9 Mayıs 2018 Çarşamba

Bir film yaşamla ne kadar iç içedir?

"Neticede olan çocuklara oluyor doktor. Herkes yaptığının cezasını çekiyor, çocuklarsa büyüklerin günahını."
- Bir Zamanlar Anadolu'da (2011)

Filmler ve diziler bizim hayatımıza işledikçe, hayatımızla bir temas kurdukça kalıcı olurlar. Hikâyenin gerçekçiliği, gördüğümüz detayların felsefi ya da mistik tarafları, dilin zengin biçimde kullanımı o filmleri ve dizileri sevmemizde önemli sebepler olabilir. Bazen sade ve akıcı, bazen de yoğun ve yorucu filmler ruhumuzu ayağa kaldırır. Türk dizi tarihinden birkaç örnek vermek gerekirse; Bizimkiler, Süper Baba, Ekmek Teknesi, İkinci Bahar, Avrupa Yakası, Behzat Ç, Ezel, İçerde, Suskunlar, Leyla ile Mecnun, son dönemde Çukur, Şahsiyet ve Dip bu anlamda kıymetli diye düşünüyorum.

Diziler şimdilerde çok tartışılan süreleri sebebiyle hayatımızda daha geniş yer kaplıyor. Üstelik bazıları birkaç yıl sürüyor. Filmlerin ise süresi neredeyse belli, vizyondan sonra neredeyse unutuluyor. Bazıları hariç elbette. Bunları saymakla bitiremeyiz ama aklıma gelenlerden birkaçını hemen sıralamak isterim: Selvi Boylum Al Yazmalım, Yol, Eşkıya, Masumiyet, Gemide, Tabutta Rövaşata, Kader, Gönül Yarası, Babam ve Oğlum, Av MevsimiDevrim Arabaları, Ağır Roman, Kış Uykusu, Kelebeğin Rüyası, Nefes, Daha...

Ercan Kesal, son yıllarda hayatımıza en kritik yerlerinden temas eden hikâyeler, denemeler, romanlar kaleme almakla kalmadı bir de yazdığı senaryolarla, oynadığı filmlerle ve dizilerle hayatımızda şimdiden kalıcı bir iz bıraktı. Bir Zamanlar Anadolu'da, yönetmen koltuğunda Nuri Bilge Ceylan'ın oturduğu ve senaryo ekibinde Ercan Kesal'ın da yer aldığı önemli bir filmdi. Neden önemliydi? Çünkü ölümün, hayatın içinde nasıl bir yerde durduğuna dokunmak ve bu dokunuşu yaparken gerçekçiliği korumak, o gerçeklikteki felsefeyi konuşturmak, her karakterin izleyicide iz bırakması, çok önemli birer meziyet.

Ercan Kesal, doktorluğunun henüz başında taşrada görev alır. Farklı topraklar, farklı insanlar, farklı iklimler. Şüphesiz taşranın yaşattıkları farklıdır, çoğu zaman da insanın yazım sürecini etkiler. Nitekim Kesal'ın tüp kitaplarında bunu zaten görüyoruz. Filmde ise tamamen içine giriyoruz hikâyenin, yaşıyoruz. Çünkü yönetmen ve oyuncular yaşatıyor. Zamanı, geçmişi tadıyoruz. Hikâyenin hem acımasızlığını hem de doğallığını uzun uzun yaşıyoruz. Zaten film de kısa düşünülen ama uzun geçilen, yavaş geçilen bir sürecin hediyesi. Zaten Kesal bu sürece bizi de dâhil ediyor, söylüyor: "Korkmadan, uzun uzun, hayattaki gibi yazmak gerek, onu anladım."

Biraz senaryo yazımıyla ilgilenen, diğer yandan derinlikli filmlere merak duyan biri olarak günceyi önemli notlar alarak okudum. Kesal buna zorluyor okuyucuyu. Eğer diyor böyle işlere girişeceksen, şu şu işleri ciddiye al, şunlarıysa daha ciddiye al. Elli, yüz, belki beş yüz sayfa yazsan da başa dönebilirsin bunu unutma. Yeniden yazabilirsin. Başa dönmek zaten yeniden ayaklanmak için bir nefes değil midir? "Ben kalbime döneceğim" der şair, "fokurdayıp pörtlemek için."

Hangi şair? Sen Nehri'nin kenarında Kesal bize söylesin kimmiş o şair: "Gece 12'den sonra Paris'te yemek yiyecek yerler bulmak çok zor. Gözünü sevdiğimin İstanbul'u. Şimdi nohutlu pilav ya da Bambi'den döner dürüm olsa ne güzel yenirdi. Kapanmak üzere olan bir fast foodçudan kola, patates ve çizburger alıp Sen Nehri'nin kenarına oturduk. Tuhaf ve uçlarda gezilen bir gündü. Sen Nehri'nin ışıltılarına dalgın dalgın bakarken İsmet Özel'den bir dize geldi dilimin ucuna: "Ben ne büyük bir dalgınlıkla bakmış olmalıyım ki hayata"..."

İsmet Özel demişken, filmden önce şu repliği hatırlayalım:
"Ya doktor, bir insan bi başkasını cezalandırmak için hakkaten kendini öldürebilir mi doktor? Olabilir mi böyle bir şey ya, he?
- Zaten intiharların çoğu başka birini cezalandırmak için yapılmıyor mu, savcı bey?
"

Şimdi de İsmet Özel'in şu cümlelerini: "40 yaşıma kadar hep intiharı düşündüm, ama 40 yaşımdan itibaren insanların intihar etmeye değmeyeceklerini düşünmeye başladım. Bana göre intihar, geride kalanlara yönelik ağır bir suçlamadır. Bu mesajı verebileceğin tıynette insan olmadığını düşününce de intihar etmiyorsun."

Yirmi beş yıl önce doktor Ercan Kesal'ın yaşadığı bir anı, bir olay filmin meselesi. Cinayet, katil, maktul, savcı, polis, jandarma, muhtar, şoför, doktor, anne, çocuk. Karakterler az ve öz. Kesal filmde muhtar rolüne bürünüyor. Üzerindeki giysileri seçmek için çarşıya gitmesi, oyuncu seçimi, cast zorlukları, senaryonunu matematiği ve elbette çekim günlerindeyken yirmi beş yıl öncesine dönmesini sade biçimde anlatıyor. Mekan ve zaman arasında varlık bu kez de kamera yoluyla sancıyor: "Bu filmde, çok hunharca işlenmiş bir cinayetin aslında ne kadar sıradan (kendi içinde barındırdığı hikâyesiyle birlikte) algılanıp, ne kadar sakince gündelik hayatın hayhuyu içinde emilebileceğini, aslında herkesin kendi hikâyesini, kendini ne kadar önemsediğini, herkesin kendi "cinayetinin" peşinde ya da pençesinde bir garip yolculuğunu (hayat yolculuğunu) sürdürmekte olduğunu göstereceğiz. Bir şey söylemeyeceğiz. Kahramanlarımız yeteri kadar geveze ve herkes kadar suskun olacak. Hayat zaten böyle bir şey... Onu olduğundan daha farklı, daha şiddetli ya da daha uyumlu anlatmaya çalışmanın bir âlemi yok ki..."

Bir aile babası ve doktor olarak Kesal'ın kendine ait yoğunluğu film sürecine de yansıyor. Eşini ve oğlu Poyraz'ı özlüyor, sık sık evine gidiyor. Annesi ve babası için de yollara düşüyor yine sık sık, onları da ziyaret ediyor ve böylece yine geçmişle şimdi arasında keşifler yapma imkânı buluyor. Bazen de öylece duruyor, izliyor, yorum yapmadan hayatın akışındaki lezzeti tadıyor. 'Şimdi ve burada'nın farkındalığı, kalbin özgürlüğü: "Hava çok güzel. Annem, babam hâlâ hayatta ve şu evin üst katında benim oğlum var, annesiyle uyuyor. Allahım sana şükürler olsun."

Bir roman, bir günce ya da ders notları olarak okunabilir Evvel Zaman. Bir filmin inşa sürecinde diyaloglar kurabilmenin zorluğu ve yararlanabilecek kitaplar, isimler neler olabilir gibi soruların cevapları da zaman zaman çıkıyor sayfalar içinden. Bir film bizi çok yere götürür, götürmeli. Bu, filmin matematiğinden daha da mühim. 'Sinemanın şairi' Kieslowski, "İnsanlar kurallara uymak, düzenlerini korumak ve yaşamlarını sürdürmek için değil daha yüce şeyler için yaratılmıştır. Ben onun peşindeyim." demiş. Ben bu yazıyı yazarken Erkan Oğur, Derya Türkan, İlkin Deniz üçlüsünün harikulade albümü Dokunmak'ı en başından dinledim. Bir plazanın tepesinden toprağa yeniden dokunabilmenin heyecanını koklamaya çalıştım seslerin, filmin ve güncenin etkisiyle.

Ellerine sağlık Ercan Kesal ve elbette Nuri Bilge Ceylan, bir kez daha.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder