Türk dünyası destan geleneği dediğimiz zaman; en eski Türk devirlerinden itibaren milletlerin hafızasında yer eden büyük olaylar, Cengiz istilası, Timur depremi, İslam dinine geçiş gibi büyük hadiseleri barındıran; göçler, istilalar, kıyımlar gibi olumsuz durumlarda dahi yaşamaya devam etmiş ve her hadiseden beslenmeye devam eden anlatıların toplamı, iki bininin üzerinde metin ile karşılaşırız.
Farsça Dastan kelimesinin bozulmuş şeklini kullanarak Destan adını verdiğimiz bu anlatılar ilk Türk devirlerinde mitoloji ve kozmogoni barındıran yapıtlar halindeyken İslamlığa geçiş ile menkıbevi, tarihi ve bazı destanlarda görüleceği gibi zamanla halk hikayelerine dönüşmüş anlatılardır.
Türk destanları zaman içerisinde kolları, varyantları, motif yapıları çeşitli araştırmalar ile incelenmiş içlerinden bazıları tam metin olarak yayın hayatına kazandırılmıştır, ancak bu destanların başka kavim, komşu veya uzak ülkelerin destanları ile karşılaştırılmasına dayanan araştırmalar emekleme seviyesindedir.
Bu karşılaştırma ve incelemelerden biri yıl içinde yayımlanmış ve okuyucuya sunulmuştur. Türk Destanlarından Kalevala Destanına isimli kitap, Ural-Altay dil ailesine mensup Fin’lerin Destanı Kalevala ile Güney, Kuzey, Orta Sibirya sahasındaki Türk topluluklarına ait destanların incelendiği bir yapıttır ve Türk dünyası destanlarının çeşitli alanlarında yapılan araştırmaları kapsama almıştır.
Fin edebiyatının yapı taşı olan ve Fin folklorunun en önemli destanı durumundaki Kalevala ile Türk destan dünyasına ait yapıtlardan elde edilen sosyo-kültürel verilerin oldukça şaşırtıcı benzerlikleri, kitabın en özel yanlarından.
Bu destanın nasıl milli bir kimlik oluşturmada kullanıldığı, Fin sanatı ve edebiyatını oluşturmada nasıl bir rol üstlendiği üzerine incelenilen bölümlerin ardından gelen sayfalar çalışmanın en yoğun kısmını oluşturuyor.
Türk dünyasının, Altay, Hakas, Şor, Başkurt, Kırgız sahalarına ait destanları karşılaştırılıyor. İslam dini etkisine giren Dede Korkut, Manas gibi destanlardan örnekler verilerek mitolojik unsurların etkisi gösterilmeye çalışılıyor.
Destanların önemli özellikleri; örneğin kahramanın doğumu, halkların ortaya çıkışı, destanların içerisinde önemli yer tutan çeşitli kültlerin karşılaştırılması ile anlatılması, destan tiplerinin ve önemli figürlerin anlatılmasını kapsayan bölümler içeriğin ağırlıklı noktası. Motif analizlerinin yapıldığı, eski inanç tortularının izlenebildiği ve başka destanları nasıl etkileyebildiğinin anlatıları olan kitap aslında sadece bir karşılaştırma metni değil, adeta destan okuyucusu için kılavuz kitap mahiyetindedir.
Bugüne kadar hiç Türk destanı ile karşılamamış bir okuyucu bile, kitapla birlikte tarih ve edebiyatın en saf kültürel öğelerinden biri olan bazı destanları ve destan dünyamızın önemli figürlerini tanıma fırsatını elde edecektir, bu kitabı kuşkusuz çok önemli yapmaktadır.
Tolkien, Ursula K. Le Guin gibi isimlerin yapıtlarına bir şekilde giren Kalevala destanı, bu anlamıyla dünya edebiyatına ilham vermiş bir metindir, ancak diğer destanlar arasında sıkı bağlar ilk defa bu kitap ile incelenmiştir. Türk destan dünyası ile Fin’leri var eden bu yapıt arasında aynılıklar ve farklılıkların anlatıldığı kitap geçmişin o mistik, büyülü dünyasına okuyucuyu kısa bir yolculuğa çıkarıyor. Eski topluluklar ile özelinde Türk destan anlatmalarının tabiatın temel unsurlarına bağlı olarak oluşturdukları mitler, ritüeller ve kültler Fin anlatısının en önemli yapıtı Kalevala’ya eşlik ediyor.
Özkul Çobanoğlu gibi değerli bir edebiyat araştırmacısı ve akademisyenin takrîz’i ile başlayan kitap Türk Destan dünyasına son zamanlarda kazandırılan en özel yapıtlardan biri olarak okuyucu karşına çıkıyor.
Olgay Söyler
twitter.com/olgaysyler1
4 Aralık 2018 Salı
Âlem içinde bir âlem
"...bil ki senin kendin de bir hayalsin; idrak ettiğin her bir şey ve "bu ben değilim" dediğin her bir nesne de bir hayaldir. Şu halde bütün varlık alemi de hayal içinde hayaldir."
- İbnü'l-Arabî, Fusus'ül Hikem
Artık herkesin az çok bildiği, herkesin dilinde olan yazarların kitaplarını okumaktan sıkılmışken yeni bir şeylerin arayışına girmiştim. Böyle bir dönemde Arka Kapak'ın -ne yazıkki kapandı- 34. sayısında H. Handan Arıkan'ın bir yazısı ile tanıştım Hodbinler romanıyla. Dergideki o güzel yazının vesilesiyle, aynı zamanda Saruhan Doğan'ın ilk romanı olması hasebiyle ve elbette o dönem yeni çıkmış bir kitap olmasıyla cezbetti beni Hodbinler. İyiki de bu denk geliş oldu çünkü kitabı bitirdiğimde yüzümde ki yeni ve güzel bir şeyi keşfetmiş olmanın mutluluğunu hissedebiliyordum.
Hodbinler dili itibariyle hatta bazı karakterleriyle bize eski romanları hatırlatıyor ancak günümüzden bir zamanda geçmesiyle bu dönemi de es geçmiyor. Günümüzde yazılan bir çok romanın aksine lisana çok önem veren Saruhan Doğan, kurduğu uzun cümlelerle -gerçekten çok uzun- ve enfes betimlemeleriyle insanı hayrete düşürüyor. Bu konuda size bu iddiamı güçlendirecek bir alıntı sunabilirim.
"...Dimağı bu müphem idrakin vecd hal ile bulanıklaşırken ruhu karşısında duran güzelliğe doğru bir arzu ve vuslat çağıltısıyla akıyor, saadet hülyasıyla kamaşan gözleri elmastan birer cihan gibi parlıyor, mai gökyüzünün ve mai suların hiç son bulmayacak bir hazan mevsimini haber veren sükutlarının şefkat dolu tecellisiyle Taci o güne kadar hakikat bildiği alemden uzağa, bir rüya ülkesine uzanıyor, o güne kadar tahayyül edemeyeceği bir şekilde bir hissedişle hassas kalbinin pare pare titrediğini sadece aşıklara mahsus bir kabullenişle fark ediyordu."
Roman eski dönemlere bir nazire gibi Üstad Efgan'ın kendi tabiriyle ağdalı cümlelerle başlıyor ancak genç romancınında kendi dilini bulmasını istiyor. Zaten bu romanda Üstad Efgan ve genç romancı karakterleri üzerinden bir yandanda roman yazarlığını hicveden bir eser.
Genç romancı hayranı olduğu üstadı bulabilmek için arkadaşının tavsiyesi üzerine bir roman yazmaya başlıyor ancak üstadın ve gencin romanı birbirine girince iş çığrından çıkıyor, alay dozu yükseliyor ve roman sürreal bir kurguya geçiyor. Çocukluktan gelen bir aşk üzerinden şekillenen ve diğer aşk hikayeleriyle birlikte vücut bulan Hodbinler, bizi kendimizle yüzleştirmekten çekinmiyor ve hayata, gerçeklere dair düşündürmeye başlıyor.
Ayrıca kitapta en çok ilgimi çeken konulardan biri olan roman mı daha gerçektir yoksa gerçek mi tartışmasıysa üzerine epeyce düşünmeye değer.
"Peki o zaman üstad bu dünya gerçek mi? Bu dünyayı da beş duyumuzla anlıyoruz. Bu dünyanında aslında gerçek olmadığını, bir rüya olduğunu söyleyen büyük bilgeler oldu. Büyük mutasavvıf, Şeyh-ül Ekber İbn-ül Arabi aynen bunu söyledi, Eflatun "Burası gerçek değil, siz karanlıkta yaşayan körlersiniz" dedi. Ya haklılarsa ve asıl gerçek zaten burası değilse? Ya burası da bir romansa? Bizler de aslında gerçek insanlar değil de mesela şu anda masanın başında bu satırları yazmakta olan bir müellifin uydurmalarıysak?"
Hodbinler zengin lisanıyla, kurgusu ve çok katmanlı yapısıyla dikkatleri üzerine çekiyor. Yeni bir heyecan, yeni bir isim, özgün bir eser arıyorsanız yahut bu çağa ait hissetmeyip bu çağdan da kopamıyorsanız, Hodbinler okunmak için sizi bekliyor.
Hasan Köstek
twitter.com/nefesvebugday
- İbnü'l-Arabî, Fusus'ül Hikem
Artık herkesin az çok bildiği, herkesin dilinde olan yazarların kitaplarını okumaktan sıkılmışken yeni bir şeylerin arayışına girmiştim. Böyle bir dönemde Arka Kapak'ın -ne yazıkki kapandı- 34. sayısında H. Handan Arıkan'ın bir yazısı ile tanıştım Hodbinler romanıyla. Dergideki o güzel yazının vesilesiyle, aynı zamanda Saruhan Doğan'ın ilk romanı olması hasebiyle ve elbette o dönem yeni çıkmış bir kitap olmasıyla cezbetti beni Hodbinler. İyiki de bu denk geliş oldu çünkü kitabı bitirdiğimde yüzümde ki yeni ve güzel bir şeyi keşfetmiş olmanın mutluluğunu hissedebiliyordum.
Hodbinler dili itibariyle hatta bazı karakterleriyle bize eski romanları hatırlatıyor ancak günümüzden bir zamanda geçmesiyle bu dönemi de es geçmiyor. Günümüzde yazılan bir çok romanın aksine lisana çok önem veren Saruhan Doğan, kurduğu uzun cümlelerle -gerçekten çok uzun- ve enfes betimlemeleriyle insanı hayrete düşürüyor. Bu konuda size bu iddiamı güçlendirecek bir alıntı sunabilirim.
"...Dimağı bu müphem idrakin vecd hal ile bulanıklaşırken ruhu karşısında duran güzelliğe doğru bir arzu ve vuslat çağıltısıyla akıyor, saadet hülyasıyla kamaşan gözleri elmastan birer cihan gibi parlıyor, mai gökyüzünün ve mai suların hiç son bulmayacak bir hazan mevsimini haber veren sükutlarının şefkat dolu tecellisiyle Taci o güne kadar hakikat bildiği alemden uzağa, bir rüya ülkesine uzanıyor, o güne kadar tahayyül edemeyeceği bir şekilde bir hissedişle hassas kalbinin pare pare titrediğini sadece aşıklara mahsus bir kabullenişle fark ediyordu."
Roman eski dönemlere bir nazire gibi Üstad Efgan'ın kendi tabiriyle ağdalı cümlelerle başlıyor ancak genç romancınında kendi dilini bulmasını istiyor. Zaten bu romanda Üstad Efgan ve genç romancı karakterleri üzerinden bir yandanda roman yazarlığını hicveden bir eser.
Genç romancı hayranı olduğu üstadı bulabilmek için arkadaşının tavsiyesi üzerine bir roman yazmaya başlıyor ancak üstadın ve gencin romanı birbirine girince iş çığrından çıkıyor, alay dozu yükseliyor ve roman sürreal bir kurguya geçiyor. Çocukluktan gelen bir aşk üzerinden şekillenen ve diğer aşk hikayeleriyle birlikte vücut bulan Hodbinler, bizi kendimizle yüzleştirmekten çekinmiyor ve hayata, gerçeklere dair düşündürmeye başlıyor.
Ayrıca kitapta en çok ilgimi çeken konulardan biri olan roman mı daha gerçektir yoksa gerçek mi tartışmasıysa üzerine epeyce düşünmeye değer.
"Peki o zaman üstad bu dünya gerçek mi? Bu dünyayı da beş duyumuzla anlıyoruz. Bu dünyanında aslında gerçek olmadığını, bir rüya olduğunu söyleyen büyük bilgeler oldu. Büyük mutasavvıf, Şeyh-ül Ekber İbn-ül Arabi aynen bunu söyledi, Eflatun "Burası gerçek değil, siz karanlıkta yaşayan körlersiniz" dedi. Ya haklılarsa ve asıl gerçek zaten burası değilse? Ya burası da bir romansa? Bizler de aslında gerçek insanlar değil de mesela şu anda masanın başında bu satırları yazmakta olan bir müellifin uydurmalarıysak?"
Hodbinler zengin lisanıyla, kurgusu ve çok katmanlı yapısıyla dikkatleri üzerine çekiyor. Yeni bir heyecan, yeni bir isim, özgün bir eser arıyorsanız yahut bu çağa ait hissetmeyip bu çağdan da kopamıyorsanız, Hodbinler okunmak için sizi bekliyor.
Hasan Köstek
twitter.com/nefesvebugday
3 Aralık 2018 Pazartesi
Ölüm, hayat ya da diğer şeylere dair
İlk öyküsünü 2013’te Hece Öykü Dergi’de gördüğümüz Selma Aksoy Türköz, bu kez İz Muhayyel serisinden çıkan ilk öykü kitabıyla karşımızda. En çok çeviri yazıları ile bilinen ve beğeni toplayan yazarımız Tokat-Zileli. Yine hatırlatalım iyi bir akademisyen olan yazar Türköz, öykü ve denemeleriyle çeşitli dergilerde okurun gözünü doldurmaya devam ediyor.
On dokuz öykü; hayat, ölüm, özgürlük çağrışımlarıyla bezeli. Okudukça öykülerin tınısı, rengi fark ediliyor. “Sadece kendine ait bir uyanışa daldı.”. O uykudan/hayattan bir şeyler söylüyor bize yazar. Mesela, bize bir uyanışa/hayata dair işaretleri veriyor. “Nedir bu çocuğu diğerlerinden eksik kılan?”
Sorular, tablolar, çocuklar, “yorgun ve güvensiz” hatta tekinsiz gecelere, okuru taşıyan “duvar resmi” öyküsü farklı çağrışımlara açık.
Hem Arzu’lu hem Müjgan’lı hem de abi imgesi barındıran, sonu kanlı biten, içi kalabalık bir öykü, “acemi öykücü ya da müjgan”. Farklı bir tat, aykırı bir yorum peşinde olanları çağırıyor kitaba.
Şatafatlı hayatım var diyenlere, yürüdükleri yolda yazarın alımlı bir cümlesi çarpıyor ve dağılıyor nihayetinde: “Oysa ne kadar sadeydi ölüm, habersiz gelen bir sadelik.”. Ölüm için, tam da lazım olan tanımlama, diyecek okurlarını bekliyor.
“Ölümü gergin kanatlı bir kuş” olarak deneyimleyen öykü kişisi, ölümü daha sonra da bir battaniye formunda anlatıyor: “Mezarın içine girdi, uzandı, ölümü üstüne çekti.”. Ölümü sıradan bir eylem gibi yaşayan, sağ tarafından defter almaya aday biri o. Korkunç bir gerçekliği yaşayanların aksine uykuya dalıp, Rahman’ a teslim oluş hali. Oysa öykü kişisinin dışındakiler, “ölmek için iyi bir gün değil” diye mırıldanıyor belki de.
Yine başka bir öyküde, sahipsiz çocuklara dair acımasız ve orijinal fikirleri olan öykü kişisiyle karşılaşıyoruz bu defa. Öykü kişisi, bir mültecinin ölümüne olan tepkisizliğiyle “yeniden mütevazı bir teklif”le geliyor okurun karşısına.
Dağlar ve “kaz dağı efsanesi”, abdest alan baba-kızın yeni baştan yorumlanan hikâyesi. Uçmayla yuvarlanma arasındaki eylemin masala dönüşmesi. Yeni, farklı bir Altar-Zeus-hasta kız imgeleriyle okuru şaşırtmaya devam ediyor Selma Aksoy Türköz.
Sonra “saraydan kız kaçırma” ya da “koca dünya” çaresiz çocuk, kadın ve tümüyle insanlık durumları. Pokemonlar ve çocuklar “piknik go” da. Günümüz çocuklarının hayatında var olan bilgisayar oyunlarına dalışı, pokemonun onlar için, piknikte bile peşlerini bırakmayan bir esarete dönüşmesi başarılı bir şekilde anlatılmış.
Bir diğer öykü, “iki mevsim arasında” baba-oğul-hapishane imge üçgeniyle örülmüş. “En küçük hayal kırıklıklarını felaket gibi yaşayan anneler”i üzen durumlar. Bir öykü ki, birinci sınıf mücevherler içinde boğulan bir kadına kulak veriyoruz. Kadın adım adım özgürlüğü seçiyor. Karanlık, yalnızlık, menekşe kokusu, uzayan deniz dalgaları, müthiş huzursuzluklar, intiharlar ve tabii son “özgürlük” Sırtını özgürlüğe dayamış bir diğer öykü de “iyi ki 'o' var” bitmez tükenmez dedikodulardan sıyrılıp, “özgürlüğe kanat açmış bir grup kuş”a kulak veren öykü kişisi nefis bir cümle kuruyor: “Kuşların yollarını kağıt üzerinde göstermek zordur.”
Yine “tarçın tadı” ya da “fasulye ağacı” kaçırılmayacak öyküler. “İstanbul’da” ve hep unutmadan “sanrı” bile olsa “hepimiz kardeşiz” değil mi? Müjdeli haberin ölüme ulandığı, yeni hayatlara dair, “ölenle ölünmüyor” son öyküsü bu kitabın. Keyifli okumalar diliyorum elbette.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
On dokuz öykü; hayat, ölüm, özgürlük çağrışımlarıyla bezeli. Okudukça öykülerin tınısı, rengi fark ediliyor. “Sadece kendine ait bir uyanışa daldı.”. O uykudan/hayattan bir şeyler söylüyor bize yazar. Mesela, bize bir uyanışa/hayata dair işaretleri veriyor. “Nedir bu çocuğu diğerlerinden eksik kılan?”
Sorular, tablolar, çocuklar, “yorgun ve güvensiz” hatta tekinsiz gecelere, okuru taşıyan “duvar resmi” öyküsü farklı çağrışımlara açık.
Hem Arzu’lu hem Müjgan’lı hem de abi imgesi barındıran, sonu kanlı biten, içi kalabalık bir öykü, “acemi öykücü ya da müjgan”. Farklı bir tat, aykırı bir yorum peşinde olanları çağırıyor kitaba.
Şatafatlı hayatım var diyenlere, yürüdükleri yolda yazarın alımlı bir cümlesi çarpıyor ve dağılıyor nihayetinde: “Oysa ne kadar sadeydi ölüm, habersiz gelen bir sadelik.”. Ölüm için, tam da lazım olan tanımlama, diyecek okurlarını bekliyor.
“Ölümü gergin kanatlı bir kuş” olarak deneyimleyen öykü kişisi, ölümü daha sonra da bir battaniye formunda anlatıyor: “Mezarın içine girdi, uzandı, ölümü üstüne çekti.”. Ölümü sıradan bir eylem gibi yaşayan, sağ tarafından defter almaya aday biri o. Korkunç bir gerçekliği yaşayanların aksine uykuya dalıp, Rahman’ a teslim oluş hali. Oysa öykü kişisinin dışındakiler, “ölmek için iyi bir gün değil” diye mırıldanıyor belki de.
Yine başka bir öyküde, sahipsiz çocuklara dair acımasız ve orijinal fikirleri olan öykü kişisiyle karşılaşıyoruz bu defa. Öykü kişisi, bir mültecinin ölümüne olan tepkisizliğiyle “yeniden mütevazı bir teklif”le geliyor okurun karşısına.
Dağlar ve “kaz dağı efsanesi”, abdest alan baba-kızın yeni baştan yorumlanan hikâyesi. Uçmayla yuvarlanma arasındaki eylemin masala dönüşmesi. Yeni, farklı bir Altar-Zeus-hasta kız imgeleriyle okuru şaşırtmaya devam ediyor Selma Aksoy Türköz.
Sonra “saraydan kız kaçırma” ya da “koca dünya” çaresiz çocuk, kadın ve tümüyle insanlık durumları. Pokemonlar ve çocuklar “piknik go” da. Günümüz çocuklarının hayatında var olan bilgisayar oyunlarına dalışı, pokemonun onlar için, piknikte bile peşlerini bırakmayan bir esarete dönüşmesi başarılı bir şekilde anlatılmış.
Bir diğer öykü, “iki mevsim arasında” baba-oğul-hapishane imge üçgeniyle örülmüş. “En küçük hayal kırıklıklarını felaket gibi yaşayan anneler”i üzen durumlar. Bir öykü ki, birinci sınıf mücevherler içinde boğulan bir kadına kulak veriyoruz. Kadın adım adım özgürlüğü seçiyor. Karanlık, yalnızlık, menekşe kokusu, uzayan deniz dalgaları, müthiş huzursuzluklar, intiharlar ve tabii son “özgürlük” Sırtını özgürlüğe dayamış bir diğer öykü de “iyi ki 'o' var” bitmez tükenmez dedikodulardan sıyrılıp, “özgürlüğe kanat açmış bir grup kuş”a kulak veren öykü kişisi nefis bir cümle kuruyor: “Kuşların yollarını kağıt üzerinde göstermek zordur.”
Yine “tarçın tadı” ya da “fasulye ağacı” kaçırılmayacak öyküler. “İstanbul’da” ve hep unutmadan “sanrı” bile olsa “hepimiz kardeşiz” değil mi? Müjdeli haberin ölüme ulandığı, yeni hayatlara dair, “ölenle ölünmüyor” son öyküsü bu kitabın. Keyifli okumalar diliyorum elbette.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
Osmanlı’nın kritik günlerini Kemal Tahir'le okumak
Bir kişinin veya bir ailenin izinin sürüldüğü romanlar her zaman ilgimi çekmiştir. Bunun içindir sanırım, Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları’nı çok sevmem, Amin Maalouf’un olumsuz anlamda belki de en çok eleştirilen eseri Yolların Başlangıcı’na bayılmam. Tabii ki her eser bir iz sürer ama bahsettiğim, detaylarıyla, belli bir zaman diliminin uzun uzun anlatıldığı romanlardır. Kemal Tahir’in Bir Mülkiyet Kalesi de bu özelliğiyle ve 490 sayfasıyla diğer eserleri andırıyor. Konusu elbette farklı ancak bahsettiğim durumdan ötürü benim gönlümü kazanan eserlerden biri oldu.
Bir Mülkiyet Kalesi, Kemal Tahir’in sağlığında yayımlanan bir eser değil. Ölümünden sonra derlenip basımı yapılmıştır. Bundan ötürü, kitabın son halini, yani yazarın ‘bitti’ dediği halini okuyamıyor olabiliriz. Kemal Tahir ya fırsat bulamadı bu eseri yayımlatmaya ya da vazgeçti bu eserden. Ancak Kemal Tahir’in ölümünden sonra derlenen çok eseri var. Bu yüzden artık bu durumu es geçmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Bir Mülkiyet Kalesi hakkında kısaca şunu diyebiliriz: II. Abdülhamit’in yaveri, saray marangozlarından, alaylı yüzbaşı, marangoz Mahir Efendi’nin II. Meşrutiyet’ten kısa bir süre önce başlayıp İstiklal Harbi’nin kısa bir süre sonrasına kadar olan hayatını konu edinir. Bu süreçte hem Mahir Efendi ve ailesinin özel hayatına hem de Osmanlı Devleti’nin siyasi hayatına dair malumatlar verir. Elbette bu süreçte II. Meşrutiyet, Balkan Savaşı, I. Dünya Harbi, Çanakkale Deniz Savaşı, Mütareke Dönemi, ilk meclisin kurulması gibi birçok olay da kendine yer bulur romanda.
Yazarın, Mahir Efendi karakterini babasından esinlenerek oluşturduğu yönünde bir rivayet de mevcut kitapla ilgili. Doğru olabilir; çünkü özellikle hapishane romanlarında ‘İstanbullu Murat’ karakteriyle kendine birden fazla yer vermiştir Kemal Tahir. Bu romanda da Mahir Efendi’nin ilk oğlunun adı Murat’tır. Bu benzerlik benim açımdan rivayeti doğruluyor.
Bir Mülkiyet Kalesi, Kemal Tahir romanları içinde bazı farklılıklarıyla yer alır. Genelde kısa denebilecek zaman dilimlerini romanlarında işleyen Tahir, bu romanında ortalama 15 yıllık bir zaman diliminde geçen olaylara yer verir. İkinci bir farklılık ise bölümlerle ilgili. Genelde kitaplarında ana bölümlerinin sayısını az tutan yazar, bu kitabını 12 bölüme ayırmış.
‘Saray-ı Hümayun’da’ adlı bölümle romana başlayan yazar, Abdülhamit’in de diyaloglu bir karakter olarak yer aldığı bu bölümde kısaca, saraydan, Mahir Efendi’nin padişahla olan ilişkisinden, marangozluk işlerinden bahsederek kitabın alt yapısını oluşturur. Daha üçüncü sayfada ise dönemin siyasi olayları ile ilgili Mahir Efendi’nin fikirlerini okuruz. Mahir Efendi, kitap genelindeki fikrî profilini bu sayfalardaki fikirleriyle özetler. Okuma yazması olmayan, siyasi olaylara aklı ermediğine inanan, Abdülhamit’i taparcasına seven Mahir Efendi, dönemin kargaşasını, kafa karışıklığıyla beraber şöyle özetler:
“Yedi düveli parmağı üstünde oynatan, ‘İstanbul’a elli bin kişilik askerimle seyyah geliyorum!’ diye haber yollayan Moskof çarına, ‘Buyur! Ben de yüz bin askerle karşıcı çıkıyorum!’ diye cevap veren, koca Alman imparatorunu, Acem şahını, daha bilmem hangi kralları ayağına kadar getirten Abdülhamit, Jöntürk meselesine bir çare bulamaz mı?”
İkinci bölümde okura karakterleri ve hayatlarını daha iyi tanıtır yazar. Özellikle Mahir Efendi’nin nasıl marangoz olduğu, aile hayatı gibi durumlara değinen Tahir, Mahir Efendi’nin evliliğine kadar giden yolu merak ettirici unsurlarla beraber çizmiş. Daha sonraki ‘Canseza’ bölümüyle beraber ortak okuyabiliriz bu bölümü. Bu genç karı-kocanın hayatları, geçmişleri ve evliliğiyle beraber siyasi olaylar da paralel olarak bölüme yerleştirilmiş. Fakat II. Meşrutiyet’in ilanı, bazı devlet adamlarının öldürülmesi ve Abdülhamit’in payitahtı terk etmesi hızlıca geçilmiş. Bu süreç biraz daha uzun tutulabilseydi, ayrıntılara daha iyi vakıf olabilirdik.
Buraya bir parantez açmak istiyorum. Kemal Tahir birçok konuyu ve düşünceyi, karakterlerinin bakışıyla romana yansıtır. Bu konular arasında din, sosyalizm, Bolşevizm vs. var. Bu düşünceler yazarın salt kendi düşünceleridir diyemeyiz. Çünkü zıt fikirleri çarpıştırmayı seven bir yazar Kemal Tahir. Özellikle dinî anlamdaki yozlaşma, bazı din adamlarının yanlış fikirleri de hicvedilen durumlar arasında. Bunu, ‘bakın o devrin romanları, filmleri hocaları hep kötülemiştir’ şeklinde ele alacak at gözlüklüler olacaktır ama durum bu değil. Daha önemli şeylerden bahseder yazar. Din yozlaşmasını toplumsal yozlaşmayla ele alır. Örneğin direklerarası meselesi. (İstiklâl Marşı Derneği de, Çelimli Çalım’ın ilk sayısında, direklerarası şarlatanlığını konu etmişti.) Özelikle ‘Ramazan neşesi’, ‘nerede o eski Ramazanlar’ başlıkları altında direklerarasını övücü konuşmalar yapanlar, Kemal Tahir’in şu satırlarını okuyabilir:
“… Semt Şehzadebaşı’na pek yakın olduğundan ramazanlarda teravih namazlarını bir solukta kıldırıp halkı Direklerarası’na yetiştirdiği meşhurdu. Bilhassa uçarılar bu huyundan dolayı imam efendiyi yere bastırmıyorlardı.”
Kemal Tahir’in bu romanda yaptığı en başarılı işlerden biri, toplumu ve toplumun hayata ve yaşananlara karşı verdiği tepkiyi iyi gözlemlemesi. Bütün kitap boyunca bunu fark edebilir okur. Abdülhamit’in ‘istibdat devri’ni baz alarak ve insanları gözlemleyerek yaptığı tespit, son derece sosyolojik bir tespittir. Cümleler ne kadar tanıdık değil mi?
“İstibdat, dünya üzerindeki bütün meziyetleri -kurnazlığa varıncaya kadar… Çünkü kurnazlık da bir çeşit meziyet sayılmaya başlar- müstebite mal ederek yaşar. Meziyetler ancak müstebite mal edildikten sonra, ondan millete geçerler. Ve mutlaka millete de mevcut sayılırlar. Müstebit, Allah tarafından milletin başına kondurulmuş bir devlet kuşudur. Onun sayesinde yaşanır, onun sayesinde mesut olunur, onun her şeyin hakkında geleceği, bütün dünyaya kılıç çekip bütün dünyayı yeneceği şüphesizdir. Ona itaat eden bir millet, bütün bu ilahi meziyetlere sahip olmuş demektir. Ona itaat etmeyenler ise birtakım vatan hainleri, bozguncular, dinsizler…”
Kemal Tahir bir taraftan Mahir Efendi’nin izini sürerken diğer taraftan kronolojik olarak tarihi ilerletir. Önce kısaca, Mahir Efendi’nin Balkan Savaşı’nda askere alınıp savaş sonrasında emekli edilmesine değinen yazar, daha sonra 1. Dünya Savaşı’na yer verir. Roman ilerledikçe kişilerden ziyade olayların öne çıktığını görürüz.
Seferberlik zamanında İstanbul’un hâlini, sosyal hayatını, özellikle kıtlığı oldukça realist bir şekilde çizer yazar. Bir taraftan da savaş karşıtlığını satır aralarında ve diyaloglarda okura aktarır. Denebilir ki, Kemal Tahir’in en fazla ‘Savaşa Hayır’ savunusu yaptığı roman Bir Mülkiyet Kalesi’dir. İnsanların aç kalmasını, ekmek yerine süpürge tohumu yemesini, açlığın her yeri sardığı İstanbul’da bir şeriat devleti olan Osmanlı’nın durumunu kişiler üzerinden ve savaş karşıtı bir duruşla işler yazar:
“Açlık ayıp, utanma bırakmadı, namus falan hep karnı tok adamlara mahsustu. Babası, ağabeyi, kocası cephede olan genç kadın ve kızlar birdenbire sokaklara döküldü. İlk gidenlere erkekler, ‘Zavallı taze!’ diyerek sözde merhamet ettiler, mendillerini koca karı kalabalığının üzerinden alıp ekmeği evvela verdiler. Bu hal, tereddütte olanları da nihayet yola getirdi.
İlk çimdikleri yadırgayanlar sonra sonra bunların azlığı veya çokluğuyla eğlenmeye, bıyık buranlara önce zoraki, sonra alışık alışık gülümsemeye başladılar. Bütün bunların neticesi nihayet Kalubelâ’dan beri vardığı yeri buldu. Boynu eğri imam, yeşil sarıklı mezin, Laz fırıncı, tıknefes polis, mütekait binbaşı, gece bastırınca, birer mendille güzel kadınların evlerine girmeyi âdet ettiler. Mahallelerde baskın yapacak delikanlı kalmamıştı. İnsanlar o kadar açtılar ki, namustan bahsetmek gülünç ve usandırıcı bir şey oluyordu.”
İstiklâl Harbi veya Mütareke Dönemi deyince aklıma artık ilk olarak Kemal Tahir geliyor. Özellikle İstanbul’un işgalini romanlarına çok başarılı bir şekilde konu eder Tahir. İnsanların işgali nasıl kanıksadığı, Bolşevizm, sosyal hayat, azınlıklar gibi her zaman bu milleti ve ülkeyi ilgilendiren, birbiriyle alakalı veya alakasız konuları roman içinde gerek diyaloglarla gerek paragraflarla çok iyi anlatır. Aynı zamanda spesifik tarih olayları da Kemal Tahir’in kahramanlarınca masaya yatırılır. Mustafa Suphi vakası veya Halide Edip’in meşhur Sultanahmet mitingi gibi. Benim ilgimi çeken, millet-i sadıka olarak addedilen Ermenilerin durumu oldu. Şöyle işler yazar konuyu:
“… Bilhassa tren günleri herkeste bir telaş vardı. Hele tehcirden nasılsa kurtulup birer köşeye sinmiş olan Ermeniler birdenbire meydana çıkmışlardı. Türkler hem harp kaybettiklerinden hem de komşuların şehitlerini düşündüklerinden askerden gelenleri o kadar şatafatlı karşılamıyorlardı. Fakat Ermenilerde bilakis harp kazanmış gibi bir hal vardı: her asker şehre bir muzaffer kahraman gibi giriyordu. Geceleri meşaleler yakan kadınlar, çığrışarak mahalleleri dolaşıyorlar, senelerdir konuşmamaya dikkat ettikleri lisanlarını inatlarına yüksek sesle haykırıyorlardı.
Zabitlerin yanında, yolu tek başlarına çıkartamayacaklarından korkarak kalmış tek tük emirberler, artık testilerini alıp çeşme başlarına gidemez olmuşlardı. Askerden dönen Ermeniler, nerde bir üniforma görseler, şimdilik lisanen hakaret bırakmayıp yapıyorlardı.”
Kitapta oldukça fazla detay ve fikir var. Özellikle son bölümde Mustafa Kemal Paşa’yı da karakterlerden biri haline getiren yazar saltanatın kaldırılmasını uzun uzun işlerken, Anadolu’da uzun savaş yılları geçiren Mahir Efendi’nin ailesine dönüşüyle, asıl kahramanı da ihmal etmez. Şu eleştirimi belirtmeden geçmek istemiyorum: Yazar Mahir Efendi’yi zaman zaman olayların içine katamamış. Bazen, kitap Mahir Efendi’den kopmuş giderken Mahir Efendi sanki kitaba yetişmeye çalışıyormuş gibi bir hal içine giriyor diyaloglarıyla. Kitaba bazen eğreti kalmış. Bunu hep görmüyoruz. Hatta çok az görüyoruz. Evet, diğer olayları da ilgi çekici işlemiş yazar ancak bu Mahir Efendi üzerinden ilerleyen bir romansa bu duruma biraz daha dikkat edilebilirdi.
Romanın başından sonuna kadar konuya sadık kalan Tahir, karakterlerden bazılarını kitabın başında kullanıp bırakmış bazılarını ise sonradan olaya dahil etmiş. Bütün yönleriyle en geniş ele alınan karakter Mahir Efendi olsa da diğer karakterlerini de romana katacak biçimde işlemeyi başarmış yazar. Sadece Mahir Efendi’nin küçük oğlu Cemal romanda çok az yer alır. Bunun sebebi romanda açıklanmamış ama kız çocuk beklerken erkek çocuk sahibi olan Mahir Efendi için bunun şokunu bütün hayatı boyunca yaşamış diyebilir miyiz?
“… Hele ikinci çocuğuna -Mahir Efendi daha şimdiden bunun kız olacağına emindi, adını bile koymuştu- Ayşe’ye gebe kaldıktan sonra büsbütün korkak olmuştu. 1917 senesi ağustosunda Ayşe değil, maalesef Cemal doğdu.”
Kitapta mekânın hikâye üzerinde etkisi çok fazla değil. Örneğin Yorgun Savaşçı’da mekân çok fazla öndeydi ancak Tahir’in bu romanında mekândan ziyade kişi ve olaylar daha ön planda diyebiliriz.
Bu roman tamamlanmamış veya son hâli verilmemiş bir roman olabilir. Buna bir kanıt da gereksiz uzatılan bölümlerin olması. Özellikle ‘Anadolu’ bölümünde gereksiz uzatılmış yerler mevcut. Bunu, konuyu detaylı işlemekten ayırt etmek lazım. Bazı okurlar bundan sıkılabilir ama başta da dediğim gibi ben çok keyif aldım.
Önemli bir romandır Bir Mülkiyet Kalesi. Kemal Tahir’in kült eserleri arasında yer almıyor olması önemini azaltmaz. Kitapta çok şey işlenmiş ve okuması da kolay. Hatta Kemal Tahir’in dil ve anlatım açısından en rahat okunan kitabı diyebilirim. Osmanlı’nın son dönemlerine tanıklık etmek isteyenler için ideal bir eser. Birçok yönüyle…
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Bir Mülkiyet Kalesi, Kemal Tahir’in sağlığında yayımlanan bir eser değil. Ölümünden sonra derlenip basımı yapılmıştır. Bundan ötürü, kitabın son halini, yani yazarın ‘bitti’ dediği halini okuyamıyor olabiliriz. Kemal Tahir ya fırsat bulamadı bu eseri yayımlatmaya ya da vazgeçti bu eserden. Ancak Kemal Tahir’in ölümünden sonra derlenen çok eseri var. Bu yüzden artık bu durumu es geçmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Bir Mülkiyet Kalesi hakkında kısaca şunu diyebiliriz: II. Abdülhamit’in yaveri, saray marangozlarından, alaylı yüzbaşı, marangoz Mahir Efendi’nin II. Meşrutiyet’ten kısa bir süre önce başlayıp İstiklal Harbi’nin kısa bir süre sonrasına kadar olan hayatını konu edinir. Bu süreçte hem Mahir Efendi ve ailesinin özel hayatına hem de Osmanlı Devleti’nin siyasi hayatına dair malumatlar verir. Elbette bu süreçte II. Meşrutiyet, Balkan Savaşı, I. Dünya Harbi, Çanakkale Deniz Savaşı, Mütareke Dönemi, ilk meclisin kurulması gibi birçok olay da kendine yer bulur romanda.
Yazarın, Mahir Efendi karakterini babasından esinlenerek oluşturduğu yönünde bir rivayet de mevcut kitapla ilgili. Doğru olabilir; çünkü özellikle hapishane romanlarında ‘İstanbullu Murat’ karakteriyle kendine birden fazla yer vermiştir Kemal Tahir. Bu romanda da Mahir Efendi’nin ilk oğlunun adı Murat’tır. Bu benzerlik benim açımdan rivayeti doğruluyor.
Bir Mülkiyet Kalesi, Kemal Tahir romanları içinde bazı farklılıklarıyla yer alır. Genelde kısa denebilecek zaman dilimlerini romanlarında işleyen Tahir, bu romanında ortalama 15 yıllık bir zaman diliminde geçen olaylara yer verir. İkinci bir farklılık ise bölümlerle ilgili. Genelde kitaplarında ana bölümlerinin sayısını az tutan yazar, bu kitabını 12 bölüme ayırmış.
‘Saray-ı Hümayun’da’ adlı bölümle romana başlayan yazar, Abdülhamit’in de diyaloglu bir karakter olarak yer aldığı bu bölümde kısaca, saraydan, Mahir Efendi’nin padişahla olan ilişkisinden, marangozluk işlerinden bahsederek kitabın alt yapısını oluşturur. Daha üçüncü sayfada ise dönemin siyasi olayları ile ilgili Mahir Efendi’nin fikirlerini okuruz. Mahir Efendi, kitap genelindeki fikrî profilini bu sayfalardaki fikirleriyle özetler. Okuma yazması olmayan, siyasi olaylara aklı ermediğine inanan, Abdülhamit’i taparcasına seven Mahir Efendi, dönemin kargaşasını, kafa karışıklığıyla beraber şöyle özetler:
“Yedi düveli parmağı üstünde oynatan, ‘İstanbul’a elli bin kişilik askerimle seyyah geliyorum!’ diye haber yollayan Moskof çarına, ‘Buyur! Ben de yüz bin askerle karşıcı çıkıyorum!’ diye cevap veren, koca Alman imparatorunu, Acem şahını, daha bilmem hangi kralları ayağına kadar getirten Abdülhamit, Jöntürk meselesine bir çare bulamaz mı?”
İkinci bölümde okura karakterleri ve hayatlarını daha iyi tanıtır yazar. Özellikle Mahir Efendi’nin nasıl marangoz olduğu, aile hayatı gibi durumlara değinen Tahir, Mahir Efendi’nin evliliğine kadar giden yolu merak ettirici unsurlarla beraber çizmiş. Daha sonraki ‘Canseza’ bölümüyle beraber ortak okuyabiliriz bu bölümü. Bu genç karı-kocanın hayatları, geçmişleri ve evliliğiyle beraber siyasi olaylar da paralel olarak bölüme yerleştirilmiş. Fakat II. Meşrutiyet’in ilanı, bazı devlet adamlarının öldürülmesi ve Abdülhamit’in payitahtı terk etmesi hızlıca geçilmiş. Bu süreç biraz daha uzun tutulabilseydi, ayrıntılara daha iyi vakıf olabilirdik.
Buraya bir parantez açmak istiyorum. Kemal Tahir birçok konuyu ve düşünceyi, karakterlerinin bakışıyla romana yansıtır. Bu konular arasında din, sosyalizm, Bolşevizm vs. var. Bu düşünceler yazarın salt kendi düşünceleridir diyemeyiz. Çünkü zıt fikirleri çarpıştırmayı seven bir yazar Kemal Tahir. Özellikle dinî anlamdaki yozlaşma, bazı din adamlarının yanlış fikirleri de hicvedilen durumlar arasında. Bunu, ‘bakın o devrin romanları, filmleri hocaları hep kötülemiştir’ şeklinde ele alacak at gözlüklüler olacaktır ama durum bu değil. Daha önemli şeylerden bahseder yazar. Din yozlaşmasını toplumsal yozlaşmayla ele alır. Örneğin direklerarası meselesi. (İstiklâl Marşı Derneği de, Çelimli Çalım’ın ilk sayısında, direklerarası şarlatanlığını konu etmişti.) Özelikle ‘Ramazan neşesi’, ‘nerede o eski Ramazanlar’ başlıkları altında direklerarasını övücü konuşmalar yapanlar, Kemal Tahir’in şu satırlarını okuyabilir:
“… Semt Şehzadebaşı’na pek yakın olduğundan ramazanlarda teravih namazlarını bir solukta kıldırıp halkı Direklerarası’na yetiştirdiği meşhurdu. Bilhassa uçarılar bu huyundan dolayı imam efendiyi yere bastırmıyorlardı.”
Kemal Tahir’in bu romanda yaptığı en başarılı işlerden biri, toplumu ve toplumun hayata ve yaşananlara karşı verdiği tepkiyi iyi gözlemlemesi. Bütün kitap boyunca bunu fark edebilir okur. Abdülhamit’in ‘istibdat devri’ni baz alarak ve insanları gözlemleyerek yaptığı tespit, son derece sosyolojik bir tespittir. Cümleler ne kadar tanıdık değil mi?
“İstibdat, dünya üzerindeki bütün meziyetleri -kurnazlığa varıncaya kadar… Çünkü kurnazlık da bir çeşit meziyet sayılmaya başlar- müstebite mal ederek yaşar. Meziyetler ancak müstebite mal edildikten sonra, ondan millete geçerler. Ve mutlaka millete de mevcut sayılırlar. Müstebit, Allah tarafından milletin başına kondurulmuş bir devlet kuşudur. Onun sayesinde yaşanır, onun sayesinde mesut olunur, onun her şeyin hakkında geleceği, bütün dünyaya kılıç çekip bütün dünyayı yeneceği şüphesizdir. Ona itaat eden bir millet, bütün bu ilahi meziyetlere sahip olmuş demektir. Ona itaat etmeyenler ise birtakım vatan hainleri, bozguncular, dinsizler…”
Kemal Tahir bir taraftan Mahir Efendi’nin izini sürerken diğer taraftan kronolojik olarak tarihi ilerletir. Önce kısaca, Mahir Efendi’nin Balkan Savaşı’nda askere alınıp savaş sonrasında emekli edilmesine değinen yazar, daha sonra 1. Dünya Savaşı’na yer verir. Roman ilerledikçe kişilerden ziyade olayların öne çıktığını görürüz.
Seferberlik zamanında İstanbul’un hâlini, sosyal hayatını, özellikle kıtlığı oldukça realist bir şekilde çizer yazar. Bir taraftan da savaş karşıtlığını satır aralarında ve diyaloglarda okura aktarır. Denebilir ki, Kemal Tahir’in en fazla ‘Savaşa Hayır’ savunusu yaptığı roman Bir Mülkiyet Kalesi’dir. İnsanların aç kalmasını, ekmek yerine süpürge tohumu yemesini, açlığın her yeri sardığı İstanbul’da bir şeriat devleti olan Osmanlı’nın durumunu kişiler üzerinden ve savaş karşıtı bir duruşla işler yazar:
“Açlık ayıp, utanma bırakmadı, namus falan hep karnı tok adamlara mahsustu. Babası, ağabeyi, kocası cephede olan genç kadın ve kızlar birdenbire sokaklara döküldü. İlk gidenlere erkekler, ‘Zavallı taze!’ diyerek sözde merhamet ettiler, mendillerini koca karı kalabalığının üzerinden alıp ekmeği evvela verdiler. Bu hal, tereddütte olanları da nihayet yola getirdi.
İlk çimdikleri yadırgayanlar sonra sonra bunların azlığı veya çokluğuyla eğlenmeye, bıyık buranlara önce zoraki, sonra alışık alışık gülümsemeye başladılar. Bütün bunların neticesi nihayet Kalubelâ’dan beri vardığı yeri buldu. Boynu eğri imam, yeşil sarıklı mezin, Laz fırıncı, tıknefes polis, mütekait binbaşı, gece bastırınca, birer mendille güzel kadınların evlerine girmeyi âdet ettiler. Mahallelerde baskın yapacak delikanlı kalmamıştı. İnsanlar o kadar açtılar ki, namustan bahsetmek gülünç ve usandırıcı bir şey oluyordu.”
İstiklâl Harbi veya Mütareke Dönemi deyince aklıma artık ilk olarak Kemal Tahir geliyor. Özellikle İstanbul’un işgalini romanlarına çok başarılı bir şekilde konu eder Tahir. İnsanların işgali nasıl kanıksadığı, Bolşevizm, sosyal hayat, azınlıklar gibi her zaman bu milleti ve ülkeyi ilgilendiren, birbiriyle alakalı veya alakasız konuları roman içinde gerek diyaloglarla gerek paragraflarla çok iyi anlatır. Aynı zamanda spesifik tarih olayları da Kemal Tahir’in kahramanlarınca masaya yatırılır. Mustafa Suphi vakası veya Halide Edip’in meşhur Sultanahmet mitingi gibi. Benim ilgimi çeken, millet-i sadıka olarak addedilen Ermenilerin durumu oldu. Şöyle işler yazar konuyu:
“… Bilhassa tren günleri herkeste bir telaş vardı. Hele tehcirden nasılsa kurtulup birer köşeye sinmiş olan Ermeniler birdenbire meydana çıkmışlardı. Türkler hem harp kaybettiklerinden hem de komşuların şehitlerini düşündüklerinden askerden gelenleri o kadar şatafatlı karşılamıyorlardı. Fakat Ermenilerde bilakis harp kazanmış gibi bir hal vardı: her asker şehre bir muzaffer kahraman gibi giriyordu. Geceleri meşaleler yakan kadınlar, çığrışarak mahalleleri dolaşıyorlar, senelerdir konuşmamaya dikkat ettikleri lisanlarını inatlarına yüksek sesle haykırıyorlardı.
Zabitlerin yanında, yolu tek başlarına çıkartamayacaklarından korkarak kalmış tek tük emirberler, artık testilerini alıp çeşme başlarına gidemez olmuşlardı. Askerden dönen Ermeniler, nerde bir üniforma görseler, şimdilik lisanen hakaret bırakmayıp yapıyorlardı.”
Kitapta oldukça fazla detay ve fikir var. Özellikle son bölümde Mustafa Kemal Paşa’yı da karakterlerden biri haline getiren yazar saltanatın kaldırılmasını uzun uzun işlerken, Anadolu’da uzun savaş yılları geçiren Mahir Efendi’nin ailesine dönüşüyle, asıl kahramanı da ihmal etmez. Şu eleştirimi belirtmeden geçmek istemiyorum: Yazar Mahir Efendi’yi zaman zaman olayların içine katamamış. Bazen, kitap Mahir Efendi’den kopmuş giderken Mahir Efendi sanki kitaba yetişmeye çalışıyormuş gibi bir hal içine giriyor diyaloglarıyla. Kitaba bazen eğreti kalmış. Bunu hep görmüyoruz. Hatta çok az görüyoruz. Evet, diğer olayları da ilgi çekici işlemiş yazar ancak bu Mahir Efendi üzerinden ilerleyen bir romansa bu duruma biraz daha dikkat edilebilirdi.
Romanın başından sonuna kadar konuya sadık kalan Tahir, karakterlerden bazılarını kitabın başında kullanıp bırakmış bazılarını ise sonradan olaya dahil etmiş. Bütün yönleriyle en geniş ele alınan karakter Mahir Efendi olsa da diğer karakterlerini de romana katacak biçimde işlemeyi başarmış yazar. Sadece Mahir Efendi’nin küçük oğlu Cemal romanda çok az yer alır. Bunun sebebi romanda açıklanmamış ama kız çocuk beklerken erkek çocuk sahibi olan Mahir Efendi için bunun şokunu bütün hayatı boyunca yaşamış diyebilir miyiz?
“… Hele ikinci çocuğuna -Mahir Efendi daha şimdiden bunun kız olacağına emindi, adını bile koymuştu- Ayşe’ye gebe kaldıktan sonra büsbütün korkak olmuştu. 1917 senesi ağustosunda Ayşe değil, maalesef Cemal doğdu.”
Kitapta mekânın hikâye üzerinde etkisi çok fazla değil. Örneğin Yorgun Savaşçı’da mekân çok fazla öndeydi ancak Tahir’in bu romanında mekândan ziyade kişi ve olaylar daha ön planda diyebiliriz.
Bu roman tamamlanmamış veya son hâli verilmemiş bir roman olabilir. Buna bir kanıt da gereksiz uzatılan bölümlerin olması. Özellikle ‘Anadolu’ bölümünde gereksiz uzatılmış yerler mevcut. Bunu, konuyu detaylı işlemekten ayırt etmek lazım. Bazı okurlar bundan sıkılabilir ama başta da dediğim gibi ben çok keyif aldım.
Önemli bir romandır Bir Mülkiyet Kalesi. Kemal Tahir’in kült eserleri arasında yer almıyor olması önemini azaltmaz. Kitapta çok şey işlenmiş ve okuması da kolay. Hatta Kemal Tahir’in dil ve anlatım açısından en rahat okunan kitabı diyebilirim. Osmanlı’nın son dönemlerine tanıklık etmek isteyenler için ideal bir eser. Birçok yönüyle…
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
30 Kasım 2018 Cuma
Rasyonalizmin beş atlısı
Bir süre önce raflara göz atmak için girdiğim kitapçıda gördüğüm bir kitabın ismi tanıdık geldi. Dört Adalı. Merakla elime alıp göz gezdirdiğim kitabın içeriğinde önemli bir değişik yapılmış. Önceki baskılarında dört filozof bulunan eserin bu baskısına beşinci bir filozof eklenmiş. İngiltere’de birbirine yakın tarihlerde yaşamış bu dört filozof sırasıyla Thomas Hobbes (1588-1679), John Locke (1632-1704), George Berkeley (1685-1753) ve David Hume’dur (1711-1776). Eklenen beşinci filozof René Descartes (1596-1650) diğer dört filozoftan önce ve İngiltere dışındandır. Buradan hareketle yeni baskı Dört Adalı Bir Kıtalı olarak isimlendirilmiş. Öteki Yayınları tarafından neşredilen yüz altmış sayfalık eser Solmaz Zelyüt imzasını taşıyor.
Dört adalı filozof da akılcı ve bireycidir; bireyi her şeyin önünde tutmaktadırlar. Onlara göre insan problemlerini akıl ile çözebilir. Takıldıkları en önemli nokta soyut olanın, tözün, özellikle de din ve Tanrı konularının akıl ile nasıl anlaşılabileceğidir. Aralarında bunun mümkün olduğunu söyleyen de mümkün olamayacağını söyleyen de vardır. Tanrı’nın varlığına pek ihtimal vermeyen Hobbes ve varlığının kanıtlanabileceğini düşünen Locke bu konuda biraz daha çekimser durmaktadır. Bir din adamı olan Berkeley din ve Tanrı’nın kesinlikle akıl ile anlaşılabileceğini söylerken katı empirist (deneyci) olan Hume bunun kesinlikle imkânsız olduğunu iddia eder. Onlardan önce yaşamış olan Descartes akılcı olmakla birlikte dini konulara saygılı bir şüpheciliği benimsemiştir.
İngiltereli dört filozofun bilgi (felsefesi), varlık, töz, ahlak, Tanrı (inancı), doğa, yasa, siyaset, devlet, özgürlük ve mülkiyet gibi konularda görüşlerine yer veriliyor. Bu kadar ağır konuların ders kitabı gibi anlatılmamış olması okumayı keyifli hale getirmiş. Oldukça toparlayıcı ve net olarak ele alınmış görüşler, felsefi konulara ilgi duymayanlar için zorluk teşkil edebilir fakat az da olsa felsefeye aşina olanlar kitaptan hoşnut kalacaktır. Dört adalı filozof İngiltere'de yaşamış olmaları ve felsefelerinin benzeşmesinin yanı sıra René Descartes’tan da etkilenmiş olmaları ortak yönlerinden bir diğeridir. Solmaz Zelyüt bu ayrıntıyı adalı olmamasına karşın Descartes’ı kitabın yeni baskısına eklemesinin nedeni olarak belirtiyor ve kronolojik sıralamaya göre Descartes’ı en başa alması gerektiğini fakat kitabın ilk hâlini bozmamak adına sona eklediğini söylüyor.
Modern düşüncenin köşe taşları diyebileceğimiz bu düşünürler bir anlamda liberalizmin temellerini atmış, insanı ve bireyi önceleyen görüşlerinde akla önem vererek özgürlük ve mülkiyeti (klasik) liberal çizgide tanımlamışlardır. Sonraki düşünür, filozof ve siyasetçiler bu temellerin üzerine inşa ederek günümüz liberal düşüncenin ve dolayısıyla kapitalizmin acımasız duvarlarını örmüşlerdir. Aralarındaki düşünce ayrılığı detaylarda gizlidir ama dikkatle bakıldığında önemli detaylardır bunlar. Bunların en önemlisi aklın önderliğindeki bireyci bilgi felsefesidir kuşkusuz. Ortaya çıkan ‘nereye kadar akıl ve birey’ sorusu bugün hâlâ net olarak cevaplanmış değil.
Thomas Hobbes’un, yeniçağın materyalizminin, kritisizminin ve pozitivizminin habercisi olduğuna değinen Solmaz Zelyüt, Hobbes’un düşüncesinin ontolojik, etimolojik ve psikolojik yanlarının bunun nedeni olduğunu belirtiyor. Daha net bir söyleyişle, Aydınlanma’nın omurgasını oluşturan düşünce onun felsefesiyle birebir örtüşüyor. Hobbes felsefesinin en belirgin özelliğinin korku-güven ilişkisine bağlayan Zelyüt, bunun sebebini, onun yaşadığı dönemde İngiltere’nin içinde oluğu siyasi ve toplumsal karışıklıklar olabileceğini belirtiyor. Bu dönemde Hobbes felsefi görüşleri yüzünden iki defa İngiltere’den ayrılmak zorunda kalmıştır. “Felsefe doğru bir şekilde akıl yürüterek, sonuçlardan nedenlerin ve nedenlerden sonuçların çıkarsanmasıdır” diyen Hobbes’a göre felsefe doğa bilimleriyle özdeştir ve bu matematik gibi bir hesaplama işidir. Felsefenin bir ölçütü de hareket edebilirliktir. Zira var olabilen hareket edebilir. Hareket edebilenin maddi ve cisimsel boyutu bulunmaktadır. Dolayısıyla maddi ve cisimsel olmayan şeyler felsefenin konusuna girmez. Maddi ve cisimsel olan şeyler birleştirilebilir, ayrıştırılabilir ve hesaplanabilir. Bu yüzden örneğin Tanrı felsefenin konusu değildir. Hobbes’a göre töz var olan demek olduğundan maddi/cisimsel olana aittir. Maddi olmayan töz bir oksimorondur, kendisiyle çelişir. O, Aristo fiziğinin teolojik/ereksel mantığını ortadan kaldırarak Galileo fiziğindeki nedensellik mantığını kabul eder. Her şeyin bir nedeni vardır der ve nedenleri zamansal öncelik, sonralık durumuna indirger. Katı determinizmi kabul eden Hobbes’un mantığına göre insan iradesinin önemi kalmamaktadır.
Hobbes’ta bilgi felsefesi empirist, nominalist, materyalist ve biraz da sensualist özellikler taşır. Duyular bilgi edinmede ilk hareket noktasıdır. Bu sensualist bir giriştir. Duyumun nedeni dışsal cisim veya nesnedir diyerek materyalizme geçer. Hobbes’a göre iki tür bilgi vardır. Bunların ilki, dış dünyadan duyular yoluyla elde edilen empirik, deneysel bilgi olan ‘olgu’ bilgisidir. İkincisi ise empirik, deneysel olarak elde edilen olgu bilgisinin zihinde işlenmesi sonucu elde edilen ‘yargı’ bilgisidir. Nominalist olarak ele alınabilecek görüşünde Hobbes, “insanın nesnelere verdiği adlarla oluşturduğu hakikatten başka bir şey yoktur” der. Bu bakış açısına göre yanlışlıklar adların yanlış kullanımından ya da doğru anlaşılmamasından kaynaklanır. Hobbes’un politika felsefesi analitik-sentetik, ayırma-birleştirme yöntemidir. İnsanda iki ilkel duyum vardır; duygular ve tutkular ile arzu ve nefret bu iki temel duyumdan türer. İnsanın yaşama arzusu ve ölüm korkusu da buradan ortaya çıkar. Ona göre insan toplumsal bir varlık değildir, bencildir ve her zaman haz peşinde koşar. Hayatta kalmak için zarar vermek de dâhil her şeyi göze alır. Zaten bu insanın doğasında vardır. Diğer taraftan insanın tüm bu özellikleri devlet mekanizmasının kurulmasının da nedenidir. Çünkü güven içinde yaşama arzusu ve ölüm korkusu insanı buna iter. Dolayısıyla insanı savaştıran etkenler aynı zamanda insanı barışa götüren etkenlerdir de. Ama aynı zamanda bu mantıkla insanın savaşması ve öldürmesi doğallaşmakta hatta meşrulaşmaktadır. Yaygın olarak bilinen Hobbes’un, “insan, insanın kurdudur” sözü bu mantığı anlatmak için birebirdir. Ünlü Leviathan eserini bu mantık üzerine inşa eder Hobbes ve der ki, “bizi birbirimize bırakırsak hemen gırtlak gırtlağa geliriz.” Bunu engellemenin yolu olarak da insanı bir gücün/erkin kontrolü altına vermek olarak açıklar. Devlet bu mekanizmadır. Özgürlük ve ekonomik faaliyet konularında insanın serbest bırakılması gerektiğini söyleyen Hobbes, birçok düşünür tarafından ekonomik liberalizmin kurucu ismi sayılmaktadır.
John Locke, empirisittir ve ona göre bilgimizin alanı deneyimlerimizle sınırlıdır. Doğru yöntem kullanılırsa aklın çözemeyeceği hiç bir problem yoktur. Locke, “zihinsel güçlerimizi üzerine araştırmaya gitmemek bizi dogmatizme ya da skeptizme götürür” der. O, idelerin, orijinin deneyimi olduğunu düşünür. Deneyim ise duyum ve düşünüm olarak ikiye ayrılır. Duyum, deneyim yoluyla elde edilen bilgidir. Düşünüm ise duyumların zihindeki faaliyetleri sonucunda elde edilen bilgidir. İlk başta zihin ‘tabula rasa’ yani boş levhadır ve deneyim yoluyla kazanılan duyum ve düşünüm üzerinden elde edilen bilgiler bu levha üzerine yazılır. Mülkiyet konusuna özel bir alan açan Lock, ilk mülkiyet teorisyeni olarak kabul edilir. Zenginlik, mal ve özgürlük olarak tanımladığı mülkiyeti emekle ilişkilendirerek bireycilik ve aklı ön planda tutar. Aklın kaynağını ise ilahi olarak tanımlar. Ona göre vahiy bir bilgi kaynağıdır. Devlet mekanizmasını Hobbes’un “herkes herkesle savaşır” düşüncesinin aksine insanların “aklı kullanarak bir arada yaşamasıdır” diye açıklar. Locke’un liberal ve muhafazakâr görüşlerinin izlerini ve etkilerini özellikle Amerikan Anayasası’nda görmek mümkündür. Locke’a göre liberalizm insanlığın gelişim aşamalarından biri olarak ele alınabilir.
George Berkeley bir teolog filozoftur. Maddenin varlığını inkâra kalkışmakla itham edilmiştir oysa o diğer düşünürlerin -özellikle Locke’un- düşüncelerinin ne anlama geleceğini açıklamaya çalışmaktadır. “Var olmayı dışımızdaki şeylerin algılanmasına/duyumsanmasına indirgersek algılamadığımız/duyumsamadığımız şey yoktur anlamına gelir” demektedir. Berkeley bu çıkışıyla aslında bilgiyi maddeye indirgeyen empirist anlayışı eleştirmektedir ve bu maddeci anlayışın getirisi olan “Tanrı’yı inkâr etmeden bilim yapmanın bir yolu yok mudur” diye sorar. Filozofların maddi töz veya cisimsel töz dedikleri şeyi yadsıdığını söyleyen Berkeley, bu şekil hareket etmenin insanlığa zarar vermeyeceğini söyler. Fizikçileri eleştiren Berkeley, fizikçilerin fiziksel karşılığı olmayan metafizik kavramları fiziğe dâhil ederek bilimi kararttıklarını ileri sürer. Onu rahatsız eden şey, fiziksel olmayan soyut şeylerin sanki doğada bulunan maddi bir töze veya fiziksel bir gerçekliğe tekabül ediyormuş gibi kullanılmasıdır. Tanrı'yı ve varoluşu, deneyim, duyum ve düşünüm yoluyla açıklamaya çalışmıştır. Dışsal şeylerin biz onları algılamadığımızda nasıl var olduklarını kısaca şöyle açıklar: “Duyumsanmayan şeyler zihinde yadsındığında, yadsımadan bağımsız deneyimlenerek bulunabilmektedir. Bu durumda insanın algılamasının zaman aralıklarında o şeyin orada var olmasını sağlayan bir zihin bulunması gerekir. Bu zihin varoluşun nedeni olan Tanrı’dır. Şeyler algılanmadığında o şeylerin devam eden sürekli varlığı veya varolmaklığı Tanrı’nın onları sürekli algılamasıyla açıklanır”. Berkeley, “hayali ideler sonlu zihin tarafından üretilirken, algılanan ideler sonsuz Zihin tarafından oluşturulur; bu idelerin bizdeki varlığının nedeni, bu Zihin’dir” demektedir.
David Hume, Hobbes, Locke ve Berkeley’in empirik öğelerini benimserken bu filozofların düşüncelerindeki can çekişen metafizik öğeleri reddeder. Empirizmin en katı ve açık yorumunu verir. Hume ilk başta akla aşırı güven duymakta ve doğa yasalarının akılla anlaşılabileceğine inanmaktadır. Daha sonra insan düşüncesinin sınırlarının kısıtlılığını fark eden Hume skeptisizmi benimsemiştir. O, “eğer tüm idelerimiz deneyimlerimizden gelir öncülünü ciddiye alırsak bu ideler açıklamasının bizi mecbur ettiği şekilde bilgiye ilişkin sınırları kabul etmek zorunda kalırız” demiştir. Ona göre hiçbir şey insan düşüncesinden daha sınırsız değildir fakat insanın düşüncesinin ölçütünü belirleyen insan zihni çok sınırlıdır. İzlenimler ve ideler zihnin içeriğini oluşturur ve ideler izlenimlerin kopyasından ibarettir. Aralarındaki fark ise canlılık farkıdır. Şöyle ki, üzüldüğümüz ya da sevindiğimizde izlenimlerimiz faaldir. Bu izlenimleri düşündüğümüzde ya da akıl yürüttüğümüzde ise ideler faal hale gelirler ve hatırlamamızı sağlarlar. Acıyı hissetmek izlenim, duyumun hatırası idedir. Hume’un, idelerimiz izlenimlerimizin kopyasıdır ilkesinden hareket edersek bildiklerimizin tamamı izlenimlerimizdir mantığını kabul etmiş oluruz. Bu içsel bir durumdur ve dışsal olanı nasıl açıklayabiliriz? Hume bu soruyu sebat ve tutarlılık kavramlarıyla açıklamaya çalışmış ve izlenimlerimiz sayesinde şeyler hakkında sebat ve tutarlılık sahibi olduklarını kavrarız şeklinde cevaplamıştır soruyu. Self, töz ve Tanrı düşüncelerini kendi yöntemine tabi tutan Hume, her üç kavram için de var olmayacağı sonucuna ulaşır.
Solmaz Zelyüt, önceki baskılarda bulunmayan beşinci bölümde düşünmenin basitliğinin ve herkes tarafından yapılabilirliğinin insanı cezbettiğini söylüyor. Bunun ayrıca iyileştirici bir etkisi vardır. Felsefenin tarih boyunca belirli bir gidişatı vardır lakin rasyonalizmin ortaya çıkışı ile bu gidişat farklı bir boyut kazanmıştır. Bu değişimin kurucu düşünürü René Descartes’tir. Dolayısıyla Descartes, Rönesans sonrasından günümüze kadar gelen akılcı (modern) felsefenin başlatıcısıdır denilebilir. Solmaz Zelyüt, Descartes’ı anlatırken öncesine de değinerek akılcılığın oluşmasına olanak sağlayan filozofları ve düşünceleri de hatırlatıyor. Bilimin çözüm için yegane uğraşı olduğunu düşünen hatırı sayılır bir grup vardır. Temel kanı, akılcılık ile bütünleştirilmiş fiziki dünya görüşünün geleceğin belirleyicisi olduğu yönündedir. Şüpheciliğin revaçta olduğu bir dönemdir ve Descartes’ın da içinde olduğu düşünsel akım doğanın işleyişinin mekanik olarak açıklanabileceğini savunmaktadır. Dolayısıyla canlılığın determinist bir yapısı vardır. Descartes bu açılımla modern felsefenin temelini attığı ‘Kartezyen Felsefesi’ni geliştirmiştir. “Felsefeyi metafiziğe kök salmış bir ağaca benzeten” Descartes’a göre “gövdeyi fizik, dalları da mekanik, tıp ve ahlâk” oluşturmaktadır. Onun bir başka özelliği de din, ahlâk ve politika üzerine akılcı bakış açısının başlamasına ön ayak oluşudur. Solmaz Zelyüt, Descartes’ın felsefe, din, ahlâk, bilim gibi başlıkların yanı sıra bilinç, metot, entelektüel kesinlik, ‘cogito’, zihin ve beden ilişkisi gibi konulardaki düşüncelerine değiniyor. Descartes kendinden sonra galen rasyonalist düşünürlerin önünü açarak büyük bir iş yapmıştır.
Dönemsel bir felsefe kitabı olan Dört Adalı Bir Kıtalı’da rasyonalist modern düşüncenin doğuşunda yer almış beş önemli filozofun felsefi görüşlerini anlatılıyor. Yazar aktardığı felsefi konulara filozofların hayat öykülerini yedirmiş. Bu durum okumayı hem kolaylaştırmış hem de keyifli hâle getirmiş diyebilirim. Ayrıca yeni baskıya Descartes’ın eklenmesi eseri çok daha zenginleştirmiş. Dört Adalı Bir Kıtalı günümüz dünyasını şekillendiren Kartezyen Felsefesi ve bir ideolojiye dönen akılcılığı anlamak adına oldukça faydalı bir çalışma.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Dört adalı filozof da akılcı ve bireycidir; bireyi her şeyin önünde tutmaktadırlar. Onlara göre insan problemlerini akıl ile çözebilir. Takıldıkları en önemli nokta soyut olanın, tözün, özellikle de din ve Tanrı konularının akıl ile nasıl anlaşılabileceğidir. Aralarında bunun mümkün olduğunu söyleyen de mümkün olamayacağını söyleyen de vardır. Tanrı’nın varlığına pek ihtimal vermeyen Hobbes ve varlığının kanıtlanabileceğini düşünen Locke bu konuda biraz daha çekimser durmaktadır. Bir din adamı olan Berkeley din ve Tanrı’nın kesinlikle akıl ile anlaşılabileceğini söylerken katı empirist (deneyci) olan Hume bunun kesinlikle imkânsız olduğunu iddia eder. Onlardan önce yaşamış olan Descartes akılcı olmakla birlikte dini konulara saygılı bir şüpheciliği benimsemiştir.
İngiltereli dört filozofun bilgi (felsefesi), varlık, töz, ahlak, Tanrı (inancı), doğa, yasa, siyaset, devlet, özgürlük ve mülkiyet gibi konularda görüşlerine yer veriliyor. Bu kadar ağır konuların ders kitabı gibi anlatılmamış olması okumayı keyifli hale getirmiş. Oldukça toparlayıcı ve net olarak ele alınmış görüşler, felsefi konulara ilgi duymayanlar için zorluk teşkil edebilir fakat az da olsa felsefeye aşina olanlar kitaptan hoşnut kalacaktır. Dört adalı filozof İngiltere'de yaşamış olmaları ve felsefelerinin benzeşmesinin yanı sıra René Descartes’tan da etkilenmiş olmaları ortak yönlerinden bir diğeridir. Solmaz Zelyüt bu ayrıntıyı adalı olmamasına karşın Descartes’ı kitabın yeni baskısına eklemesinin nedeni olarak belirtiyor ve kronolojik sıralamaya göre Descartes’ı en başa alması gerektiğini fakat kitabın ilk hâlini bozmamak adına sona eklediğini söylüyor.
Modern düşüncenin köşe taşları diyebileceğimiz bu düşünürler bir anlamda liberalizmin temellerini atmış, insanı ve bireyi önceleyen görüşlerinde akla önem vererek özgürlük ve mülkiyeti (klasik) liberal çizgide tanımlamışlardır. Sonraki düşünür, filozof ve siyasetçiler bu temellerin üzerine inşa ederek günümüz liberal düşüncenin ve dolayısıyla kapitalizmin acımasız duvarlarını örmüşlerdir. Aralarındaki düşünce ayrılığı detaylarda gizlidir ama dikkatle bakıldığında önemli detaylardır bunlar. Bunların en önemlisi aklın önderliğindeki bireyci bilgi felsefesidir kuşkusuz. Ortaya çıkan ‘nereye kadar akıl ve birey’ sorusu bugün hâlâ net olarak cevaplanmış değil.
Thomas Hobbes’un, yeniçağın materyalizminin, kritisizminin ve pozitivizminin habercisi olduğuna değinen Solmaz Zelyüt, Hobbes’un düşüncesinin ontolojik, etimolojik ve psikolojik yanlarının bunun nedeni olduğunu belirtiyor. Daha net bir söyleyişle, Aydınlanma’nın omurgasını oluşturan düşünce onun felsefesiyle birebir örtüşüyor. Hobbes felsefesinin en belirgin özelliğinin korku-güven ilişkisine bağlayan Zelyüt, bunun sebebini, onun yaşadığı dönemde İngiltere’nin içinde oluğu siyasi ve toplumsal karışıklıklar olabileceğini belirtiyor. Bu dönemde Hobbes felsefi görüşleri yüzünden iki defa İngiltere’den ayrılmak zorunda kalmıştır. “Felsefe doğru bir şekilde akıl yürüterek, sonuçlardan nedenlerin ve nedenlerden sonuçların çıkarsanmasıdır” diyen Hobbes’a göre felsefe doğa bilimleriyle özdeştir ve bu matematik gibi bir hesaplama işidir. Felsefenin bir ölçütü de hareket edebilirliktir. Zira var olabilen hareket edebilir. Hareket edebilenin maddi ve cisimsel boyutu bulunmaktadır. Dolayısıyla maddi ve cisimsel olmayan şeyler felsefenin konusuna girmez. Maddi ve cisimsel olan şeyler birleştirilebilir, ayrıştırılabilir ve hesaplanabilir. Bu yüzden örneğin Tanrı felsefenin konusu değildir. Hobbes’a göre töz var olan demek olduğundan maddi/cisimsel olana aittir. Maddi olmayan töz bir oksimorondur, kendisiyle çelişir. O, Aristo fiziğinin teolojik/ereksel mantığını ortadan kaldırarak Galileo fiziğindeki nedensellik mantığını kabul eder. Her şeyin bir nedeni vardır der ve nedenleri zamansal öncelik, sonralık durumuna indirger. Katı determinizmi kabul eden Hobbes’un mantığına göre insan iradesinin önemi kalmamaktadır.
Hobbes’ta bilgi felsefesi empirist, nominalist, materyalist ve biraz da sensualist özellikler taşır. Duyular bilgi edinmede ilk hareket noktasıdır. Bu sensualist bir giriştir. Duyumun nedeni dışsal cisim veya nesnedir diyerek materyalizme geçer. Hobbes’a göre iki tür bilgi vardır. Bunların ilki, dış dünyadan duyular yoluyla elde edilen empirik, deneysel bilgi olan ‘olgu’ bilgisidir. İkincisi ise empirik, deneysel olarak elde edilen olgu bilgisinin zihinde işlenmesi sonucu elde edilen ‘yargı’ bilgisidir. Nominalist olarak ele alınabilecek görüşünde Hobbes, “insanın nesnelere verdiği adlarla oluşturduğu hakikatten başka bir şey yoktur” der. Bu bakış açısına göre yanlışlıklar adların yanlış kullanımından ya da doğru anlaşılmamasından kaynaklanır. Hobbes’un politika felsefesi analitik-sentetik, ayırma-birleştirme yöntemidir. İnsanda iki ilkel duyum vardır; duygular ve tutkular ile arzu ve nefret bu iki temel duyumdan türer. İnsanın yaşama arzusu ve ölüm korkusu da buradan ortaya çıkar. Ona göre insan toplumsal bir varlık değildir, bencildir ve her zaman haz peşinde koşar. Hayatta kalmak için zarar vermek de dâhil her şeyi göze alır. Zaten bu insanın doğasında vardır. Diğer taraftan insanın tüm bu özellikleri devlet mekanizmasının kurulmasının da nedenidir. Çünkü güven içinde yaşama arzusu ve ölüm korkusu insanı buna iter. Dolayısıyla insanı savaştıran etkenler aynı zamanda insanı barışa götüren etkenlerdir de. Ama aynı zamanda bu mantıkla insanın savaşması ve öldürmesi doğallaşmakta hatta meşrulaşmaktadır. Yaygın olarak bilinen Hobbes’un, “insan, insanın kurdudur” sözü bu mantığı anlatmak için birebirdir. Ünlü Leviathan eserini bu mantık üzerine inşa eder Hobbes ve der ki, “bizi birbirimize bırakırsak hemen gırtlak gırtlağa geliriz.” Bunu engellemenin yolu olarak da insanı bir gücün/erkin kontrolü altına vermek olarak açıklar. Devlet bu mekanizmadır. Özgürlük ve ekonomik faaliyet konularında insanın serbest bırakılması gerektiğini söyleyen Hobbes, birçok düşünür tarafından ekonomik liberalizmin kurucu ismi sayılmaktadır.
John Locke, empirisittir ve ona göre bilgimizin alanı deneyimlerimizle sınırlıdır. Doğru yöntem kullanılırsa aklın çözemeyeceği hiç bir problem yoktur. Locke, “zihinsel güçlerimizi üzerine araştırmaya gitmemek bizi dogmatizme ya da skeptizme götürür” der. O, idelerin, orijinin deneyimi olduğunu düşünür. Deneyim ise duyum ve düşünüm olarak ikiye ayrılır. Duyum, deneyim yoluyla elde edilen bilgidir. Düşünüm ise duyumların zihindeki faaliyetleri sonucunda elde edilen bilgidir. İlk başta zihin ‘tabula rasa’ yani boş levhadır ve deneyim yoluyla kazanılan duyum ve düşünüm üzerinden elde edilen bilgiler bu levha üzerine yazılır. Mülkiyet konusuna özel bir alan açan Lock, ilk mülkiyet teorisyeni olarak kabul edilir. Zenginlik, mal ve özgürlük olarak tanımladığı mülkiyeti emekle ilişkilendirerek bireycilik ve aklı ön planda tutar. Aklın kaynağını ise ilahi olarak tanımlar. Ona göre vahiy bir bilgi kaynağıdır. Devlet mekanizmasını Hobbes’un “herkes herkesle savaşır” düşüncesinin aksine insanların “aklı kullanarak bir arada yaşamasıdır” diye açıklar. Locke’un liberal ve muhafazakâr görüşlerinin izlerini ve etkilerini özellikle Amerikan Anayasası’nda görmek mümkündür. Locke’a göre liberalizm insanlığın gelişim aşamalarından biri olarak ele alınabilir.
George Berkeley bir teolog filozoftur. Maddenin varlığını inkâra kalkışmakla itham edilmiştir oysa o diğer düşünürlerin -özellikle Locke’un- düşüncelerinin ne anlama geleceğini açıklamaya çalışmaktadır. “Var olmayı dışımızdaki şeylerin algılanmasına/duyumsanmasına indirgersek algılamadığımız/duyumsamadığımız şey yoktur anlamına gelir” demektedir. Berkeley bu çıkışıyla aslında bilgiyi maddeye indirgeyen empirist anlayışı eleştirmektedir ve bu maddeci anlayışın getirisi olan “Tanrı’yı inkâr etmeden bilim yapmanın bir yolu yok mudur” diye sorar. Filozofların maddi töz veya cisimsel töz dedikleri şeyi yadsıdığını söyleyen Berkeley, bu şekil hareket etmenin insanlığa zarar vermeyeceğini söyler. Fizikçileri eleştiren Berkeley, fizikçilerin fiziksel karşılığı olmayan metafizik kavramları fiziğe dâhil ederek bilimi kararttıklarını ileri sürer. Onu rahatsız eden şey, fiziksel olmayan soyut şeylerin sanki doğada bulunan maddi bir töze veya fiziksel bir gerçekliğe tekabül ediyormuş gibi kullanılmasıdır. Tanrı'yı ve varoluşu, deneyim, duyum ve düşünüm yoluyla açıklamaya çalışmıştır. Dışsal şeylerin biz onları algılamadığımızda nasıl var olduklarını kısaca şöyle açıklar: “Duyumsanmayan şeyler zihinde yadsındığında, yadsımadan bağımsız deneyimlenerek bulunabilmektedir. Bu durumda insanın algılamasının zaman aralıklarında o şeyin orada var olmasını sağlayan bir zihin bulunması gerekir. Bu zihin varoluşun nedeni olan Tanrı’dır. Şeyler algılanmadığında o şeylerin devam eden sürekli varlığı veya varolmaklığı Tanrı’nın onları sürekli algılamasıyla açıklanır”. Berkeley, “hayali ideler sonlu zihin tarafından üretilirken, algılanan ideler sonsuz Zihin tarafından oluşturulur; bu idelerin bizdeki varlığının nedeni, bu Zihin’dir” demektedir.
David Hume, Hobbes, Locke ve Berkeley’in empirik öğelerini benimserken bu filozofların düşüncelerindeki can çekişen metafizik öğeleri reddeder. Empirizmin en katı ve açık yorumunu verir. Hume ilk başta akla aşırı güven duymakta ve doğa yasalarının akılla anlaşılabileceğine inanmaktadır. Daha sonra insan düşüncesinin sınırlarının kısıtlılığını fark eden Hume skeptisizmi benimsemiştir. O, “eğer tüm idelerimiz deneyimlerimizden gelir öncülünü ciddiye alırsak bu ideler açıklamasının bizi mecbur ettiği şekilde bilgiye ilişkin sınırları kabul etmek zorunda kalırız” demiştir. Ona göre hiçbir şey insan düşüncesinden daha sınırsız değildir fakat insanın düşüncesinin ölçütünü belirleyen insan zihni çok sınırlıdır. İzlenimler ve ideler zihnin içeriğini oluşturur ve ideler izlenimlerin kopyasından ibarettir. Aralarındaki fark ise canlılık farkıdır. Şöyle ki, üzüldüğümüz ya da sevindiğimizde izlenimlerimiz faaldir. Bu izlenimleri düşündüğümüzde ya da akıl yürüttüğümüzde ise ideler faal hale gelirler ve hatırlamamızı sağlarlar. Acıyı hissetmek izlenim, duyumun hatırası idedir. Hume’un, idelerimiz izlenimlerimizin kopyasıdır ilkesinden hareket edersek bildiklerimizin tamamı izlenimlerimizdir mantığını kabul etmiş oluruz. Bu içsel bir durumdur ve dışsal olanı nasıl açıklayabiliriz? Hume bu soruyu sebat ve tutarlılık kavramlarıyla açıklamaya çalışmış ve izlenimlerimiz sayesinde şeyler hakkında sebat ve tutarlılık sahibi olduklarını kavrarız şeklinde cevaplamıştır soruyu. Self, töz ve Tanrı düşüncelerini kendi yöntemine tabi tutan Hume, her üç kavram için de var olmayacağı sonucuna ulaşır.
Solmaz Zelyüt, önceki baskılarda bulunmayan beşinci bölümde düşünmenin basitliğinin ve herkes tarafından yapılabilirliğinin insanı cezbettiğini söylüyor. Bunun ayrıca iyileştirici bir etkisi vardır. Felsefenin tarih boyunca belirli bir gidişatı vardır lakin rasyonalizmin ortaya çıkışı ile bu gidişat farklı bir boyut kazanmıştır. Bu değişimin kurucu düşünürü René Descartes’tir. Dolayısıyla Descartes, Rönesans sonrasından günümüze kadar gelen akılcı (modern) felsefenin başlatıcısıdır denilebilir. Solmaz Zelyüt, Descartes’ı anlatırken öncesine de değinerek akılcılığın oluşmasına olanak sağlayan filozofları ve düşünceleri de hatırlatıyor. Bilimin çözüm için yegane uğraşı olduğunu düşünen hatırı sayılır bir grup vardır. Temel kanı, akılcılık ile bütünleştirilmiş fiziki dünya görüşünün geleceğin belirleyicisi olduğu yönündedir. Şüpheciliğin revaçta olduğu bir dönemdir ve Descartes’ın da içinde olduğu düşünsel akım doğanın işleyişinin mekanik olarak açıklanabileceğini savunmaktadır. Dolayısıyla canlılığın determinist bir yapısı vardır. Descartes bu açılımla modern felsefenin temelini attığı ‘Kartezyen Felsefesi’ni geliştirmiştir. “Felsefeyi metafiziğe kök salmış bir ağaca benzeten” Descartes’a göre “gövdeyi fizik, dalları da mekanik, tıp ve ahlâk” oluşturmaktadır. Onun bir başka özelliği de din, ahlâk ve politika üzerine akılcı bakış açısının başlamasına ön ayak oluşudur. Solmaz Zelyüt, Descartes’ın felsefe, din, ahlâk, bilim gibi başlıkların yanı sıra bilinç, metot, entelektüel kesinlik, ‘cogito’, zihin ve beden ilişkisi gibi konulardaki düşüncelerine değiniyor. Descartes kendinden sonra galen rasyonalist düşünürlerin önünü açarak büyük bir iş yapmıştır.
Dönemsel bir felsefe kitabı olan Dört Adalı Bir Kıtalı’da rasyonalist modern düşüncenin doğuşunda yer almış beş önemli filozofun felsefi görüşlerini anlatılıyor. Yazar aktardığı felsefi konulara filozofların hayat öykülerini yedirmiş. Bu durum okumayı hem kolaylaştırmış hem de keyifli hâle getirmiş diyebilirim. Ayrıca yeni baskıya Descartes’ın eklenmesi eseri çok daha zenginleştirmiş. Dört Adalı Bir Kıtalı günümüz dünyasını şekillendiren Kartezyen Felsefesi ve bir ideolojiye dönen akılcılığı anlamak adına oldukça faydalı bir çalışma.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
29 Kasım 2018 Perşembe
Dünyada misafir olduğunu bilen kuşları tedirgin etmez
"Cevap soruya göre değil, sorana göre verilir."
- Ahmed Zerrûk el-Fâsî
Kitaplarına, şiirlerine koyduğu isimlerle düşünce dünyasını, ya da şöyle diyelim, dünyaya nereden baktığını hassaten göstermiş bir kalem Ahmet Murat. Onu bir unvanın kıyısına yanaştırmak bu anlamda güç. Çünkü yazarlığı belirli bir alana dair değil. Kimi kafayı bütünüyle romanla 'bozar' kimi de şiirle yahut başka şeylerle. Ahmet Murat, yaşadığımız zamanların 'metafizik kaybı'na işaret eden yazılar yazıyor. Gerçek Hayat'ta ve Nihayet'te gündem ne olursa olsun, o kendi gündemini koruyor. Sıkmadan, bunaltmadan, cetvel veya sopa göstermeden kendi gündemine davet ediyor.
Kuşlarla Sohbetin Şartları, işte bu anlamda bir davet kitabı. "Büyüsü bozulmuş bir dünya" diyor yaşadığımız zamanlara Ahmet Murat. Neydi bu büyü, eskiler bu büyüyü nasıl koruyup kollardı? Bağın nerede ve nasıl koptuğundan çok, yani tarihçilerin yaklaşımı olan neden-sonuç ilişkisinin getireceği polemik üslubundan kaçınarak, daha çok insan odaklı yazılardan oluşuyor kitap. İnsan odaklı denince meselenin küçüldüğü zamanlardayız. Kişisel gelişimciler kişisel algılamasın ama bu mesele pek de kişisel değil. Bu mesele biraz da babaları ve dedeleri tasavvuf bahçelerinden demet demet çiçek toplamış geniş bir iklimi ilgilendiriyor. O iklimin insanı çok. Süreceği iz belki az ama muhabbet bazen birinin peşine takılmakla da başlayabiliyor. Bir gözün nazarı, bir sözün şifası, bir şarkının daveti. Evet bu paragraf da davetle bitti.
Ahmet Murat eskilerin izini sürerken yenilerin 'zamane'liğini sorgulamaktan da sıkılmıyor. Bu sorgu ne kişilere ne de kurumlara yönelik. Yazarın okuyucuyu bir solukta kitabı bitirmeye 'mecbur' eden tarafı da bu aslında. Ortada bir gerilim var ve bu gerilim yüzünden biz ne geçmişin izini sürebiliyoruz lezzetiyle, ne de geçmişle gelecek arasındaki 'köprü insanlar'ın hâlini merak ediyoruz. Bu durumda söz, 'meleklere iman' konusundaki düşüşümüze kadar iniyor.
Tedirgin edici metinler var Kuşlarla Sohbetin Şartları'nda. Zaten şart kelimesiyle karşılaşınca tedirginlik yaşamamak pek de mümkün değil. "Ve elbette dünyanın bir gurbet olarak kabulünün yolu, dünyada tedirgin olmaktan geçer" diyor yazar. Kıyametin kopmasına ramak kala elindeki fidanla baş başa kalmış birinin tedirginliğini düşünelim önce, sonra da şu satırları okuyalım beraberce: "Sokrates'in, kendisini öldürecek olan baldıran zehri hazırlanırken flütle yeni bir ezgi öğrenmeye çalıştığı söylenir. "Ne işe yarayacak ki bu?" diye ümitsizce sorarlar. "Yeni bir ezgi öğrenmeye" der filozof."
Maç farklı bir mağlubiyetle devam ederken bile, tüm o ümitsizlikte bir futbolsever kesinlikle 90. dakikayı görmek ister. Ardından uzatmaları. Neticede netice her an değişebilir. Değişmezse de izleyeni teskin edecek bir gerilim, yorum gelebilir maç sonu demeçlerinde, programlarında. Onları da izler futbolsever. Hep bir umut. O gerilmiş yayın bir şekilde harekete geçmesi gerek. Buna kişisel gelişimciler 'enerjiyi boşaltmak' diyor galiba. Filozoflar ve ruh hekimleri için 'kendini meşgul etmek' oluyor yani. Bize öğüt verilen de elindeki fidanı her ne olacaksa olsun dikmektir. İster tufan kopsun, ister kıyamet. Nasılsa insan ziyandadır ve son dakikadan sonra bile ümit vardır.
Karşılaştırmalı bir okuma fırsatı var konular içinde. Her yandan saldıran 'mutlu ol' baskısına göğüs geremeyen, mutlu olmak için bütçesini ve çehresini yetiştiremeyen insan mutsuz olmayı ölümle bir tutuyor. Farkında olmadan kendini uyuşturmanın girdabına katılıyor. Kurguda bir hata var gibi sanki. Üstelik bu kurguyu basbayağı biz inşa ettik. Hakikatle, güzelle irtibatı kopardık. Dolayısıyla kurgu, yeni model bir arabanın test sürüşü çekimlerini hatırlatıyor. Evet kaza olacak ama sekiz hava yastığıyla kurtuluşa erebiliriz. Sahiden mi? Oysa velilerden birinin şu sözleri çok daha gerçekçi: "Sen günahını gözünde büyüttükçe o Hak katında küçülür; sen ibadetini gözünde küçülttükçe o Hak katında büyür."
Şehrimizde bulunmayan boşluklardan şeyhe duyulan ihtiyaca, matematik odaklı dinî telkinlerle gelen manevi yorgunluk hallerinden sahte sufi çeşitlerine kadar irfan yoluyla hayatın gerçekliğini ve acımasızlığını buluşturan metinler içinde çok kısa bir cümle haykırıp duruyor doğru olmayanın ne olduğunu: "Bugün her bütçeye uygun sema icrası var: Turistler için ayrı, çiğköfteci açılışı için ayrı tarifeler mevcut."
Yeterli. Bazen şuncacık bir cümle kafi. Uzatmaya, kapışmaya, sesi yükseltmeye bile gerek yok. Bu anlamda dil terazisini sıklıkla kaybeden 'yolcu'lar için 'ders içinde ders' çıkarılabilecek bir imkân aslında Kuşlarla Sohbetin Şartları. Üstelik hiç de öyle 'özün özü' haddine varmadan. Gayet sakin, gayet misafirce. Hepimizin misafir olduğunun bilinciyle. Dahası: "Arifler, "Edebin, ekmekteki un, ibadetinse ekmekteki tuz gibi olsun" demişler. İbadeti yerine getirmekle yetinmek değil, ibadeti, ondan daha yoğun ve çok olan bir edebin içinde eritmek anlamına gelir bu."
Her kitap bir arayışın neticesinde okunuyor şüphesiz. Daha doğrusu, bunu bilinçli bir şekilde yapıyor 'hakiki okuyucu'lar. Kitap almayı bir alışveriş olarak görmeden, iştahı kendine mahsus, okunuşu ve özümsenişi kendine has bir tavır bu hayata karşı. İşte bazen, kitabı okurken aradığımızı unutur gibi oluruz da son anda, son sayfalarda geliverir aradığımız karşımıza. Kuşlarla Sohbetin Şartları'nda bunu yaşadım. "el-Kahhâr" idi konu. Sebebini burada açıklayamayacağım farklı bir bakış açısına, bir yoruma, çarpıcı bir aktarıma ihtiyacım vardı. Bunca zamandır istediğimi bulamamışken, hiç beklemediğim bir anda paragrafları okurken yaşadım heyecanımı. Belki başkasını da heyecanlandırır diye düşünerek, bir kısmını da buraya almak isterim:
"el-Kahhâr" ism-i şerifi kalpte kahredici, yıkıcı, imha edici bazı etkinliklerde bulunan; kalbe, sahibini dönüştüren bilgi bırakan bir isimdir. Fiziki dünyada var olan her şeyin manevi dünyada bir tür arketipe sahip olduğunu kabul eden sufiler, dış dünyadaki düşmanların içerdeki büyük düşmanın görüntüsü ve eşi, dış dünyadaki azgın kavimlerin ya da onların aralarından çıkmış olan peygamberlerin ve kitapların iç dünyada da benzerinin olduğunu söylemeleri sebebiyle, "el-Kahhâr" ismini de çift taraflı bir balta gibi dışa ve içe doğru kullanırlar. "el-Kahhâr" zahirde ve batında eskin bir isimdir. Zahiri tahtlar ve zalimler onunla sarsılırken; kanat açmayı önleyen ön kabuller, eşya hakkındaki duygusal yargılar, iç kargaşadan beslenen bilgi gibi batıni tahtlar da onunla sarsılır ve rabbani bilgiye yer açacak temizlik yapılır."
Kuşlarla sohbet etmek, yani onları kaçırmamak, için-dışın birbirini temizlemesiyle mümkün. Geçmişle gelecek arasında, 'şimdi ve burada' yani hakiki ve faal bir köprü kurmakla mümkün. Bu mümkünlerin kıyısına yanaşmak adına güzel olan kapıları, konuları yoklamak ilk şart sanki...
Evet, dünyada misafir olduğunu bilen kuşları kaçırmaz. Tedirgin olan, tedirgin etmez belki...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Ahmed Zerrûk el-Fâsî
Kitaplarına, şiirlerine koyduğu isimlerle düşünce dünyasını, ya da şöyle diyelim, dünyaya nereden baktığını hassaten göstermiş bir kalem Ahmet Murat. Onu bir unvanın kıyısına yanaştırmak bu anlamda güç. Çünkü yazarlığı belirli bir alana dair değil. Kimi kafayı bütünüyle romanla 'bozar' kimi de şiirle yahut başka şeylerle. Ahmet Murat, yaşadığımız zamanların 'metafizik kaybı'na işaret eden yazılar yazıyor. Gerçek Hayat'ta ve Nihayet'te gündem ne olursa olsun, o kendi gündemini koruyor. Sıkmadan, bunaltmadan, cetvel veya sopa göstermeden kendi gündemine davet ediyor.
Kuşlarla Sohbetin Şartları, işte bu anlamda bir davet kitabı. "Büyüsü bozulmuş bir dünya" diyor yaşadığımız zamanlara Ahmet Murat. Neydi bu büyü, eskiler bu büyüyü nasıl koruyup kollardı? Bağın nerede ve nasıl koptuğundan çok, yani tarihçilerin yaklaşımı olan neden-sonuç ilişkisinin getireceği polemik üslubundan kaçınarak, daha çok insan odaklı yazılardan oluşuyor kitap. İnsan odaklı denince meselenin küçüldüğü zamanlardayız. Kişisel gelişimciler kişisel algılamasın ama bu mesele pek de kişisel değil. Bu mesele biraz da babaları ve dedeleri tasavvuf bahçelerinden demet demet çiçek toplamış geniş bir iklimi ilgilendiriyor. O iklimin insanı çok. Süreceği iz belki az ama muhabbet bazen birinin peşine takılmakla da başlayabiliyor. Bir gözün nazarı, bir sözün şifası, bir şarkının daveti. Evet bu paragraf da davetle bitti.
Ahmet Murat eskilerin izini sürerken yenilerin 'zamane'liğini sorgulamaktan da sıkılmıyor. Bu sorgu ne kişilere ne de kurumlara yönelik. Yazarın okuyucuyu bir solukta kitabı bitirmeye 'mecbur' eden tarafı da bu aslında. Ortada bir gerilim var ve bu gerilim yüzünden biz ne geçmişin izini sürebiliyoruz lezzetiyle, ne de geçmişle gelecek arasındaki 'köprü insanlar'ın hâlini merak ediyoruz. Bu durumda söz, 'meleklere iman' konusundaki düşüşümüze kadar iniyor.
Tedirgin edici metinler var Kuşlarla Sohbetin Şartları'nda. Zaten şart kelimesiyle karşılaşınca tedirginlik yaşamamak pek de mümkün değil. "Ve elbette dünyanın bir gurbet olarak kabulünün yolu, dünyada tedirgin olmaktan geçer" diyor yazar. Kıyametin kopmasına ramak kala elindeki fidanla baş başa kalmış birinin tedirginliğini düşünelim önce, sonra da şu satırları okuyalım beraberce: "Sokrates'in, kendisini öldürecek olan baldıran zehri hazırlanırken flütle yeni bir ezgi öğrenmeye çalıştığı söylenir. "Ne işe yarayacak ki bu?" diye ümitsizce sorarlar. "Yeni bir ezgi öğrenmeye" der filozof."
Maç farklı bir mağlubiyetle devam ederken bile, tüm o ümitsizlikte bir futbolsever kesinlikle 90. dakikayı görmek ister. Ardından uzatmaları. Neticede netice her an değişebilir. Değişmezse de izleyeni teskin edecek bir gerilim, yorum gelebilir maç sonu demeçlerinde, programlarında. Onları da izler futbolsever. Hep bir umut. O gerilmiş yayın bir şekilde harekete geçmesi gerek. Buna kişisel gelişimciler 'enerjiyi boşaltmak' diyor galiba. Filozoflar ve ruh hekimleri için 'kendini meşgul etmek' oluyor yani. Bize öğüt verilen de elindeki fidanı her ne olacaksa olsun dikmektir. İster tufan kopsun, ister kıyamet. Nasılsa insan ziyandadır ve son dakikadan sonra bile ümit vardır.
Karşılaştırmalı bir okuma fırsatı var konular içinde. Her yandan saldıran 'mutlu ol' baskısına göğüs geremeyen, mutlu olmak için bütçesini ve çehresini yetiştiremeyen insan mutsuz olmayı ölümle bir tutuyor. Farkında olmadan kendini uyuşturmanın girdabına katılıyor. Kurguda bir hata var gibi sanki. Üstelik bu kurguyu basbayağı biz inşa ettik. Hakikatle, güzelle irtibatı kopardık. Dolayısıyla kurgu, yeni model bir arabanın test sürüşü çekimlerini hatırlatıyor. Evet kaza olacak ama sekiz hava yastığıyla kurtuluşa erebiliriz. Sahiden mi? Oysa velilerden birinin şu sözleri çok daha gerçekçi: "Sen günahını gözünde büyüttükçe o Hak katında küçülür; sen ibadetini gözünde küçülttükçe o Hak katında büyür."
Şehrimizde bulunmayan boşluklardan şeyhe duyulan ihtiyaca, matematik odaklı dinî telkinlerle gelen manevi yorgunluk hallerinden sahte sufi çeşitlerine kadar irfan yoluyla hayatın gerçekliğini ve acımasızlığını buluşturan metinler içinde çok kısa bir cümle haykırıp duruyor doğru olmayanın ne olduğunu: "Bugün her bütçeye uygun sema icrası var: Turistler için ayrı, çiğköfteci açılışı için ayrı tarifeler mevcut."
Yeterli. Bazen şuncacık bir cümle kafi. Uzatmaya, kapışmaya, sesi yükseltmeye bile gerek yok. Bu anlamda dil terazisini sıklıkla kaybeden 'yolcu'lar için 'ders içinde ders' çıkarılabilecek bir imkân aslında Kuşlarla Sohbetin Şartları. Üstelik hiç de öyle 'özün özü' haddine varmadan. Gayet sakin, gayet misafirce. Hepimizin misafir olduğunun bilinciyle. Dahası: "Arifler, "Edebin, ekmekteki un, ibadetinse ekmekteki tuz gibi olsun" demişler. İbadeti yerine getirmekle yetinmek değil, ibadeti, ondan daha yoğun ve çok olan bir edebin içinde eritmek anlamına gelir bu."
Her kitap bir arayışın neticesinde okunuyor şüphesiz. Daha doğrusu, bunu bilinçli bir şekilde yapıyor 'hakiki okuyucu'lar. Kitap almayı bir alışveriş olarak görmeden, iştahı kendine mahsus, okunuşu ve özümsenişi kendine has bir tavır bu hayata karşı. İşte bazen, kitabı okurken aradığımızı unutur gibi oluruz da son anda, son sayfalarda geliverir aradığımız karşımıza. Kuşlarla Sohbetin Şartları'nda bunu yaşadım. "el-Kahhâr" idi konu. Sebebini burada açıklayamayacağım farklı bir bakış açısına, bir yoruma, çarpıcı bir aktarıma ihtiyacım vardı. Bunca zamandır istediğimi bulamamışken, hiç beklemediğim bir anda paragrafları okurken yaşadım heyecanımı. Belki başkasını da heyecanlandırır diye düşünerek, bir kısmını da buraya almak isterim:
"el-Kahhâr" ism-i şerifi kalpte kahredici, yıkıcı, imha edici bazı etkinliklerde bulunan; kalbe, sahibini dönüştüren bilgi bırakan bir isimdir. Fiziki dünyada var olan her şeyin manevi dünyada bir tür arketipe sahip olduğunu kabul eden sufiler, dış dünyadaki düşmanların içerdeki büyük düşmanın görüntüsü ve eşi, dış dünyadaki azgın kavimlerin ya da onların aralarından çıkmış olan peygamberlerin ve kitapların iç dünyada da benzerinin olduğunu söylemeleri sebebiyle, "el-Kahhâr" ismini de çift taraflı bir balta gibi dışa ve içe doğru kullanırlar. "el-Kahhâr" zahirde ve batında eskin bir isimdir. Zahiri tahtlar ve zalimler onunla sarsılırken; kanat açmayı önleyen ön kabuller, eşya hakkındaki duygusal yargılar, iç kargaşadan beslenen bilgi gibi batıni tahtlar da onunla sarsılır ve rabbani bilgiye yer açacak temizlik yapılır."
Kuşlarla sohbet etmek, yani onları kaçırmamak, için-dışın birbirini temizlemesiyle mümkün. Geçmişle gelecek arasında, 'şimdi ve burada' yani hakiki ve faal bir köprü kurmakla mümkün. Bu mümkünlerin kıyısına yanaşmak adına güzel olan kapıları, konuları yoklamak ilk şart sanki...
Evet, dünyada misafir olduğunu bilen kuşları kaçırmaz. Tedirgin olan, tedirgin etmez belki...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
28 Kasım 2018 Çarşamba
Ürkmeye ve kendinden uzaklaşmaya davet
"Ah, umut olmasa
insan en küçük şeylere dahi cesaret edebilir mi?
Şu açık çayı içebilir mi mesela?"
Düş Düşe Uğultular, geçtiğimiz günlerde İz Yayıncılık'tan çıkan bir ilk kitap. Eserin yazarı İbrahim Aslaner'i Dergah, Aşkar, Tahrir başta olmak üzere çeşitli dergilerde yayımladığı öykülerden tanıyoruz.
Eser, 'Düş Düşe' ve 'Uğultular' olmak üzere iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde Reis lakabıyla anılan Fikret Temizsöz kurgunun merkezinde yer alırken 'Uğultular' bölümünde Fikret Temizsöz'ün oğlu üzerinden kurgu devam ettirilip eser sona erdiriliyor.
Fikret, üçüncü romanını yazmaktadır, şehirde arkadaşlarıyla bir edebiyat dergisi çıkarır. Ve aynı zamanda bu derginin öykü editörlüğünü de üstlenir. Bir gün Fikret'in mail kutusuna bir öykünün düşmesiyle birlikte, okurun ilgisi kurguda yoğunlaşmaya başlar. Fikret öykü üzerinde değişiklik tavsiye ederek öykünün yazarı Şeyda'ya dönüş yapar.
Yer yer felsefi-düşünsel sorgulamalarla karşılaşıyoruz. Mesela Fikret'e "Duygular yalnızca şiirle anlatılmaz, hem anlatılan her şey basitlik kuyusuna düşmüştür artık." dedirten yazar, salt estetik kaygılarla bu eseri ortaya koymadığını göstermiş oluyor aslında.
İyi bir roman okuru, roman kişisinin melankolik-karamsar tavrı ve bu tavrın post-modern roman anlayışı içindeki yerini kolaylıkla fark edecektir. Fikret, Şeyda'ya olan saplantılı aşkı nedeniyle bohem bir hayata sürüklenir. Bu açıdan bakıldığında, Fikret'in, Yusuf Atılgan ve Oğuz Atay gibi yazarların karakterleriyle bir ruh kardeşliği içinde olduğunu söyleyebiliriz.
"Kimseler görmüyordu. Görmesin. Kimseler duymuyordu bu kıpırtıyı. Duymasın. Kimseler üzülmüyordu bu kimsesiz adama. Üzülmesin. Tek gerçek vardı. Gün akşama devriliyor, yağmur devam ediyor ve ben doya doya ıslanıyordum." (sf. 47)
Yalnızca kurguda değil dilin kullanımında da Oğuz Atay romanlarını anıştıran kadim tamlama ve kavramlara eser içinde yer veriliyor.
"Uzun etme İÇ SES dediğin az konuşur. Seni tenzil-i rütbe eyledim." (sf. 53)
Aslaner mizah unsurunu fırsat buldukça kullanarak bir bakıma okurun diri kalmasını sağlamış. İç sesin Fikret'le olan diyalogları üzerinden okuru tebessüm ettirmiştir.
Kurgunun merkezinde bir editörün, roman yazarının olması ve onun üzerinden yazma eylemini sorgulaması oldukça dikkat çekici ve çarpıcıdır.
"Biz yazarların elinden en fazla bu geliyor belki de. Bir çiçek ve yazmak. Yazmak, aklına ne gelirse yazmak ve karşıdakinin inanmasını beklemek. Dünyanın en omurgasız, cesaretsiz eylemi belki de budur. Yazmak ve medet ummak şu kahrolası harflerden." (sf. 93)
Eserin ikinci bölümü olan Uğultular'da ise olayların seyri bir başka karakterin penceresinden devam ediyor. Bu bölümde kendisinden uzun zamandır haber alınamayan baba Fikret'in, oğul Tolgay tarafından izinin sürülmesi anlatılıyor. Tolgay, Fikret ve Şeyda'nın mail aracılığıyla kurduğu ve kitaplar üzerinden sürdürdüğü ilişkiyi bilgisayardaki Word dosyası sayesinde öğrenir ve yıllardır görmediği babasını bulmak için doğduğu şehir olan Amasya'ya doğru yola koyulur. Kayıp baba Fikret, adeta gizemli bir süje haline geliyor eserin bu bölümünde.
141. sayfaya kadar bazı okurlar kuru bireyciliğin eseri esir aldığı yanılgısına düşebilir. Fakat yanıldığını bu sayfadan sonra fark edecektir.
Eser kişisi olan Fikret'ten, onun siyasi tavrına ilişkin kısa bir tarife de yer verilerek bahsedilir çünkü.
"Babama reis, diyor; teşkilattan arkadaşı büyük ihtimalle. Annemin hiç de hayırla yad etmediği şu milliyetçilerin teşkilatı işte." (sf. 141)
"Film konuşur, kitap, dergi ve gazete konuşur, bazı oyunlara gidip oyunlar anlatırdı bana ve masadaki birkaç yakın ahbabına. Şehir ona küsmüştü bir bakıma, reis davaya ihanet etmişti. Ona sorduğumuzda ortada bir davanın olmadığını söyleyip gülümserdi." (sf. 146)
Tolgay'ın, babasının izine ulaşmaya başlamasıyla aslında eser yepyeni bir çehre kazanıyor. Okurun zihnindeki soru işaretleri teker teker gideriliyor, kurgunun gizemini yazar bile isteye çözmeye başlıyor.
"... bir insanın, bir geçmişin bütün çıplaklığıyla bir diğer insana sunulması ürkütücüydü, ürkütücü ve bir o kadar da kendinden uzaklaştıran bir şeydi bu." diyor yazar ve hiç beklemediğimiz bir sonla eseri sonlandırıyor.
Nasıl bir sonla mı? Bilmem.
'Ürkmeye ve bir o kadar da kendinden uzaklaşmaya' davet ediyor yazar bizi. Kendinden uzaklaşmaya ve dolayısıyla kendine gelmeye var mısın?
Remzi Köpüklü
twitter.com/remzikopuklu
insan en küçük şeylere dahi cesaret edebilir mi?
Şu açık çayı içebilir mi mesela?"
Düş Düşe Uğultular, geçtiğimiz günlerde İz Yayıncılık'tan çıkan bir ilk kitap. Eserin yazarı İbrahim Aslaner'i Dergah, Aşkar, Tahrir başta olmak üzere çeşitli dergilerde yayımladığı öykülerden tanıyoruz.
Eser, 'Düş Düşe' ve 'Uğultular' olmak üzere iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde Reis lakabıyla anılan Fikret Temizsöz kurgunun merkezinde yer alırken 'Uğultular' bölümünde Fikret Temizsöz'ün oğlu üzerinden kurgu devam ettirilip eser sona erdiriliyor.
Fikret, üçüncü romanını yazmaktadır, şehirde arkadaşlarıyla bir edebiyat dergisi çıkarır. Ve aynı zamanda bu derginin öykü editörlüğünü de üstlenir. Bir gün Fikret'in mail kutusuna bir öykünün düşmesiyle birlikte, okurun ilgisi kurguda yoğunlaşmaya başlar. Fikret öykü üzerinde değişiklik tavsiye ederek öykünün yazarı Şeyda'ya dönüş yapar.
Yer yer felsefi-düşünsel sorgulamalarla karşılaşıyoruz. Mesela Fikret'e "Duygular yalnızca şiirle anlatılmaz, hem anlatılan her şey basitlik kuyusuna düşmüştür artık." dedirten yazar, salt estetik kaygılarla bu eseri ortaya koymadığını göstermiş oluyor aslında.
İyi bir roman okuru, roman kişisinin melankolik-karamsar tavrı ve bu tavrın post-modern roman anlayışı içindeki yerini kolaylıkla fark edecektir. Fikret, Şeyda'ya olan saplantılı aşkı nedeniyle bohem bir hayata sürüklenir. Bu açıdan bakıldığında, Fikret'in, Yusuf Atılgan ve Oğuz Atay gibi yazarların karakterleriyle bir ruh kardeşliği içinde olduğunu söyleyebiliriz.
"Kimseler görmüyordu. Görmesin. Kimseler duymuyordu bu kıpırtıyı. Duymasın. Kimseler üzülmüyordu bu kimsesiz adama. Üzülmesin. Tek gerçek vardı. Gün akşama devriliyor, yağmur devam ediyor ve ben doya doya ıslanıyordum." (sf. 47)
Yalnızca kurguda değil dilin kullanımında da Oğuz Atay romanlarını anıştıran kadim tamlama ve kavramlara eser içinde yer veriliyor.
"Uzun etme İÇ SES dediğin az konuşur. Seni tenzil-i rütbe eyledim." (sf. 53)
Aslaner mizah unsurunu fırsat buldukça kullanarak bir bakıma okurun diri kalmasını sağlamış. İç sesin Fikret'le olan diyalogları üzerinden okuru tebessüm ettirmiştir.
Kurgunun merkezinde bir editörün, roman yazarının olması ve onun üzerinden yazma eylemini sorgulaması oldukça dikkat çekici ve çarpıcıdır.
"Biz yazarların elinden en fazla bu geliyor belki de. Bir çiçek ve yazmak. Yazmak, aklına ne gelirse yazmak ve karşıdakinin inanmasını beklemek. Dünyanın en omurgasız, cesaretsiz eylemi belki de budur. Yazmak ve medet ummak şu kahrolası harflerden." (sf. 93)
Eserin ikinci bölümü olan Uğultular'da ise olayların seyri bir başka karakterin penceresinden devam ediyor. Bu bölümde kendisinden uzun zamandır haber alınamayan baba Fikret'in, oğul Tolgay tarafından izinin sürülmesi anlatılıyor. Tolgay, Fikret ve Şeyda'nın mail aracılığıyla kurduğu ve kitaplar üzerinden sürdürdüğü ilişkiyi bilgisayardaki Word dosyası sayesinde öğrenir ve yıllardır görmediği babasını bulmak için doğduğu şehir olan Amasya'ya doğru yola koyulur. Kayıp baba Fikret, adeta gizemli bir süje haline geliyor eserin bu bölümünde.
141. sayfaya kadar bazı okurlar kuru bireyciliğin eseri esir aldığı yanılgısına düşebilir. Fakat yanıldığını bu sayfadan sonra fark edecektir.
Eser kişisi olan Fikret'ten, onun siyasi tavrına ilişkin kısa bir tarife de yer verilerek bahsedilir çünkü.
"Babama reis, diyor; teşkilattan arkadaşı büyük ihtimalle. Annemin hiç de hayırla yad etmediği şu milliyetçilerin teşkilatı işte." (sf. 141)
"Film konuşur, kitap, dergi ve gazete konuşur, bazı oyunlara gidip oyunlar anlatırdı bana ve masadaki birkaç yakın ahbabına. Şehir ona küsmüştü bir bakıma, reis davaya ihanet etmişti. Ona sorduğumuzda ortada bir davanın olmadığını söyleyip gülümserdi." (sf. 146)
Tolgay'ın, babasının izine ulaşmaya başlamasıyla aslında eser yepyeni bir çehre kazanıyor. Okurun zihnindeki soru işaretleri teker teker gideriliyor, kurgunun gizemini yazar bile isteye çözmeye başlıyor.
"... bir insanın, bir geçmişin bütün çıplaklığıyla bir diğer insana sunulması ürkütücüydü, ürkütücü ve bir o kadar da kendinden uzaklaştıran bir şeydi bu." diyor yazar ve hiç beklemediğimiz bir sonla eseri sonlandırıyor.
Nasıl bir sonla mı? Bilmem.
'Ürkmeye ve bir o kadar da kendinden uzaklaşmaya' davet ediyor yazar bizi. Kendinden uzaklaşmaya ve dolayısıyla kendine gelmeye var mısın?
Remzi Köpüklü
twitter.com/remzikopuklu
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)