdüğü coğrafyanın gerçekleriyle, gelenekleriyle, hikâyesiyle öyle güzel harmanlamış ki hiçbir yorumu hayalperest ya da ütopik durmuyor. Tam tersine, ciğere saplanıyor. Babalık herkesin malumu, öğrenilen bir şey. Anne evlat tarafında mutlak iktidar. Burada terazi doğru biçimde kurulmazsa babalar ürkek, kızgın ve yalnız bir adam olarak kalıyor evde. Hâliyle sürekli daha da kızgınlaşıyor. Halbuki çocuğun 2-3 yaşlarına geldikten sonra anneden ufak ufak ayrılmasıyla birlikte babanın görevi tam manasıyla ortaya çıkıyor. Bu süreçte evden uzaklaşmak, çocuktan uzaklaşmak hem ev için hem çocuk için geri dönülmez boşluklara kapı aralıyor. Özer'in önerisi şöyle: "Pek sevgili babalar, çocuklar siz olmadan tamamlanamıyor, lütfen bunu aklınızdan ve gönlünüzden çıkarmayın. Çokça sevip kucaklamak, arkasından değil yüzüne övgü aktarmak, iktidar alanından vakti gelince geri çekilmek mühimdir. Muhabbeti yaşamak için dedeliği beklemeyin. Ve pek sevgili anneler, söylemeden geçilmez, babaların çocuklarıyla kurdukları ilişkiden elinizi eteğinizi çekin lütfen."
Neden babalık çok önemli? Bu konu hakkında çok önemli bir paragraf var ki es geçmek olmaz: "Babalık dış dünyayı, iktidarı, koruyup kollamayı temsil eder ve kıymetlidir. Babaları tarafından sakatlanmış çocuklar üzgün olur, kızgın olur ama en çok ve neredeyse daima endişeli olur. Bitmeyen ve niye olduğu anlaşılmayan endişe, elbise gibi giyilir ve her an kötü bir şey olabilir tonlamasında yaşanır."
Herkes Kendi Hayatının Kahramanı, Haziran 2016'da Doğan Kitap tarafından yayınlandı. Okumak 2018'de kısmet oldu. Doğru zamanda okumak, bu tip konularda her şeyden önemli. Dolayısıyla kitap, bu yıl içinde okuduğum en önemli kitaplardan biri oldu. Bir baba, bir eş, bir erkek olarak çokça satırın altını çizdim, üzerinde düşündüm, kendime dersler çıkardım ve elbette bazı yükleri de attım. Tekamüle yeniden inandım. Kitabı özellikle gerçek bir psikoloji kitabı arayanlara öneriyorum. Her şeyi olduğu gibi konuşan, zaman zaman acıyla sarsan, zaman zaman şefkatle kucaklayan bir kitap arayanlara. Hayalden çok gerçeğe odaklananlara.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Rainer Maria Rilke, dillere destan kitabı Malte Laurids Brigge’nin Notları’nda yazmış bu satırları. Her bir cümlesi ne kadar anlamlı. Görmeyi, tanımayı, hissetmeyi, bilmeyi, düşünmeyi ve önemsemeyi yeniden hatırlatıyor. Diğer yandan da rastlantıları, ayrılıkları, çocukluk günlerini, anne ve babaları, çocukluk hastalıklarını, geçen günleri, sabahları, geceleri anımsatıyor. Rilke sakin bu cümlelerinde, her şeyin çocuklukta başladığını ve çocuklukta sürdüğünü dile getirmek istemiş gibi. Bir şeye dikkat çekmek istiyor ama bunu bir telkinle değil de yeniden düşündürerek yapma peşinde. Şairdir, hatırlatma görevi evvela ondadır. Kabul etmeli. Zaten bu uzun alıntının hemen öncesinde yazdığı "Mısralar sanıldığı gibi duyguların değil, yaşamış olmanın verimidir." cümlesi de vardır ki her şeyi daha da anlamlandırır. Yaşamış olmanın, tam manasıyla yaşadım diyebilmenin kökünde çocukluk vardır, çocukluğun hatıraları, çocuk olmanın acıları, sancıları, neşeleri, yaraları. Nietzsche'nin şu sözü damarlarımızdan kalplerimize ulaşmalı: "Hayatımızın dramı bir zamanlar çocuk olamamızda yatar."
Kendini "Ben iki çocuğu, anası babası, iki kardeşi, sahici dostları, sevdiği adamı olan bir kadınım. Terapistim... Yıllardır kadife bir koltukta oturup, dinliyorum. Bazen çok, bazen az konuşurum." diye tanıtıyor bizlere Gülcan Özer. Ne kadar iyi bir dinleyici olduğunu, yazılarıyla belli ediyor. Kitap boyunca, insan ilişkilerinin en çok konuşulması gereken ama en çok kaçınılan konularına el atıyor. Bunu bir bilgiçlikle değil, bilgin gibi yapıyor. Çünkü ilişkilerden, aşklardan, evliliklerden bahsetmek için bilmek ne kadar mühimse onu yukarıdan değil tam da insanın kalbine dokunacak o yerden söylemek de o kadar mühim.
Son yıllarda gittikçe artan 'aile hikâyesi' meselesi kitapta fazla 'köpürtülmeden' yer ediniyor. Burada hassas bir damar var. Çünkü bu hikâyeye fazla kaptırmak neticede 'benim kaderim bu' miskinliğine kapı aralıyor. Oysa takip ettiğimiz izi iyi yakalamamız lâzım. Ciddi bir yüzleşme, hikâyedeki döngüyü kırmak için önemli bir adım olabilir: "Kendi tarihimiz iyi okumaya çalışmalıyız, hayat tercihlerimiz için de hayat öykümüzün tamamı için de bu çok kıymetlidir... Hepimiz ailemizin izlerini taşıyoruz, bu bazen arkada bırakacağımız yük bazen ise yolumuzu aydınlatan ışık oluyor. Hayal kırıklıklarımız, kırgınlıklarımız, güçlü yanlarımız var. Kendimizi tanımaya, evrilmeye, hayat öykümüzü tekrar ve tekrar yazaya muhtacız. Yoksa kendi hayatımızın esas oyuncusu olmanın özel ve biricik yanını kaçırırız."
Dr. Gülcan Özer'in en çok üzerinde durduğu konu samimiyet. Yani bir şeyi yapmış olmak için yapmamak. Gerçekten, gönülden geldiği için yapmak. Mecburiyetten ya da zorunluluktan değil. Çünkü kalpten çıkmayınca bir şey stratejiye dönüşüyor. Stratejide söz sahibi yalnız akıl oluyor. Kalp devre dışı kalıyor. Oysa bir insanın kendinden başlaması için kalbinden başlaması gerekiyor: "Önce, en önce kendimizle iletişmeyi, dünyayla iletişebileceğimize itimat etmeyi ve fakat iletişim becerilerimizin evrilmesine müsaade etmeyi, dinlemeyi, söz sırası gelme hevesi olmadan da sahici dinlemeyi, ikna olmayı-olmamayı, itiraz etmeyi, anlamayı, anlayışlı olmayı, istemenin derinliğini ve önemini, kendini yok sayanın iflah olmayacağını, insanın insana iyi geldiğini fark etmemizi dilerim."
Evliliğin tüm krizleri için tecrübelerinden ve danışanlarından yararlanarak yorumlar sunuyor Gülcan Özer. "Almak istediğinizi alın, işinize gelmeyeni almayın" diyor gayet net biçimde. Neler var konular arasında? Evliliğe hazır olup olmama, eş seçimi, kimliğini evliliğe satma, mutlu evlilik nedir ne değildir, evlilik aşkı öldürür mü, insan neden aldatır, boşanmanın öncesi ve sonrası, çocuklu boşanmanın ne derece zor olduğu... En kilit mevzu evliliğin bir 'puzzle' olduğunu bilmek. Bin parçalı puzzle. Bazı parçalar arızalanabilir, hangileri kim tarafından arızalanmış belli olabilir. Kişinin yapabileceği ilk şey kendi parçalarını tamir etmek, elden geçirmektir. Finalde "evliliğe verebileceklerim bunlardır" denir. Sonrası: "Cebindeki malzemeyi iyi kullanmış, mücadele etmiş, kendini elden geçirmiş insanın iyi hissedişidir. Evliliğiniz devam eder yahut etmez, ancak siz sağlam çıkarsınız, kederli ancak sağlam."
Kişisel gelişimin tipik bir pazarlama etiketi olduğundan bahsediyor. Esas olanın tekamül olduğunu söylüyor. İnsanın fıtratında tekamül varken, kişisel gelişimden büyük umutlar bekleyip depresyondan melankoliye, hüzünden kedere koşturan nice insan olduğunu hatırlatıyor. Her yandan dayatılan "geliş, geride kalma, koş, acele et, kaçırma!" talimatlarına karşın "biz öyle, sıradan insanlarız, sıradan kalasımız var diyebilme konforu" diliyor. Bir mola hakkı, bir aylaklık hakkı, Kant'ın hayatın güçlüklerine karşı teklif ettiği üç hediye olan ümit etme, uyuma ve gülme hakkı daima çıkınımızda olmalı. Her istenen anda kullanılmalı. Aksi hâlde kişisel gelişimciler eşliğinde bol illüzyonlu bir yaşama merhaba denir ve bu merhabanın vedası genellikle çok geç olur. Özer'in şu cümlesi de cebimizde dursun: "Ömür dediğimiz, kendinden insan yaratma macerasıdır ve samimiyetsizlik sevmez."
Anne ve baba olmak üzerine çok kritik noktalara temas ediyor Gülcan Özer. Özellikle coğrafyamızda geçmişten gelen bazı davranışların ne derece tehlikeli olabildiğine dair örnekler veriyor. Tek çocukluk tamam ama 'anasının oğlu' olmak fena. Özellikle erkek çocuklar bunun yükünü taşırken çok zorlanıyor. Annesi, özellikle belirli bir yaştan sonra iyice ona sarılıyor fakat çocuk vakti geldiğinde evden ayrılıyor, evleniyor ve hatta baba oluyor. Ama annesi yine kontrolünü onda tutmak istiyor. Olmadığını fark ettiğinde bunalım kapıda. Sonraki süreçteyse elbette kayınvalide-gelin stresi, yani asırlık gerilim. Özer bu sonuca varılınca oğlanın önünde iki seçenek kalacağını söylüyor. Biri taraf olup kimliğini kaybetmek, diğeriyse herkese eyvallahsız bir adam tadında dolaşmak. Burada oğlana çok mühim tavsiyeler var: "Hikâyeyi doğru okuyacak, kırmadan dökmeden yeni hikâye yazacak, ne anasını ne karısını heba edecek, hakkaniyetli olacak ve iki kadının arasından çekilecek, ötesi yoktur."
"Babalar, evin yalnız adamları" kitabın en hassas konusu olabilir. Bir kadın terapistin gözünden bu kadar gerçekçi okuyabileceğimi zannetmiyordum bu problemi. Zira öyle ya da böyle kadınlar bu meseleye yeterince hassas yaklaşmıyor, geçmişi iyi okuyamıyor ve şimdiyi o planda sorgulayamıyor diye düşünüyordum. Okur okumaz da nakavt oldum. Zaten Gülcan Özer'i ayrı bir yere koyma sebebim de bu oldu. İlmini doğup büyüdüğü coğrafyanın gerçekleriyle, gelenekleriyle, hikâyesiyle öyle güzel harmanlamış ki hiçbir yorumu hayalperest ya da ütopik durmuyor. Tam tersine, ciğere saplanıyor. Babalık herkesin malumu, öğrenilen bir şey. Anne evlat tarafında mutlak iktidar. Burada terazi doğru biçimde kurulmazsa babalar ürkek, kızgın ve yalnız bir adam olarak kalıyor evde. Hâliyle sürekli daha da kızgınlaşıyor. Halbuki çocuğun 2-3 yaşlarına geldikten sonra anneden ufak ufak ayrılmasıyla birlikte babanın görevi tam manasıyla ortaya çıkıyor. Bu süreçte evden uzaklaşmak, çocuktan uzaklaşmak hem ev için hem çocuk için geri dönülmez boşluklara kapı aralıyor. Özer'in önerisi şöyle: "Pek sevgili babalar, çocuklar siz olmadan tamamlanamıyor, lütfen bunu aklınızdan ve gönlünüzden çıkarmayın. Çokça sevip kucaklamak, arkasından değil yüzüne övgü aktarmak, iktidar alanından vakti gelince geri çekilmek mühimdir. Muhabbeti yaşamak için dedeliği beklemeyin. Ve pek sevgili anneler, söylemeden geçilmez, babaların çocuklarıyla kurdukları ilişkiden elinizi eteğinizi çekin lütfen."
Neden babalık çok önemli? Bu konu hakkında çok önemli bir paragraf var ki es geçmek olmaz: "Babalık dış dünyayı, iktidarı, koruyup kollamayı temsil eder ve kıymetlidir. Babaları tarafından sakatlanmış çocuklar üzgün olur, kızgın olur ama en çok ve neredeyse daima endişeli olur. Bitmeyen ve niye olduğu anlaşılmayan endişe, elbise gibi giyilir ve her an kötü bir şey olabilir tonlamasında yaşanır."
Herkes Kendi Hayatının Kahramanı, Haziran 2016'da Doğan Kitap tarafından yayınlandı. Okumak 2018'de kısmet oldu. Doğru zamanda okumak, bu tip konularda her şeyden önemli. Dolayısıyla kitap, bu yıl içinde okuduğum en önemli kitaplardan biri oldu. Bir baba, bir eş, bir erkek olarak çokça satırın altını çizdim, üzerinde düşündüm, kendime dersler çıkardım ve elbette bazı yükleri de attım. Tekamüle yeniden inandım. Kitabı özellikle gerçek bir psikoloji kitabı arayanlara öneriyorum. Her şeyi olduğu gibi konuşan, zaman zaman acıyla sarsan, zaman zaman şefkatle kucaklayan bir kitap arayanlara. Hayalden çok gerçeğe odaklananlara.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Borges hafiye olursa
“Her zaman hakikati hatırlamak için yazarız. Hakikati tam olarak hatırlayabilmek içinse uydururuz.”
- Luis Fernando Verissimo, Borges ve Sonsuz Orangutanlar
Monokl Yayınları’nın bir solukta okunan incecik kitapları var. Dıştan incecik görünen fakat içerikte edebi incelik yüklü bu kitaplar gerçek bir okuma şöleni sunuyor. Luis Fernando Verissimo’nun (1936) kaleminden çıkan Borges ve Sonsuz Orangutanlar onlardan biri. Yasemin Ertuğrul tarafından çevrilen eser yüz dört sayfadan oluşuyor. Latin Amerika edebiyatı içinde özgün bir yere konumlandırabileceğimiz kitap kendine has kurgusuyla dikkat çekiyor. Eserde, ‘ben’, ‘sen’ ve yer yer ‘o’ anlatıcı tekniğini bir arada kullanmış yazar. Dolayısıyla alışılmışın dışında bir anlatıma sahip. Bu yapısıyla kurguda iki ana karaktere yer verilmiş diyebiliriz. Metinde ‘ben’ anlatıcı kişi çevirmenlik ve yazarlık yapan Vogelstein karakteriyle, ‘sen’ anlatıcı kişi ise Jorge Luis Borges (1899-1986) üzerinden oluşturulan karakterle işlenmiş. Vogelstein, II. Dünya Savaşı öncesi Almanya’dan ‘kaçabilen’ Yahudiler’dendir. Babası bir Alman’dır ve koruyacağını söylediği annesi onun yanında, Nazi Almanyası’nda kalmıştır. İki teyzesiyle birlikte Latin Amerika’ya geldiklerinde henüz çocuktur. Vogelstein teyzelerinden biriyle Porto Alegre’de (Brezilya) kalmış, diğer teyzesi Buenos Aires’e (Arjantin) gitmiştir.
Batı menşeili ‘kurgu’ eserlerde (mağdur) Yahudi vurgusuyla çok fazla karşılaşırız. Bu vurguyu Yahudi olsun ya da olmasın bir çok yazar yapar. Benzer durumlarla her karşılaşmamda Holokost Endüstrisi adlı kitabı hatırlarım. Holokost Endüstrisi, ebeveynleri II. Dünya Savaşı’nın bütün acımasızlığını yaşamış olan Yahudi kökenli Norman Finkelstein’a (1953) ait bir kitap. Finkelstein eserinde “Yahudilerin savaşta yaşadığı acıların sermayeye çevrilmesine yaptığı itirazı” dillendirir. Edebi açıdan nitelikli olmasına rağmen ne yazık ki Borges ve Sonsuz Orangutanlar da bu acılardan kotarılan eserlerden.
Borges ve Sonsuz Orangutanlar’da anlatılan hikâyeye baktığımızda, sene 1985’i göstermektedir ve olay Arjantin’de geçmektedir. İsrafil Cemiyeti adlı gizli bir yapılanma Amerikalı yazar Edgar Allan Poe’yu (1809-1849) anmak ve anlamak için bir dizi kongre düzenlemektedir. Kongreye Poe’nun eserleri üzerine entelektüel çalışmalar yapan uzmanlar davet edilmektedir. İlk üç kongre kuzey yarım kürede yer alan Stockholm, Prag ve Baltimore’da düzenlenmiştir. Dördüncüsünün güney yarım kürede düzenlenmesi kararlaştırılmış ve yer olarak Buenos Aires seçilmiştir. Vogelstein ile birlikte Borges da davetliler arasındadır. Davetlilerden biri otel odasında ölü olarak bulunmuştur. Maktulle daha önce sorun yaşayan üç kişi de davetliler arasındadır ve aynı otelde kalmaktadır. Katilin kim olduğu saptanamamıştır. Entelektüel hikâye orta yerinden bir polisiyeye dönüşmüştür. Borges ve Vogelstein eldeki verilerden yola çıkarak cinayeti çözmeye girişmişlerdir. Onlara Poe uzmanı ve kriminolog olan Cuervo eşlik etmektedir.
Gizemli dil, kelime oyunları, gösterişli cümleler, alegoriler, alıntılar, atıflar… Buna Borges’ın (ya da yazarın) parlak zekası da eklenince keyifli bir metin çıkmış ortaya. Açıkçası entelektüel tartışma metni, polisiye romanı derken okuru bambaşka bir âlemde dolaştırıyor yazar. Metnin çok yönlü, çok katmanlı ve çok çağrışımlı yapısında kaybolup gidiyorsunuz.
Eserde fantastik öğelere oldukça fazla yer verilmiş fakat fantastik öğelerin hayatın soyut bir uzamı olarak ele alınması eseri gerçeklikten koparmamış. Metnin tamamına keder yayan kaderci bir bakış hâkim olmakla birlikte hikâyenin kendine has ‘matrak’ bir havası da var. Ara ara vurgulanan ve metindeki kederi unutturmayan “coğrafya kaderdir” ibaresi ‘leitmotive’ olarak değerlendirilebilir. Coğrafya demişken, eserin zaman ve mekân düzeyi ayrıca tarih ve coğrafya şeklinde de yorumlanabilir. Dahası, işaret edilen coğrafik bölgeler arasında ezoterik/metafizik bir bağ kurulmaya çalışılmış. Kuzey-Güney karşıtlığı ve/veya gerilimi manyetizmanın ötesine geçerek metafizik bağlamda değerlendirilmiş.
Borges ve Sonsuz Orangutanlar için tam anlamıyla evrensel bir atıflar kitabı diyebiliriz. Kötücül düşüncenin faaliyetlerini metafizik bir düzeyde metne taşıyan yazar şeytani bir gücün hayata yaptığı etkiye dikkat çekiyor. Bu bağlamda Avrupa’daki tarihsel ve gizli kabalistik yapılanmaya değiniyor. Yapılan atıflarda ağır İngiliz etkisi görülen işgalci Amerikan düşüncesinin yanında Antik Mısır ve Antik Yunan felsefesi de nasibini alıyor. Fiziki işgalin ötesinde kültürel işgale göndermeler bulunuyor. Yahudilik ve Hıristiyanlık teolojisinden aralarındaki çatışmaya, yerel inançlardan mitolojiye, ezoterizmden okültizme, mistisizmden kabalaya, antik toplumlardan modern toplumlara, siyaset ve sanata kadar çok geniş bir değini evreni var. Hatta İslam’dan izler bile görülüyor. Başka yazarlar ve eserlere yapılan atıflar da cabası… Bütün bu ‘karmaşaya’ Borges ve Vogelstein’ın bir cinayeti çözümleyen zeka gösterisi eşlik ediyor. Borges ve Sonsuz Orangutanlar’da entelektüel bir atmosferde gerçekleşen gecikmiş bir ‘hesaplaşmaya’ tanık oluyor okuyucu.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
- Luis Fernando Verissimo, Borges ve Sonsuz Orangutanlar
Monokl Yayınları’nın bir solukta okunan incecik kitapları var. Dıştan incecik görünen fakat içerikte edebi incelik yüklü bu kitaplar gerçek bir okuma şöleni sunuyor. Luis Fernando Verissimo’nun (1936) kaleminden çıkan Borges ve Sonsuz Orangutanlar onlardan biri. Yasemin Ertuğrul tarafından çevrilen eser yüz dört sayfadan oluşuyor. Latin Amerika edebiyatı içinde özgün bir yere konumlandırabileceğimiz kitap kendine has kurgusuyla dikkat çekiyor. Eserde, ‘ben’, ‘sen’ ve yer yer ‘o’ anlatıcı tekniğini bir arada kullanmış yazar. Dolayısıyla alışılmışın dışında bir anlatıma sahip. Bu yapısıyla kurguda iki ana karaktere yer verilmiş diyebiliriz. Metinde ‘ben’ anlatıcı kişi çevirmenlik ve yazarlık yapan Vogelstein karakteriyle, ‘sen’ anlatıcı kişi ise Jorge Luis Borges (1899-1986) üzerinden oluşturulan karakterle işlenmiş. Vogelstein, II. Dünya Savaşı öncesi Almanya’dan ‘kaçabilen’ Yahudiler’dendir. Babası bir Alman’dır ve koruyacağını söylediği annesi onun yanında, Nazi Almanyası’nda kalmıştır. İki teyzesiyle birlikte Latin Amerika’ya geldiklerinde henüz çocuktur. Vogelstein teyzelerinden biriyle Porto Alegre’de (Brezilya) kalmış, diğer teyzesi Buenos Aires’e (Arjantin) gitmiştir.
Batı menşeili ‘kurgu’ eserlerde (mağdur) Yahudi vurgusuyla çok fazla karşılaşırız. Bu vurguyu Yahudi olsun ya da olmasın bir çok yazar yapar. Benzer durumlarla her karşılaşmamda Holokost Endüstrisi adlı kitabı hatırlarım. Holokost Endüstrisi, ebeveynleri II. Dünya Savaşı’nın bütün acımasızlığını yaşamış olan Yahudi kökenli Norman Finkelstein’a (1953) ait bir kitap. Finkelstein eserinde “Yahudilerin savaşta yaşadığı acıların sermayeye çevrilmesine yaptığı itirazı” dillendirir. Edebi açıdan nitelikli olmasına rağmen ne yazık ki Borges ve Sonsuz Orangutanlar da bu acılardan kotarılan eserlerden.
Borges ve Sonsuz Orangutanlar’da anlatılan hikâyeye baktığımızda, sene 1985’i göstermektedir ve olay Arjantin’de geçmektedir. İsrafil Cemiyeti adlı gizli bir yapılanma Amerikalı yazar Edgar Allan Poe’yu (1809-1849) anmak ve anlamak için bir dizi kongre düzenlemektedir. Kongreye Poe’nun eserleri üzerine entelektüel çalışmalar yapan uzmanlar davet edilmektedir. İlk üç kongre kuzey yarım kürede yer alan Stockholm, Prag ve Baltimore’da düzenlenmiştir. Dördüncüsünün güney yarım kürede düzenlenmesi kararlaştırılmış ve yer olarak Buenos Aires seçilmiştir. Vogelstein ile birlikte Borges da davetliler arasındadır. Davetlilerden biri otel odasında ölü olarak bulunmuştur. Maktulle daha önce sorun yaşayan üç kişi de davetliler arasındadır ve aynı otelde kalmaktadır. Katilin kim olduğu saptanamamıştır. Entelektüel hikâye orta yerinden bir polisiyeye dönüşmüştür. Borges ve Vogelstein eldeki verilerden yola çıkarak cinayeti çözmeye girişmişlerdir. Onlara Poe uzmanı ve kriminolog olan Cuervo eşlik etmektedir.
Gizemli dil, kelime oyunları, gösterişli cümleler, alegoriler, alıntılar, atıflar… Buna Borges’ın (ya da yazarın) parlak zekası da eklenince keyifli bir metin çıkmış ortaya. Açıkçası entelektüel tartışma metni, polisiye romanı derken okuru bambaşka bir âlemde dolaştırıyor yazar. Metnin çok yönlü, çok katmanlı ve çok çağrışımlı yapısında kaybolup gidiyorsunuz.
Eserde fantastik öğelere oldukça fazla yer verilmiş fakat fantastik öğelerin hayatın soyut bir uzamı olarak ele alınması eseri gerçeklikten koparmamış. Metnin tamamına keder yayan kaderci bir bakış hâkim olmakla birlikte hikâyenin kendine has ‘matrak’ bir havası da var. Ara ara vurgulanan ve metindeki kederi unutturmayan “coğrafya kaderdir” ibaresi ‘leitmotive’ olarak değerlendirilebilir. Coğrafya demişken, eserin zaman ve mekân düzeyi ayrıca tarih ve coğrafya şeklinde de yorumlanabilir. Dahası, işaret edilen coğrafik bölgeler arasında ezoterik/metafizik bir bağ kurulmaya çalışılmış. Kuzey-Güney karşıtlığı ve/veya gerilimi manyetizmanın ötesine geçerek metafizik bağlamda değerlendirilmiş.
Borges ve Sonsuz Orangutanlar için tam anlamıyla evrensel bir atıflar kitabı diyebiliriz. Kötücül düşüncenin faaliyetlerini metafizik bir düzeyde metne taşıyan yazar şeytani bir gücün hayata yaptığı etkiye dikkat çekiyor. Bu bağlamda Avrupa’daki tarihsel ve gizli kabalistik yapılanmaya değiniyor. Yapılan atıflarda ağır İngiliz etkisi görülen işgalci Amerikan düşüncesinin yanında Antik Mısır ve Antik Yunan felsefesi de nasibini alıyor. Fiziki işgalin ötesinde kültürel işgale göndermeler bulunuyor. Yahudilik ve Hıristiyanlık teolojisinden aralarındaki çatışmaya, yerel inançlardan mitolojiye, ezoterizmden okültizme, mistisizmden kabalaya, antik toplumlardan modern toplumlara, siyaset ve sanata kadar çok geniş bir değini evreni var. Hatta İslam’dan izler bile görülüyor. Başka yazarlar ve eserlere yapılan atıflar da cabası… Bütün bu ‘karmaşaya’ Borges ve Vogelstein’ın bir cinayeti çözümleyen zeka gösterisi eşlik ediyor. Borges ve Sonsuz Orangutanlar’da entelektüel bir atmosferde gerçekleşen gecikmiş bir ‘hesaplaşmaya’ tanık oluyor okuyucu.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)