“Eğer insan soyunun bu en zaliminin simgesini, benzerini hayvanlar arasında arayacak olsaydım, belki timsahları bulurdum, boa yılanlarını bulurdum. Yok yok, sanmıyorum ki yeryüzünde bu zalimleri simgeleyecek korkunçlukta bir hayvan türü bulabilelim…” diye kitabının arkasına not düşer Yaşar Kemal. O da çok iyi bilir ki insanın insana ettiği zulmü simgeleyecek başka bir tür yoktur.
Bir halk masalından yola çıkılarak sömüren ve sömürülenin kaleme alındığı, şiirsel ve eleştirel bir dille yazılmış alegorik bir roman Filler Sultanı İle Kırımızı Sakallı Topal Karınca.
Bazı yerlerde çocuk kitabı olarak adlandırılmış olsa da aslında kitap dünyadaki sömürü düzenini anlamak mahiyetinde yetişkinlere birçok mesaj vermekte. Kitap filler sultanının karıncalar ülkesine saldırmasıyla başlıyor. Filler, karıncalar ülkesinde güç iktidarlığı kuruyor. Karıncalar ülkesini ve birçok karıncayı yok ederek sömürünün ilk adımını atmış oluyor. Sonrasında ise bu sömürünün ilmek ilmek işlendiğine ve çok düzenli gittiğine şahitlik ediyoruz.
İlk olarak sömürü kelimesini tamamiyle yasaklıyor. “Sömürü sözcüğünü her kim ağzına alırsa, hemen, derhal öldürülecektir. Yanlışlıkla bile ağzına alsa bir karınca sömürü sözcüğünü derhal öldürülecektir.”. Sömürü sözcüğü tamamen dilden çıkarılıp özgürlük sloganları atılarak özgürlük bahşedildiğine dair söylemlerde bulunuluyor. Kitapta işlenmek istenen bütün sömürü motiflerinin sloganik bir şekilde verildiğini görüyoruz. Geçmişi ve günümüzü göz önünde bulundurursak insanlıktan hep ne alınmak isteniyorsa o vaat edilir. Sömürücülerin en iyi yaptığı şey slogan atıp insanlardan almak istediğini aslında ona satmaya çalıştığıdır. Kitapta sözde özgürlüğün karıncalara satıldığı gibi.
“Her karınca bir fildir” sloganı ile karıncalar benliklerinden uzaklaştırılıyor. Ayrıca bu fil olma mevzu ve sömürülme bir süre sonra sadece karıncalara değil bütün hayvanlara işleniyor. Bütün hayvanların fil soyundan geldiğine dair söylevler veriliyor. Özgürlük elden gittikten sonra bir toplumun mihenk taşı olan dil de hem karıncaların hem de diğer hayvanların elinden alınıyor. Her hayvan filce konuşmaya zorlanıyor. Dil, bir toplumu ayakta tutar, toplum arasındaki birlik beraberliği sağlar. Bir toplumu tarihinden, kültüründen, özünden, benliğinden ayırmak isteyen bütün sömürücülerin değiştirmek için ilk başvurduğu konu dildir. Çünkü dilinden ayrılmış olan birey kendi benliğinden ayrılmış olur. Ulus olmanın gerektirdiği ilk koşul ortak bir dildir. Dil yoksa ulusun parçalanması daha kolay bir hal alır. Dil yoksa düşünme yoktur. Düşünme yoksa özgün üretmek yoktur.
“Bir de karıncaları durmadan oyalayacak, düşünmeyi onların elinden alacak birtakım oyuncaklar icat etseler. Karıncaları köleliğe koşullayacak… Filler akıllıdır, dünyanın en akıllı yaratıkları fillerdir. Hiçbir karıncaya göz açtırmayacak, bir tek sözcük düşündürmeyecek onlara oyuncaklar bulmalıyız. Karıncalar eğer düşünecek olurlarsa erinde gecinde bu özgürlük düzeninden kurtulmanın bir yolunu bulurlar. Düşünce için bu dünyada her şey sonsuzdur. Karınca da olsa düşünce bir gün bir yolunu bulup fili yener. Onun için bizler karıncaların en küçük bir düşüncesine izin vermeyeceğiz.”
Kitabın bütünü boyunca filler sultanının, karıncalar ülkesine ilk saldırdığı zaman elinden kaçıp kurtulan kırmızı sakallı topal karıncanın bir gün gelip onu yeneceği ve tüm karıncaların özgürlüklerini ilan edeceği korkusuyla yaşadığını görüyoruz. Kırmızı sakallı topal karınca kitapta düşünmenin, sorgulamanın, başkaldırmanın motifidir.
Karıncalar sarı, kırmızı, siyah, mavi gibi farklı renkte oldukları için bunlar arasında parçalanmaya yönelik politikalar izlenerek karıncalar birbirlerine düşman edilir. Tıpkı insan soyunu boy, ırk, mezhep vb. farkı üzerinden parçalamaya çalışan güçler gibi.
Filler Sultanı karıncalardan sırça bir saray, hazineler, mavi elmastan bir taht ister. Gittikçe bu isteklerini çoğaltır ve hep daha fazlasını ister asla doyuma ulaşmaz. En son karıncalardan yaşam suyunu bulup getirmelerini ister. Karıncalar tüm bu istekleri yerine getirmeye çalışırken kendileri için kışlık yiyecek biriktirmeyi unuturlar. Filler Sultanının istediği olmuştur artık karıncalar kendilerini düşünmezler ve hep ona bağımlı yaşamak zorundadırlar. Onları kendilerine daha da yabancılaştırmak için fil olma okulları açar.
“…her tepeye, her yere, her karınca kentine yüzlerce borazan koyacağız. O borazanlar her an, hiç ara vermeden fillerin yüceliğini, bu düzenin değişmeyeceğini, bu düzen değişirse dünyanın toptan yıkılacağını, şu yeryüzünde, şu evrende hiçbir canlı kalmayacağını, karıncaların aslında fil olduklarını, ama karınca kadar fil olduklarını durmadan, bıkmadan usanmadan yenileyecekler.”
Filler Sultanı, karıncalar üzerindeki baskısından ve onları asimile etmeye çalışmaktan asla vazgeçmez. Oysa uzak dağların arasında Kırmızı Sakallı Topal Karınca ve onun gibi olan kırmızı sakallı karıncalar hem çalışıp hem kitaplar okuyup hem de bu fil zulmünden nasıl kurtulacaklarını düşünürler. Kurtarıcı; düşünen, sorgulayan, araştıran, kitap okuyanlar arasından çıkacaktır.
“… Artık öyle eskisi gibi uydurma, öykünme değil, her karınca şimdi kendini küçücük bir fil sayıyor, fil olmanın gururuyla mest, ama karınca kadar fil, filliği, fil olmanın onurunu yüreğinin en derinliğinde duyarak sultanları için, ulu erişilmez yaratıklar olan filler, gökte bile uçan hüdhüdler için karınca gibi fil olaraktan durmadan çalışıyorlardı. Artık onlar ne karıncaydılar ne fildiler, kendilerini filistana adamış birer makinaydılar.”
Karıncalar kendilerini öyle çok fil olduklarına inandırdılar ki onlar gibi ormana doluşup kıç kaşımaya başlarlar. Bu karıncalar için bir tür sarhoş olma durumu halini alır. Hiçbir şey düşünmezler ve Filler Sultanını dahi dinlemezler. Bir gün dağlardan, denizlerden, topraktan, ormandan bir türkü yayılır. Türkü günlerce sürer. Ve bu türkü tüm karıncalara karınca olduğunu hatırlatır, bütün karıncalar fil gibi davranmaktan vazgeçer. Türkü sadece karıncalar tarafından duyulur fakat hain olan karıncalar duyamaz. Türkü burada bir uyanışın ve aydınlanışın imgesidir. Artık karıncalar bu tutsaklığa bir son vermek isterler. Kırmızı Sakallı Topal Karıncanın önderliğinde yeryüzünün bütün karıncaları birleşip Filler Sultanının ülkesinin altını oyup bu tutsaklığa son verirler.
“Kıssadan hisse, yeryüzünün bütün karıncaları birleşince…”
Zeliha Tanbağa
twitter.com/ZelissTan
26 Nisan 2018 Perşembe
Bir "kurnazlık" hikâyesi
Tarihin bir bilim olup olmadığı tartışması bir yana, salt hamaset içeren tarihi meseleler her daim düşünceye sevk etmiştir beni. Meselenin bir ucunda spekülatif resmi tarih yazını çekiştirirken öteki ucunda farklı saiklerle muhalif olan reaksiyonel/hamasi tarih yazını çekiştirir. Örneğin, Türklerin nasıl Müslüman olduklarına dair açıklamalarda, tarafların meşrebine göre, ‘kılıç zoruyla’ ve/veya ‘karakter uygunluğu’ nev’inden yorumlar yapılır. Aynı açıklamaların bölgede yaşayan diğer toplumlar için yapılmadığına ya da Müslümanlığı överek öne çıkaracak şekilde yapıldığına tanık oluruz. Mesela İran bu konuda ilginç bir detaydır ve bölgenin Müslümanlaşması Zerdüştlüğe yapılan yerici vurgularla ortaya konulur. Aynı tutum Türkler söz konusu olduğunda Zerdüştlük için yapılan kadar olma da kısmen Şamanizm için yapılır lakin Gök Tanrı inancına pek dokunulmaz. Zira Türklerin Müslüman olması bağlamında İslam ile uygunluk ilişkilendirmesi Gök Tanrı inancı üzerinden yapılır. Diğer yandan Anadolu’nun İslamlaşmasıyla başlayan süreçte hâlihazırda bu topraklarda yaşayan insanlara ne olduğu çok fazla irdelenmez. Benzer bir tabir ve sonrası irdelenmeyen bir mesele olarak ‘Anadolu’nun Türkleşmesi’ şeklinde de yapılır. Anadolu’nun Türkleşmesi, İsmet Özel’in mantığıyla (kısaca, “Türk, Müslüman demektir” şeklinde) ele alınıyor olsa bile hem gerçekçi hem de açıklayıcı olmadığı aşikâr. Geriye, tarihin bilimselliğini sorgulatan bir takım yorumlar kalıyor. Buna göre, Anadolu’da yaşayan yerli halk ya ikna olup ihtida ederek veya korkarak Müslüman olmuşlardır ya da Müslüman olmadan bu topraklarda yaşamaya devam etmişlerdir. Fakat bu yaklaşımda başka bir sorun çıkıyor karşımıza. Zira üst anlatıda Anadolu’nun neredeyse tamamen Müslüman (ya da Türk) olarak ele alındığına tanık oluruz. Aynı anlayışın bir süreği olarak, bugün Türkiye için ‘yüzde doksan dokuzu Müslüman olan ülke’ şeklindeki tanımlamayla da karşılaşıyoruz. Elbette din değiştirerek Müslüman olanlar olmuştur lakin koca bir coğrafyanın tamamı için aynı şeyi söylemek mantıklı olmadığı gibi gerçekçi değil. Bunu günümüzde de izlerini gördüğümüz ve artık oldukça lokal kalan yapı ya da topluluklardan anlayabiliyoruz. En azından bu sürecin birden olmadığını ve değişimin yüzyıllar aldığını söylemek çok daha anlamlı olsa gerek. Kaldı ki, birçok yerde bir arada yaşama tecrübesinin gerçekleştirildiğini biliyoruz. Diğer taraftan yakın tarihte yaşananlar ise asıl mecrasından çıkarılarak üzerinde başka hesapların döndüğü bir sorun olarak duruyor karşımızda. Görünen o ki, bu konuyu da sağduyulu şekilde ele almamız pek mümkün gözükmüyor.
Meseleyi farklı mecralara çekmeden, bana bunları tekrar düşündüren ve yazının konusu olan Bir Namus Meselesi adlı kitaba geçmek istiyorum. İstos Yayın tarafından neşredilen eser Mahmut Yesari’ye (1895-1945) ait. Osmanlıca aslından transkripsiyonunu Nükhet Eren’in yaptığı eseri Stefo Benlisoy yayına hazırlamış. Bugüne kadar kitaplaştırılmamış olan eser 1923-1924 yılları arasında bir dergide Mahmut Yesari’nin çizimleriyle birlikte tefrika edilmiş. Yüz yirmi sekiz sayfalık eserde bu özgünlük korunmaya çalışıldığından Mahmut Yesari’nin çizimlerine yer verilmiş. Esere farklı bir hoşluk katan çizimlerin Yesari’nin yazısı kadar nitelikli olduğu bir gerçek. Kitapta, iki Kayserili Ortodoks (Rum) tüccarın mücadelesi anlatılıyor. Arka kapaktaki tanıtım yazısından devam edecek olursak; “Kayseri’de başlayıp İstanbul’da son bulan bu keyifli intikam hikâyesinin iki kahramanı Hacıoğlu Ağapiyadi ile Kara Eftimoğlu Petraki ailelerinden kendilerine miras kalan bir çekişmenin kurnaz ve hınzır takipçileridir. Anadilleri olan İç Anadolu şiveli özgün Türkçeyle roman boyunca birbirini ketenpereye getirmeye çalışırlar. Yesari bu iki tüccarın hayatını, dönemin Kayseri havalisi ve İstanbul’unu, bugün mevcut olmayan yahut öznesi değişmiş toplumsal yaşantıyı gerçeklik ve yalınlıkla ele anlatır.”
Kitap, Nükhet Eren ve Stefo Benlisoy’un yazara ve esere dair değerlendirmelerini içeren iki kısa yazıyla başlıyor ve ardından Mahmut Yesari’nin eserine geçiliyor. Bu yazılardan, Mahmut Yesari’nin ailesinin Osmanlı sarayında görev almış kişiler olduğunu öğreniyoruz. Dolayısıyla dönemin İstanbul’unda bazı olanaklara sahip olduğunu ve belirli bir eğitimle yetiştiğini anlıyoruz. Doktor olmayı hayal ediyor lakin üstün resim kabiliyeti sebebiyle sanata yönlendiriliyor. Sanat eğitim alması için devlet tarafından Avrupa’ya gönderilecekler arasına seçiliyor fakat I. Dünya Savaşı’nın çıkması nedeniyle bu plan gerçekleşemiyor. Bir süre orduya alınıyor ve sonrasında kendisini yazıya veriyor. Nükhet Eren, eserlerinde farklı toplum kesimlerinin yaşamlarını ele aldığını belirttiği Mahmut Yesari’nin, toplumun alt ve üst kademeleri arasındaki çelişkileri ve ikiyüzlülüğü, çaresizlik içindeki insanları, fırsatçılık yaparak zenginleşenleri, savaşın dehşetini konu ettiğini belirtiyor. Yesari, üzerinde uzun süre çalıştığı üslubuna ve gözlem yaparak oluşturduğu karakterlere oldukça dikkat etmektedir. Dili yalındır ve adeta okuyucuyu dönemin İstanbul’unda dolaştırır. Yazdıklarında yaşadıklarının izleri fazlasıyla görülür. Çok çalışkan ve üretken olduğunu yaptığı çalışmalardan gördüğümüz Mahmut Yesari, hastalığıyla dalga geçecek kadar da neşeli bir insandır. Çok sayıda roman, öykü ve tiyatro oyunu bulunan Mahmut Yesari için Nükhet Eren şunları söylüyor: “Kimdir Mahmut Yesari? Pek bilen yoktur aslında. “tarihteki önemli isimlerden biridir herhâlde” deyip geçer adını görenler. Onun yazar kimliğini ve geride bıraktığı sayısız edebi eseri ne yazık ki kimse hatırlamaz. Bugün kitabevlerinde hiçbir kitabı satılmaz, yayınevleri yıllardır kitaplarının yeni baskılarını yapmaz. Romanları, tiyatro oyunları ve öyküleri sahaflardan bin bir güçlükle bulunur. Gazete ve dergi yazıları ise ancak bir iki büyük kütüphane ile gazete arşivlerinde kalmıştır.” (sf. 5-6)
Stefo Benlisoy’un dil üzerinden yaptığı değerlendirmede Anadolulu Ortodoksların ve konuştukları ‘Türkdili’nin kaybolduğunu belirtiyor. Benlisoy, eserde yer alan ve anadilleri olarak yerel Kayseri ağızını kullanan bu Anadolulu Ortodokslar’ın diğer adının Karamanlılar olduğunu söylüyor ve büyük bölümünün 1923’teki nüfus mübadelesinde giden bu insanların Türkçe konuştuklarının altını çiziyor. Benlisoy’un yazısından, Osmanlı döneminde sadece Karamanlılar olarak bilinen Ortodoksların değil Anadolu’da yaşayan Rum nüfusunun büyük kısmının Türkçe konuştuğunu öğreniyoruz. İç Anadolu’daki Rumların uzun yıllar yaşadıkları bölgelerden 1850’lerden itibaren şehirlere göç ederek tutunmaya çalışmaları, 1950’lerden sonra Türkiye’de başlayan büyük göç dalgasının küçük bir örneğini gösteriyor. Diğer illerde de olduğu gibi Anadolu’dan İstanbul’a gelen Ortodokslar Rumların yaşadığı bölgeleri kendilerine mesken tutuyor. Stefo Benlisoy’un yazısında dönemin Rum toplumuna dair oldukça ilginç detaylar bulunuyor. Anlatılanlar ile bu coğrafyada yaşayan toplumların yaşadıkları arasında benzerlikler görmek mümkün. Sebep veya sonuçları farklı olabilir lakin özellikle toplumsal reflekslerin benzerliği açıkça görülüyor. Örneğin Anadolu’dan gelen Ortodoksların İstanbullu Ortodokslar tarafından “öteki” olarak değerlendirilmesi ve ona göre muamele edilmesi oldukça şaşırtıcı. Özellikle dillerinden dolayı bu tutuma maruz kalmalarının altı çiziliyor. Okuyucu, Rum kültürüne ait söz ve deyimlerin Türkçeleşmiş hallerine tanık oluyor. Din ile birlikte dilin, bir kültürün hem üretim hem de aktarım bağlamında temel yapıtaşı olması gerçeğinden hareketle Türkçe’nin Anadolulu Ortodoksların anadili konumunda olması düşündürücü bir detay. Din farklı olsa da aynı dili kullanmak melez bir oluşuma götürmüş gibi görünüyor. Anlaşıldığı kadarıyla ortada her iki tarafa da yaranamayan ve bunun sıkıntısını yaşayan bir topluluk var. Stefo Benlisoy değerden öte kaybolan bir ‘topluluğa’ dair küçük bir arkeolojik çalışma yapmış diyebiliriz.
Bir Namus Meselesi’ne karakterler açısından baktığımızda birkaç unsur bir araya gelerek ilginç bir prototip oluşturuyor. Bunlardan ilki, Kayserili olmanın alametifarikası diyebileceğimiz kurnaz ‘tüccarlık’, ikincisi Türk kültürüyle ne kadar benzeşse de farklılıkları ortada olan Rumluk ve üçüncüsü ise bu iki özelliğe eklenen Kayseri ağzı. Türk sinemasının siyah-beyaz filmlerinden Vahi Öz’ü bilenler kitaptaki dilin neye benzediğini az çok tahmin edebilir. Mahmut Yesari’nin hikâyeyi herhangi bir spekülasyona yer vermeden kendi içinde ele alışı ustalığını ve inceliğini gösteriyor. Bu toprakların artık yok olan kültürel zenginliklerinden birini hatırlatan eser, okuru hem keyif hem de hüznü bir arada barındıran nostaljik bir yolculuğa çıkarıyor diyebiliriz.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Meseleyi farklı mecralara çekmeden, bana bunları tekrar düşündüren ve yazının konusu olan Bir Namus Meselesi adlı kitaba geçmek istiyorum. İstos Yayın tarafından neşredilen eser Mahmut Yesari’ye (1895-1945) ait. Osmanlıca aslından transkripsiyonunu Nükhet Eren’in yaptığı eseri Stefo Benlisoy yayına hazırlamış. Bugüne kadar kitaplaştırılmamış olan eser 1923-1924 yılları arasında bir dergide Mahmut Yesari’nin çizimleriyle birlikte tefrika edilmiş. Yüz yirmi sekiz sayfalık eserde bu özgünlük korunmaya çalışıldığından Mahmut Yesari’nin çizimlerine yer verilmiş. Esere farklı bir hoşluk katan çizimlerin Yesari’nin yazısı kadar nitelikli olduğu bir gerçek. Kitapta, iki Kayserili Ortodoks (Rum) tüccarın mücadelesi anlatılıyor. Arka kapaktaki tanıtım yazısından devam edecek olursak; “Kayseri’de başlayıp İstanbul’da son bulan bu keyifli intikam hikâyesinin iki kahramanı Hacıoğlu Ağapiyadi ile Kara Eftimoğlu Petraki ailelerinden kendilerine miras kalan bir çekişmenin kurnaz ve hınzır takipçileridir. Anadilleri olan İç Anadolu şiveli özgün Türkçeyle roman boyunca birbirini ketenpereye getirmeye çalışırlar. Yesari bu iki tüccarın hayatını, dönemin Kayseri havalisi ve İstanbul’unu, bugün mevcut olmayan yahut öznesi değişmiş toplumsal yaşantıyı gerçeklik ve yalınlıkla ele anlatır.”
Kitap, Nükhet Eren ve Stefo Benlisoy’un yazara ve esere dair değerlendirmelerini içeren iki kısa yazıyla başlıyor ve ardından Mahmut Yesari’nin eserine geçiliyor. Bu yazılardan, Mahmut Yesari’nin ailesinin Osmanlı sarayında görev almış kişiler olduğunu öğreniyoruz. Dolayısıyla dönemin İstanbul’unda bazı olanaklara sahip olduğunu ve belirli bir eğitimle yetiştiğini anlıyoruz. Doktor olmayı hayal ediyor lakin üstün resim kabiliyeti sebebiyle sanata yönlendiriliyor. Sanat eğitim alması için devlet tarafından Avrupa’ya gönderilecekler arasına seçiliyor fakat I. Dünya Savaşı’nın çıkması nedeniyle bu plan gerçekleşemiyor. Bir süre orduya alınıyor ve sonrasında kendisini yazıya veriyor. Nükhet Eren, eserlerinde farklı toplum kesimlerinin yaşamlarını ele aldığını belirttiği Mahmut Yesari’nin, toplumun alt ve üst kademeleri arasındaki çelişkileri ve ikiyüzlülüğü, çaresizlik içindeki insanları, fırsatçılık yaparak zenginleşenleri, savaşın dehşetini konu ettiğini belirtiyor. Yesari, üzerinde uzun süre çalıştığı üslubuna ve gözlem yaparak oluşturduğu karakterlere oldukça dikkat etmektedir. Dili yalındır ve adeta okuyucuyu dönemin İstanbul’unda dolaştırır. Yazdıklarında yaşadıklarının izleri fazlasıyla görülür. Çok çalışkan ve üretken olduğunu yaptığı çalışmalardan gördüğümüz Mahmut Yesari, hastalığıyla dalga geçecek kadar da neşeli bir insandır. Çok sayıda roman, öykü ve tiyatro oyunu bulunan Mahmut Yesari için Nükhet Eren şunları söylüyor: “Kimdir Mahmut Yesari? Pek bilen yoktur aslında. “tarihteki önemli isimlerden biridir herhâlde” deyip geçer adını görenler. Onun yazar kimliğini ve geride bıraktığı sayısız edebi eseri ne yazık ki kimse hatırlamaz. Bugün kitabevlerinde hiçbir kitabı satılmaz, yayınevleri yıllardır kitaplarının yeni baskılarını yapmaz. Romanları, tiyatro oyunları ve öyküleri sahaflardan bin bir güçlükle bulunur. Gazete ve dergi yazıları ise ancak bir iki büyük kütüphane ile gazete arşivlerinde kalmıştır.” (sf. 5-6)
Stefo Benlisoy’un dil üzerinden yaptığı değerlendirmede Anadolulu Ortodoksların ve konuştukları ‘Türkdili’nin kaybolduğunu belirtiyor. Benlisoy, eserde yer alan ve anadilleri olarak yerel Kayseri ağızını kullanan bu Anadolulu Ortodokslar’ın diğer adının Karamanlılar olduğunu söylüyor ve büyük bölümünün 1923’teki nüfus mübadelesinde giden bu insanların Türkçe konuştuklarının altını çiziyor. Benlisoy’un yazısından, Osmanlı döneminde sadece Karamanlılar olarak bilinen Ortodoksların değil Anadolu’da yaşayan Rum nüfusunun büyük kısmının Türkçe konuştuğunu öğreniyoruz. İç Anadolu’daki Rumların uzun yıllar yaşadıkları bölgelerden 1850’lerden itibaren şehirlere göç ederek tutunmaya çalışmaları, 1950’lerden sonra Türkiye’de başlayan büyük göç dalgasının küçük bir örneğini gösteriyor. Diğer illerde de olduğu gibi Anadolu’dan İstanbul’a gelen Ortodokslar Rumların yaşadığı bölgeleri kendilerine mesken tutuyor. Stefo Benlisoy’un yazısında dönemin Rum toplumuna dair oldukça ilginç detaylar bulunuyor. Anlatılanlar ile bu coğrafyada yaşayan toplumların yaşadıkları arasında benzerlikler görmek mümkün. Sebep veya sonuçları farklı olabilir lakin özellikle toplumsal reflekslerin benzerliği açıkça görülüyor. Örneğin Anadolu’dan gelen Ortodoksların İstanbullu Ortodokslar tarafından “öteki” olarak değerlendirilmesi ve ona göre muamele edilmesi oldukça şaşırtıcı. Özellikle dillerinden dolayı bu tutuma maruz kalmalarının altı çiziliyor. Okuyucu, Rum kültürüne ait söz ve deyimlerin Türkçeleşmiş hallerine tanık oluyor. Din ile birlikte dilin, bir kültürün hem üretim hem de aktarım bağlamında temel yapıtaşı olması gerçeğinden hareketle Türkçe’nin Anadolulu Ortodoksların anadili konumunda olması düşündürücü bir detay. Din farklı olsa da aynı dili kullanmak melez bir oluşuma götürmüş gibi görünüyor. Anlaşıldığı kadarıyla ortada her iki tarafa da yaranamayan ve bunun sıkıntısını yaşayan bir topluluk var. Stefo Benlisoy değerden öte kaybolan bir ‘topluluğa’ dair küçük bir arkeolojik çalışma yapmış diyebiliriz.
Bir Namus Meselesi’ne karakterler açısından baktığımızda birkaç unsur bir araya gelerek ilginç bir prototip oluşturuyor. Bunlardan ilki, Kayserili olmanın alametifarikası diyebileceğimiz kurnaz ‘tüccarlık’, ikincisi Türk kültürüyle ne kadar benzeşse de farklılıkları ortada olan Rumluk ve üçüncüsü ise bu iki özelliğe eklenen Kayseri ağzı. Türk sinemasının siyah-beyaz filmlerinden Vahi Öz’ü bilenler kitaptaki dilin neye benzediğini az çok tahmin edebilir. Mahmut Yesari’nin hikâyeyi herhangi bir spekülasyona yer vermeden kendi içinde ele alışı ustalığını ve inceliğini gösteriyor. Bu toprakların artık yok olan kültürel zenginliklerinden birini hatırlatan eser, okuru hem keyif hem de hüznü bir arada barındıran nostaljik bir yolculuğa çıkarıyor diyebiliriz.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
24 Nisan 2018 Salı
Hem nükteli hem hikmetli: bektâşî hikâyeleri
"Dostumuzla beraber yaralanır kanarız
Her nefeste aşk ile Yaradanı anarız
Erenler meydanına vahdet ile gir de gör
Kırk budaklı şamdanda kırkımız bir yanarız."
- Hacı Bektaş-ı Velî
Eşeğin biri caminin avlusuna girivermiş. Müezzin de hemen vurmaya başlamış camiden uzaklaştırmak için. Oradan geçen bir bektâşî hemen müdahale etmiş, "vurma şuna ya bilmiyor girmiş, bak ben giriyor muyum?" demiş... Rahmetli Nezih Uzel'den işittiğim bu fıkra, bektaşiliğin ham sofuluğun karşısında duran bir yol olduğunu gösteren yüzlerce fıkradan biridir. Ucu Hacı Bektaş-ı Velî'ye dayanan, 13. yüzyıl başından itibaren günümüze dek ulaşan bir tasavvuf yoludur Bektâşîlik. Tıpkı Alevîlik gibi Horasan'dan balkanlara uzanmıştır. Bu gibi hassas konulara ömrünü vermiş ilim insanlarınca her ikisi de İslâm'ın Türk yorumudur. Lakin günümüzde Bektâşî pek kalmadığı gibi, çoğu yerde Alevîlik'le birleştirilmiş ve hatta bektâşî tekkeleri cem evlerine dönüştürülmüştür.
Daha önce Hazret-i Ali Cenkleri, Selanikli Abdi Tevfik'ten Aşk ve müellifi belirsiz olan Gönül ile Âşık'ın Sohbetleri'ni dilimize kazandıran İsmail Toprak, bu kez Bektâşî Hikâyeleri ile dinî-tasavvufî literatüre büyük bir katkıda bulunuyor. Hikâyelerin üslubuna pek fazla müdahale etmeden küçük sadeleştirmelerle hazırlanan, hususî kavramların muhafaza edildiği, başlıklarla zenginleştirilmiş bu küçük kitap bizi saflıkla kabalık arasındaki çarpışmada güzel olan safa davet ediyor.
Toprak, günümüzde bektâşî hikâyesi diye anlatılan ancak müstehcen ya da bazı inanç sahiplerini rencide edici olan parçaları kitaba almamış, bunu da şöyle açıklıyor: "Gülmek eğlenmek için sarf edilen sözlerle birtakım insanların inançları hafife alınmamalı, inananları incitici ifadelerden kaçınmalıdır."
Büyüyenay Yayınları tarafından neşredilen Bektâşî Hikâyeleri'nde 123 hikâye yer alıyor. Hepsinde ayrı bir hikmet ve öğüt var şüphesiz. Gönül isterdi ki bu hikâyeler bir iki cümle de olsa şerh edilsin. Bize ne anlattığı açık biçimde söylensin. Âriflerden, ediplerden ve irfan sahiplerinden beklentimiz budur çünkü gün geçtikçe hem böyle nüktedan, hem de zülf-i yâre dokunan hikâyelere ihtiyacımız artıyor. Üstelik bu hikâyeleri gencinden ihtiyarına, başkalarına anlatma ihtiyacı duyuyoruz. Bu anlatmayla oluşacak bağın güzelliğini yaşamak istiyoruz.
Hikâyelerin her biri, arzularının o insandan neleri götürebileceğine temas ediyor. Malla mülkle sadece geçici dünya hayatında oyalanabileceğimizden bahsediliyor esasında. Mesela:
"Bektâşînin biri pek süflî meşrep olduğundan üstü başı ve sarığı kirli olarak gezer imiş. Bir gün buna demişler ki:
"Baba, niçin sarığını yıkamıyorsun?"
"Yine kirlenecek."
"Yine yıkarsın."
"Yine kirlenecek."
"Yine yıkarsın, temizlersin."
"Peki ama, ben dünyaya sarık yıkamak için gelmedim ya!" cevabını vermiş."
Yine gittikçe bozulan ahlakın, kaybolan insaniyetin neş'esi vardır bu hikâyelerde. Gerçeğin yakıcılığı bektâşîlik meşrebince yorumlanır:
"Bir mecliste toplumun ahlakının bozukluğundan kemal-i teessür ile bahsediliyor iken orada hazır bulunanlardan biri:
"Eğer böyle giderse dünya yıkılacak, altı üstüne gelecek!"
Demekle orada mevcut bulunan hazır cevap bir bektâşî dervişi:
"Ne bilirsiniz, belki altı üstünden iyi çıkar" der."
Bektâşî hikâyeleri özellikle 19. ve 20. yüzyılda yayınlanan hem mizah hem de mizah dışı kitaplarda sıkça yer almakla birlikte, tekkelerin kapatılmasından sonra da ağızdan ağıza fıkra gibi anlatılmıştır. Her ağızdan ağıza anlatılan şeyde olduğu gibi (mani, ninni, öykü, efsane, rivayet vb.) çeşitli değişikliklere de uğramıştır. Bektâşî hikâyeleri daha çok "latife" temasına dahil edilmiştir. İçinde türlü ibretlerde ve öğütlerde bulunan birer latife. Latife bir diğer manasını da şöyle hatırlatıyor İsmail Toprak: "açıkça anlatılamayan ancak rumuzlu olarak ehline sezdirilen ince anlamdır."
Hikâyelerin arasında en etkileyici olanlar, okuyanı şükretmeye götürürken içinde mizahı ve dolayısıyla zekayı bulunduranlar diye düşünüyorum. Bunlardan biriyle yazımı bitiriyorum.
"Bir bektâşî fukarası o akşamın lokma ve dem ihtiyacını görmek için bir şeylerin olmasını bekleyip durmakta iken bir burunsuz adam yanına gelerek bir beşlik verir. Derviş beşliği cebe ederek:
"Allah gözlerinizi muhafaza etsin!" diye dua etmekle o zât hayrete düşmüş olarak:
"Baba Efendi, duayı gözlerime hasretmekte ne sebep vardır?" diye sorar. Derviş:
"Çünkü burnunuz olmadığı cihetle gözlerinize bir arıza hasıl olsa gözlük takamaz ve adeta kör gibi olursunuz da onun için böyle dua ettim" cevabını vermiştir."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Her nefeste aşk ile Yaradanı anarız
Erenler meydanına vahdet ile gir de gör
Kırk budaklı şamdanda kırkımız bir yanarız."
- Hacı Bektaş-ı Velî
Eşeğin biri caminin avlusuna girivermiş. Müezzin de hemen vurmaya başlamış camiden uzaklaştırmak için. Oradan geçen bir bektâşî hemen müdahale etmiş, "vurma şuna ya bilmiyor girmiş, bak ben giriyor muyum?" demiş... Rahmetli Nezih Uzel'den işittiğim bu fıkra, bektaşiliğin ham sofuluğun karşısında duran bir yol olduğunu gösteren yüzlerce fıkradan biridir. Ucu Hacı Bektaş-ı Velî'ye dayanan, 13. yüzyıl başından itibaren günümüze dek ulaşan bir tasavvuf yoludur Bektâşîlik. Tıpkı Alevîlik gibi Horasan'dan balkanlara uzanmıştır. Bu gibi hassas konulara ömrünü vermiş ilim insanlarınca her ikisi de İslâm'ın Türk yorumudur. Lakin günümüzde Bektâşî pek kalmadığı gibi, çoğu yerde Alevîlik'le birleştirilmiş ve hatta bektâşî tekkeleri cem evlerine dönüştürülmüştür.
Daha önce Hazret-i Ali Cenkleri, Selanikli Abdi Tevfik'ten Aşk ve müellifi belirsiz olan Gönül ile Âşık'ın Sohbetleri'ni dilimize kazandıran İsmail Toprak, bu kez Bektâşî Hikâyeleri ile dinî-tasavvufî literatüre büyük bir katkıda bulunuyor. Hikâyelerin üslubuna pek fazla müdahale etmeden küçük sadeleştirmelerle hazırlanan, hususî kavramların muhafaza edildiği, başlıklarla zenginleştirilmiş bu küçük kitap bizi saflıkla kabalık arasındaki çarpışmada güzel olan safa davet ediyor.
Toprak, günümüzde bektâşî hikâyesi diye anlatılan ancak müstehcen ya da bazı inanç sahiplerini rencide edici olan parçaları kitaba almamış, bunu da şöyle açıklıyor: "Gülmek eğlenmek için sarf edilen sözlerle birtakım insanların inançları hafife alınmamalı, inananları incitici ifadelerden kaçınmalıdır."
Büyüyenay Yayınları tarafından neşredilen Bektâşî Hikâyeleri'nde 123 hikâye yer alıyor. Hepsinde ayrı bir hikmet ve öğüt var şüphesiz. Gönül isterdi ki bu hikâyeler bir iki cümle de olsa şerh edilsin. Bize ne anlattığı açık biçimde söylensin. Âriflerden, ediplerden ve irfan sahiplerinden beklentimiz budur çünkü gün geçtikçe hem böyle nüktedan, hem de zülf-i yâre dokunan hikâyelere ihtiyacımız artıyor. Üstelik bu hikâyeleri gencinden ihtiyarına, başkalarına anlatma ihtiyacı duyuyoruz. Bu anlatmayla oluşacak bağın güzelliğini yaşamak istiyoruz.
Hikâyelerin her biri, arzularının o insandan neleri götürebileceğine temas ediyor. Malla mülkle sadece geçici dünya hayatında oyalanabileceğimizden bahsediliyor esasında. Mesela:
"Bektâşînin biri pek süflî meşrep olduğundan üstü başı ve sarığı kirli olarak gezer imiş. Bir gün buna demişler ki:
"Baba, niçin sarığını yıkamıyorsun?"
"Yine kirlenecek."
"Yine yıkarsın."
"Yine kirlenecek."
"Yine yıkarsın, temizlersin."
"Peki ama, ben dünyaya sarık yıkamak için gelmedim ya!" cevabını vermiş."
Yine gittikçe bozulan ahlakın, kaybolan insaniyetin neş'esi vardır bu hikâyelerde. Gerçeğin yakıcılığı bektâşîlik meşrebince yorumlanır:
"Bir mecliste toplumun ahlakının bozukluğundan kemal-i teessür ile bahsediliyor iken orada hazır bulunanlardan biri:
"Eğer böyle giderse dünya yıkılacak, altı üstüne gelecek!"
Demekle orada mevcut bulunan hazır cevap bir bektâşî dervişi:
"Ne bilirsiniz, belki altı üstünden iyi çıkar" der."
Bektâşî hikâyeleri özellikle 19. ve 20. yüzyılda yayınlanan hem mizah hem de mizah dışı kitaplarda sıkça yer almakla birlikte, tekkelerin kapatılmasından sonra da ağızdan ağıza fıkra gibi anlatılmıştır. Her ağızdan ağıza anlatılan şeyde olduğu gibi (mani, ninni, öykü, efsane, rivayet vb.) çeşitli değişikliklere de uğramıştır. Bektâşî hikâyeleri daha çok "latife" temasına dahil edilmiştir. İçinde türlü ibretlerde ve öğütlerde bulunan birer latife. Latife bir diğer manasını da şöyle hatırlatıyor İsmail Toprak: "açıkça anlatılamayan ancak rumuzlu olarak ehline sezdirilen ince anlamdır."
Hikâyelerin arasında en etkileyici olanlar, okuyanı şükretmeye götürürken içinde mizahı ve dolayısıyla zekayı bulunduranlar diye düşünüyorum. Bunlardan biriyle yazımı bitiriyorum.
"Bir bektâşî fukarası o akşamın lokma ve dem ihtiyacını görmek için bir şeylerin olmasını bekleyip durmakta iken bir burunsuz adam yanına gelerek bir beşlik verir. Derviş beşliği cebe ederek:
"Allah gözlerinizi muhafaza etsin!" diye dua etmekle o zât hayrete düşmüş olarak:
"Baba Efendi, duayı gözlerime hasretmekte ne sebep vardır?" diye sorar. Derviş:
"Çünkü burnunuz olmadığı cihetle gözlerinize bir arıza hasıl olsa gözlük takamaz ve adeta kör gibi olursunuz da onun için böyle dua ettim" cevabını vermiştir."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
18 Nisan 2018 Çarşamba
Lanson ve Edebiyat Tarihinde Usûl
Edebiyat Tarihinde Usûl-Edebî Metin ve İnsan adlı bu eser, Büyüyenay Yayınları’ndan Yusuf Şerif Kılıçel çevirisiyle okura “merhaba” dedi. Yayına hazırlayan ise, Eren Yavuz. Kitaba dair mütercimin notu hayli ilgi çekici: “Kanaatimce bu yazı, edebî bilginin ve edebiyat tarihinin en ilmî ve en güzel tarifidir. Onu sadece edebiyat ve edebiyat tarihiyle iştigal edenlerin değil, manevî ilimlerin rolünü kavramak ve hudutlarını bilmek isteyen herkesin okmuş olması icap eder.”
Mütercim Yusuf Şerif Kılıçel’in dikkat çekmek istediği şey, edebiyat tarihiyle kısıtlı değildir. Daha bütüncül bir bakış açısıyla eserden nasıl faydalanılır, ona işaret etmektedir. “Çalışmamızın konusu geniş ölçüde sosyolojiktir. Edebiyatta o kadar açık olan, o kadar reel olan ferdin rolü, kişiliklerin tasviri, tenkidin de, edebiyat tarihinin de vazgeçilmez görevidir. Ama bu görev arzettiğimiz hakikati unutturmamalıdır.”
Edebî metne nasıl yaklaşılır, yolu, yöntemi, haritası nedir? Eserler; edebiyat tarihi, hepimizden önemlisi insan unsurunun altı önemle çizilmiştir. Edebiyat tarihi ve tarih ilişkisi sorgulanırken geçmiş üzerinden sağlama yapıldığı görülür: “Tarihçilerin mevzusu, mazidir; mazidedir.”
Her edebiyat eserini sosyal bir olay olarak kabul eden Gustave Lanson, ayrıca eserin fertle toplum arasında bir “bildirişim” vasıtası olduğunu vurgular. “Kitap yaratıcı bir kuvvet olmaktan çok, düzenleyici bir güçtür. Koordine edici, birleştirici, zaptı rapt altına alıcı bir organ. Yazar bir orkestra şefi. Onun yaptığı seslerin accord’u!” diyen Lanson, kitabın okur üzerindeki etkisini şöyle dile getirir: “Her okuyucunun içinde önceden kendisine düşen müzik parçası vardır.”
Amaç, zaten şarkıyı dinlemeye hazır olan okurun kalbini fethedip, müziği hissetmesini sağlamaktır. Bu başarıldığında gücün varlığı ortaya çıkar. Haliyle, “Okuyunuz, hissediniz. Okuduğunuz eserlere karşı aksülâmellerde bulununuz.” diyen Lanson’un ısrarını haklı buluruz. Sosyoloji ve edebiyat tarihi ile ilgili çıkarımların altı çizilecek kadar önemlidir. Edebiyat-hayat derken, sosyolojinin sağladığı katkılar azımsanmayacak kadar çoktur.
Mehmet Fuad Köprülü ve Cemil Meriç belirgin biçimde Gustave Lanson’dan etkilenmişlerdir. Nitekim Mehmet Fuat Köprülü 1913’te ülkemizde Lanson’dan ilk bahseden isimdir. Yani keşif ona aittir. “Türk Edebiyatı Tarihinde Usûl” adlı makalesi tarihe geçecek kadar meşhurdur. Mehmet Fuat Köprülü’ye göre Fransız edebiyatı, çıkış noktası ve oluşumu, gelişimi göz önünde tutulursa Türk edebiyatından çok ayrı bir yerdedir. Farklıdır. Hatta zıttır.
Yazar hakkında çözümlemeler, özgünlük, şahaser-yazar ilişkisi dikkatle ve önemle irdelenmiş bu kitapta. “Vakıaların ve metinlerin mânâsını hemen daima zorlayarak genişletiyoruz. Hâlbuki onu bilakis büyük bir titizlikle daraltmalıyız.”. Cemil Meriç ise, Lanson’dan önemle aktarır: “Gözlemden vazgeçmek değil, aksine gözlemi derinleştirmek söz konusu.”
Sosyoloji ve edebiyat tarihi arasındaki sıkı bağı şöyle çevirir okurlarına yazar: “Bir edebiyat felsefesi ister istemez, bir edebiyat sosyolojisi denemesidir. Apriori olmayan her genelleme ister istemez sosyolojiktir.” Evvela insan olmanın güzelliği öne çıkar. Sonra yazmak üzerine yine nefis bir Lanson tanımı: “Yazmak bir davete icabet etmektir. Eseri okuyucu ısmarlar. Farkında olmadan ısmarlar. Yazar sükse kazanmak için bunu yapmaz.”
Edebî eserler, ilk okuyucular, eserin tarifi, edebiyat tarihi ve toplum, usûlün güçlükleri, parçadan bütüne, edebiyat tarihi çalışmalarının millî niteliği, objektiflik, subjektif bilginin sınırı, Cemil Meriç’e ait tercüme, orjinalinden çevirisi ile pek çok alt başlıkla çeşitlendirilmiş bu çeviri kitap, usûl araştırmaları yapan, merak dolu okur için kıymetli bir eser niteliğindedir.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
12 Nisan 2018 Perşembe
Kitaplar tehlikeli midir?
“Kitaplar insanların kaderlerini değiştirir.”
“İnsanlar kitapların kaderlerini de değiştirir.”
- C. M. Dominguez, Kâğıt Ev [sf.11, sf.69]
Her kitapsever dillendirmese de kitaplardan kurduğu bir dünyada yaşar. Kendisinden başka kimsenin giremediği bu dünyayı istediğince düzenler. Burası -muhtemelen- kitapseverin en huzurlu olduğu yerdir. Bazı ayrıcalıklı kişilerin bu dünyaya girmesine izin verilir lakin ne giren kişi bu dünyaya tam anlamıyla vakıf olabilir ne de ev sahibi gerçekten her şeyi tüm çıplaklığıyla ortaya koyar. Kitapsever tarafından inşa edilen kitaplık, içini detaylarıyla yalnızca inşa edenin bildiği çok odalı bir ev gibidir. Kitaplardan ev yapmak bir metafor olarak çok şey anlatıyor. Kitaplardan ev yapmayı soyut bir anlatım olarak değil de yaşanılan somut bir vakıaya dönüştürmek ise kulağa çılgınca geliyor. Duvarları tuğlalar yerine kitaplarla örülen bir çılgınlık! Kâğıt Ev böylesi bir çılgınlığın izini süren bir kitap. Jaguar Kitap etiketli Carlos Maria Dominguez’e ait eser Seda Ersavcı tarafından Türkçeye çevrilmiş. Doksan sayfalık küçük hacmine rağmen son derece yoğun bir içerik karşılıyor okuyucuyu.
Kitabın girişi oldukça çarpıcı. Akademisyen olan Bluma Lennon bir kitapevinden şiir kitabı alarak çıkar ve sokakta kitaba göz atarken bir arabanın altında kalarak ölür. Dominguez bu olayı aktardıktan sonra kitabın benzer olaylara malzeme olduğunu gösteren birkaç örnek daha sıralıyor ve kendi hayatından bir detayı aktarıyor: “Büyükannem ne zaman yatakta kitap okuduğumu görse bana, “Bırak şunu, kitaplar tehlikelidir,” derdi. Yıllarca bunu onun cehaletine verdim, ama zaman Alman büyükannemin bilgeliğini kanıtladı.”. Kitapla insan arasındaki ilişkiyi gösteren bu ‘olumsuz’ örnekler ve hatıra metin boyunca süren ama rahatsız etmeyen dozunda bir karamsarlığın işareti gibi. Sanırım hikâyeye hüznünü veren de, yapılan bu -gayriihtiyari- ilişkilendirme. Diğer taraftan, Bluma Lennon olayına kaza demek yerine “onu bir araba öldürdü, şiir değil” sözü farklı bir bakış açısını yansıtıyor. Belki de tehlikeli olan kitap değildir!
Carlos Maria Dominguez, Bluma Lennon ile aynı üniversitede öğretim görevlisidir ve kazanın ardından onun yerine geçmesi muhtemel kişilerden birisidir. Lennon’ın ölümünden sonra adına gelen postalardan birinde bir kitap çıkar. Çimento kalıntıları bulunan kitap Dominguez’i hem heyecanlandırır hem de merakta bırakır. Kitaptaki ithaf yazısı el yazısından tanıdığı Lennon’a aittir. İthaf edilen isimden hareketle Lennon’un arşivinden başlayarak kitabın hikâyesinin izini sürmeye başlayan Dominguez birkaç seyahat yapar. Bu seyahatleri sırasında tanıştığı ilginç kişilerden sıra dışı şeyler dinler. Her ne kadar anlatılanların odak noktası kitap olsa da buradaki en önemli etken insandır. Yazar, öğrendiklerinin üzerindeki etkisini, “öğrendiklerimi kimseye anlatmaya cesaret edemedim; şu an yazıyor olmamın tek sebebi ise hâlâ olanları anlamaya çalışmamdır” şeklinde özetliyor.
Kitapta salt bir öykü ya da hikâye anlatılmıyor. Dominguez ele aldığı olaya düşüncelerini de ekleyerek yeni bir boyut kazandırıyor ve meselenin arka planını görmeye çalışıyor. Yaptığı ziyaretlerde insanlar için kitabın ne anlama gelebileceğini ve kitabın yaşam içerisinde kapladığı yeri görme şansını yakalayan yazar özeleştirisini de yapmayı ihmal etmiyor. Süreç içinde kitaba bakış açısının değişmesi kitaba dair farkındalığını arttırıyor diyebiliriz. Seyahati sırasında tanıştığı kişilerden birinin anlattığına göre kitapla ilgilenen iki çeşit insan vardır; “koleksiyoncular ve okurlar”. Bu bağlamda kitaba sahip olmanın anlamı, kitap okuma biçimleri, kitap okurken önemli görülen satırların altının çizilmesi veya kenarlarına not düşülmesi gibi konular kişiden kişiye önemli farlılıklar gösterebiliyor. Yazılanları okurken kitapseverler tarafından bir fetişizme dönüştürülen bu konuların abartılıp abartılmadığını düşünmeden edemiyorsunuz. Bu bağlamda temel soru ya da sorunlardan ilki, kitabın biriktirilmesi mi yoksa okunması mı gerektiği şeklinde kendini gösteriyor fakat “çoğunlukla bir kitaptan kurtulmak ona sahip olmaktan daha zor” olduğundan gerekli olanlar ile gereksiz olanların ayrıştırılması bir başka sorunu ortaya çıkarıyor. Konu derinleştikçe kitaba düşkünlüğün boyutlarına dair yazarın izlenimleri oldukça ilgi çekici hâle geliyor. Örneğin bazı insanların sahip oldukları kitapları sergilemekten mutluluk duyması, kitaplarının miktarı ya da baskı özellikleriyle gururlanması ve itibar devşirmeye çalışması bu ilginç detaylardan bir kaçı.
İnsani eğilimlerin kitabın merkeze alınarak anlatıldığı bir eser olan Kâğıt Ev oldukça saçaklı ve dağınık bir anlatım örgüsüne sahip. Okuyucu farklı açılardan birçok karakterin yansımasına tanık oluyor. Bu karakterlerin ortak noktasını, kitapların bir şekilde hayatlarını değiştirecek şekilde etkilemesi şeklinde özetleyebiliriz. Kitapta, İngiltere, Brezilya ve Uruguay arasında gerçekleşen seyahati yazarın içsel bir yolculuğu olarak okumak da mümkün. Dominguez’in, teorik alana sürüklemediği akıcı düşüncelerinin yanında psikolojik bunalımla boğmayı denemediği duygularını gizlememesi hikâyeye ayrı bir yoğunluk ve tat katıyor. Bu açıdan yazarın yormayan üslubu ve özenli çevirinin eseri kolay okunur hale getirdiğini belirtmeliyim. Kitabın sonunda peşinden gidilen hüzünlü hikâyeye dair yazarın öngörüleri dışında net bir sonuca ulaşılamıyor fakat her kitapseverin kendinden bir şeyler bulacağı muhakkak.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
“İnsanlar kitapların kaderlerini de değiştirir.”
- C. M. Dominguez, Kâğıt Ev [sf.11, sf.69]
Her kitapsever dillendirmese de kitaplardan kurduğu bir dünyada yaşar. Kendisinden başka kimsenin giremediği bu dünyayı istediğince düzenler. Burası -muhtemelen- kitapseverin en huzurlu olduğu yerdir. Bazı ayrıcalıklı kişilerin bu dünyaya girmesine izin verilir lakin ne giren kişi bu dünyaya tam anlamıyla vakıf olabilir ne de ev sahibi gerçekten her şeyi tüm çıplaklığıyla ortaya koyar. Kitapsever tarafından inşa edilen kitaplık, içini detaylarıyla yalnızca inşa edenin bildiği çok odalı bir ev gibidir. Kitaplardan ev yapmak bir metafor olarak çok şey anlatıyor. Kitaplardan ev yapmayı soyut bir anlatım olarak değil de yaşanılan somut bir vakıaya dönüştürmek ise kulağa çılgınca geliyor. Duvarları tuğlalar yerine kitaplarla örülen bir çılgınlık! Kâğıt Ev böylesi bir çılgınlığın izini süren bir kitap. Jaguar Kitap etiketli Carlos Maria Dominguez’e ait eser Seda Ersavcı tarafından Türkçeye çevrilmiş. Doksan sayfalık küçük hacmine rağmen son derece yoğun bir içerik karşılıyor okuyucuyu.
Kitabın girişi oldukça çarpıcı. Akademisyen olan Bluma Lennon bir kitapevinden şiir kitabı alarak çıkar ve sokakta kitaba göz atarken bir arabanın altında kalarak ölür. Dominguez bu olayı aktardıktan sonra kitabın benzer olaylara malzeme olduğunu gösteren birkaç örnek daha sıralıyor ve kendi hayatından bir detayı aktarıyor: “Büyükannem ne zaman yatakta kitap okuduğumu görse bana, “Bırak şunu, kitaplar tehlikelidir,” derdi. Yıllarca bunu onun cehaletine verdim, ama zaman Alman büyükannemin bilgeliğini kanıtladı.”. Kitapla insan arasındaki ilişkiyi gösteren bu ‘olumsuz’ örnekler ve hatıra metin boyunca süren ama rahatsız etmeyen dozunda bir karamsarlığın işareti gibi. Sanırım hikâyeye hüznünü veren de, yapılan bu -gayriihtiyari- ilişkilendirme. Diğer taraftan, Bluma Lennon olayına kaza demek yerine “onu bir araba öldürdü, şiir değil” sözü farklı bir bakış açısını yansıtıyor. Belki de tehlikeli olan kitap değildir!
Carlos Maria Dominguez, Bluma Lennon ile aynı üniversitede öğretim görevlisidir ve kazanın ardından onun yerine geçmesi muhtemel kişilerden birisidir. Lennon’ın ölümünden sonra adına gelen postalardan birinde bir kitap çıkar. Çimento kalıntıları bulunan kitap Dominguez’i hem heyecanlandırır hem de merakta bırakır. Kitaptaki ithaf yazısı el yazısından tanıdığı Lennon’a aittir. İthaf edilen isimden hareketle Lennon’un arşivinden başlayarak kitabın hikâyesinin izini sürmeye başlayan Dominguez birkaç seyahat yapar. Bu seyahatleri sırasında tanıştığı ilginç kişilerden sıra dışı şeyler dinler. Her ne kadar anlatılanların odak noktası kitap olsa da buradaki en önemli etken insandır. Yazar, öğrendiklerinin üzerindeki etkisini, “öğrendiklerimi kimseye anlatmaya cesaret edemedim; şu an yazıyor olmamın tek sebebi ise hâlâ olanları anlamaya çalışmamdır” şeklinde özetliyor.
Kitapta salt bir öykü ya da hikâye anlatılmıyor. Dominguez ele aldığı olaya düşüncelerini de ekleyerek yeni bir boyut kazandırıyor ve meselenin arka planını görmeye çalışıyor. Yaptığı ziyaretlerde insanlar için kitabın ne anlama gelebileceğini ve kitabın yaşam içerisinde kapladığı yeri görme şansını yakalayan yazar özeleştirisini de yapmayı ihmal etmiyor. Süreç içinde kitaba bakış açısının değişmesi kitaba dair farkındalığını arttırıyor diyebiliriz. Seyahati sırasında tanıştığı kişilerden birinin anlattığına göre kitapla ilgilenen iki çeşit insan vardır; “koleksiyoncular ve okurlar”. Bu bağlamda kitaba sahip olmanın anlamı, kitap okuma biçimleri, kitap okurken önemli görülen satırların altının çizilmesi veya kenarlarına not düşülmesi gibi konular kişiden kişiye önemli farlılıklar gösterebiliyor. Yazılanları okurken kitapseverler tarafından bir fetişizme dönüştürülen bu konuların abartılıp abartılmadığını düşünmeden edemiyorsunuz. Bu bağlamda temel soru ya da sorunlardan ilki, kitabın biriktirilmesi mi yoksa okunması mı gerektiği şeklinde kendini gösteriyor fakat “çoğunlukla bir kitaptan kurtulmak ona sahip olmaktan daha zor” olduğundan gerekli olanlar ile gereksiz olanların ayrıştırılması bir başka sorunu ortaya çıkarıyor. Konu derinleştikçe kitaba düşkünlüğün boyutlarına dair yazarın izlenimleri oldukça ilgi çekici hâle geliyor. Örneğin bazı insanların sahip oldukları kitapları sergilemekten mutluluk duyması, kitaplarının miktarı ya da baskı özellikleriyle gururlanması ve itibar devşirmeye çalışması bu ilginç detaylardan bir kaçı.
İnsani eğilimlerin kitabın merkeze alınarak anlatıldığı bir eser olan Kâğıt Ev oldukça saçaklı ve dağınık bir anlatım örgüsüne sahip. Okuyucu farklı açılardan birçok karakterin yansımasına tanık oluyor. Bu karakterlerin ortak noktasını, kitapların bir şekilde hayatlarını değiştirecek şekilde etkilemesi şeklinde özetleyebiliriz. Kitapta, İngiltere, Brezilya ve Uruguay arasında gerçekleşen seyahati yazarın içsel bir yolculuğu olarak okumak da mümkün. Dominguez’in, teorik alana sürüklemediği akıcı düşüncelerinin yanında psikolojik bunalımla boğmayı denemediği duygularını gizlememesi hikâyeye ayrı bir yoğunluk ve tat katıyor. Bu açıdan yazarın yormayan üslubu ve özenli çevirinin eseri kolay okunur hale getirdiğini belirtmeliyim. Kitabın sonunda peşinden gidilen hüzünlü hikâyeye dair yazarın öngörüleri dışında net bir sonuca ulaşılamıyor fakat her kitapseverin kendinden bir şeyler bulacağı muhakkak.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
İç dünyamızı dış gerçekliklere rağmen sağaltmaya çalışmak
"Okula giderek eğitimime bir süre ara vermek zorunda kaldım."
- Bernard Shaw
Faulkner gibi en iyi ihtimalle lise yıllarında okulun hiç de ilginç bir şey olmadığını akıl edip bırakmalı, kendi yolumu çizmeliydim. Ama bu istidada eğitim maceramın hiçbir döneminde erişemedim. Sussam gönül razı değil, konuşsam olmaz. Ama en azından şunu söylemeliyim. Niteliksiz eğitim, eğitim hakkının ihlalidir.
Delikanlı çağımızı feda etmek uğruna, hem de tüm mahrumiyetine rağmen uzun yollar kat ederek kapısına vardığımız yitik bir kentin edebiyat fakültesi bize ne Oğuz Atay’ı ne Sabahattin Ali’yi ne Kemal Tahir’i sundu. Ne Faulkner’ı ne Rimbaud’u ne Rilke’yi sundu. Kapısına ram olduğumuz akademi bize Türk Edebiyatı diye olmadık şeyler anlattı durdu. İlk köy romanı realitesi diye Karabibik diye bir eser okuduk mesela. Bir çift öküz edinmeye çalışan tek çocuklu dul bir çiftçinin başından geçenler anlatılıyordu kısaca. Ve roman çok ilginçtir ki tam da şöyle başlıyordu.
“hakikiyun mesleğinde yazılmış bir roman mütalaa etmemişseniz işte size ben bir tane takdim edeyim.”
Dünya kadar derdi olan bir coğrafyanın en gözde edebiyatçılarından biri hakikiyun diye bize gevezelikler anlatıyordu. Ve acı gerçekle yüzleşmem gerekti. Demek ki fakülte bizi uyandırmak için değil uyutmak içindi ve haliyle dersleri boşladım. Şimdilerde yaşım otuz üç ve Ferit Edgü’nün Hakkâri’de Bir Mevsim adlı romanını okuyunca son zamanlarda Türk Edebiyatında bu kadar hakikiyun bir roman okumadığımı fark ettim. İşte bu uzun girizgâh 1976 yılında basılan bu eşsiz roman içindi. Böylesi bir roman dururken hakikiyun diye Karabibik’ten bahsetmek bence cinayet masasının konusu olmalı.
İlk olarak “O” adıyla basılan kitap İshak’ın yazarı Onat Kutlar tarafından senaryolaştırılıp filmi yapılınca “Hakkâri’de Bir Mevsim” olmuş ve şimdilerde otuz dördüncü baskısıyla Sel Yayınları'nda.
Dilini ve kültürünü hiç bilmediği bir köye öğretmen olarak atanan anlatıcının insanlarla iletişime geçme çabaları ve kendine yeni yaşam yolları denemesini anlatıyor kitap. Şehir hayatının debdebesinden küçük bir köyde yaşama tutunurken sadeleşmesi ve iyileşmesini anlatıyor bize. Bir kere sanılanın aksine hiç de yadsımaz köyü anlatıcı, reddetmez. Bütün doğallığıyla ve merhametiyle hemen bir bağ kurar o insanlarla. Oradan kaçmak gibi bir lüksü varken onları anlamaya çalışır. İlginç şekilde köye nasıl geldiğini de bilmez anlatıcı. Rüyayla gerçek arasında bir yerlerdedir. Bu yanıyla romanda bir Borges havası yok değil. Gerçeklik algımızla oynar anlatıcı. Çünkü gerçek olamayacak kadar ironik bir durumun tam ortasına düşmüştür.
“Uzun gecelerde, yalnızlığın gecelerinde bir de bakarsın ki dilinden anlamadığın kitap, sizin dilinizden anlamaya başlamış ve size açılıyor” der bir yerinde anlatıcı. Duymak isteyene bir çift kulak yeter de artar çünkü. Duymak istemeyenin yüz kulağı olsa ne yazar?
Romanın dili oldukça şiirsel ve mensur diyebileceğimiz biçimde yazılmıştır. Ayrıca yazarın ressam kimliğinden de olsa gerek karlı ve yüksek tepelerin tasvirleri öylesine canlı ki görsel bir dil hâkim olmuş romana. Az kelimeyle çok şey anlatmaya çalışmış Ferit Edgü. Çehov’un “vaktim olsaydı daha kısa yazardım” sözünü burada anmazsak olmaz herhâlde.
Bireyin varoluşsal meselesini coğrafi bir kasvetin de getirdiği baskı altında sorgulaması alabildiğine gerçek alabildiğine hüzünlü bir kurgu. İç dünyası ile dış gerçeklik arasında gelgitler yaşayan bir öğretmenin kendini karlı kaplı dağlar arasında bulduktan sonra en çok da kendini sağaltmak için giriştiği aynı zamanda da oldukça insani olan mücadele takdire şayan. Bu açıdan ideolojilerin kör ettiği gözleri açacak çok unsur barındırıyor roman. İşte insanını kendine dert edinmiş bir zihnin kalemin dökülecek roman budur diyesim geliyor. Üçüncü dünya aydınının ise bize sunacağı romanlar maalesef topyekûn müfredatta. Toplum gerçekleri ayan beyan ortada dururken, çarpık bir modernleşmenin bütün problemlerini her hücremizde hissederken anlatılacak meseleler hassas gözlerin ve kalplerin ilgisine muhtaç. Bir roman çağına bir şey katmıyorsa onu neden okuyalım ki?
Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf
- Bernard Shaw
Faulkner gibi en iyi ihtimalle lise yıllarında okulun hiç de ilginç bir şey olmadığını akıl edip bırakmalı, kendi yolumu çizmeliydim. Ama bu istidada eğitim maceramın hiçbir döneminde erişemedim. Sussam gönül razı değil, konuşsam olmaz. Ama en azından şunu söylemeliyim. Niteliksiz eğitim, eğitim hakkının ihlalidir.
Delikanlı çağımızı feda etmek uğruna, hem de tüm mahrumiyetine rağmen uzun yollar kat ederek kapısına vardığımız yitik bir kentin edebiyat fakültesi bize ne Oğuz Atay’ı ne Sabahattin Ali’yi ne Kemal Tahir’i sundu. Ne Faulkner’ı ne Rimbaud’u ne Rilke’yi sundu. Kapısına ram olduğumuz akademi bize Türk Edebiyatı diye olmadık şeyler anlattı durdu. İlk köy romanı realitesi diye Karabibik diye bir eser okuduk mesela. Bir çift öküz edinmeye çalışan tek çocuklu dul bir çiftçinin başından geçenler anlatılıyordu kısaca. Ve roman çok ilginçtir ki tam da şöyle başlıyordu.
“hakikiyun mesleğinde yazılmış bir roman mütalaa etmemişseniz işte size ben bir tane takdim edeyim.”
Dünya kadar derdi olan bir coğrafyanın en gözde edebiyatçılarından biri hakikiyun diye bize gevezelikler anlatıyordu. Ve acı gerçekle yüzleşmem gerekti. Demek ki fakülte bizi uyandırmak için değil uyutmak içindi ve haliyle dersleri boşladım. Şimdilerde yaşım otuz üç ve Ferit Edgü’nün Hakkâri’de Bir Mevsim adlı romanını okuyunca son zamanlarda Türk Edebiyatında bu kadar hakikiyun bir roman okumadığımı fark ettim. İşte bu uzun girizgâh 1976 yılında basılan bu eşsiz roman içindi. Böylesi bir roman dururken hakikiyun diye Karabibik’ten bahsetmek bence cinayet masasının konusu olmalı.
İlk olarak “O” adıyla basılan kitap İshak’ın yazarı Onat Kutlar tarafından senaryolaştırılıp filmi yapılınca “Hakkâri’de Bir Mevsim” olmuş ve şimdilerde otuz dördüncü baskısıyla Sel Yayınları'nda.
Dilini ve kültürünü hiç bilmediği bir köye öğretmen olarak atanan anlatıcının insanlarla iletişime geçme çabaları ve kendine yeni yaşam yolları denemesini anlatıyor kitap. Şehir hayatının debdebesinden küçük bir köyde yaşama tutunurken sadeleşmesi ve iyileşmesini anlatıyor bize. Bir kere sanılanın aksine hiç de yadsımaz köyü anlatıcı, reddetmez. Bütün doğallığıyla ve merhametiyle hemen bir bağ kurar o insanlarla. Oradan kaçmak gibi bir lüksü varken onları anlamaya çalışır. İlginç şekilde köye nasıl geldiğini de bilmez anlatıcı. Rüyayla gerçek arasında bir yerlerdedir. Bu yanıyla romanda bir Borges havası yok değil. Gerçeklik algımızla oynar anlatıcı. Çünkü gerçek olamayacak kadar ironik bir durumun tam ortasına düşmüştür.
“Uzun gecelerde, yalnızlığın gecelerinde bir de bakarsın ki dilinden anlamadığın kitap, sizin dilinizden anlamaya başlamış ve size açılıyor” der bir yerinde anlatıcı. Duymak isteyene bir çift kulak yeter de artar çünkü. Duymak istemeyenin yüz kulağı olsa ne yazar?
Romanın dili oldukça şiirsel ve mensur diyebileceğimiz biçimde yazılmıştır. Ayrıca yazarın ressam kimliğinden de olsa gerek karlı ve yüksek tepelerin tasvirleri öylesine canlı ki görsel bir dil hâkim olmuş romana. Az kelimeyle çok şey anlatmaya çalışmış Ferit Edgü. Çehov’un “vaktim olsaydı daha kısa yazardım” sözünü burada anmazsak olmaz herhâlde.
Bireyin varoluşsal meselesini coğrafi bir kasvetin de getirdiği baskı altında sorgulaması alabildiğine gerçek alabildiğine hüzünlü bir kurgu. İç dünyası ile dış gerçeklik arasında gelgitler yaşayan bir öğretmenin kendini karlı kaplı dağlar arasında bulduktan sonra en çok da kendini sağaltmak için giriştiği aynı zamanda da oldukça insani olan mücadele takdire şayan. Bu açıdan ideolojilerin kör ettiği gözleri açacak çok unsur barındırıyor roman. İşte insanını kendine dert edinmiş bir zihnin kalemin dökülecek roman budur diyesim geliyor. Üçüncü dünya aydınının ise bize sunacağı romanlar maalesef topyekûn müfredatta. Toplum gerçekleri ayan beyan ortada dururken, çarpık bir modernleşmenin bütün problemlerini her hücremizde hissederken anlatılacak meseleler hassas gözlerin ve kalplerin ilgisine muhtaç. Bir roman çağına bir şey katmıyorsa onu neden okuyalım ki?
Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf
11 Nisan 2018 Çarşamba
Serçe yüreklilere ses
Az cümlelerle çok şey anlatılabilir mi? Dev bir cüssede, serçe yürek olur mu demeyin, kimsenin anlamadığı bir dili konuşan, sırf anlatmak için giden ve dönmeyenlerin hikâyesi... Yozgatlı öykücü Ercan Köksal, pek çok dergide öyküsü yayımlanan ve bu yolda emin adımlarla ilerleyen bir öykücü. Ocak 2018’de raflarda yerini alan bir öykü kitabıyla okuruna sesleniyor.
Komik İnsanlar Fotoğrafhanesi ve Sahneler adlı iki ayrı bölümden oluşan kitabın naif bir ismi var. Kesit Hikâye’den hoş bir kapakla öyküseverlere seslenen Ercan Köksal, kızı Elif’e ithaf etmiş bu kitabı. Adı: Serçe Yüreği. Çocuklara ve yetişkinlere dair pek çok mesajı içermekte. Mesela, “Figüran” öyküsündeki yer yer psikolojik olarak tahribata uğrayan kişi kendini ispatlamak, işe yaramak için çabalamaktadır. “İşte böylelikle ölmeye küçükten başlamış oldum. Annem bana “Seni işe yaramaz!” demişti, ama işe yarıyordum. Hiç değilse esas oğlan beni vurduğunda yere düşüyor, karşılığında bir onluk alıyordum. Bu da önemli bir iş sayılmaz mıydı?”. Hikâye kişisinin “Böylece ölümle kardeş oldum” itirafı artık kendi içinde bulunduğu durumu yadırgamayan, kabullenmiş bir insan halidir. Kendi ölümüne en sonunda inandırılmış, ölü kalan bir figüranı tanıyoruz bu öyküyle.
“Herkesin bir hikâyesi vardır” diyen anlatıcının, bir bildiği vardır diye düşünüyoruz. “Yazdığım satırları ne için ve kimin için yazıyordum? Yazmak kendimi tatmin etmekten başka hangi yüce davaya hizmet ediyordu?” diyerek kendini sorgulayan yazarın, öykü kişisiyle didişmesine ne demeli? Sonuçta hikâye dediğimiz yazı türü zor, öyle kolay yazılmıyor, dedirten türden bir sonuca varıyoruz. Evet, cinayet işleyen baba figürü mü istersiniz, hayat her haliyle Köksal’ın hikâyelerinde, gerçekçi işlenmiş. Hüzün ve çocuklar, bazen havuzdan çıkmış bir ölü minik beden, beş çocuğun ona bakıp kalması. İnsan hayatındaki bazı katı ve öylesine geçiştirilemez anların, o acımasız ağırlığını taşıyan hikâyeler. “Söylenemeyen Acı”... Bir torbaya neler sığmaz ki? sorusuyla düşündürüyor okuru yer yer, “Torbaya Sıkıştırılmış Umutlar” hikayesinde. “Babanın Vurduğu Yerde Gül Biter” de ya haksızlıklar? Büyüklerin anlayıp dinlemeden çocukları cezalandırış şekilleri dikkatimizi çekiyor. Yine minimal diyebileceğimiz bir hikâyesiyle Ercan Köksal, “Ardından bir Çığlık” diyor. Günahsız çocukların baba dikkatsizliğine kurban gitmesi, hayli acıklı ve düşündürücüdür. Gitmeler, karlar içinde rüyasına koşanlar, eski bakkallar, ağlayan sümüklü çocuklar ve bitmeyen “Umutsuz Bekleyiş”...
“Hamza’nın Heybesi” çerçi geleneğinin eşeğiyle birlikte yok oluşu ve AVM gerçeğimiz mizahi bir dille ele alınmış yazar tarafından. Nerede o eski köy köy dolaşan çerçiler? Biz niye AVM’lere dadandık? Sorular birbirini kovalıyor. Belki “Ahlât Ağacı” ahlât, kan, toz şeker çağrışımlarıyla gövdesi toprağa karışan ağaçların hikâyesi.
Türk Ali’nin okuyamadığını, Rum Aleksi çözer. Tezat gibidir. Oysa sadece “Ali olmak”, yetmemektedir. "Kendi geçmişini, dilini, geleneğini ne kadar muhafaza etmiştir Ali?" sorusunu düşünmeye başlamışken, “Burada Dua Yok” eski çeşme kitabesi, aslında Anadolu’nun kültürel zenginliklerine işaret eder. İşaretleri takip etmek cevapları bulmak demektir nihayetinde.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
Komik İnsanlar Fotoğrafhanesi ve Sahneler adlı iki ayrı bölümden oluşan kitabın naif bir ismi var. Kesit Hikâye’den hoş bir kapakla öyküseverlere seslenen Ercan Köksal, kızı Elif’e ithaf etmiş bu kitabı. Adı: Serçe Yüreği. Çocuklara ve yetişkinlere dair pek çok mesajı içermekte. Mesela, “Figüran” öyküsündeki yer yer psikolojik olarak tahribata uğrayan kişi kendini ispatlamak, işe yaramak için çabalamaktadır. “İşte böylelikle ölmeye küçükten başlamış oldum. Annem bana “Seni işe yaramaz!” demişti, ama işe yarıyordum. Hiç değilse esas oğlan beni vurduğunda yere düşüyor, karşılığında bir onluk alıyordum. Bu da önemli bir iş sayılmaz mıydı?”. Hikâye kişisinin “Böylece ölümle kardeş oldum” itirafı artık kendi içinde bulunduğu durumu yadırgamayan, kabullenmiş bir insan halidir. Kendi ölümüne en sonunda inandırılmış, ölü kalan bir figüranı tanıyoruz bu öyküyle.
“Herkesin bir hikâyesi vardır” diyen anlatıcının, bir bildiği vardır diye düşünüyoruz. “Yazdığım satırları ne için ve kimin için yazıyordum? Yazmak kendimi tatmin etmekten başka hangi yüce davaya hizmet ediyordu?” diyerek kendini sorgulayan yazarın, öykü kişisiyle didişmesine ne demeli? Sonuçta hikâye dediğimiz yazı türü zor, öyle kolay yazılmıyor, dedirten türden bir sonuca varıyoruz. Evet, cinayet işleyen baba figürü mü istersiniz, hayat her haliyle Köksal’ın hikâyelerinde, gerçekçi işlenmiş. Hüzün ve çocuklar, bazen havuzdan çıkmış bir ölü minik beden, beş çocuğun ona bakıp kalması. İnsan hayatındaki bazı katı ve öylesine geçiştirilemez anların, o acımasız ağırlığını taşıyan hikâyeler. “Söylenemeyen Acı”... Bir torbaya neler sığmaz ki? sorusuyla düşündürüyor okuru yer yer, “Torbaya Sıkıştırılmış Umutlar” hikayesinde. “Babanın Vurduğu Yerde Gül Biter” de ya haksızlıklar? Büyüklerin anlayıp dinlemeden çocukları cezalandırış şekilleri dikkatimizi çekiyor. Yine minimal diyebileceğimiz bir hikâyesiyle Ercan Köksal, “Ardından bir Çığlık” diyor. Günahsız çocukların baba dikkatsizliğine kurban gitmesi, hayli acıklı ve düşündürücüdür. Gitmeler, karlar içinde rüyasına koşanlar, eski bakkallar, ağlayan sümüklü çocuklar ve bitmeyen “Umutsuz Bekleyiş”...
“Hamza’nın Heybesi” çerçi geleneğinin eşeğiyle birlikte yok oluşu ve AVM gerçeğimiz mizahi bir dille ele alınmış yazar tarafından. Nerede o eski köy köy dolaşan çerçiler? Biz niye AVM’lere dadandık? Sorular birbirini kovalıyor. Belki “Ahlât Ağacı” ahlât, kan, toz şeker çağrışımlarıyla gövdesi toprağa karışan ağaçların hikâyesi.
Türk Ali’nin okuyamadığını, Rum Aleksi çözer. Tezat gibidir. Oysa sadece “Ali olmak”, yetmemektedir. "Kendi geçmişini, dilini, geleneğini ne kadar muhafaza etmiştir Ali?" sorusunu düşünmeye başlamışken, “Burada Dua Yok” eski çeşme kitabesi, aslında Anadolu’nun kültürel zenginliklerine işaret eder. İşaretleri takip etmek cevapları bulmak demektir nihayetinde.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)