Satırlar insanı aniden şaşkına çevirir. Bazı kitaplar vardır böyle, kurgudan müteşekkil bir dünyaya bakarken buluruz kendimizi. Sayfalara eğilirsin, kulağını dayarsın. İnsana, gerçeğe, hayata, nasıl yaklaşacağını fısıldar adeta. Elinde barutla ateşe doğru yürüyen birine yordam öğretir. Kılavuz gibidir. Birtakım işaretleri derinlemesine irdelemeyi öğretir mesela. “Şu an sen mi beni okuyorsun, ben mi seni?” demiş Doğan Yarıcı. “Gazetede gördüm, beni uyandıran gül dört nokta beş şiddetinde bir sarsıntı.” Birdenbire söz konusu bireye -okura- yükleniyor. Damardan yakalıyor adeta. “Neyin okuruyum ben?” sorusunu çarçabuk zihnimden geçiriyorum. Varoluşun neresinde olduğumuza dair bir afallama durumu bu. “Mangal kömürü. Bir kez bütünüyle yandıktan sonra tekrar yanmanın olasılığı.” Aynı yanlışa tekrar düşer gibi “kömür” ve “yanmak” kelimeleriyle bizi sınıyor yazar.
“Teyzemi gördüm.” diyor yazar. “Birazına tanığım, ömrünün çoğunu çarşaflar, nevresimler, yastık ve yorgan kılıfları, evlatları muntazam olsun diye harcamış.”
Birbirine benzer teyzeleri imliyor. Dilerseniz öyküsel bir dünyaya kapı aralayabiliyorsunuz. “Pencereden, seksen yıllık sağlıklı bir hayat. Çinko tavanlı, rutubetli, büyük beton binaların arasında sıkışıp kalmış. Varla yok arası. Dışarıya bakınca sürekli bir yaşam görünüyor. Ne aldatıcı! İçeriyi yaratan insan.” Fazla zorlanmıyorsunuz. Gerçek resmedilmiş. Neyi kaybettiğimizin farkındadır yazar. “Samsun ve Ordu yavaşça geçti sol yanımdan gece.” Otobüs, insan, şehir… Yetmez derseniz; bir de gece…
Tehlikeli bir cümle bizi iki şehrin arasına sıkıştırıyor. Yavaşça oluyor bu. Yolcu ne düşünüyor? Bunu asla bilemiyoruz. Belki tahmin yürütüyoruz. “Sürekli göç eden kuşlar, bugün günlerden ne? diye sormuyor.” İnsanın göçebesi, göçmen kuşlara karşı her zaman bin-sıfır önde diyor yazar aslında. “Trafik levhaları sürekli, çok azına uyumadım, hepsi doğuyu, doğruyu gösteriyordu.” Yönü doğuya bakan birinin kaygısız olacağından emin. Doğan Yarıcı öykü, deneme, şiirden sonra sıra dışı bir roman ile karşımızda yky’den çıkan kitabıyla hacimli bir çalışmaya imza atmış. Modern mesneviyi anımsatıyor aslında. “Bir çift gördüm, tekti.” O kadar uyumlu ki bu çift, “beraber” açılıyor okura. “Bazı sorular, vitrinlerde. Biz bütün bu kitapları niye okuduk, bu müzikleri neden dinledik, bu filmler niçin yapıldı?”
Yazar bize bir şey önermiyor giderken. Okura güveniyor demek ki: “Önerebileceğim bir şey yok. Şöyle bir biçim, şu tür çözümler, en iyisi ve doğrusu budur diyebileceğim, kalanlar için. Ben gitmek istiyorum, dönmek zorunda kalana dek. Gitmek için nedenlerim var, dönmek için yok, şimdilik. Gerisini siz halledersiniz.”
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
21 Mayıs 2018 Pazartesi
20 Mayıs 2018 Pazar
Almaya çalışırken ödenen bedel: hayat
Batılı paradigma içinde serpilen Siyasal İslam’ın henüz irtifa kaybetmediği, patlamış bir balon gibi sönmediği aksine ziyadesiyle ümit vaat ettiği dönemlerdi. Amerika bir süre önce Sovyetlere karşı desteklediği Afganistan’ı işgal etmişti ve bizim coğrafyada Afgan cihadı miti köpürtülüyordu. ‘Amerikalıların desteğiyle’ Ruslara dünyanın kaç bucak olduğunu gösteren mücahitler şimdi Amerika’ya da haddini bildirecekti. Tam da bu dönemler bizdeki siyasallaşmış İslami kesim sisteme entegre olabilmek için kırk takla atarken, siyasallaşamamış İslami kesim asırlık ezberini tekrar ediyor, hilafetin ve silahlı mücadelenin şartlılığından, düzenin gayriislamiliğinden girip demokratik devletin tağutluğundan, destek verenin kâfirliğinden çıkıyordu. Müslümanlar bir birlik olsaydı neler yapacaklardı neler! Birlik olunması konusunda birlik olan ümmet birliğin bir araya geleceği yer/fikir/hareket konusunda birlik olamıyordu. Hepsi İslam’a diye kendi kliğine, kendi tandansına, kendi mezhebine, kendi meşrebine, kendi görüşüne, kendi dergâhına, kendi tekkesine, kendi hocasına, kendi şeyhine çağırıyordu –ki hâlâ da değişen bir şey yok. Değişen bir şey yok demişken, Said Halim Paşa’nın (1865-1921) Buhranlarımız ve Son Eserleri adlı yüz yıl öncesini anlatan kitabı bölgenin zihniyetinde asırlardır değişen bir şeyin olmadığını çok güzel özetliyor.
Konuya dönersek, ABD Afganistan’ı işgal ettiğinde kanın hızlı aktığı çağlarımdaydım. Sokaktaki vatandaşın derdi yine geçimdi –bu da değişmemiş- fakat özellikle camilerin çay ocağındaki abiler hararetle Amerika’nın Afganistan’ı işgalini konuşuyordu. Kabul edilemez bir zulümdü bu yaşananlar. Daha önemlisi Müslümanların izzeti ayaklar altındaydı, böyle yaşanmazdı. Her birinin ağzından silahlı cihat etmenin yüceliği ve farziyeti dökülüyor, arkasından sigaralar yakılıyor, çaylar tazeleniyordu. Cihat kavramını kategorize ederek uygulamadaki farklılıkları meşrulaştıranlar da yok değildi elbette fakat konumuz onlar değil. Yine o günlerden bir gün sıklıkla gittiğim caminin çay ocağında aynı konu başını almış gidiyordu. Zannedersin önümüzdeki çayların son yudumlarını almadan kalkıp Kabil’e gireceğiz. Yarım ağızla da söylense gidenlerin olduğunu duyuyorduk. Bir süre önce İran’a, Bosna’ya, Çeçenistan’a gidenlerin anlatıldığı hikâyelere yenileri ekleniyor, konuşmalar hak vermeler ve hayıflanmalar arasında gidip geliyordu. Söylemlerdeki çelişkiye dayanamayan birkaç yeni yetme olarak “madem meselenin İslami açıdan karşılığı bu, neden gitmiyoruz” deyivermiştik. Şu an hatırlıyorum da, ilginç bir ruh haliydi. Öyle ki birisi kalkın gidelim dese geri durmayacak kişiler tanıyordum. Serzeniş-soru arası bu söylemimiz “öyle damdan düşer gibi olmaz, filan hoca efendiden izin çıkmadıkça gidemeyiz” şeklinde karşılık bulmuştu. “Tırnağının üzerinde kâinatı temaşa eden şeyh efendiler” “Müslümanların izzetinin ayaklar altına alınışını” orada göremiyorlardı sanırım. Gerçi buna gerek de yoktu, postmodern dönemdeydik ve artık savaşlar televizyondan canlı yayınlanıyordu. Bu laçkalığı anlamam çok uzun sürmemişti fakat meselenin sosyo-kültürel ve psikolojik boyutunu anlamam için biraz daha zaman geçmesi gerekmişti. Teoriyle pratik ve/veya vahiy ile amel arasındaki uçurum inancı sarsar nitelikteydi. Silahlı cihadın kutsallığı üzerine edindiğim onca bilgi, dinlediğim vaaz, okuduğum yazı ve Müslümanların uyumsuz tavrı büyük bir sorun olduğunu gösteriyordu. Bu süreçte cihadın farz olduğunu düşünen ama iş uygulamaya gelince geri duranların ruh halini az çok anlamıştım ama hâlâ eksik olan bir şeyler vardı. Yahya Konuk müstear ismiyle Bülend Tokgöz’ün yazdığı Bosna’dan Afganistan’a Cihadın Mahrem Hikâyesi adlı özeleştiri içeren çalışma havsalamdaki kopuk yanıtların büyük bölümünü birbirine bağlamıştı. Kitap her şeyden önce bölgeye dair sosyolojik bir değerlendirme içeriyordu ve insanın daha doğrusu -özellikle de cihada giden- Müslümanların psikolojileri hakkında önemli açılımlar sunuyordu. Bülend Tokgöz en kısa haliyle gerek yönetim kademesindeki gerekse asker pozisyonundaki mücahitlerin yeterli İslami bilgiye ve savaşacak teknik anlayışa sahip olmadıklarını söylüyordu. Söylediği diğer bir önemli şey ise cihada gelenlerin gelmeden önceki hayatlarında içe kapanık, pasif, başarısız, ötekileştirilmiş, tutunamamış, çoğunlukla psikolojik sorunları olan bunalımlı karakterler oluşuydu. Dolayısıyla cihat bölgesindeki davranışları da bu minvalde oluyordu. Zaten geldikleri yerde umduklarını da bulamıyorlardı. Nasıl ki cihadı zorunluluk olarak gören ama bir şekilde gitmemeyi seçenlerin ruh hâlini görerek anlamıştım, Bülend Tokgöz’ün eseri de cihada gidenlerin (en azından çoğunluğunun) ruh halini anlamama yardımcı olmuştu. Konu hakkında daha detaylı bilgi için İslam’ın Psikanalizi eseriyle Müslümanların bilinçaltını (ve dinamiklerini) göstermeye çalışan Fethi Benslama’nın (1951) kısa bir süre önce yayınlanan Ölüm Siyaseti: Cihatçı "Üst-Müslümanlar" isimli eserine bakılabilir. Benslama, DAEŞ özelinde ele aldığı konuyu psikanalitik açıdan irdeliyor ve “Cihatçı Üst-Müslümanlar”ın sahip olduğu psikolojiye dair tespit ve çıkarımlarını yaptığı klinik çalışmalarla destekliyor. Bu bağlamda köktenci diye tanımlanan örgütlere (daha iyi ve/veya işe yarar bir Müslüman olmak için) katılan kişilerin psikolojik durumlarını analiz eden yazarın söyledikleri çok önemli. Özellikle bu eğilimi gösterenlerin çoğunluğunun belirli bir yaş aralığında olması ve hayata karşı hayal kırıklığına uğramaları ortak noktaları olarak göze çarpıyor. Gitmemeyi seçenlerin sisteme uyumu sağladığından henüz (modern) hayatla olan bağlarını koparmadığı görülüyor. Buradaki pragmatist uyum kısmen ‘başarı’ ya da ötelenen-ütopist bir ‘ümit’ olarak ele alınabilir.
Bu uzun giriş Bedel isimli kitaba dair değerlendirme içindi. April Yayınları tarafından neşredilen Bedel, Elliot Ackerman’a ait bir roman. İki yüz yirmi iki sayfalık eseri Türkçeye Algan Sezgintüredi çevirmiş. Genel çerçevede yazar hayatın bir bedel olduğunu anlatıyor diyebiliriz: Almaya çalışırken ödenen bir bedel… Elliot Ackerman, hikâyenin geçtiği Afganistan’da görev yapmış bir ABD’li. Esere bu açıdan baktığımızda bölgenin sosyolojik, coğrafi ve kültürel durumunu iyi tahlil ettiği görülüyor. Diğer taraftan Afganistan ve savaş denildiğinde akla ilk gelen cihat oluyor fakat kitapta bildiğimiz manada cihat kavramına çok fazla vurgu bulunmuyor. Savaşan kesimlerin kendi bölgelerindeki gücü elinde bulundurmak isteyen örgütümsü yapılar olduğunu görüyoruz. Cihat kavramı yerine ise kültürel yapı ve gelenekler öne çıkarılıyor. Kullanılan yanlı dilden ziyade anlatılanların gerçeklerle büyük oranda örtüşüyor olması asıl rahatsız edici durum. Yazarın romanı propaganda amaçlı yazdığı söylenebilir elbette. Tıpkı Bülend Tokgöz’ün cihat kavramını ve mücahitleri itibarsızlaştırmakla suçlanması gibi. Fakat cihat adı altında yapılanlar ve sonuçları değerlendirildiğinde hiç de iç açıcı bir manzara çıkmıyor ortaya. Bu yüzden esere salt roman olarak bakmak ne kadar sorunluysa katıksız propaganda malzemesi olarak bakmak da o denli sorunlu diye düşünüyorum.
Elliot Ackerman, Afganistan’ın neredeyse tamamında süregiden savaşın lokal bir bölgedeki yansımalarını ele alıyor. Birbirine üstünlük kurmaya çalışan küçük askeri grupların (çete de denilebilir) rutin hayatı nasıl sekteye uğrattığı görülüyor. Bu gruplar yer yer tehdit ettikleri halkı katletmekten çekinmeyecek derecede gözleri dönmüş haldedir. Böylesi bir saldırıda ailesini kaybeden onlu yaşlardaki Aziz ve bir iki yaş büyük abisi Ali köylerinden ayrılmak durumunda kalıyor. Birkaç yıl gâh dilenerek gâh pazarda ayak işleri yaparak idare etmeye çalışıyorlar. Bu süreçte savaşan gruplar arasındaki çatışmalar hız kesmeden devam ediyor. Ali’nin az da olsa büyük olması sorumluluk almasını neden oluyor. Aziz babasının intikamını almaları gerektiğini düşünürken Ali onun okumasının gerektiğini söylüyor ve medreseye gönderiyor. Aziz, kültürlerinde bedel denilen ve şerefle özdeşleşmiş önemli bir uygulama olan intikamı almamalarını anlayamıyor fakat abisine de karşı çıkamıyor. Bir gün pazaryerine yapılan saldırıda Ali ağır şekilde yaralanıyor. Aziz’in hastanede tanıştığı bir asker kendi gruplarına katılması karşılığında abisine iyi bakılacağının garantisini veriyor. Başka çıkar yol bulamayan Aziz bir yandan ayağını kaybeden Ali’nin bakımı bir yandan da hem babası hem de abisi adına bedel almak için paralı askerlik yapmaya başlıyor. Gittiği askeri bölgede kendisi gibi bedel alarak şereflerini kurtarmak için gelen gençlerle karşılaşıyor. Bir yandan abisinin bakımı için para kazanma zorunluluğu bir yandan da geleneğe bağlılığın getirdiği idealist bir ruhla asker olan Aziz kısa sürede savaşın iç yüzüne tanık oluyor. Savaşan insanlardaki bıkkınlığa rağmen çaresizce devam edişlerini görüyor.
Aziz, ailesinin şerefini kurtarmak için intikam almak istediği kişi dışında kimseyle sorunu olmadığını düşünse de şartlar onu fazlasını yapmaya itiyor. Tanık olduğu olaylar bölgedeki savaşın farklı ideallere ve/veya davaya sahip düşmanlar arasında olmadığını gösteriyor. Bağlı olduğu komutanın savaşıyor gözüktüğü kişilere gizlice destek veriyor olmasının nedenini anlaması zaman alıyor. Komutan bölgeyi kontrol altında tutmak için bir düşman meydana getiriyor ve el altından destekliyor. Bu süreçte Amerikalıların savaşan gruplara silah, para ve giyecek-yiyecek desteği sağladığını fark ediyor. Savaş para kazandıran bir iş koluna dönüştürüldüğünden insanların da bunu kanıksadığı görülüyor. Ali’nin şeref meselesi olarak gördüğü savaş kârlı bir sektöre dönüşmüştür. Öyle ki, savaşan tarafların para kazanmak ve yaşamlarını devam ettirmek için savaşın bitmemesi gerektiğine inanmaktadır. Barışın gelmeyeceğini, özellikle askerlerin eliyle mümkün olamayacağını söyleyen bu insanlara göre para kazanmak ve hayatların devam ettirmek için savaş devam etmelidir. Barışı istemek faydasız değil ayrıca ahmaklıktır. Çünkü savaşarak sadece para değil güç de kazanılır. Savaşı bitirecek yegâne şey daha büyük bir savaştır.
Açıkçası romanın alt metni (ya da yazarın amacı) kitabın hemen başındaki alıntıdan belli oluyor. Buhari’den (810-870) “Harp hileden ibarettir.” şeklinde yapılan alıntı, Müslümanların bilinçaltının ortaya koymaya çalışan yazarın (ve temsil ettiği düşüncenin) bilinçaltını gayriihtiyari ortaya koyuyor. Buradan hareketle, İslami bir değer olan cihat kavramıyla kültürel/geleneksel bir değer olan bedel kavramı ilişkilendirilmeye ve/veya birbirinin anlam içeriğine indirgenmeye çalışıldığı açıkça görülüyor. Afganistan’da veya İslam coğrafyasının herhangi bir yerinde Müslümanların düşünce ve davranışlarının temelinde dini bir referans olduğu bilgisi veriliyor veya izlenimi oluşturuluyor. Hile yapmak bu bölgedeki insanların hayat anlayışı şeklinde bir sonuç çıkıyor ortaya. Fakat yukarıda da değindiğim gibi, adil olacaksak eğer, bu algının oluşmasında en az Batılılar kadar Müslümanların da etkisi/payı olduğunu söylemek gerekiyor. Tarih boyunca olduğu gibi bugün de birçok dini değerin Müslümanlar tarafından araçsallaştırılarak çıkar için kullanıldığı açıkça ortada olan bir durum. Eserde de bunu görüyoruz. Ayrıca üzerinde durulabilecek bir başka konu ise Müslümanların hayatında dinin gerçekten nerede durduğu meselesi diyebiliriz. Örneğin romanın kahramanları kolaylıkla yalan söyleyebiliyor, birbirini aldatabiliyor veya rahatlıkla alkol alabiliyor ya da günün önemli bir parçası olan namaz gibi unsurlardan hemen hemen hiç bahsedilmiyor. Bu anlamda yazarı suçlamamak gerekiyor zira coğrafyaya baktığımızda çizilen resmin gerçeklik payının son derece fazla olduğu görüyoruz. Kısacası din Müslümanların hayatında kültürel bir aidiyetten başka anlam taşımıyor. Zaten benzer metinlerde İslami öğelerin egzotik bir aksesuar olarak yer verildiğine tanık oluyoruz. Yerel kültürün, kıyafetlerin ve coğrafi özelliklerin insanlar üzerindeki yansımaları oryantalist bir bakışla sunuluyor.
Romanda dikkat çekilebilecek önemli bir detay Amerika’nın üstlendiği rol diyebiliriz. Maddi imkânlarını kullanan ABD aynı coğrafyanın insanlarını birbiriyle savaştırarak bölgede üstünlük kurarak siyasi ve ekonomik kazanımlarını devam ettiriyor. Bu yıkıcı rol başta ABD olmak üzere Batı’nın kurumsallaşmış ve artık değişmeyen yapısal özelliğinden kaynaklanıyor. Üstelik Batı, sebep olduğu yıkımı kendisine kurtarıcı misyonu vererek yapıyor. Ele geçirdiği epistemolojik üstünlüğü ontolojik üstünlüğe dönüştürebiliyor. Daha önemli olan diğer bir detay ise bölge insanının ortaya koyduğu pragmatist ve saldırgan hatta vahşi tavır. Aynı değerlere sahip bölge insanı üstünlüğü ele geçirmek için birbiriyle savaşıyor. İnsan öldürmenin bu kadar ucuzlaştığı bir yerde işlenen tüm cürümlerin dava adı altında kutsanarak yapılıyor olmasının akla ve vicdana uyar hiçbir açıklaması olamaz. Bu coğrafya hiçbir ilkeye dayanmayan bu sorunlu anlayış yüzünden Batı’nın uygulamalarına maruz kalıyor. Fakat asıl mesele şu ki, Batı bu coğrafyadan el-eteğini çekse bile içimizdeki ilkesizliği ilke edinmiş iktidar sevdalılarının onlardan aşağı kalmayacak olması gerçeğiyle birlikte yaşıyoruz. Bu acı gerçek inanç ya da ideoloji meselesinden öte bir kültür ve zihniyet sorunu olarak içimizde duruyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Konuya dönersek, ABD Afganistan’ı işgal ettiğinde kanın hızlı aktığı çağlarımdaydım. Sokaktaki vatandaşın derdi yine geçimdi –bu da değişmemiş- fakat özellikle camilerin çay ocağındaki abiler hararetle Amerika’nın Afganistan’ı işgalini konuşuyordu. Kabul edilemez bir zulümdü bu yaşananlar. Daha önemlisi Müslümanların izzeti ayaklar altındaydı, böyle yaşanmazdı. Her birinin ağzından silahlı cihat etmenin yüceliği ve farziyeti dökülüyor, arkasından sigaralar yakılıyor, çaylar tazeleniyordu. Cihat kavramını kategorize ederek uygulamadaki farklılıkları meşrulaştıranlar da yok değildi elbette fakat konumuz onlar değil. Yine o günlerden bir gün sıklıkla gittiğim caminin çay ocağında aynı konu başını almış gidiyordu. Zannedersin önümüzdeki çayların son yudumlarını almadan kalkıp Kabil’e gireceğiz. Yarım ağızla da söylense gidenlerin olduğunu duyuyorduk. Bir süre önce İran’a, Bosna’ya, Çeçenistan’a gidenlerin anlatıldığı hikâyelere yenileri ekleniyor, konuşmalar hak vermeler ve hayıflanmalar arasında gidip geliyordu. Söylemlerdeki çelişkiye dayanamayan birkaç yeni yetme olarak “madem meselenin İslami açıdan karşılığı bu, neden gitmiyoruz” deyivermiştik. Şu an hatırlıyorum da, ilginç bir ruh haliydi. Öyle ki birisi kalkın gidelim dese geri durmayacak kişiler tanıyordum. Serzeniş-soru arası bu söylemimiz “öyle damdan düşer gibi olmaz, filan hoca efendiden izin çıkmadıkça gidemeyiz” şeklinde karşılık bulmuştu. “Tırnağının üzerinde kâinatı temaşa eden şeyh efendiler” “Müslümanların izzetinin ayaklar altına alınışını” orada göremiyorlardı sanırım. Gerçi buna gerek de yoktu, postmodern dönemdeydik ve artık savaşlar televizyondan canlı yayınlanıyordu. Bu laçkalığı anlamam çok uzun sürmemişti fakat meselenin sosyo-kültürel ve psikolojik boyutunu anlamam için biraz daha zaman geçmesi gerekmişti. Teoriyle pratik ve/veya vahiy ile amel arasındaki uçurum inancı sarsar nitelikteydi. Silahlı cihadın kutsallığı üzerine edindiğim onca bilgi, dinlediğim vaaz, okuduğum yazı ve Müslümanların uyumsuz tavrı büyük bir sorun olduğunu gösteriyordu. Bu süreçte cihadın farz olduğunu düşünen ama iş uygulamaya gelince geri duranların ruh halini az çok anlamıştım ama hâlâ eksik olan bir şeyler vardı. Yahya Konuk müstear ismiyle Bülend Tokgöz’ün yazdığı Bosna’dan Afganistan’a Cihadın Mahrem Hikâyesi adlı özeleştiri içeren çalışma havsalamdaki kopuk yanıtların büyük bölümünü birbirine bağlamıştı. Kitap her şeyden önce bölgeye dair sosyolojik bir değerlendirme içeriyordu ve insanın daha doğrusu -özellikle de cihada giden- Müslümanların psikolojileri hakkında önemli açılımlar sunuyordu. Bülend Tokgöz en kısa haliyle gerek yönetim kademesindeki gerekse asker pozisyonundaki mücahitlerin yeterli İslami bilgiye ve savaşacak teknik anlayışa sahip olmadıklarını söylüyordu. Söylediği diğer bir önemli şey ise cihada gelenlerin gelmeden önceki hayatlarında içe kapanık, pasif, başarısız, ötekileştirilmiş, tutunamamış, çoğunlukla psikolojik sorunları olan bunalımlı karakterler oluşuydu. Dolayısıyla cihat bölgesindeki davranışları da bu minvalde oluyordu. Zaten geldikleri yerde umduklarını da bulamıyorlardı. Nasıl ki cihadı zorunluluk olarak gören ama bir şekilde gitmemeyi seçenlerin ruh hâlini görerek anlamıştım, Bülend Tokgöz’ün eseri de cihada gidenlerin (en azından çoğunluğunun) ruh halini anlamama yardımcı olmuştu. Konu hakkında daha detaylı bilgi için İslam’ın Psikanalizi eseriyle Müslümanların bilinçaltını (ve dinamiklerini) göstermeye çalışan Fethi Benslama’nın (1951) kısa bir süre önce yayınlanan Ölüm Siyaseti: Cihatçı "Üst-Müslümanlar" isimli eserine bakılabilir. Benslama, DAEŞ özelinde ele aldığı konuyu psikanalitik açıdan irdeliyor ve “Cihatçı Üst-Müslümanlar”ın sahip olduğu psikolojiye dair tespit ve çıkarımlarını yaptığı klinik çalışmalarla destekliyor. Bu bağlamda köktenci diye tanımlanan örgütlere (daha iyi ve/veya işe yarar bir Müslüman olmak için) katılan kişilerin psikolojik durumlarını analiz eden yazarın söyledikleri çok önemli. Özellikle bu eğilimi gösterenlerin çoğunluğunun belirli bir yaş aralığında olması ve hayata karşı hayal kırıklığına uğramaları ortak noktaları olarak göze çarpıyor. Gitmemeyi seçenlerin sisteme uyumu sağladığından henüz (modern) hayatla olan bağlarını koparmadığı görülüyor. Buradaki pragmatist uyum kısmen ‘başarı’ ya da ötelenen-ütopist bir ‘ümit’ olarak ele alınabilir.
Bu uzun giriş Bedel isimli kitaba dair değerlendirme içindi. April Yayınları tarafından neşredilen Bedel, Elliot Ackerman’a ait bir roman. İki yüz yirmi iki sayfalık eseri Türkçeye Algan Sezgintüredi çevirmiş. Genel çerçevede yazar hayatın bir bedel olduğunu anlatıyor diyebiliriz: Almaya çalışırken ödenen bir bedel… Elliot Ackerman, hikâyenin geçtiği Afganistan’da görev yapmış bir ABD’li. Esere bu açıdan baktığımızda bölgenin sosyolojik, coğrafi ve kültürel durumunu iyi tahlil ettiği görülüyor. Diğer taraftan Afganistan ve savaş denildiğinde akla ilk gelen cihat oluyor fakat kitapta bildiğimiz manada cihat kavramına çok fazla vurgu bulunmuyor. Savaşan kesimlerin kendi bölgelerindeki gücü elinde bulundurmak isteyen örgütümsü yapılar olduğunu görüyoruz. Cihat kavramı yerine ise kültürel yapı ve gelenekler öne çıkarılıyor. Kullanılan yanlı dilden ziyade anlatılanların gerçeklerle büyük oranda örtüşüyor olması asıl rahatsız edici durum. Yazarın romanı propaganda amaçlı yazdığı söylenebilir elbette. Tıpkı Bülend Tokgöz’ün cihat kavramını ve mücahitleri itibarsızlaştırmakla suçlanması gibi. Fakat cihat adı altında yapılanlar ve sonuçları değerlendirildiğinde hiç de iç açıcı bir manzara çıkmıyor ortaya. Bu yüzden esere salt roman olarak bakmak ne kadar sorunluysa katıksız propaganda malzemesi olarak bakmak da o denli sorunlu diye düşünüyorum.
Elliot Ackerman, Afganistan’ın neredeyse tamamında süregiden savaşın lokal bir bölgedeki yansımalarını ele alıyor. Birbirine üstünlük kurmaya çalışan küçük askeri grupların (çete de denilebilir) rutin hayatı nasıl sekteye uğrattığı görülüyor. Bu gruplar yer yer tehdit ettikleri halkı katletmekten çekinmeyecek derecede gözleri dönmüş haldedir. Böylesi bir saldırıda ailesini kaybeden onlu yaşlardaki Aziz ve bir iki yaş büyük abisi Ali köylerinden ayrılmak durumunda kalıyor. Birkaç yıl gâh dilenerek gâh pazarda ayak işleri yaparak idare etmeye çalışıyorlar. Bu süreçte savaşan gruplar arasındaki çatışmalar hız kesmeden devam ediyor. Ali’nin az da olsa büyük olması sorumluluk almasını neden oluyor. Aziz babasının intikamını almaları gerektiğini düşünürken Ali onun okumasının gerektiğini söylüyor ve medreseye gönderiyor. Aziz, kültürlerinde bedel denilen ve şerefle özdeşleşmiş önemli bir uygulama olan intikamı almamalarını anlayamıyor fakat abisine de karşı çıkamıyor. Bir gün pazaryerine yapılan saldırıda Ali ağır şekilde yaralanıyor. Aziz’in hastanede tanıştığı bir asker kendi gruplarına katılması karşılığında abisine iyi bakılacağının garantisini veriyor. Başka çıkar yol bulamayan Aziz bir yandan ayağını kaybeden Ali’nin bakımı bir yandan da hem babası hem de abisi adına bedel almak için paralı askerlik yapmaya başlıyor. Gittiği askeri bölgede kendisi gibi bedel alarak şereflerini kurtarmak için gelen gençlerle karşılaşıyor. Bir yandan abisinin bakımı için para kazanma zorunluluğu bir yandan da geleneğe bağlılığın getirdiği idealist bir ruhla asker olan Aziz kısa sürede savaşın iç yüzüne tanık oluyor. Savaşan insanlardaki bıkkınlığa rağmen çaresizce devam edişlerini görüyor.
Aziz, ailesinin şerefini kurtarmak için intikam almak istediği kişi dışında kimseyle sorunu olmadığını düşünse de şartlar onu fazlasını yapmaya itiyor. Tanık olduğu olaylar bölgedeki savaşın farklı ideallere ve/veya davaya sahip düşmanlar arasında olmadığını gösteriyor. Bağlı olduğu komutanın savaşıyor gözüktüğü kişilere gizlice destek veriyor olmasının nedenini anlaması zaman alıyor. Komutan bölgeyi kontrol altında tutmak için bir düşman meydana getiriyor ve el altından destekliyor. Bu süreçte Amerikalıların savaşan gruplara silah, para ve giyecek-yiyecek desteği sağladığını fark ediyor. Savaş para kazandıran bir iş koluna dönüştürüldüğünden insanların da bunu kanıksadığı görülüyor. Ali’nin şeref meselesi olarak gördüğü savaş kârlı bir sektöre dönüşmüştür. Öyle ki, savaşan tarafların para kazanmak ve yaşamlarını devam ettirmek için savaşın bitmemesi gerektiğine inanmaktadır. Barışın gelmeyeceğini, özellikle askerlerin eliyle mümkün olamayacağını söyleyen bu insanlara göre para kazanmak ve hayatların devam ettirmek için savaş devam etmelidir. Barışı istemek faydasız değil ayrıca ahmaklıktır. Çünkü savaşarak sadece para değil güç de kazanılır. Savaşı bitirecek yegâne şey daha büyük bir savaştır.
Açıkçası romanın alt metni (ya da yazarın amacı) kitabın hemen başındaki alıntıdan belli oluyor. Buhari’den (810-870) “Harp hileden ibarettir.” şeklinde yapılan alıntı, Müslümanların bilinçaltının ortaya koymaya çalışan yazarın (ve temsil ettiği düşüncenin) bilinçaltını gayriihtiyari ortaya koyuyor. Buradan hareketle, İslami bir değer olan cihat kavramıyla kültürel/geleneksel bir değer olan bedel kavramı ilişkilendirilmeye ve/veya birbirinin anlam içeriğine indirgenmeye çalışıldığı açıkça görülüyor. Afganistan’da veya İslam coğrafyasının herhangi bir yerinde Müslümanların düşünce ve davranışlarının temelinde dini bir referans olduğu bilgisi veriliyor veya izlenimi oluşturuluyor. Hile yapmak bu bölgedeki insanların hayat anlayışı şeklinde bir sonuç çıkıyor ortaya. Fakat yukarıda da değindiğim gibi, adil olacaksak eğer, bu algının oluşmasında en az Batılılar kadar Müslümanların da etkisi/payı olduğunu söylemek gerekiyor. Tarih boyunca olduğu gibi bugün de birçok dini değerin Müslümanlar tarafından araçsallaştırılarak çıkar için kullanıldığı açıkça ortada olan bir durum. Eserde de bunu görüyoruz. Ayrıca üzerinde durulabilecek bir başka konu ise Müslümanların hayatında dinin gerçekten nerede durduğu meselesi diyebiliriz. Örneğin romanın kahramanları kolaylıkla yalan söyleyebiliyor, birbirini aldatabiliyor veya rahatlıkla alkol alabiliyor ya da günün önemli bir parçası olan namaz gibi unsurlardan hemen hemen hiç bahsedilmiyor. Bu anlamda yazarı suçlamamak gerekiyor zira coğrafyaya baktığımızda çizilen resmin gerçeklik payının son derece fazla olduğu görüyoruz. Kısacası din Müslümanların hayatında kültürel bir aidiyetten başka anlam taşımıyor. Zaten benzer metinlerde İslami öğelerin egzotik bir aksesuar olarak yer verildiğine tanık oluyoruz. Yerel kültürün, kıyafetlerin ve coğrafi özelliklerin insanlar üzerindeki yansımaları oryantalist bir bakışla sunuluyor.
Romanda dikkat çekilebilecek önemli bir detay Amerika’nın üstlendiği rol diyebiliriz. Maddi imkânlarını kullanan ABD aynı coğrafyanın insanlarını birbiriyle savaştırarak bölgede üstünlük kurarak siyasi ve ekonomik kazanımlarını devam ettiriyor. Bu yıkıcı rol başta ABD olmak üzere Batı’nın kurumsallaşmış ve artık değişmeyen yapısal özelliğinden kaynaklanıyor. Üstelik Batı, sebep olduğu yıkımı kendisine kurtarıcı misyonu vererek yapıyor. Ele geçirdiği epistemolojik üstünlüğü ontolojik üstünlüğe dönüştürebiliyor. Daha önemli olan diğer bir detay ise bölge insanının ortaya koyduğu pragmatist ve saldırgan hatta vahşi tavır. Aynı değerlere sahip bölge insanı üstünlüğü ele geçirmek için birbiriyle savaşıyor. İnsan öldürmenin bu kadar ucuzlaştığı bir yerde işlenen tüm cürümlerin dava adı altında kutsanarak yapılıyor olmasının akla ve vicdana uyar hiçbir açıklaması olamaz. Bu coğrafya hiçbir ilkeye dayanmayan bu sorunlu anlayış yüzünden Batı’nın uygulamalarına maruz kalıyor. Fakat asıl mesele şu ki, Batı bu coğrafyadan el-eteğini çekse bile içimizdeki ilkesizliği ilke edinmiş iktidar sevdalılarının onlardan aşağı kalmayacak olması gerçeğiyle birlikte yaşıyoruz. Bu acı gerçek inanç ya da ideoloji meselesinden öte bir kültür ve zihniyet sorunu olarak içimizde duruyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
14 Mayıs 2018 Pazartesi
Bir şehrin şarkısı susturulunca
Kadim şehirler, yerlerini ruhsuz kentlere bıraktı. Yağız Gönüler’in Şarkısı Biten Şehir adlı kitabı tam da bu noktayı anlatıyor. Şehirlerin kadim ahenklerinin bittiği, mahallelerin yerini apartman ve sitelerin aldığı bir zamanda Gönüler bize “Neyi kaybettiğini hatırla” ihtarında bulunuyor.
Nasıl şehirlerde yaşadığımız nasıl insanlar olduğumuzdan bağımsız bir soru değil. Hacı Bayramı Veli, “Ben dahi bile yapıldım taş u toprak arasında” derken şehrin inşasıyla o şehirde yaşayan şahsiyetlerin yetiştirilmesi arasındaki bağı vurgular. Bu noktada bizim dahi yapıldığımız beton ve çelik arasındaki yerimizin sorgulanması gerekiyor. Yağız Gönüler’in Şarkısı Biten Şehir adlı kitabı bu sorgulanmanın tezahürlerinden biri.
Tabii ki şehirlerin hangi malzeme ile yapıldığından daha önemli ve kritik olan soru “Şehirlerimiz hangi düşüncenin ürünü?” sorusu ve kitap da tam bu sorudan başlıyor. Yağız Gönüler; Turgut Cansever, Sadettin Ökten, Akif Emre, İbrahim Zeyd Gerçik gibi bu soruyu mesele haline getiren yazarların eserlerini esaslı bir şekilde okuyarak kitap boyunca bu sorunun peşine düşüyor.
Şarkısı Biten Şehir'in bir güzelliği de röportajlar. Yağız Gönüler, “ben” diye başlayıp “ben” diye bitiren biri değil. Yaptığı alıntıları küçük müdalelerle kendisinin kılmaya tenezzül etmiyor ve kitabını bir kütüphanenin kapısı kılıyor. Aynı şekilde de Semih Akşeker ve Sinan Yılmaz gibi isimlerle yaptığı röportajlara bu kitapta yer vererek, kitabın kendi sesinden ibaret kalmamasını sağlıyor. Şarkısı Biten Şehir kendisiyle yetinmeyen okurunu bir kütüphanenin eşiğine götürüp, yol gösteren bir kitap. Kolay, kestirme, pratik ve pragmatik çözümler sunmuyor. Zaten son yüz-yüz elli yılda başımıza ne geldiyse “günü kurtarmayı” amaçlayan pratik ve pragmatik reçetelerin astarı yüzünden pahalıya gelen çözümlerinden gelmedi mi?
Şehri birbirinden soyut tek tek konutların bir toplamı olarak görüp tanımlamak zannediyorum ki düştüğümüz en büyük tuzaklardan biri. Şehrin şarkısını susturan da bence tam olarak bu zaten. Burhan Eren’in Turgut Cansever ile yaptığı söyleşi kitabın son sözünü teşkil ediyor. Cansever bu söyleşide “Ortak güzellik duygusu temelidir. Osmanlı toplumunun ortak güzellik değerleri vahşi Batı değerleri ithal edilerek Türk aydınları tarafından tahrip edilmiştir. O zaman Sinan’ın eserleri toplumdan tecrit edilmiş, taş yığını haline düşürülmüşlerdir. Bu değerler allak bullak edildi. Ne için? Paris’e benzemek için. Hangi Paris’e? Bonapart’ın isyan edebilecek Fransız halkını top ateşine tutup bastırabilmek için tasarladığı Paris’e… Bu değerleri ve eserleri görmemizi engelleyen en önemli gözlük, Batılılaşma gözlüğüdür, apartmancılıktır.” diyerek şarkıyı kimin veya neyin susturduğunu ifşa ediyor. Söz şehirleşmeden açılınca mesele, kişisel cehalet ve hırslarla izah edilebilecek kadar basit olmaktan çıkıyor. Yağız Gönüler’in kaleminden okursak mesele tam olarak şudur: “Küreselleşmenin dünya kentleri üzerindeki hâkimiyeti farklı ellerle ama aynı taktiklerle sürüyor. Büyük kentlerin en doğusuna, batısına, kuzeyine ve güneyine “yerleştirme/kaçırma” taktiği. Bu taktikte hedef kitle önce suburbia’daki gibi orta sınıftı. Ancak piyasa koşulları, azgın inşaat rantları, toprağın işgâli ve öngörülemeyen genişleme; kent coğrafyasıyla birlikte o kentte yaşayan sınıfları da birbirinden hızlı biçimde uzaklaştırdı. Artık aynı blokta oturduğu görülen ailelerin birbirlerinden çok farklı yaşamları, hiç olmazsa hayalleri var. Eskiden bir mahalleyi paylaşan ailelerin hepsinin ortak hayalleri olduğu, bir kahvehane sohbetine kulak vermekle kolayca anlaşılabilir bir şeydi.”
Şarkısı Biten Şehir bir nostalji kitabı değil bir ihtar kitabı. Unutmanın konforuna ve teslimiyetine karşı yazılmış bir hatırlatma kitabı. Evet, ihtar etmek rahatsız edicidir. Zira hatırlatmak sorumlulukları gündeme getirmektir. Yağız Gönüler, kitabında bize hangi şarkıdan mahrum kaldığımızı ihtar ediyor. Şarkısı Biten Şehir bu yüzden kıymetli bir çalışma…
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
* Bu yazı daha evvel Arka Kapak dergisinin 31. sayısında yayınlanmıştır.
Nasıl şehirlerde yaşadığımız nasıl insanlar olduğumuzdan bağımsız bir soru değil. Hacı Bayramı Veli, “Ben dahi bile yapıldım taş u toprak arasında” derken şehrin inşasıyla o şehirde yaşayan şahsiyetlerin yetiştirilmesi arasındaki bağı vurgular. Bu noktada bizim dahi yapıldığımız beton ve çelik arasındaki yerimizin sorgulanması gerekiyor. Yağız Gönüler’in Şarkısı Biten Şehir adlı kitabı bu sorgulanmanın tezahürlerinden biri.
Tabii ki şehirlerin hangi malzeme ile yapıldığından daha önemli ve kritik olan soru “Şehirlerimiz hangi düşüncenin ürünü?” sorusu ve kitap da tam bu sorudan başlıyor. Yağız Gönüler; Turgut Cansever, Sadettin Ökten, Akif Emre, İbrahim Zeyd Gerçik gibi bu soruyu mesele haline getiren yazarların eserlerini esaslı bir şekilde okuyarak kitap boyunca bu sorunun peşine düşüyor.
Şarkısı Biten Şehir'in bir güzelliği de röportajlar. Yağız Gönüler, “ben” diye başlayıp “ben” diye bitiren biri değil. Yaptığı alıntıları küçük müdalelerle kendisinin kılmaya tenezzül etmiyor ve kitabını bir kütüphanenin kapısı kılıyor. Aynı şekilde de Semih Akşeker ve Sinan Yılmaz gibi isimlerle yaptığı röportajlara bu kitapta yer vererek, kitabın kendi sesinden ibaret kalmamasını sağlıyor. Şarkısı Biten Şehir kendisiyle yetinmeyen okurunu bir kütüphanenin eşiğine götürüp, yol gösteren bir kitap. Kolay, kestirme, pratik ve pragmatik çözümler sunmuyor. Zaten son yüz-yüz elli yılda başımıza ne geldiyse “günü kurtarmayı” amaçlayan pratik ve pragmatik reçetelerin astarı yüzünden pahalıya gelen çözümlerinden gelmedi mi?
Şehri birbirinden soyut tek tek konutların bir toplamı olarak görüp tanımlamak zannediyorum ki düştüğümüz en büyük tuzaklardan biri. Şehrin şarkısını susturan da bence tam olarak bu zaten. Burhan Eren’in Turgut Cansever ile yaptığı söyleşi kitabın son sözünü teşkil ediyor. Cansever bu söyleşide “Ortak güzellik duygusu temelidir. Osmanlı toplumunun ortak güzellik değerleri vahşi Batı değerleri ithal edilerek Türk aydınları tarafından tahrip edilmiştir. O zaman Sinan’ın eserleri toplumdan tecrit edilmiş, taş yığını haline düşürülmüşlerdir. Bu değerler allak bullak edildi. Ne için? Paris’e benzemek için. Hangi Paris’e? Bonapart’ın isyan edebilecek Fransız halkını top ateşine tutup bastırabilmek için tasarladığı Paris’e… Bu değerleri ve eserleri görmemizi engelleyen en önemli gözlük, Batılılaşma gözlüğüdür, apartmancılıktır.” diyerek şarkıyı kimin veya neyin susturduğunu ifşa ediyor. Söz şehirleşmeden açılınca mesele, kişisel cehalet ve hırslarla izah edilebilecek kadar basit olmaktan çıkıyor. Yağız Gönüler’in kaleminden okursak mesele tam olarak şudur: “Küreselleşmenin dünya kentleri üzerindeki hâkimiyeti farklı ellerle ama aynı taktiklerle sürüyor. Büyük kentlerin en doğusuna, batısına, kuzeyine ve güneyine “yerleştirme/kaçırma” taktiği. Bu taktikte hedef kitle önce suburbia’daki gibi orta sınıftı. Ancak piyasa koşulları, azgın inşaat rantları, toprağın işgâli ve öngörülemeyen genişleme; kent coğrafyasıyla birlikte o kentte yaşayan sınıfları da birbirinden hızlı biçimde uzaklaştırdı. Artık aynı blokta oturduğu görülen ailelerin birbirlerinden çok farklı yaşamları, hiç olmazsa hayalleri var. Eskiden bir mahalleyi paylaşan ailelerin hepsinin ortak hayalleri olduğu, bir kahvehane sohbetine kulak vermekle kolayca anlaşılabilir bir şeydi.”
Şarkısı Biten Şehir bir nostalji kitabı değil bir ihtar kitabı. Unutmanın konforuna ve teslimiyetine karşı yazılmış bir hatırlatma kitabı. Evet, ihtar etmek rahatsız edicidir. Zira hatırlatmak sorumlulukları gündeme getirmektir. Yağız Gönüler, kitabında bize hangi şarkıdan mahrum kaldığımızı ihtar ediyor. Şarkısı Biten Şehir bu yüzden kıymetli bir çalışma…
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
* Bu yazı daha evvel Arka Kapak dergisinin 31. sayısında yayınlanmıştır.
10 Mayıs 2018 Perşembe
Modernitenin ütopya arayışının distopyaya dönüşmesi
Yıllar önce S.M. Nakib el-Attas’ın (1931) İslam ve Laisizm adlı eserini okuduğumda muhayyilemdeki Batı felsefesinde entelektüel manadan bir gedik açılmıştı. Attas düşüncelerini daha sonra okuduğum İslam, Sekülerizm ve Geleceğin Felsefesi adlı eserinde daha da derinleştiriyordu. Gerek İslam ve Laisizm gerekse İslam, Sekülarizm Ve Geleceğin Felsefesi adlı eserlerinde birçok önemli şey söylüyordu yazar lakin benim en çok dikkatimi çekenlerden birisi, Batı düşüncesi ve hayatının Rönesans, Reformlar ve Aydınlanma sonrası laik (ya da seküler) bir biçim kazandığı düşüncesinin İslami açıdan doğru olmadığıydı. Attas’a göre zaten Hıristiyanlık insan eliyle tahrif edildiğinden yani ilahi özelliğini kaybettiğinden teknik olarak laik (ya da seküler) durumdaydı. Dolayısıyla modernizm ile ortaya çıkan yeni durum laik/seküler düşüncenin biraz daha katı hâle gelerek kabuk değiştirmesiydi. Daha sonra eserlerini büyük bir zevkle (ama hep rezervli) okuduğum Ali Şeriati (1933-1977) karşıma çıkmıştı. Şeriati’yi hala aynı zevk ve rezervle okurum zira muazzam bir paragrafın yanına öyle dogmatik bir görüş iliştiriyor ki insan şaşırmadan edemiyor. Ama benim için asıl önemli olan Şeriati’nin hemen hemen her eserinde Attas’ın bu projeksiyonunu Müslümanların tarihine de tutuyor ve düşüncesini “Dine Karşı Din” şeklinde billurlaştırıyor olmasıydı.
İslam düşüncesi bir yana modernizm ve postmodernizm ekseninde gerçekleştirdiğim okumalarım Batı felsefesinin seyrini göstermişti. Burada ismini anamayacağım kadar çok olan bu değerli eleştiri ve değerlendirmelerin hemen hemen hepsi Batı felsefesine içkin olduğundan farklı bir bakış açısının eksikliğini hissediyordum. Yaklaşık yüz elli yıldır İslam dünyasının Batı eleştirileri bulunuyor fakat büyük çoğunluğu yüzeyselliği aşamayan, özgünlüğe ulaşamayan ve eskiyi kutsayan basmakalıp eleştiriler. Açıkçası Attas ve Şeriati’den sonra Mustafa Aydın’ın Moderniteye Dışarıdan Bakmak ve Abdurrahman Arslan’ın Modern Dünyada Müslümanlar isimli kitapları zihnimdeki muğlaklığa iyi gelmişti. Sanırım bu bağlamda Malik Bin Nebi’yi de (1905-1973) söylemem gerekiyor. Konuyla ilgili okumalarım bunlarla sınırlı değil elbette fakat modernizm ve postmodernizme dair düşüncelerimde bu eserler önemli köşe taşlarıdır diyebilirim.
Doğu ya da Batı fark etmiyor, teorik olan şey insan vasıtasıyla pratiğe dönüştürüldüğünde aslını kaybetmeye mahkûm oluyor. Zira insan, ilkesel bir çerçeve çizen teoriyi eğilim ve zaaflarına kurban ederek bambaşka bir olguya dönüştürüyor. Bir anlamda insanlık tarihi de diyebileceğimiz dinler tarihini ve -kısmen- ideolojilerin teori-pratik paradoksunu bu durumu kanıtlayan panoramik bir örnek olarak görmek mümkün. Meselenin geldiği noktada insan bu değişim ve dönüşümü nasıl gerçekleştiriyor sorusunun yanıtı önem kazanıyor. Müslümanların tarihini bu anlamda okumak oldukça zor gibi görünüyor. Belki de hem entelektüel manada yetersiz hem de kültürel anlamda hazırlıksız olduğumuz için henüz çok erken diyebiliriz. Fakat Batı tarihi uzun süredir hem kendi içinden hem de harici eleştirilere açık bulunuyor. Durmayışını da gelen eleştirileri kullanarak yolunu açmaya devam edişine bağlayabiliriz. Yalnız buradaki eleştirel bakışı gerçekleştirebilmek belirli bir yetkinliğe ve özgünlüğe sahip olmaktan geçiyor. Etkisi de bu özelliklerden kaynaklanıyor elbette.
Mahya Yayıncılık etiketiyle kısa süre önce yayınlanan Seküler Aklın Haritası bu yetkinliği ve özgünlüğü bünyesinde barındıran bir kitap. Mısırlı bir akademisyen olan Haccac Ali imzasını taşıyan "Modernitenin Tanrısız Ütopya Arayışı" alt başlıklı eseri Türkçeye Selim Sezer kazandırmış. İki yüz seksen sekiz sayfalık eser sunuş ve sonuç kısımları hariç altı bölümden oluşuyor. Ayrıca kitabın sonunda müellifin çalışmasını gerçekleştirirken fikirlerinden faydalandığı Zygmunt Bauman (1925-2017) ve Aldülvehhab Messiri (1938-2008) ile olan yazışmalarının/görüşmelerinin yer aldığı iki ek ve çalışmayı okurken başvurulabilecek ‘Terimler Sözlüğü’ bulunuyor.
Haccac Ali çalışmasını Bauman ve Messiri’nin modernite/modernizm ve postmodernite/postmodernizm ile ilgili görüşlerini temele yerleştirerek gerçekleştiriyor. Amacını, Batılı seküler paradigmanın düşünsel haritasını süreç içinde kullanılan metaforlar aracılığıyla çıkarmak olarak belirten yazar, Bauman ve Messiri’nin bu konudaki görüşlerinin birçok yönde örtüştüğü tespitini yapıyor. Açıkçası eserin ağır içeriğinin belirli bir altyapı gerektirdiğini söylemeliyim zira hem atıflardan hem de çıkarımlardan anlamlı sonuçlar ele edebilmek bütünlükçü bir Batı felsefesi tarihi bilmeyle doğru orantılı. Özellikle Aydınlanma sonrasındaki felsefi yaklaşımların meydana getirdiği Batı kültürüne olan vukufiyet önem kazanıyor. Diğer taraftan bu durum, bizler gibi Batı dışı toplumların da hasbelkader maruz kaldığı modernizmin felsefi kökenlerinin ve sonuçlarının bilincine varmış olmak olarak da tarif edilebilir.
Haccac Ali, süreci ele alırken sekülarist modernist düşüncenin Tanrı’yı dünyadan/hayattan soyutlayarak insanı ve doğayı kutsamasıyla başladığını belirtiyor. Böylelikle dinin etkisi ortadan kaldırılarak laik/seküler düşüncenin temelleri atılıyor. Yeni kutsallar olan insan ve doğa üzerinden hümanizmin ve doğa(l) kanunlarının geçerliliğine vurgu yapıyor. Dinin tahakkümünden kurtarılan insan kendini gerçekleştirmektedir ve amaç insanlığı kendine yaraşır bir hayata taşımaktır. Sonraki aşamalarda bu kutsamadan en çok payını alan rasyonellik yani akılcılık oluyor. Akılcılığın ortaya çıkardığı yeni durumda belirleyici olarak bilimsellik öne çıkıyor ve pozitivist anlayış kendini gösteriyor. Tüm bu aşamalarla birlikte insanın manevi yönü ortadan kaldırılarak materyalist bir anlayış geliştiriliyor. Başta kutsanarak tanrılaştırılan insan doğanın bir parçası mesabesine, bir nesneye indirgeniyor ve verilen kutsallık elinden alınıyor. Hemen arkasından doğa fethedilecek, kontrol altına alınacak bir nesneye indirgeniyor ve böylelikle doğaya atfedilen kutsallık da onunla birlikte yok ediliyor. Sonuçta materyalizm ve bilimselliğin kutsandığı bir anlayış olan “modernite” ortaya çıkıyor.
Değişen dünya algısını ortaya koymaya çalışan Haccac Ali, Bauman ve Messiri’ye atıfla vurguladığı kavramlar olan “organizmacı” ve “mekanist” şeklindeki metaforların Batılı seküler paradigmanın insanı ve dünyayı/doğayı yorumlama biçimleri olduğunu belirtiyor. İnsanı (ve doğayı) bir makine olarak algılayan mekanist anlayış ya da insanı doğanın sıradan bir parçası olarak gören organizmacı anlayış ontolojik anlamda insanı basitleştirmiştir. Haccac’a göre gerek liberal düşünce ve kapitalizm gerekse sosyalist düşünce ve komünizm farklı gibi görünse de aynı kaynaklardan beslendiğinden materyalist birer ütopik ideoloji haline gelmiştir. Modernitenin birer yansıması olan bu oluşumlar iddia ettiği ve/veya vadettiği gibi insanlık için daha iyi bir hayat sunamamış aksine çok daha büyük sorunların çıkmasına neden olmuştur. Asıl önemli olan ise, seküler aklın paradigmasının oluşturduğu modernite bundan başka bir yere de çıkamayacaktır. Başka bir deyişle söylemek gerekirse, insanı özgürleştirmeyi, mutluluğu, refahı, ilerlemeyi, kısacası ‘dünyada cenneti kurmayı’ vadeden modernitenin insanlık için daha büyük sorunlar ortaya çıkarması onun yanlış anlaşılmasından ya da uygulamalardaki hatalardan kaynaklanmamaktadır. Gelinen nokta modernitenin sonucundan ziyade zorunluluğudur.
Modernitenin ortaya çıkardığı sorunlu yapıya getirilen eleştiriler postmodernitenin oluşmasına yol açmıştır fakat postmodernite değerlendirildiğinde modernite için duyulan çekincelerin hemen hemen hepsinin oluştuğu görülmektedir. Dolayısıyla, moderniteden postmoderniteye geçiş sorunları çözememiş, hatta farklı bağlamlarda büyütmüştür. Jürgen Habermas’ın (1929) “modernizm; tamamlanmamış proje” şeklindeki değerlendirmesi önemli bir noktaya temas ediyor. Modernitenin yıkıcı sonuçlarına karşın bir ümit olarak ortaya çıkan postmoderniteye rağmen değişen çok fazla bir şeyin olmaması bir yana postmodernite yapısöküme tabii tutulduğunda moderniteye formunu veren seküler aklın postmodernitenin de aslını oluşturduğu görülür. Haccac Ali moderniteden postmoderniteye geçişi Bauman ve Messiri’den aldığı kavramlar aracılığıyla ortaya koyuyor. Bauman’a göre moderniteden postmoderniteye geçiş “katı modernite”den “akışkan modernite”ye geçiştir. Bu tanımlar Bauman’ın modernizm/modernite görüşlerinin birer özeti gibidir. Modernitedeki kesinlik ve katılık postmodernitede muğlaklığa ve akışkanlığa dönüşmüştür. Benzer şekilde Messiri ise bu süreci “katı rasyonel materyalizm”den “akışkan irrasyonel materyalizm”e geçiş şeklinde tanımlıyor. Messiri’ye göre modernite ile metafizikten soyutlanan Batılı paradigma tümüyle materyalist bir form kazanmıştır ve süreç her halükarda maddeci olarak devam etmektedir. Sonuç itibariyle her iki tanımda da görülen şey, modernitenin en baştan kazandığı seküler aklın postmodern denilen dönemde de devam ettiği yönündedir. Sürece sadece bizatihi sekülarizmin metafizik boyutu eklenmiştir.
Haccac Ali bu aşamalar gerçekleşmesinde -çalışmanın da temel noktası olan- metaforların önemine ve etkisine dikkat çekerek seküler aklın haritası dediği olguyu ortaya koymaya çalışıyor. Örneğin Aydınlanma bir metafordur ve çağrıştırdığı şeyler nedeniyle insanlığın ilerlemesine, gelişmesine, özgürleşmesine atıf yapmaktadır. Benzer şekilde ilerleme, gelişme, akılcılık, bilim, hümanizm, pozitivizm, ulusçuluk gibi kavramların her biri aynı amaca hizmet eden metaforlardır. Fakat gelinen noktada insanlık Aydınlanma düşüncesinin vaatlerinden ve/veya iddialarından çok uzaktadır. Değerlendirmelerinde Bauman ve Messiri’nin kavramlaştırmalarından yardım alan Haccac Ali, ortaya çıkan seküler düşüncenin dini ekarte ederek dinsel terimleri kendine içkin olarak ama eski bağlamlarıyla birlikte kullandığını ortaya koymaya çalışıyor. Mesela seküler düşünce ‘dünyada cenneti kurmak’ gibi bir misyonla insanlığın karşısına çıkıyor. Cenneti kurmak dini bir metafordur ve öteki dünyayla bağını keserek somut dünya için böyle bir söylemde bulunmak modernist aklın insanlığı nasıl etkisi altına aldığını açıkça göstermektedir. Metaforlar, insandaki metafizik/mistik/manevi alanın soyutlanarak oluşturulan modernist düşüncede yeni bir dinsel dilin varlığını ortaya koymaktadır. İnsanda içkin/aşkın olarak bulunan manevi boşluk bu şekilde doldurulmaya çalışılmaktadır. Konu hakkında Bauman ve Messiri dışında birçok düşünüre de atıflar yapan Haccac Ali, kültürel saptamanın yapılabilmesi için kavramsal haritalandırılmanın oluşturulması gerektiğinin belirtiyor. Ona göre coğrafi haritalandırmanın yeryüzünün fiziki yapısına dair işlevinin beşeri alandaki karşılığı kavramsal haritalandırmadır ve Batı düşüncesinin kavramsal haritalandırılması da moderniteyle başlayan sekülerleşme sürecinin yapısöküme uğratılarak metaforların karşılıklarının ortaya konulmasıyla gerçekleştirilebilir. Zira modernitenin kullandığı metaforlar her ne kadar soyut görünseler de ampirik değerlerle desteklenen somut birer gerçekliğe karşılık gelirler. Bu metaforlar sayesinde ontolojik anlayış epistemolojik olarak yeniden şekillendirilerek bir yanılsama oluşturulmaktadır. Dolayısıyla sekülarizm bir illüzyondur ve Batı bu illüzyon ile diğer toplumları etkilemeye çalışmaktadır. Sekülerleşen Batı diğer toplumları hatta kendi içinde sorunlu gördüğü grupları bir yandan kendisiyle özdeşleşmeye, ilerlemeye, özgürleşmeye davet ederken bir yandan da ötekileştirmeye ve tahakküm altına almaya çalışmakta, gerekirse yok etmekte beis görmemektedir. Batı’nın bu tutumu alterenatif olarak sunulan postmodern dönemde de misliyle devam etmiştir ve aynı yanılsama yine metaforlar üzerinden oluşturulmaktadır.
Çok kapsamlı bir konunun oldukça yetkin bir şekilde ele alındığı bir eser olan Seküler Aklın Haritası’nı başta sosyal bilimciler olmak üzere Batı düşüncesine ilgi duyanlar severek okuyacaktır. Gerek yapılan atıflar gerekse ufuk açıcı çıkarımları nedeniyle çalışmanın birkaç kez okunarak gerçek manada sindirilebileceğini düşünüyorum.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
İslam düşüncesi bir yana modernizm ve postmodernizm ekseninde gerçekleştirdiğim okumalarım Batı felsefesinin seyrini göstermişti. Burada ismini anamayacağım kadar çok olan bu değerli eleştiri ve değerlendirmelerin hemen hemen hepsi Batı felsefesine içkin olduğundan farklı bir bakış açısının eksikliğini hissediyordum. Yaklaşık yüz elli yıldır İslam dünyasının Batı eleştirileri bulunuyor fakat büyük çoğunluğu yüzeyselliği aşamayan, özgünlüğe ulaşamayan ve eskiyi kutsayan basmakalıp eleştiriler. Açıkçası Attas ve Şeriati’den sonra Mustafa Aydın’ın Moderniteye Dışarıdan Bakmak ve Abdurrahman Arslan’ın Modern Dünyada Müslümanlar isimli kitapları zihnimdeki muğlaklığa iyi gelmişti. Sanırım bu bağlamda Malik Bin Nebi’yi de (1905-1973) söylemem gerekiyor. Konuyla ilgili okumalarım bunlarla sınırlı değil elbette fakat modernizm ve postmodernizme dair düşüncelerimde bu eserler önemli köşe taşlarıdır diyebilirim.
Doğu ya da Batı fark etmiyor, teorik olan şey insan vasıtasıyla pratiğe dönüştürüldüğünde aslını kaybetmeye mahkûm oluyor. Zira insan, ilkesel bir çerçeve çizen teoriyi eğilim ve zaaflarına kurban ederek bambaşka bir olguya dönüştürüyor. Bir anlamda insanlık tarihi de diyebileceğimiz dinler tarihini ve -kısmen- ideolojilerin teori-pratik paradoksunu bu durumu kanıtlayan panoramik bir örnek olarak görmek mümkün. Meselenin geldiği noktada insan bu değişim ve dönüşümü nasıl gerçekleştiriyor sorusunun yanıtı önem kazanıyor. Müslümanların tarihini bu anlamda okumak oldukça zor gibi görünüyor. Belki de hem entelektüel manada yetersiz hem de kültürel anlamda hazırlıksız olduğumuz için henüz çok erken diyebiliriz. Fakat Batı tarihi uzun süredir hem kendi içinden hem de harici eleştirilere açık bulunuyor. Durmayışını da gelen eleştirileri kullanarak yolunu açmaya devam edişine bağlayabiliriz. Yalnız buradaki eleştirel bakışı gerçekleştirebilmek belirli bir yetkinliğe ve özgünlüğe sahip olmaktan geçiyor. Etkisi de bu özelliklerden kaynaklanıyor elbette.
Mahya Yayıncılık etiketiyle kısa süre önce yayınlanan Seküler Aklın Haritası bu yetkinliği ve özgünlüğü bünyesinde barındıran bir kitap. Mısırlı bir akademisyen olan Haccac Ali imzasını taşıyan "Modernitenin Tanrısız Ütopya Arayışı" alt başlıklı eseri Türkçeye Selim Sezer kazandırmış. İki yüz seksen sekiz sayfalık eser sunuş ve sonuç kısımları hariç altı bölümden oluşuyor. Ayrıca kitabın sonunda müellifin çalışmasını gerçekleştirirken fikirlerinden faydalandığı Zygmunt Bauman (1925-2017) ve Aldülvehhab Messiri (1938-2008) ile olan yazışmalarının/görüşmelerinin yer aldığı iki ek ve çalışmayı okurken başvurulabilecek ‘Terimler Sözlüğü’ bulunuyor.
Haccac Ali çalışmasını Bauman ve Messiri’nin modernite/modernizm ve postmodernite/postmodernizm ile ilgili görüşlerini temele yerleştirerek gerçekleştiriyor. Amacını, Batılı seküler paradigmanın düşünsel haritasını süreç içinde kullanılan metaforlar aracılığıyla çıkarmak olarak belirten yazar, Bauman ve Messiri’nin bu konudaki görüşlerinin birçok yönde örtüştüğü tespitini yapıyor. Açıkçası eserin ağır içeriğinin belirli bir altyapı gerektirdiğini söylemeliyim zira hem atıflardan hem de çıkarımlardan anlamlı sonuçlar ele edebilmek bütünlükçü bir Batı felsefesi tarihi bilmeyle doğru orantılı. Özellikle Aydınlanma sonrasındaki felsefi yaklaşımların meydana getirdiği Batı kültürüne olan vukufiyet önem kazanıyor. Diğer taraftan bu durum, bizler gibi Batı dışı toplumların da hasbelkader maruz kaldığı modernizmin felsefi kökenlerinin ve sonuçlarının bilincine varmış olmak olarak da tarif edilebilir.
Haccac Ali, süreci ele alırken sekülarist modernist düşüncenin Tanrı’yı dünyadan/hayattan soyutlayarak insanı ve doğayı kutsamasıyla başladığını belirtiyor. Böylelikle dinin etkisi ortadan kaldırılarak laik/seküler düşüncenin temelleri atılıyor. Yeni kutsallar olan insan ve doğa üzerinden hümanizmin ve doğa(l) kanunlarının geçerliliğine vurgu yapıyor. Dinin tahakkümünden kurtarılan insan kendini gerçekleştirmektedir ve amaç insanlığı kendine yaraşır bir hayata taşımaktır. Sonraki aşamalarda bu kutsamadan en çok payını alan rasyonellik yani akılcılık oluyor. Akılcılığın ortaya çıkardığı yeni durumda belirleyici olarak bilimsellik öne çıkıyor ve pozitivist anlayış kendini gösteriyor. Tüm bu aşamalarla birlikte insanın manevi yönü ortadan kaldırılarak materyalist bir anlayış geliştiriliyor. Başta kutsanarak tanrılaştırılan insan doğanın bir parçası mesabesine, bir nesneye indirgeniyor ve verilen kutsallık elinden alınıyor. Hemen arkasından doğa fethedilecek, kontrol altına alınacak bir nesneye indirgeniyor ve böylelikle doğaya atfedilen kutsallık da onunla birlikte yok ediliyor. Sonuçta materyalizm ve bilimselliğin kutsandığı bir anlayış olan “modernite” ortaya çıkıyor.
Değişen dünya algısını ortaya koymaya çalışan Haccac Ali, Bauman ve Messiri’ye atıfla vurguladığı kavramlar olan “organizmacı” ve “mekanist” şeklindeki metaforların Batılı seküler paradigmanın insanı ve dünyayı/doğayı yorumlama biçimleri olduğunu belirtiyor. İnsanı (ve doğayı) bir makine olarak algılayan mekanist anlayış ya da insanı doğanın sıradan bir parçası olarak gören organizmacı anlayış ontolojik anlamda insanı basitleştirmiştir. Haccac’a göre gerek liberal düşünce ve kapitalizm gerekse sosyalist düşünce ve komünizm farklı gibi görünse de aynı kaynaklardan beslendiğinden materyalist birer ütopik ideoloji haline gelmiştir. Modernitenin birer yansıması olan bu oluşumlar iddia ettiği ve/veya vadettiği gibi insanlık için daha iyi bir hayat sunamamış aksine çok daha büyük sorunların çıkmasına neden olmuştur. Asıl önemli olan ise, seküler aklın paradigmasının oluşturduğu modernite bundan başka bir yere de çıkamayacaktır. Başka bir deyişle söylemek gerekirse, insanı özgürleştirmeyi, mutluluğu, refahı, ilerlemeyi, kısacası ‘dünyada cenneti kurmayı’ vadeden modernitenin insanlık için daha büyük sorunlar ortaya çıkarması onun yanlış anlaşılmasından ya da uygulamalardaki hatalardan kaynaklanmamaktadır. Gelinen nokta modernitenin sonucundan ziyade zorunluluğudur.
Modernitenin ortaya çıkardığı sorunlu yapıya getirilen eleştiriler postmodernitenin oluşmasına yol açmıştır fakat postmodernite değerlendirildiğinde modernite için duyulan çekincelerin hemen hemen hepsinin oluştuğu görülmektedir. Dolayısıyla, moderniteden postmoderniteye geçiş sorunları çözememiş, hatta farklı bağlamlarda büyütmüştür. Jürgen Habermas’ın (1929) “modernizm; tamamlanmamış proje” şeklindeki değerlendirmesi önemli bir noktaya temas ediyor. Modernitenin yıkıcı sonuçlarına karşın bir ümit olarak ortaya çıkan postmoderniteye rağmen değişen çok fazla bir şeyin olmaması bir yana postmodernite yapısöküme tabii tutulduğunda moderniteye formunu veren seküler aklın postmodernitenin de aslını oluşturduğu görülür. Haccac Ali moderniteden postmoderniteye geçişi Bauman ve Messiri’den aldığı kavramlar aracılığıyla ortaya koyuyor. Bauman’a göre moderniteden postmoderniteye geçiş “katı modernite”den “akışkan modernite”ye geçiştir. Bu tanımlar Bauman’ın modernizm/modernite görüşlerinin birer özeti gibidir. Modernitedeki kesinlik ve katılık postmodernitede muğlaklığa ve akışkanlığa dönüşmüştür. Benzer şekilde Messiri ise bu süreci “katı rasyonel materyalizm”den “akışkan irrasyonel materyalizm”e geçiş şeklinde tanımlıyor. Messiri’ye göre modernite ile metafizikten soyutlanan Batılı paradigma tümüyle materyalist bir form kazanmıştır ve süreç her halükarda maddeci olarak devam etmektedir. Sonuç itibariyle her iki tanımda da görülen şey, modernitenin en baştan kazandığı seküler aklın postmodern denilen dönemde de devam ettiği yönündedir. Sürece sadece bizatihi sekülarizmin metafizik boyutu eklenmiştir.
Haccac Ali bu aşamalar gerçekleşmesinde -çalışmanın da temel noktası olan- metaforların önemine ve etkisine dikkat çekerek seküler aklın haritası dediği olguyu ortaya koymaya çalışıyor. Örneğin Aydınlanma bir metafordur ve çağrıştırdığı şeyler nedeniyle insanlığın ilerlemesine, gelişmesine, özgürleşmesine atıf yapmaktadır. Benzer şekilde ilerleme, gelişme, akılcılık, bilim, hümanizm, pozitivizm, ulusçuluk gibi kavramların her biri aynı amaca hizmet eden metaforlardır. Fakat gelinen noktada insanlık Aydınlanma düşüncesinin vaatlerinden ve/veya iddialarından çok uzaktadır. Değerlendirmelerinde Bauman ve Messiri’nin kavramlaştırmalarından yardım alan Haccac Ali, ortaya çıkan seküler düşüncenin dini ekarte ederek dinsel terimleri kendine içkin olarak ama eski bağlamlarıyla birlikte kullandığını ortaya koymaya çalışıyor. Mesela seküler düşünce ‘dünyada cenneti kurmak’ gibi bir misyonla insanlığın karşısına çıkıyor. Cenneti kurmak dini bir metafordur ve öteki dünyayla bağını keserek somut dünya için böyle bir söylemde bulunmak modernist aklın insanlığı nasıl etkisi altına aldığını açıkça göstermektedir. Metaforlar, insandaki metafizik/mistik/manevi alanın soyutlanarak oluşturulan modernist düşüncede yeni bir dinsel dilin varlığını ortaya koymaktadır. İnsanda içkin/aşkın olarak bulunan manevi boşluk bu şekilde doldurulmaya çalışılmaktadır. Konu hakkında Bauman ve Messiri dışında birçok düşünüre de atıflar yapan Haccac Ali, kültürel saptamanın yapılabilmesi için kavramsal haritalandırılmanın oluşturulması gerektiğinin belirtiyor. Ona göre coğrafi haritalandırmanın yeryüzünün fiziki yapısına dair işlevinin beşeri alandaki karşılığı kavramsal haritalandırmadır ve Batı düşüncesinin kavramsal haritalandırılması da moderniteyle başlayan sekülerleşme sürecinin yapısöküme uğratılarak metaforların karşılıklarının ortaya konulmasıyla gerçekleştirilebilir. Zira modernitenin kullandığı metaforlar her ne kadar soyut görünseler de ampirik değerlerle desteklenen somut birer gerçekliğe karşılık gelirler. Bu metaforlar sayesinde ontolojik anlayış epistemolojik olarak yeniden şekillendirilerek bir yanılsama oluşturulmaktadır. Dolayısıyla sekülarizm bir illüzyondur ve Batı bu illüzyon ile diğer toplumları etkilemeye çalışmaktadır. Sekülerleşen Batı diğer toplumları hatta kendi içinde sorunlu gördüğü grupları bir yandan kendisiyle özdeşleşmeye, ilerlemeye, özgürleşmeye davet ederken bir yandan da ötekileştirmeye ve tahakküm altına almaya çalışmakta, gerekirse yok etmekte beis görmemektedir. Batı’nın bu tutumu alterenatif olarak sunulan postmodern dönemde de misliyle devam etmiştir ve aynı yanılsama yine metaforlar üzerinden oluşturulmaktadır.
Çok kapsamlı bir konunun oldukça yetkin bir şekilde ele alındığı bir eser olan Seküler Aklın Haritası’nı başta sosyal bilimciler olmak üzere Batı düşüncesine ilgi duyanlar severek okuyacaktır. Gerek yapılan atıflar gerekse ufuk açıcı çıkarımları nedeniyle çalışmanın birkaç kez okunarak gerçek manada sindirilebileceğini düşünüyorum.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
9 Mayıs 2018 Çarşamba
Bir film yaşamla ne kadar iç içedir?
"Neticede olan çocuklara oluyor doktor. Herkes yaptığının cezasını çekiyor, çocuklarsa büyüklerin günahını."
- Bir Zamanlar Anadolu'da (2011)
Filmler ve diziler bizim hayatımıza işledikçe, hayatımızla bir temas kurdukça kalıcı olurlar. Hikâyenin gerçekçiliği, gördüğümüz detayların felsefi ya da mistik tarafları, dilin zengin biçimde kullanımı o filmleri ve dizileri sevmemizde önemli sebepler olabilir. Bazen sade ve akıcı, bazen de yoğun ve yorucu filmler ruhumuzu ayağa kaldırır. Türk dizi tarihinden birkaç örnek vermek gerekirse; Bizimkiler, Süper Baba, Ekmek Teknesi, İkinci Bahar, Avrupa Yakası, Behzat Ç, Ezel, İçerde, Suskunlar, Leyla ile Mecnun, son dönemde Çukur, Şahsiyet ve Dip bu anlamda kıymetli diye düşünüyorum.
Diziler şimdilerde çok tartışılan süreleri sebebiyle hayatımızda daha geniş yer kaplıyor. Üstelik bazıları birkaç yıl sürüyor. Filmlerin ise süresi neredeyse belli, vizyondan sonra neredeyse unutuluyor. Bazıları hariç elbette. Bunları saymakla bitiremeyiz ama aklıma gelenlerden birkaçını hemen sıralamak isterim: Selvi Boylum Al Yazmalım, Yol, Eşkıya, Masumiyet, Gemide, Tabutta Rövaşata, Kader, Gönül Yarası, Babam ve Oğlum, Av Mevsimi, Devrim Arabaları, Ağır Roman, Kış Uykusu, Kelebeğin Rüyası, Nefes, Daha...
Ercan Kesal, son yıllarda hayatımıza en kritik yerlerinden temas eden hikâyeler, denemeler, romanlar kaleme almakla kalmadı bir de yazdığı senaryolarla, oynadığı filmlerle ve dizilerle hayatımızda şimdiden kalıcı bir iz bıraktı. Bir Zamanlar Anadolu'da, yönetmen koltuğunda Nuri Bilge Ceylan'ın oturduğu ve senaryo ekibinde Ercan Kesal'ın da yer aldığı önemli bir filmdi. Neden önemliydi? Çünkü ölümün, hayatın içinde nasıl bir yerde durduğuna dokunmak ve bu dokunuşu yaparken gerçekçiliği korumak, o gerçeklikteki felsefeyi konuşturmak, her karakterin izleyicide iz bırakması, çok önemli birer meziyet.
Ercan Kesal, doktorluğunun henüz başında taşrada görev alır. Farklı topraklar, farklı insanlar, farklı iklimler. Şüphesiz taşranın yaşattıkları farklıdır, çoğu zaman da insanın yazım sürecini etkiler. Nitekim Kesal'ın tüp kitaplarında bunu zaten görüyoruz. Filmde ise tamamen içine giriyoruz hikâyenin, yaşıyoruz. Çünkü yönetmen ve oyuncular yaşatıyor. Zamanı, geçmişi tadıyoruz. Hikâyenin hem acımasızlığını hem de doğallığını uzun uzun yaşıyoruz. Zaten film de kısa düşünülen ama uzun geçilen, yavaş geçilen bir sürecin hediyesi. Zaten Kesal bu sürece bizi de dâhil ediyor, söylüyor: "Korkmadan, uzun uzun, hayattaki gibi yazmak gerek, onu anladım."
Biraz senaryo yazımıyla ilgilenen, diğer yandan derinlikli filmlere merak duyan biri olarak günceyi önemli notlar alarak okudum. Kesal buna zorluyor okuyucuyu. Eğer diyor böyle işlere girişeceksen, şu şu işleri ciddiye al, şunlarıysa daha ciddiye al. Elli, yüz, belki beş yüz sayfa yazsan da başa dönebilirsin bunu unutma. Yeniden yazabilirsin. Başa dönmek zaten yeniden ayaklanmak için bir nefes değil midir? "Ben kalbime döneceğim" der şair, "fokurdayıp pörtlemek için."
Hangi şair? Sen Nehri'nin kenarında Kesal bize söylesin kimmiş o şair: "Gece 12'den sonra Paris'te yemek yiyecek yerler bulmak çok zor. Gözünü sevdiğimin İstanbul'u. Şimdi nohutlu pilav ya da Bambi'den döner dürüm olsa ne güzel yenirdi. Kapanmak üzere olan bir fast foodçudan kola, patates ve çizburger alıp Sen Nehri'nin kenarına oturduk. Tuhaf ve uçlarda gezilen bir gündü. Sen Nehri'nin ışıltılarına dalgın dalgın bakarken İsmet Özel'den bir dize geldi dilimin ucuna: "Ben ne büyük bir dalgınlıkla bakmış olmalıyım ki hayata"..."
İsmet Özel demişken, filmden önce şu repliği hatırlayalım:
"Ya doktor, bir insan bi başkasını cezalandırmak için hakkaten kendini öldürebilir mi doktor? Olabilir mi böyle bir şey ya, he?
- Zaten intiharların çoğu başka birini cezalandırmak için yapılmıyor mu, savcı bey?"
Şimdi de İsmet Özel'in şu cümlelerini: "40 yaşıma kadar hep intiharı düşündüm, ama 40 yaşımdan itibaren insanların intihar etmeye değmeyeceklerini düşünmeye başladım. Bana göre intihar, geride kalanlara yönelik ağır bir suçlamadır. Bu mesajı verebileceğin tıynette insan olmadığını düşününce de intihar etmiyorsun."
Yirmi beş yıl önce doktor Ercan Kesal'ın yaşadığı bir anı, bir olay filmin meselesi. Cinayet, katil, maktul, savcı, polis, jandarma, muhtar, şoför, doktor, anne, çocuk. Karakterler az ve öz. Kesal filmde muhtar rolüne bürünüyor. Üzerindeki giysileri seçmek için çarşıya gitmesi, oyuncu seçimi, cast zorlukları, senaryonunu matematiği ve elbette çekim günlerindeyken yirmi beş yıl öncesine dönmesini sade biçimde anlatıyor. Mekan ve zaman arasında varlık bu kez de kamera yoluyla sancıyor: "Bu filmde, çok hunharca işlenmiş bir cinayetin aslında ne kadar sıradan (kendi içinde barındırdığı hikâyesiyle birlikte) algılanıp, ne kadar sakince gündelik hayatın hayhuyu içinde emilebileceğini, aslında herkesin kendi hikâyesini, kendini ne kadar önemsediğini, herkesin kendi "cinayetinin" peşinde ya da pençesinde bir garip yolculuğunu (hayat yolculuğunu) sürdürmekte olduğunu göstereceğiz. Bir şey söylemeyeceğiz. Kahramanlarımız yeteri kadar geveze ve herkes kadar suskun olacak. Hayat zaten böyle bir şey... Onu olduğundan daha farklı, daha şiddetli ya da daha uyumlu anlatmaya çalışmanın bir âlemi yok ki..."
Bir aile babası ve doktor olarak Kesal'ın kendine ait yoğunluğu film sürecine de yansıyor. Eşini ve oğlu Poyraz'ı özlüyor, sık sık evine gidiyor. Annesi ve babası için de yollara düşüyor yine sık sık, onları da ziyaret ediyor ve böylece yine geçmişle şimdi arasında keşifler yapma imkânı buluyor. Bazen de öylece duruyor, izliyor, yorum yapmadan hayatın akışındaki lezzeti tadıyor. 'Şimdi ve burada'nın farkındalığı, kalbin özgürlüğü: "Hava çok güzel. Annem, babam hâlâ hayatta ve şu evin üst katında benim oğlum var, annesiyle uyuyor. Allahım sana şükürler olsun."
Bir roman, bir günce ya da ders notları olarak okunabilir Evvel Zaman. Bir filmin inşa sürecinde diyaloglar kurabilmenin zorluğu ve yararlanabilecek kitaplar, isimler neler olabilir gibi soruların cevapları da zaman zaman çıkıyor sayfalar içinden. Bir film bizi çok yere götürür, götürmeli. Bu, filmin matematiğinden daha da mühim. 'Sinemanın şairi' Kieslowski, "İnsanlar kurallara uymak, düzenlerini korumak ve yaşamlarını sürdürmek için değil daha yüce şeyler için yaratılmıştır. Ben onun peşindeyim." demiş. Ben bu yazıyı yazarken Erkan Oğur, Derya Türkan, İlkin Deniz üçlüsünün harikulade albümü Dokunmak'ı en başından dinledim. Bir plazanın tepesinden toprağa yeniden dokunabilmenin heyecanını koklamaya çalıştım seslerin, filmin ve güncenin etkisiyle.
Ellerine sağlık Ercan Kesal ve elbette Nuri Bilge Ceylan, bir kez daha.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Bir Zamanlar Anadolu'da (2011)
Filmler ve diziler bizim hayatımıza işledikçe, hayatımızla bir temas kurdukça kalıcı olurlar. Hikâyenin gerçekçiliği, gördüğümüz detayların felsefi ya da mistik tarafları, dilin zengin biçimde kullanımı o filmleri ve dizileri sevmemizde önemli sebepler olabilir. Bazen sade ve akıcı, bazen de yoğun ve yorucu filmler ruhumuzu ayağa kaldırır. Türk dizi tarihinden birkaç örnek vermek gerekirse; Bizimkiler, Süper Baba, Ekmek Teknesi, İkinci Bahar, Avrupa Yakası, Behzat Ç, Ezel, İçerde, Suskunlar, Leyla ile Mecnun, son dönemde Çukur, Şahsiyet ve Dip bu anlamda kıymetli diye düşünüyorum.
Diziler şimdilerde çok tartışılan süreleri sebebiyle hayatımızda daha geniş yer kaplıyor. Üstelik bazıları birkaç yıl sürüyor. Filmlerin ise süresi neredeyse belli, vizyondan sonra neredeyse unutuluyor. Bazıları hariç elbette. Bunları saymakla bitiremeyiz ama aklıma gelenlerden birkaçını hemen sıralamak isterim: Selvi Boylum Al Yazmalım, Yol, Eşkıya, Masumiyet, Gemide, Tabutta Rövaşata, Kader, Gönül Yarası, Babam ve Oğlum, Av Mevsimi, Devrim Arabaları, Ağır Roman, Kış Uykusu, Kelebeğin Rüyası, Nefes, Daha...
Ercan Kesal, son yıllarda hayatımıza en kritik yerlerinden temas eden hikâyeler, denemeler, romanlar kaleme almakla kalmadı bir de yazdığı senaryolarla, oynadığı filmlerle ve dizilerle hayatımızda şimdiden kalıcı bir iz bıraktı. Bir Zamanlar Anadolu'da, yönetmen koltuğunda Nuri Bilge Ceylan'ın oturduğu ve senaryo ekibinde Ercan Kesal'ın da yer aldığı önemli bir filmdi. Neden önemliydi? Çünkü ölümün, hayatın içinde nasıl bir yerde durduğuna dokunmak ve bu dokunuşu yaparken gerçekçiliği korumak, o gerçeklikteki felsefeyi konuşturmak, her karakterin izleyicide iz bırakması, çok önemli birer meziyet.
Ercan Kesal, doktorluğunun henüz başında taşrada görev alır. Farklı topraklar, farklı insanlar, farklı iklimler. Şüphesiz taşranın yaşattıkları farklıdır, çoğu zaman da insanın yazım sürecini etkiler. Nitekim Kesal'ın tüp kitaplarında bunu zaten görüyoruz. Filmde ise tamamen içine giriyoruz hikâyenin, yaşıyoruz. Çünkü yönetmen ve oyuncular yaşatıyor. Zamanı, geçmişi tadıyoruz. Hikâyenin hem acımasızlığını hem de doğallığını uzun uzun yaşıyoruz. Zaten film de kısa düşünülen ama uzun geçilen, yavaş geçilen bir sürecin hediyesi. Zaten Kesal bu sürece bizi de dâhil ediyor, söylüyor: "Korkmadan, uzun uzun, hayattaki gibi yazmak gerek, onu anladım."
Biraz senaryo yazımıyla ilgilenen, diğer yandan derinlikli filmlere merak duyan biri olarak günceyi önemli notlar alarak okudum. Kesal buna zorluyor okuyucuyu. Eğer diyor böyle işlere girişeceksen, şu şu işleri ciddiye al, şunlarıysa daha ciddiye al. Elli, yüz, belki beş yüz sayfa yazsan da başa dönebilirsin bunu unutma. Yeniden yazabilirsin. Başa dönmek zaten yeniden ayaklanmak için bir nefes değil midir? "Ben kalbime döneceğim" der şair, "fokurdayıp pörtlemek için."
Hangi şair? Sen Nehri'nin kenarında Kesal bize söylesin kimmiş o şair: "Gece 12'den sonra Paris'te yemek yiyecek yerler bulmak çok zor. Gözünü sevdiğimin İstanbul'u. Şimdi nohutlu pilav ya da Bambi'den döner dürüm olsa ne güzel yenirdi. Kapanmak üzere olan bir fast foodçudan kola, patates ve çizburger alıp Sen Nehri'nin kenarına oturduk. Tuhaf ve uçlarda gezilen bir gündü. Sen Nehri'nin ışıltılarına dalgın dalgın bakarken İsmet Özel'den bir dize geldi dilimin ucuna: "Ben ne büyük bir dalgınlıkla bakmış olmalıyım ki hayata"..."
İsmet Özel demişken, filmden önce şu repliği hatırlayalım:
"Ya doktor, bir insan bi başkasını cezalandırmak için hakkaten kendini öldürebilir mi doktor? Olabilir mi böyle bir şey ya, he?
- Zaten intiharların çoğu başka birini cezalandırmak için yapılmıyor mu, savcı bey?"
Şimdi de İsmet Özel'in şu cümlelerini: "40 yaşıma kadar hep intiharı düşündüm, ama 40 yaşımdan itibaren insanların intihar etmeye değmeyeceklerini düşünmeye başladım. Bana göre intihar, geride kalanlara yönelik ağır bir suçlamadır. Bu mesajı verebileceğin tıynette insan olmadığını düşününce de intihar etmiyorsun."
Yirmi beş yıl önce doktor Ercan Kesal'ın yaşadığı bir anı, bir olay filmin meselesi. Cinayet, katil, maktul, savcı, polis, jandarma, muhtar, şoför, doktor, anne, çocuk. Karakterler az ve öz. Kesal filmde muhtar rolüne bürünüyor. Üzerindeki giysileri seçmek için çarşıya gitmesi, oyuncu seçimi, cast zorlukları, senaryonunu matematiği ve elbette çekim günlerindeyken yirmi beş yıl öncesine dönmesini sade biçimde anlatıyor. Mekan ve zaman arasında varlık bu kez de kamera yoluyla sancıyor: "Bu filmde, çok hunharca işlenmiş bir cinayetin aslında ne kadar sıradan (kendi içinde barındırdığı hikâyesiyle birlikte) algılanıp, ne kadar sakince gündelik hayatın hayhuyu içinde emilebileceğini, aslında herkesin kendi hikâyesini, kendini ne kadar önemsediğini, herkesin kendi "cinayetinin" peşinde ya da pençesinde bir garip yolculuğunu (hayat yolculuğunu) sürdürmekte olduğunu göstereceğiz. Bir şey söylemeyeceğiz. Kahramanlarımız yeteri kadar geveze ve herkes kadar suskun olacak. Hayat zaten böyle bir şey... Onu olduğundan daha farklı, daha şiddetli ya da daha uyumlu anlatmaya çalışmanın bir âlemi yok ki..."
Bir aile babası ve doktor olarak Kesal'ın kendine ait yoğunluğu film sürecine de yansıyor. Eşini ve oğlu Poyraz'ı özlüyor, sık sık evine gidiyor. Annesi ve babası için de yollara düşüyor yine sık sık, onları da ziyaret ediyor ve böylece yine geçmişle şimdi arasında keşifler yapma imkânı buluyor. Bazen de öylece duruyor, izliyor, yorum yapmadan hayatın akışındaki lezzeti tadıyor. 'Şimdi ve burada'nın farkındalığı, kalbin özgürlüğü: "Hava çok güzel. Annem, babam hâlâ hayatta ve şu evin üst katında benim oğlum var, annesiyle uyuyor. Allahım sana şükürler olsun."
Bir roman, bir günce ya da ders notları olarak okunabilir Evvel Zaman. Bir filmin inşa sürecinde diyaloglar kurabilmenin zorluğu ve yararlanabilecek kitaplar, isimler neler olabilir gibi soruların cevapları da zaman zaman çıkıyor sayfalar içinden. Bir film bizi çok yere götürür, götürmeli. Bu, filmin matematiğinden daha da mühim. 'Sinemanın şairi' Kieslowski, "İnsanlar kurallara uymak, düzenlerini korumak ve yaşamlarını sürdürmek için değil daha yüce şeyler için yaratılmıştır. Ben onun peşindeyim." demiş. Ben bu yazıyı yazarken Erkan Oğur, Derya Türkan, İlkin Deniz üçlüsünün harikulade albümü Dokunmak'ı en başından dinledim. Bir plazanın tepesinden toprağa yeniden dokunabilmenin heyecanını koklamaya çalıştım seslerin, filmin ve güncenin etkisiyle.
Ellerine sağlık Ercan Kesal ve elbette Nuri Bilge Ceylan, bir kez daha.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
8 Mayıs 2018 Salı
Kaybolan çocukluk
“Çocuğu anlamak, insanı anlamaktır. Çocuğu düşünmek, insanı düşünmektir. Çocuğu konuşmak, insanı konuşmaktır.” Peki, bizler çocuğa dair neler yapıyoruz hayatımızda? Dijital kalelerimizin ardındaki dünyalarına hapsedilen çocuklar, özlerinde var olan ağaca çıkma, denize taş atma, sokakta oyun oynama yetilerini gün geçtikçe daha da kaybediyorlar. Ağaçlara, sulara, dağlara, ateşe anlamlar yükleyip onların da ruhları olduğunu düşünen ataların torunları bugün tablet ile TV arasında sıkışmış, ateşi evde yanan set üstü ocaktan; suyu musluktan; dağları ise televizyonlardan izliyor artık. Sokaklar ise çoktan kaybedilmiş durumda.
Evet 90’lı yıllarda son maçına çıkan çocuklar, beşte devre onda biter derken bunu kastetmiyorlardı belki ama vinçler, iş makinaları ve beton yığınları onuncu golünü çoktan attı bile. Mağlup olan çocuklar ise şimdilerde büyüdüler ve baba oldular. İşte o son golü yiyen takımın belki de en önemli oyuncusuydu Yağız Gönüler. Yazar kimliği ile babalık duygusunu birleştirerek cümlelerini ilmik ilmik nakşetmiş Unuttun Ama Çocuktun kitabında. Bir babanın endişelerinin anlatıldığı eser; dil, mekân, zaman, teknoloji, bir soruşturma başlıkları altında beş bölüme ayrılmış. Bu bölümlerde birçok düşünürü, yazarı, çocuk eğitimiyle ilgili akademisyeni görebiliyoruz. Turgut Cansever’i okuyoruz mesela. Ufki şehirlere duyulan hasret aslında geleceğimize dair duyduğumuz kaygıların bir sonucu. Çünkü ufki şehirde Türk mahalleleri var, bize ait sokaklar, oyun alanları var. Bu oyun alanları girişlerinde tabelası olmayan ancak çocukların yaratıcılıklarıyla şekillenen boş araziler, üzerine çıkılacak ağaçlar, kenarında oynanacak dereler, nehirler… Gülten Akın: “Evleri yüksek kurdular / cama, betona boğdular / usumuzdaydı unuttuk / topraktan uzakta kaldı / toprağa bağlı olanlar” derken ne kadar da haklıydı… Yola gidenin ardından eldeki tasla toprağa su döken teyzeler şimdilerde dedikodu programları izler oldular. Çocuklara aktarılacak olan kültürel birikim hurdacıya sattığımız tel dolapların içine yüklendi ve gitti. Amerikan mutfak adı verilen ve bir aralar ülkemizde de moda hâline gelen mutfak tipi, mutfakları fabrika gibi işleten Türk kadınına önce birer mikrodalga fırın aldırdı ve sonra düzen bozuldu. Geleneklerinden uzaklaşan milletler, kısa zaman içerisinde küreselleşmenin ağına düşmüş birer örümcek hâline geliyorlar. Bu bağlamda; geleneğin ve kültürün taşıyıcısı olan aile kurumuna yönelik analizleriyle de kitabın ayrı bir önemi bulunmaktadır.
Gönüler’in bir önceki kitabı olan ve yine Karakum Yayınevi tarafından yayımlanan Şarkısı Biten Şehir’de, yazarın ayrıntılı bir incelemeyle ele aldığı kent algısı temasına bu kitapta az da olsa yer verilmiş. Çocukluğumuzun en haşarı dönemlerinde çok gürültü yapınca bazı amcaların ve teyzelerin “gidin ötede oynayın” sözlerini anımsatıyor bizlere ve ekliyor; aslında ötesi denilen yer, olmayan bir mekân ve hiç yaşanılmaması gereken bir zaman dilimini işaret ediyordu. Dolayısıyla zaman ve mekâna dair yazılarda da çocukluğun ve şehirlerin yok oluşundan dem vuruluyor. Teknoloji, kitabın dördüncü bölümü ve burada teknoloji ile çocuğun belki de çocukluğun soğuk savaşından söz eden Gönüler, hafızaların tükendiğini ve dikkatlerin dağıldığından yakınıyor. Yakınmalar, hatalar, sıkıntılar; peki çözüm yolu nerede? Kitabın beşinci ve son kısmı işte kitapta söz konusu olan çocuk-şehir-medeniyet üçlemesine dair sorunlara çözüm önerileri sunuyor. Bu çözümler sıralanırken ebeveynlerin hataları da okuyucuya aktarılıyor. Bu bölümde yazar, alanlarında uzman olan birçok kişiyle söyleşmiş. Prof. Dr. Erol Göka, Prof. Dr. Kemal Sayar, Psikolog Cihan Çelik, çocuk eğitimi konusunda yazarın röportaj yaptığı isimler arasında yer alıyor. Çözüm önerileri arasında çocukları 3T’den uzak tutmak da var. Ne mi bunlar? Televizyon, tablet, telefon. Bunları kontrol etmeli, çocuğu doğaya çıkarmalı, sohbet etmesini sağlamalı… Çünkü doğada nesli tükenen ağaçlar, otlar ya da hayvanlar değil; nesli tükenen varlık: insanın ta kendisi. Akranlarından çok ekranları gören çocuk ne derece mutlu olabilir? Ne ile yetinebilir? Bir musibetin bin nasihatten daha etkili olduğunu savunan ataların bu sözündeki hikmet şuydu aslında: yaşa, deneyimle, kaybet ve yeniden ayağa kalk. Oysaki şimdi hiçbir şeyi tecrübe edemeyen çocuk kaybetmeye tahammül bile edemiyor, sonuç ise hüsran. Gönüler’in kitabını okuyan her anne, baba, eğitimci öncelikle kendi iç hesaplaşmasını yapmak zorunda kalıyor. Yazarın eleştirileri aslında okurun kendi kendine soru sormasına neden oluyor? Çünkü kitapta anlatılan başkasının değil bizzat okurun öyküsüdür ve okuyucu da bu öykü içerisinde hangi rolde olduğunu tespit ederek kendi boy aynasına bakmak zorundadır.
Kitap, arka kapağında da yazdığı gibi özetle “Geleceğe dair hayal kurarken çocuklardan ve çocukluktan bahsetmiyorsak, o gelecekten umut bekleyemeyiz. İçinde çocuğun ve çocukluğun olmadığı bir gelecek hayali, umutsuz ve ruhsuz bir geleceği işaret eder. Çocuklarımızı böyle bir geleceğe teslim edemeyiz. Onlara dair sorular sorarak işe başlamalıyız. Eğer doğru çözümler arıyorsak en önce doğru soruları sorabilme yeteneği kazanmalıyız. Eleştirmeyi, derinlemesine düşünmeyi asla terk etmemeliyiz. Bu çağda sorulacak doğru soruların hepsinde olduğu gibi aranacak cevaplar arasında da çocuklar ve çocukluk muhakkak yer almalıdır.” ana fikri doğrultusunda kaleme alınmış. Kitap, tüm büyümüş çocuklara unuttukları bir şeyi bir zamanlar çocuk olduklarını hatırlatıyor. Nâzım’ın dediği gibi, ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz ya da dünyamıza inecek ölüm. Bizler; çocuklarımıza teneffüs ettikleri bu yaşamı güzel kılmak, dünyayı daha da yaşanabilir bir yer yapabilmek için emek vermeye devam ettikçe, umut var olacaktır. Çocukların şeker yiyebilme ümidini yüreğinde saklı tutan eğitimcilerin ve özellikle de babaların bu kitabı okuduktan sonra endişelerinden sıyrılacağını söyleyebilirim.
Ömer Ünal
omerunalturkce87@gmail.com
* Bu yazı daha evvel Aydınlık Kitap'ta yayınlanmıştır.
Evet 90’lı yıllarda son maçına çıkan çocuklar, beşte devre onda biter derken bunu kastetmiyorlardı belki ama vinçler, iş makinaları ve beton yığınları onuncu golünü çoktan attı bile. Mağlup olan çocuklar ise şimdilerde büyüdüler ve baba oldular. İşte o son golü yiyen takımın belki de en önemli oyuncusuydu Yağız Gönüler. Yazar kimliği ile babalık duygusunu birleştirerek cümlelerini ilmik ilmik nakşetmiş Unuttun Ama Çocuktun kitabında. Bir babanın endişelerinin anlatıldığı eser; dil, mekân, zaman, teknoloji, bir soruşturma başlıkları altında beş bölüme ayrılmış. Bu bölümlerde birçok düşünürü, yazarı, çocuk eğitimiyle ilgili akademisyeni görebiliyoruz. Turgut Cansever’i okuyoruz mesela. Ufki şehirlere duyulan hasret aslında geleceğimize dair duyduğumuz kaygıların bir sonucu. Çünkü ufki şehirde Türk mahalleleri var, bize ait sokaklar, oyun alanları var. Bu oyun alanları girişlerinde tabelası olmayan ancak çocukların yaratıcılıklarıyla şekillenen boş araziler, üzerine çıkılacak ağaçlar, kenarında oynanacak dereler, nehirler… Gülten Akın: “Evleri yüksek kurdular / cama, betona boğdular / usumuzdaydı unuttuk / topraktan uzakta kaldı / toprağa bağlı olanlar” derken ne kadar da haklıydı… Yola gidenin ardından eldeki tasla toprağa su döken teyzeler şimdilerde dedikodu programları izler oldular. Çocuklara aktarılacak olan kültürel birikim hurdacıya sattığımız tel dolapların içine yüklendi ve gitti. Amerikan mutfak adı verilen ve bir aralar ülkemizde de moda hâline gelen mutfak tipi, mutfakları fabrika gibi işleten Türk kadınına önce birer mikrodalga fırın aldırdı ve sonra düzen bozuldu. Geleneklerinden uzaklaşan milletler, kısa zaman içerisinde küreselleşmenin ağına düşmüş birer örümcek hâline geliyorlar. Bu bağlamda; geleneğin ve kültürün taşıyıcısı olan aile kurumuna yönelik analizleriyle de kitabın ayrı bir önemi bulunmaktadır.
Gönüler’in bir önceki kitabı olan ve yine Karakum Yayınevi tarafından yayımlanan Şarkısı Biten Şehir’de, yazarın ayrıntılı bir incelemeyle ele aldığı kent algısı temasına bu kitapta az da olsa yer verilmiş. Çocukluğumuzun en haşarı dönemlerinde çok gürültü yapınca bazı amcaların ve teyzelerin “gidin ötede oynayın” sözlerini anımsatıyor bizlere ve ekliyor; aslında ötesi denilen yer, olmayan bir mekân ve hiç yaşanılmaması gereken bir zaman dilimini işaret ediyordu. Dolayısıyla zaman ve mekâna dair yazılarda da çocukluğun ve şehirlerin yok oluşundan dem vuruluyor. Teknoloji, kitabın dördüncü bölümü ve burada teknoloji ile çocuğun belki de çocukluğun soğuk savaşından söz eden Gönüler, hafızaların tükendiğini ve dikkatlerin dağıldığından yakınıyor. Yakınmalar, hatalar, sıkıntılar; peki çözüm yolu nerede? Kitabın beşinci ve son kısmı işte kitapta söz konusu olan çocuk-şehir-medeniyet üçlemesine dair sorunlara çözüm önerileri sunuyor. Bu çözümler sıralanırken ebeveynlerin hataları da okuyucuya aktarılıyor. Bu bölümde yazar, alanlarında uzman olan birçok kişiyle söyleşmiş. Prof. Dr. Erol Göka, Prof. Dr. Kemal Sayar, Psikolog Cihan Çelik, çocuk eğitimi konusunda yazarın röportaj yaptığı isimler arasında yer alıyor. Çözüm önerileri arasında çocukları 3T’den uzak tutmak da var. Ne mi bunlar? Televizyon, tablet, telefon. Bunları kontrol etmeli, çocuğu doğaya çıkarmalı, sohbet etmesini sağlamalı… Çünkü doğada nesli tükenen ağaçlar, otlar ya da hayvanlar değil; nesli tükenen varlık: insanın ta kendisi. Akranlarından çok ekranları gören çocuk ne derece mutlu olabilir? Ne ile yetinebilir? Bir musibetin bin nasihatten daha etkili olduğunu savunan ataların bu sözündeki hikmet şuydu aslında: yaşa, deneyimle, kaybet ve yeniden ayağa kalk. Oysaki şimdi hiçbir şeyi tecrübe edemeyen çocuk kaybetmeye tahammül bile edemiyor, sonuç ise hüsran. Gönüler’in kitabını okuyan her anne, baba, eğitimci öncelikle kendi iç hesaplaşmasını yapmak zorunda kalıyor. Yazarın eleştirileri aslında okurun kendi kendine soru sormasına neden oluyor? Çünkü kitapta anlatılan başkasının değil bizzat okurun öyküsüdür ve okuyucu da bu öykü içerisinde hangi rolde olduğunu tespit ederek kendi boy aynasına bakmak zorundadır.
Kitap, arka kapağında da yazdığı gibi özetle “Geleceğe dair hayal kurarken çocuklardan ve çocukluktan bahsetmiyorsak, o gelecekten umut bekleyemeyiz. İçinde çocuğun ve çocukluğun olmadığı bir gelecek hayali, umutsuz ve ruhsuz bir geleceği işaret eder. Çocuklarımızı böyle bir geleceğe teslim edemeyiz. Onlara dair sorular sorarak işe başlamalıyız. Eğer doğru çözümler arıyorsak en önce doğru soruları sorabilme yeteneği kazanmalıyız. Eleştirmeyi, derinlemesine düşünmeyi asla terk etmemeliyiz. Bu çağda sorulacak doğru soruların hepsinde olduğu gibi aranacak cevaplar arasında da çocuklar ve çocukluk muhakkak yer almalıdır.” ana fikri doğrultusunda kaleme alınmış. Kitap, tüm büyümüş çocuklara unuttukları bir şeyi bir zamanlar çocuk olduklarını hatırlatıyor. Nâzım’ın dediği gibi, ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz ya da dünyamıza inecek ölüm. Bizler; çocuklarımıza teneffüs ettikleri bu yaşamı güzel kılmak, dünyayı daha da yaşanabilir bir yer yapabilmek için emek vermeye devam ettikçe, umut var olacaktır. Çocukların şeker yiyebilme ümidini yüreğinde saklı tutan eğitimcilerin ve özellikle de babaların bu kitabı okuduktan sonra endişelerinden sıyrılacağını söyleyebilirim.
Ömer Ünal
omerunalturkce87@gmail.com
* Bu yazı daha evvel Aydınlık Kitap'ta yayınlanmıştır.
6 Mayıs 2018 Pazar
Deneme vadisinde yeni bir soluk: Ötekiler Günü
Hayat Ağacı dergisi editörü Tekin Şener’in, “Ötekiler Günü: Dil Bahçesinde Cümle Tarhları” adlı deneme kitabı geçtiğimiz aylarda Karakum Yayınları arasından çıktı. Tekin Şener uzun yıllardır yöneticiliğini yaptığı, şehir dergisi hüviyetindeki Hayat Ağacı’nın aynı zamanda önde gelen kalemlerinden biri olması hasebiyle gerek yazı kudretinden gerekse üslûbundan haberdar olduğumuz bir yazar idi. Ne ki onun edebiyatımızın estetik ve ustalık yönünden özellik arz eden bir türü olan denemede bu kadar kıvrak ve derûnî bir üsluba da sahip olduğunun farkında değildik. Bu çalışması bizim için hayranlık uyandırıcı bir eser olarak ortaya çıktı.
Deneme kuşkusuz ki, az kullanılmakla birlikte önemli bir türdür. Bilindiği üzere, deneme türü yazılarda belli bir konu veya düşünce genellikle şahsî bir görüş şeklinde ortaya konulur. Kesin yargılara varmaktan ziyade okuyucunun o konu üzerinde düşünmesi ya da bir bakış açısı kazanması hedeflenir. İşlenen konularda herhangi bir sınırlama zorunluluğunun olmadığı bu edebî türde yazar, kendi kendiyle konuşur havasındadır. Ataç’ın söyleyişiyle “Ben’in ülkesidir.”. Bu nedenle deneme; felsefî boyutu bir yana; bir açıdan söyleşi, bir açıdan eleştiri, bir bakıma da deyini çeşnisi verir.
Denemenin babası dünya edebiyatında Montaigne’dir. “Denemeler” adını verdiği yazıları (ki bunların yazılışı 1580- 95 arasıdır) bu yolda adeta bir çığır açmıştır. Onun denemeleri, Avrupa’da Rönesans’la ortaya çıkan yeni bir hayat anlayışının ve dünya görüşünün ürünleri olarak kabul edilir. Kişisellik ya da birey özgürlüğü gibi kavramlar, henüz oluşmaya başlayan burjuvazinin felsefesinin bir anlamda temel ilkeleridir de. Burjuvazinin çağdaş bir kültür oluşturması, yeni değer ölçüleri getirmesiyle sağlanacaktır ki, işte bu görevi “deneme” üstlenmiştir.
Bize gelince… Bizde deneme türü Tanzimat’tan sonra görülür. Ne var ki; Şinasi gibi, Namık Kemal gibi Tanzimat yazarlarının dahi başarılı birer denemeci oldukları söylenemez. Zira onlarda görülen şey, Avrupa’da olduğu gibi düşünce üretilmesi değil, doğrudan bilgi aktarımıdır. Onların, Avrupa’da görülen yapısal değişimi bizzat yaşamamalarını veya işin ayrımında olmamalarını bunun nedeni olarak ortaya koyabiliriz. Birey kavramına yabancıdırlar, bireyselleşmenin ayrımında da değildirler. Bu yüzden temeli Edebiyat-ı Cedide’de atılmış denemenin, ilk olgun örnekleri 1908 Meşrutiyetinden sonra Cenap Şahabettin, Ahmet Rasim, Yakup Kadri gibi yazarlar tarafından verilmiştir. Türkçede denemenin asıl geliştiği dönem Cumhuriyet’tir ve bu vadide akla gelen en önemli isim de tartışmasız Nurullah Ataç’tır. Diğer bir önemli deneme yazarı da Sabahattin Eyüboğlu’dur. Ataç daha ziyade edebiyatın çevresinde dolaşırken Eyüboğlu bir kültürü bütünüyle ele almaya çalışır.
Evrensel ve ulusal düzeyde bahsettiğimiz bu deneme ustalarına, çok fazla tanınmayan fakat kaleminin yetkinliğiyle diğerlerinden aşağı kalmayan Muhlis Nafiz Günay’ı da eklemek gerekir. Rahmetli Günay daha ziyade şiir, roman, öykü gibi fazlaca bilinen edebî formlarda ürünler vermiş olmakla birlikte, çok yaman bir deneme ustasıydı. Onun gerek kitaplaşamamış birçok yazılarında ve özellikle köşe yazılarında yaşam, ölüm, cinsellik, özgürlük, hümanizma, siyasal oluşumlar vb. konularda kaleme aldığı özgün metinlerin yüksek edebî estetiği ve düşünsel boyutu vardır. Tekin Şener, Muhlis Günay’la aynı şehirde yaşayan ve bu türü ustaca kullanan bir diğer kalem erbabıdır. Aralarındaki mevcut kuşak farkına rağmen, Şener’in denemeleri Muhlis Nafiz Bey’in denemelerini kimi yerde aşan bir yetkinlik düzeyindedir. Bu vadide araştırma yapacak olanların bu iki kalem ustasının ve bu toprağın yetiştirdiği diğer denemecilerin ürünlerini ele alırken bu gerçeği daha iyi kavrayacağı kuşkusuzdur. Bu gerçeğin en somut ifadesi ve kanıtı elbette ki Tekin Şener’in denemelerinden imkânlar nisbetinde yapacağımız alıntılarla daha iyi kendini gösterecektir. Zira denemelerinde yazar; çok ilginç, realist, kimi yerde sorgulayıcı kimi yerde sergileyici bir gözlem gücüyle, pürfelsefî ve mantıksal bir fikir örgüsü içinde konuları ele almıştır. Bu fikrî bütünlüğü sağlayan en başat unsurun dil olduğu kuşkusuzdur. Nitekim yazar denemelerinin fikrî altyapısını oluştururken bunları okuyucusuna en estetik şekilde sunabilme gayesiyle dili de bir mücevher ustası titizliği ile işlemiştir. Bu cümleden olarak yazıların hemen hiçbirinde herhangi bir dil yanlışına, bir anlatım potluğuna, bir ifade düşüklüğüne tesadüf etmek mümkün değildir. Bu kitaptaki denemeleri değerli ve benzerlerinden farklı kılan en önemli özellik elbette ki bu dil yapısıdır. Günümüz yazı hayatında birbirine ekleştirdiği üç cümlenin zamanlamasını bile ayarlayamayan sözüm ona kalem sahiplerinin arz- ı endam ettiğine maalesef tanık olmaktayız. Her konuda olduğu gibi yazı tekniğinde de muhteva ile şekil birlikte ele alınmasına rağmen, şeklin muhtevadan önde olduğu genellikle kabul gören bir gerçektir. Ötekiler Günü’ndeki denemelerde bu gerçeğin göz ardı edilmediği yakınen görülmektedir. İşte örnekleri:
“Her çocuk, başta ailesi olmak üzere yakın ve uzak çevresinden aldığı sevgiyi, nefreti, mutluluğu ve acıyı kendi varlığında büyüterek geleceğe taşır. Onlara bugün verdiğimiz iyilikler, güzellikler yarın bize katlanarak dönecektir; tıpkı kötülükler ve yoksunluklar gibi…” sh. 13.
“Bir mecburiyetler silsilesine ve boyun eğişler manzumesine dönüşüyor hayatımız, farkında mısınız?” sh. 32.
“Sınaî kapitalizmin ürettiğine yabancı kıldığı insan, enformatik tüketim çağında tükettiğine de yabancı hâle geldi.” sh. 33.
“Fizikî ve zihnî varlığımız, yani bir bütün olarak insanî varoluşumuz; şöyle bir göz ucuyla bakmaya, uzaktan soğukça dokunmaya, kulak vermeye, tadına bakmaya indirgeniyor. Bir eşyaya, bir ürüne etiket fiyatının ötesinde bir değer atfetmiyoruz artık.” sh. 33.
“Hayatımızda müziğin birincil faaliyet olarak değil, yan faaliyet olarak yeri var.” sh. 35.
“Birbirimize hiç benzemediğimiz hâlde, çok benziyormuş gibi yaşıyoruz.” sh. 37.
“Serî üretimden serî tüketime, oradan da serî kültüre adım adım geçiyoruz. Çoktan seçmeli eğitim sisteminin tornasından geçen nesillerde giderek çoktan seçmeli bir dünya tasavvuru gelişiyor.” sh. 37.
“Medenî izlere bakarak dünya maceramızı, kalıcı olanla geçici olanı, fena ile bekayı daha derinden kavrayabiliriz.” sh. 46.
“Nimetleri ve külfetleri bol olan ciddî bir iştir bu ülkede yaşamak; onu sahiplenmek, sakini ve hamisi olmak…” sh. 50.
“İnsan varlığının en kırılgan üç yanı ve en savunmasız noktaları; kalbi, hayalhanesi ve gururudur. Dünya ile alışverişimizin titreşimleri bu noktalara düşer.” sh. 63.
“Hayal etmekle hayalperest olmak, gururunu sakınmakla megaloman olmak ve kalbini açmakla melankoliye düşmek arasında derece farkı değil mahiyet farkı vardır.” sh. 64.
“Gurur, gönül ve hayal; irade ve aklın denetimine alındıkları ölçüde ehlileşir.” sh. 64.
“İnsan için dünyadaki asıl müşkül, aynı anda birkaç sahnede boy gösterme gereği ve sahnelerin de sürekli değişiyor oluşudur.” sh. 87.
“İnsanın değeri, anlık onaylarla değil geniş zamandaki kabullerle tesbit edilir.” Sh. 99.
“Bitmez tükenmez değişmenin, sonsuz çeşitliliğin, sürekli oluşun ve bozuluşun ve bin bir tezadın bahçesidir hayat…” sh.105.
Alıntılar örnek kabilinden. Oysa alıntılanmaya hatta abartısız söylüyorum çerçevelenip duvara asmaya layık öyle çok aforizma var ki kitapta…
Neylersin ki vakit dar olsa gerek zira gün akşam oldu. İyisi mi her okur kendine düşenlerin bir seçkisini yapsın ve bu ibretamiz fikir bahçesinden nasiplensin. Şahsen, bunca yılın amansız bir okuru olarak Ötekiler Günü’nden çok etkilendim. Darısı bütün okurların başına…
Halûk Çağdaş
Deneme kuşkusuz ki, az kullanılmakla birlikte önemli bir türdür. Bilindiği üzere, deneme türü yazılarda belli bir konu veya düşünce genellikle şahsî bir görüş şeklinde ortaya konulur. Kesin yargılara varmaktan ziyade okuyucunun o konu üzerinde düşünmesi ya da bir bakış açısı kazanması hedeflenir. İşlenen konularda herhangi bir sınırlama zorunluluğunun olmadığı bu edebî türde yazar, kendi kendiyle konuşur havasındadır. Ataç’ın söyleyişiyle “Ben’in ülkesidir.”. Bu nedenle deneme; felsefî boyutu bir yana; bir açıdan söyleşi, bir açıdan eleştiri, bir bakıma da deyini çeşnisi verir.
Denemenin babası dünya edebiyatında Montaigne’dir. “Denemeler” adını verdiği yazıları (ki bunların yazılışı 1580- 95 arasıdır) bu yolda adeta bir çığır açmıştır. Onun denemeleri, Avrupa’da Rönesans’la ortaya çıkan yeni bir hayat anlayışının ve dünya görüşünün ürünleri olarak kabul edilir. Kişisellik ya da birey özgürlüğü gibi kavramlar, henüz oluşmaya başlayan burjuvazinin felsefesinin bir anlamda temel ilkeleridir de. Burjuvazinin çağdaş bir kültür oluşturması, yeni değer ölçüleri getirmesiyle sağlanacaktır ki, işte bu görevi “deneme” üstlenmiştir.
Bize gelince… Bizde deneme türü Tanzimat’tan sonra görülür. Ne var ki; Şinasi gibi, Namık Kemal gibi Tanzimat yazarlarının dahi başarılı birer denemeci oldukları söylenemez. Zira onlarda görülen şey, Avrupa’da olduğu gibi düşünce üretilmesi değil, doğrudan bilgi aktarımıdır. Onların, Avrupa’da görülen yapısal değişimi bizzat yaşamamalarını veya işin ayrımında olmamalarını bunun nedeni olarak ortaya koyabiliriz. Birey kavramına yabancıdırlar, bireyselleşmenin ayrımında da değildirler. Bu yüzden temeli Edebiyat-ı Cedide’de atılmış denemenin, ilk olgun örnekleri 1908 Meşrutiyetinden sonra Cenap Şahabettin, Ahmet Rasim, Yakup Kadri gibi yazarlar tarafından verilmiştir. Türkçede denemenin asıl geliştiği dönem Cumhuriyet’tir ve bu vadide akla gelen en önemli isim de tartışmasız Nurullah Ataç’tır. Diğer bir önemli deneme yazarı da Sabahattin Eyüboğlu’dur. Ataç daha ziyade edebiyatın çevresinde dolaşırken Eyüboğlu bir kültürü bütünüyle ele almaya çalışır.
Evrensel ve ulusal düzeyde bahsettiğimiz bu deneme ustalarına, çok fazla tanınmayan fakat kaleminin yetkinliğiyle diğerlerinden aşağı kalmayan Muhlis Nafiz Günay’ı da eklemek gerekir. Rahmetli Günay daha ziyade şiir, roman, öykü gibi fazlaca bilinen edebî formlarda ürünler vermiş olmakla birlikte, çok yaman bir deneme ustasıydı. Onun gerek kitaplaşamamış birçok yazılarında ve özellikle köşe yazılarında yaşam, ölüm, cinsellik, özgürlük, hümanizma, siyasal oluşumlar vb. konularda kaleme aldığı özgün metinlerin yüksek edebî estetiği ve düşünsel boyutu vardır. Tekin Şener, Muhlis Günay’la aynı şehirde yaşayan ve bu türü ustaca kullanan bir diğer kalem erbabıdır. Aralarındaki mevcut kuşak farkına rağmen, Şener’in denemeleri Muhlis Nafiz Bey’in denemelerini kimi yerde aşan bir yetkinlik düzeyindedir. Bu vadide araştırma yapacak olanların bu iki kalem ustasının ve bu toprağın yetiştirdiği diğer denemecilerin ürünlerini ele alırken bu gerçeği daha iyi kavrayacağı kuşkusuzdur. Bu gerçeğin en somut ifadesi ve kanıtı elbette ki Tekin Şener’in denemelerinden imkânlar nisbetinde yapacağımız alıntılarla daha iyi kendini gösterecektir. Zira denemelerinde yazar; çok ilginç, realist, kimi yerde sorgulayıcı kimi yerde sergileyici bir gözlem gücüyle, pürfelsefî ve mantıksal bir fikir örgüsü içinde konuları ele almıştır. Bu fikrî bütünlüğü sağlayan en başat unsurun dil olduğu kuşkusuzdur. Nitekim yazar denemelerinin fikrî altyapısını oluştururken bunları okuyucusuna en estetik şekilde sunabilme gayesiyle dili de bir mücevher ustası titizliği ile işlemiştir. Bu cümleden olarak yazıların hemen hiçbirinde herhangi bir dil yanlışına, bir anlatım potluğuna, bir ifade düşüklüğüne tesadüf etmek mümkün değildir. Bu kitaptaki denemeleri değerli ve benzerlerinden farklı kılan en önemli özellik elbette ki bu dil yapısıdır. Günümüz yazı hayatında birbirine ekleştirdiği üç cümlenin zamanlamasını bile ayarlayamayan sözüm ona kalem sahiplerinin arz- ı endam ettiğine maalesef tanık olmaktayız. Her konuda olduğu gibi yazı tekniğinde de muhteva ile şekil birlikte ele alınmasına rağmen, şeklin muhtevadan önde olduğu genellikle kabul gören bir gerçektir. Ötekiler Günü’ndeki denemelerde bu gerçeğin göz ardı edilmediği yakınen görülmektedir. İşte örnekleri:
“Her çocuk, başta ailesi olmak üzere yakın ve uzak çevresinden aldığı sevgiyi, nefreti, mutluluğu ve acıyı kendi varlığında büyüterek geleceğe taşır. Onlara bugün verdiğimiz iyilikler, güzellikler yarın bize katlanarak dönecektir; tıpkı kötülükler ve yoksunluklar gibi…” sh. 13.
“Bir mecburiyetler silsilesine ve boyun eğişler manzumesine dönüşüyor hayatımız, farkında mısınız?” sh. 32.
“Sınaî kapitalizmin ürettiğine yabancı kıldığı insan, enformatik tüketim çağında tükettiğine de yabancı hâle geldi.” sh. 33.
“Fizikî ve zihnî varlığımız, yani bir bütün olarak insanî varoluşumuz; şöyle bir göz ucuyla bakmaya, uzaktan soğukça dokunmaya, kulak vermeye, tadına bakmaya indirgeniyor. Bir eşyaya, bir ürüne etiket fiyatının ötesinde bir değer atfetmiyoruz artık.” sh. 33.
“Hayatımızda müziğin birincil faaliyet olarak değil, yan faaliyet olarak yeri var.” sh. 35.
“Birbirimize hiç benzemediğimiz hâlde, çok benziyormuş gibi yaşıyoruz.” sh. 37.
“Serî üretimden serî tüketime, oradan da serî kültüre adım adım geçiyoruz. Çoktan seçmeli eğitim sisteminin tornasından geçen nesillerde giderek çoktan seçmeli bir dünya tasavvuru gelişiyor.” sh. 37.
“Medenî izlere bakarak dünya maceramızı, kalıcı olanla geçici olanı, fena ile bekayı daha derinden kavrayabiliriz.” sh. 46.
“Nimetleri ve külfetleri bol olan ciddî bir iştir bu ülkede yaşamak; onu sahiplenmek, sakini ve hamisi olmak…” sh. 50.
“İnsan varlığının en kırılgan üç yanı ve en savunmasız noktaları; kalbi, hayalhanesi ve gururudur. Dünya ile alışverişimizin titreşimleri bu noktalara düşer.” sh. 63.
“Hayal etmekle hayalperest olmak, gururunu sakınmakla megaloman olmak ve kalbini açmakla melankoliye düşmek arasında derece farkı değil mahiyet farkı vardır.” sh. 64.
“Gurur, gönül ve hayal; irade ve aklın denetimine alındıkları ölçüde ehlileşir.” sh. 64.
“İnsan için dünyadaki asıl müşkül, aynı anda birkaç sahnede boy gösterme gereği ve sahnelerin de sürekli değişiyor oluşudur.” sh. 87.
“İnsanın değeri, anlık onaylarla değil geniş zamandaki kabullerle tesbit edilir.” Sh. 99.
“Bitmez tükenmez değişmenin, sonsuz çeşitliliğin, sürekli oluşun ve bozuluşun ve bin bir tezadın bahçesidir hayat…” sh.105.
Alıntılar örnek kabilinden. Oysa alıntılanmaya hatta abartısız söylüyorum çerçevelenip duvara asmaya layık öyle çok aforizma var ki kitapta…
Neylersin ki vakit dar olsa gerek zira gün akşam oldu. İyisi mi her okur kendine düşenlerin bir seçkisini yapsın ve bu ibretamiz fikir bahçesinden nasiplensin. Şahsen, bunca yılın amansız bir okuru olarak Ötekiler Günü’nden çok etkilendim. Darısı bütün okurların başına…
Halûk Çağdaş
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)