“Kitaplar insanların kaderlerini değiştirir.”
“İnsanlar kitapların kaderlerini de değiştirir.”
- C. M. Dominguez, Kâğıt Ev [sf.11, sf.69]
Her kitapsever dillendirmese de kitaplardan kurduğu bir dünyada yaşar. Kendisinden başka kimsenin giremediği bu dünyayı istediğince düzenler. Burası -muhtemelen- kitapseverin en huzurlu olduğu yerdir. Bazı ayrıcalıklı kişilerin bu dünyaya girmesine izin verilir lakin ne giren kişi bu dünyaya tam anlamıyla vakıf olabilir ne de ev sahibi gerçekten her şeyi tüm çıplaklığıyla ortaya koyar. Kitapsever tarafından inşa edilen kitaplık, içini detaylarıyla yalnızca inşa edenin bildiği çok odalı bir ev gibidir. Kitaplardan ev yapmak bir metafor olarak çok şey anlatıyor. Kitaplardan ev yapmayı soyut bir anlatım olarak değil de yaşanılan somut bir vakıaya dönüştürmek ise kulağa çılgınca geliyor. Duvarları tuğlalar yerine kitaplarla örülen bir çılgınlık! Kâğıt Ev böylesi bir çılgınlığın izini süren bir kitap. Jaguar Kitap etiketli Carlos Maria Dominguez’e ait eser Seda Ersavcı tarafından Türkçeye çevrilmiş. Doksan sayfalık küçük hacmine rağmen son derece yoğun bir içerik karşılıyor okuyucuyu.
Kitabın girişi oldukça çarpıcı. Akademisyen olan Bluma Lennon bir kitapevinden şiir kitabı alarak çıkar ve sokakta kitaba göz atarken bir arabanın altında kalarak ölür. Dominguez bu olayı aktardıktan sonra kitabın benzer olaylara malzeme olduğunu gösteren birkaç örnek daha sıralıyor ve kendi hayatından bir detayı aktarıyor: “Büyükannem ne zaman yatakta kitap okuduğumu görse bana, “Bırak şunu, kitaplar tehlikelidir,” derdi. Yıllarca bunu onun cehaletine verdim, ama zaman Alman büyükannemin bilgeliğini kanıtladı.”. Kitapla insan arasındaki ilişkiyi gösteren bu ‘olumsuz’ örnekler ve hatıra metin boyunca süren ama rahatsız etmeyen dozunda bir karamsarlığın işareti gibi. Sanırım hikâyeye hüznünü veren de, yapılan bu -gayriihtiyari- ilişkilendirme. Diğer taraftan, Bluma Lennon olayına kaza demek yerine “onu bir araba öldürdü, şiir değil” sözü farklı bir bakış açısını yansıtıyor. Belki de tehlikeli olan kitap değildir!
Carlos Maria Dominguez, Bluma Lennon ile aynı üniversitede öğretim görevlisidir ve kazanın ardından onun yerine geçmesi muhtemel kişilerden birisidir. Lennon’ın ölümünden sonra adına gelen postalardan birinde bir kitap çıkar. Çimento kalıntıları bulunan kitap Dominguez’i hem heyecanlandırır hem de merakta bırakır. Kitaptaki ithaf yazısı el yazısından tanıdığı Lennon’a aittir. İthaf edilen isimden hareketle Lennon’un arşivinden başlayarak kitabın hikâyesinin izini sürmeye başlayan Dominguez birkaç seyahat yapar. Bu seyahatleri sırasında tanıştığı ilginç kişilerden sıra dışı şeyler dinler. Her ne kadar anlatılanların odak noktası kitap olsa da buradaki en önemli etken insandır. Yazar, öğrendiklerinin üzerindeki etkisini, “öğrendiklerimi kimseye anlatmaya cesaret edemedim; şu an yazıyor olmamın tek sebebi ise hâlâ olanları anlamaya çalışmamdır” şeklinde özetliyor.
Kitapta salt bir öykü ya da hikâye anlatılmıyor. Dominguez ele aldığı olaya düşüncelerini de ekleyerek yeni bir boyut kazandırıyor ve meselenin arka planını görmeye çalışıyor. Yaptığı ziyaretlerde insanlar için kitabın ne anlama gelebileceğini ve kitabın yaşam içerisinde kapladığı yeri görme şansını yakalayan yazar özeleştirisini de yapmayı ihmal etmiyor. Süreç içinde kitaba bakış açısının değişmesi kitaba dair farkındalığını arttırıyor diyebiliriz. Seyahati sırasında tanıştığı kişilerden birinin anlattığına göre kitapla ilgilenen iki çeşit insan vardır; “koleksiyoncular ve okurlar”. Bu bağlamda kitaba sahip olmanın anlamı, kitap okuma biçimleri, kitap okurken önemli görülen satırların altının çizilmesi veya kenarlarına not düşülmesi gibi konular kişiden kişiye önemli farlılıklar gösterebiliyor. Yazılanları okurken kitapseverler tarafından bir fetişizme dönüştürülen bu konuların abartılıp abartılmadığını düşünmeden edemiyorsunuz. Bu bağlamda temel soru ya da sorunlardan ilki, kitabın biriktirilmesi mi yoksa okunması mı gerektiği şeklinde kendini gösteriyor fakat “çoğunlukla bir kitaptan kurtulmak ona sahip olmaktan daha zor” olduğundan gerekli olanlar ile gereksiz olanların ayrıştırılması bir başka sorunu ortaya çıkarıyor. Konu derinleştikçe kitaba düşkünlüğün boyutlarına dair yazarın izlenimleri oldukça ilgi çekici hâle geliyor. Örneğin bazı insanların sahip oldukları kitapları sergilemekten mutluluk duyması, kitaplarının miktarı ya da baskı özellikleriyle gururlanması ve itibar devşirmeye çalışması bu ilginç detaylardan bir kaçı.
İnsani eğilimlerin kitabın merkeze alınarak anlatıldığı bir eser olan Kâğıt Ev oldukça saçaklı ve dağınık bir anlatım örgüsüne sahip. Okuyucu farklı açılardan birçok karakterin yansımasına tanık oluyor. Bu karakterlerin ortak noktasını, kitapların bir şekilde hayatlarını değiştirecek şekilde etkilemesi şeklinde özetleyebiliriz. Kitapta, İngiltere, Brezilya ve Uruguay arasında gerçekleşen seyahati yazarın içsel bir yolculuğu olarak okumak da mümkün. Dominguez’in, teorik alana sürüklemediği akıcı düşüncelerinin yanında psikolojik bunalımla boğmayı denemediği duygularını gizlememesi hikâyeye ayrı bir yoğunluk ve tat katıyor. Bu açıdan yazarın yormayan üslubu ve özenli çevirinin eseri kolay okunur hale getirdiğini belirtmeliyim. Kitabın sonunda peşinden gidilen hüzünlü hikâyeye dair yazarın öngörüleri dışında net bir sonuca ulaşılamıyor fakat her kitapseverin kendinden bir şeyler bulacağı muhakkak.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
12 Nisan 2018 Perşembe
İç dünyamızı dış gerçekliklere rağmen sağaltmaya çalışmak
"Okula giderek eğitimime bir süre ara vermek zorunda kaldım."
- Bernard Shaw
Faulkner gibi en iyi ihtimalle lise yıllarında okulun hiç de ilginç bir şey olmadığını akıl edip bırakmalı, kendi yolumu çizmeliydim. Ama bu istidada eğitim maceramın hiçbir döneminde erişemedim. Sussam gönül razı değil, konuşsam olmaz. Ama en azından şunu söylemeliyim. Niteliksiz eğitim, eğitim hakkının ihlalidir.
Delikanlı çağımızı feda etmek uğruna, hem de tüm mahrumiyetine rağmen uzun yollar kat ederek kapısına vardığımız yitik bir kentin edebiyat fakültesi bize ne Oğuz Atay’ı ne Sabahattin Ali’yi ne Kemal Tahir’i sundu. Ne Faulkner’ı ne Rimbaud’u ne Rilke’yi sundu. Kapısına ram olduğumuz akademi bize Türk Edebiyatı diye olmadık şeyler anlattı durdu. İlk köy romanı realitesi diye Karabibik diye bir eser okuduk mesela. Bir çift öküz edinmeye çalışan tek çocuklu dul bir çiftçinin başından geçenler anlatılıyordu kısaca. Ve roman çok ilginçtir ki tam da şöyle başlıyordu.
“hakikiyun mesleğinde yazılmış bir roman mütalaa etmemişseniz işte size ben bir tane takdim edeyim.”
Dünya kadar derdi olan bir coğrafyanın en gözde edebiyatçılarından biri hakikiyun diye bize gevezelikler anlatıyordu. Ve acı gerçekle yüzleşmem gerekti. Demek ki fakülte bizi uyandırmak için değil uyutmak içindi ve haliyle dersleri boşladım. Şimdilerde yaşım otuz üç ve Ferit Edgü’nün Hakkâri’de Bir Mevsim adlı romanını okuyunca son zamanlarda Türk Edebiyatında bu kadar hakikiyun bir roman okumadığımı fark ettim. İşte bu uzun girizgâh 1976 yılında basılan bu eşsiz roman içindi. Böylesi bir roman dururken hakikiyun diye Karabibik’ten bahsetmek bence cinayet masasının konusu olmalı.
İlk olarak “O” adıyla basılan kitap İshak’ın yazarı Onat Kutlar tarafından senaryolaştırılıp filmi yapılınca “Hakkâri’de Bir Mevsim” olmuş ve şimdilerde otuz dördüncü baskısıyla Sel Yayınları'nda.
Dilini ve kültürünü hiç bilmediği bir köye öğretmen olarak atanan anlatıcının insanlarla iletişime geçme çabaları ve kendine yeni yaşam yolları denemesini anlatıyor kitap. Şehir hayatının debdebesinden küçük bir köyde yaşama tutunurken sadeleşmesi ve iyileşmesini anlatıyor bize. Bir kere sanılanın aksine hiç de yadsımaz köyü anlatıcı, reddetmez. Bütün doğallığıyla ve merhametiyle hemen bir bağ kurar o insanlarla. Oradan kaçmak gibi bir lüksü varken onları anlamaya çalışır. İlginç şekilde köye nasıl geldiğini de bilmez anlatıcı. Rüyayla gerçek arasında bir yerlerdedir. Bu yanıyla romanda bir Borges havası yok değil. Gerçeklik algımızla oynar anlatıcı. Çünkü gerçek olamayacak kadar ironik bir durumun tam ortasına düşmüştür.
“Uzun gecelerde, yalnızlığın gecelerinde bir de bakarsın ki dilinden anlamadığın kitap, sizin dilinizden anlamaya başlamış ve size açılıyor” der bir yerinde anlatıcı. Duymak isteyene bir çift kulak yeter de artar çünkü. Duymak istemeyenin yüz kulağı olsa ne yazar?
Romanın dili oldukça şiirsel ve mensur diyebileceğimiz biçimde yazılmıştır. Ayrıca yazarın ressam kimliğinden de olsa gerek karlı ve yüksek tepelerin tasvirleri öylesine canlı ki görsel bir dil hâkim olmuş romana. Az kelimeyle çok şey anlatmaya çalışmış Ferit Edgü. Çehov’un “vaktim olsaydı daha kısa yazardım” sözünü burada anmazsak olmaz herhâlde.
Bireyin varoluşsal meselesini coğrafi bir kasvetin de getirdiği baskı altında sorgulaması alabildiğine gerçek alabildiğine hüzünlü bir kurgu. İç dünyası ile dış gerçeklik arasında gelgitler yaşayan bir öğretmenin kendini karlı kaplı dağlar arasında bulduktan sonra en çok da kendini sağaltmak için giriştiği aynı zamanda da oldukça insani olan mücadele takdire şayan. Bu açıdan ideolojilerin kör ettiği gözleri açacak çok unsur barındırıyor roman. İşte insanını kendine dert edinmiş bir zihnin kalemin dökülecek roman budur diyesim geliyor. Üçüncü dünya aydınının ise bize sunacağı romanlar maalesef topyekûn müfredatta. Toplum gerçekleri ayan beyan ortada dururken, çarpık bir modernleşmenin bütün problemlerini her hücremizde hissederken anlatılacak meseleler hassas gözlerin ve kalplerin ilgisine muhtaç. Bir roman çağına bir şey katmıyorsa onu neden okuyalım ki?
Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf
- Bernard Shaw
Faulkner gibi en iyi ihtimalle lise yıllarında okulun hiç de ilginç bir şey olmadığını akıl edip bırakmalı, kendi yolumu çizmeliydim. Ama bu istidada eğitim maceramın hiçbir döneminde erişemedim. Sussam gönül razı değil, konuşsam olmaz. Ama en azından şunu söylemeliyim. Niteliksiz eğitim, eğitim hakkının ihlalidir.
Delikanlı çağımızı feda etmek uğruna, hem de tüm mahrumiyetine rağmen uzun yollar kat ederek kapısına vardığımız yitik bir kentin edebiyat fakültesi bize ne Oğuz Atay’ı ne Sabahattin Ali’yi ne Kemal Tahir’i sundu. Ne Faulkner’ı ne Rimbaud’u ne Rilke’yi sundu. Kapısına ram olduğumuz akademi bize Türk Edebiyatı diye olmadık şeyler anlattı durdu. İlk köy romanı realitesi diye Karabibik diye bir eser okuduk mesela. Bir çift öküz edinmeye çalışan tek çocuklu dul bir çiftçinin başından geçenler anlatılıyordu kısaca. Ve roman çok ilginçtir ki tam da şöyle başlıyordu.
“hakikiyun mesleğinde yazılmış bir roman mütalaa etmemişseniz işte size ben bir tane takdim edeyim.”
Dünya kadar derdi olan bir coğrafyanın en gözde edebiyatçılarından biri hakikiyun diye bize gevezelikler anlatıyordu. Ve acı gerçekle yüzleşmem gerekti. Demek ki fakülte bizi uyandırmak için değil uyutmak içindi ve haliyle dersleri boşladım. Şimdilerde yaşım otuz üç ve Ferit Edgü’nün Hakkâri’de Bir Mevsim adlı romanını okuyunca son zamanlarda Türk Edebiyatında bu kadar hakikiyun bir roman okumadığımı fark ettim. İşte bu uzun girizgâh 1976 yılında basılan bu eşsiz roman içindi. Böylesi bir roman dururken hakikiyun diye Karabibik’ten bahsetmek bence cinayet masasının konusu olmalı.
İlk olarak “O” adıyla basılan kitap İshak’ın yazarı Onat Kutlar tarafından senaryolaştırılıp filmi yapılınca “Hakkâri’de Bir Mevsim” olmuş ve şimdilerde otuz dördüncü baskısıyla Sel Yayınları'nda.
Dilini ve kültürünü hiç bilmediği bir köye öğretmen olarak atanan anlatıcının insanlarla iletişime geçme çabaları ve kendine yeni yaşam yolları denemesini anlatıyor kitap. Şehir hayatının debdebesinden küçük bir köyde yaşama tutunurken sadeleşmesi ve iyileşmesini anlatıyor bize. Bir kere sanılanın aksine hiç de yadsımaz köyü anlatıcı, reddetmez. Bütün doğallığıyla ve merhametiyle hemen bir bağ kurar o insanlarla. Oradan kaçmak gibi bir lüksü varken onları anlamaya çalışır. İlginç şekilde köye nasıl geldiğini de bilmez anlatıcı. Rüyayla gerçek arasında bir yerlerdedir. Bu yanıyla romanda bir Borges havası yok değil. Gerçeklik algımızla oynar anlatıcı. Çünkü gerçek olamayacak kadar ironik bir durumun tam ortasına düşmüştür.
“Uzun gecelerde, yalnızlığın gecelerinde bir de bakarsın ki dilinden anlamadığın kitap, sizin dilinizden anlamaya başlamış ve size açılıyor” der bir yerinde anlatıcı. Duymak isteyene bir çift kulak yeter de artar çünkü. Duymak istemeyenin yüz kulağı olsa ne yazar?
Romanın dili oldukça şiirsel ve mensur diyebileceğimiz biçimde yazılmıştır. Ayrıca yazarın ressam kimliğinden de olsa gerek karlı ve yüksek tepelerin tasvirleri öylesine canlı ki görsel bir dil hâkim olmuş romana. Az kelimeyle çok şey anlatmaya çalışmış Ferit Edgü. Çehov’un “vaktim olsaydı daha kısa yazardım” sözünü burada anmazsak olmaz herhâlde.
Bireyin varoluşsal meselesini coğrafi bir kasvetin de getirdiği baskı altında sorgulaması alabildiğine gerçek alabildiğine hüzünlü bir kurgu. İç dünyası ile dış gerçeklik arasında gelgitler yaşayan bir öğretmenin kendini karlı kaplı dağlar arasında bulduktan sonra en çok da kendini sağaltmak için giriştiği aynı zamanda da oldukça insani olan mücadele takdire şayan. Bu açıdan ideolojilerin kör ettiği gözleri açacak çok unsur barındırıyor roman. İşte insanını kendine dert edinmiş bir zihnin kalemin dökülecek roman budur diyesim geliyor. Üçüncü dünya aydınının ise bize sunacağı romanlar maalesef topyekûn müfredatta. Toplum gerçekleri ayan beyan ortada dururken, çarpık bir modernleşmenin bütün problemlerini her hücremizde hissederken anlatılacak meseleler hassas gözlerin ve kalplerin ilgisine muhtaç. Bir roman çağına bir şey katmıyorsa onu neden okuyalım ki?
Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf
11 Nisan 2018 Çarşamba
Serçe yüreklilere ses
Az cümlelerle çok şey anlatılabilir mi? Dev bir cüssede, serçe yürek olur mu demeyin, kimsenin anlamadığı bir dili konuşan, sırf anlatmak için giden ve dönmeyenlerin hikâyesi... Yozgatlı öykücü Ercan Köksal, pek çok dergide öyküsü yayımlanan ve bu yolda emin adımlarla ilerleyen bir öykücü. Ocak 2018’de raflarda yerini alan bir öykü kitabıyla okuruna sesleniyor.
Komik İnsanlar Fotoğrafhanesi ve Sahneler adlı iki ayrı bölümden oluşan kitabın naif bir ismi var. Kesit Hikâye’den hoş bir kapakla öyküseverlere seslenen Ercan Köksal, kızı Elif’e ithaf etmiş bu kitabı. Adı: Serçe Yüreği. Çocuklara ve yetişkinlere dair pek çok mesajı içermekte. Mesela, “Figüran” öyküsündeki yer yer psikolojik olarak tahribata uğrayan kişi kendini ispatlamak, işe yaramak için çabalamaktadır. “İşte böylelikle ölmeye küçükten başlamış oldum. Annem bana “Seni işe yaramaz!” demişti, ama işe yarıyordum. Hiç değilse esas oğlan beni vurduğunda yere düşüyor, karşılığında bir onluk alıyordum. Bu da önemli bir iş sayılmaz mıydı?”. Hikâye kişisinin “Böylece ölümle kardeş oldum” itirafı artık kendi içinde bulunduğu durumu yadırgamayan, kabullenmiş bir insan halidir. Kendi ölümüne en sonunda inandırılmış, ölü kalan bir figüranı tanıyoruz bu öyküyle.
“Herkesin bir hikâyesi vardır” diyen anlatıcının, bir bildiği vardır diye düşünüyoruz. “Yazdığım satırları ne için ve kimin için yazıyordum? Yazmak kendimi tatmin etmekten başka hangi yüce davaya hizmet ediyordu?” diyerek kendini sorgulayan yazarın, öykü kişisiyle didişmesine ne demeli? Sonuçta hikâye dediğimiz yazı türü zor, öyle kolay yazılmıyor, dedirten türden bir sonuca varıyoruz. Evet, cinayet işleyen baba figürü mü istersiniz, hayat her haliyle Köksal’ın hikâyelerinde, gerçekçi işlenmiş. Hüzün ve çocuklar, bazen havuzdan çıkmış bir ölü minik beden, beş çocuğun ona bakıp kalması. İnsan hayatındaki bazı katı ve öylesine geçiştirilemez anların, o acımasız ağırlığını taşıyan hikâyeler. “Söylenemeyen Acı”... Bir torbaya neler sığmaz ki? sorusuyla düşündürüyor okuru yer yer, “Torbaya Sıkıştırılmış Umutlar” hikayesinde. “Babanın Vurduğu Yerde Gül Biter” de ya haksızlıklar? Büyüklerin anlayıp dinlemeden çocukları cezalandırış şekilleri dikkatimizi çekiyor. Yine minimal diyebileceğimiz bir hikâyesiyle Ercan Köksal, “Ardından bir Çığlık” diyor. Günahsız çocukların baba dikkatsizliğine kurban gitmesi, hayli acıklı ve düşündürücüdür. Gitmeler, karlar içinde rüyasına koşanlar, eski bakkallar, ağlayan sümüklü çocuklar ve bitmeyen “Umutsuz Bekleyiş”...
“Hamza’nın Heybesi” çerçi geleneğinin eşeğiyle birlikte yok oluşu ve AVM gerçeğimiz mizahi bir dille ele alınmış yazar tarafından. Nerede o eski köy köy dolaşan çerçiler? Biz niye AVM’lere dadandık? Sorular birbirini kovalıyor. Belki “Ahlât Ağacı” ahlât, kan, toz şeker çağrışımlarıyla gövdesi toprağa karışan ağaçların hikâyesi.
Türk Ali’nin okuyamadığını, Rum Aleksi çözer. Tezat gibidir. Oysa sadece “Ali olmak”, yetmemektedir. "Kendi geçmişini, dilini, geleneğini ne kadar muhafaza etmiştir Ali?" sorusunu düşünmeye başlamışken, “Burada Dua Yok” eski çeşme kitabesi, aslında Anadolu’nun kültürel zenginliklerine işaret eder. İşaretleri takip etmek cevapları bulmak demektir nihayetinde.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
Komik İnsanlar Fotoğrafhanesi ve Sahneler adlı iki ayrı bölümden oluşan kitabın naif bir ismi var. Kesit Hikâye’den hoş bir kapakla öyküseverlere seslenen Ercan Köksal, kızı Elif’e ithaf etmiş bu kitabı. Adı: Serçe Yüreği. Çocuklara ve yetişkinlere dair pek çok mesajı içermekte. Mesela, “Figüran” öyküsündeki yer yer psikolojik olarak tahribata uğrayan kişi kendini ispatlamak, işe yaramak için çabalamaktadır. “İşte böylelikle ölmeye küçükten başlamış oldum. Annem bana “Seni işe yaramaz!” demişti, ama işe yarıyordum. Hiç değilse esas oğlan beni vurduğunda yere düşüyor, karşılığında bir onluk alıyordum. Bu da önemli bir iş sayılmaz mıydı?”. Hikâye kişisinin “Böylece ölümle kardeş oldum” itirafı artık kendi içinde bulunduğu durumu yadırgamayan, kabullenmiş bir insan halidir. Kendi ölümüne en sonunda inandırılmış, ölü kalan bir figüranı tanıyoruz bu öyküyle.
“Herkesin bir hikâyesi vardır” diyen anlatıcının, bir bildiği vardır diye düşünüyoruz. “Yazdığım satırları ne için ve kimin için yazıyordum? Yazmak kendimi tatmin etmekten başka hangi yüce davaya hizmet ediyordu?” diyerek kendini sorgulayan yazarın, öykü kişisiyle didişmesine ne demeli? Sonuçta hikâye dediğimiz yazı türü zor, öyle kolay yazılmıyor, dedirten türden bir sonuca varıyoruz. Evet, cinayet işleyen baba figürü mü istersiniz, hayat her haliyle Köksal’ın hikâyelerinde, gerçekçi işlenmiş. Hüzün ve çocuklar, bazen havuzdan çıkmış bir ölü minik beden, beş çocuğun ona bakıp kalması. İnsan hayatındaki bazı katı ve öylesine geçiştirilemez anların, o acımasız ağırlığını taşıyan hikâyeler. “Söylenemeyen Acı”... Bir torbaya neler sığmaz ki? sorusuyla düşündürüyor okuru yer yer, “Torbaya Sıkıştırılmış Umutlar” hikayesinde. “Babanın Vurduğu Yerde Gül Biter” de ya haksızlıklar? Büyüklerin anlayıp dinlemeden çocukları cezalandırış şekilleri dikkatimizi çekiyor. Yine minimal diyebileceğimiz bir hikâyesiyle Ercan Köksal, “Ardından bir Çığlık” diyor. Günahsız çocukların baba dikkatsizliğine kurban gitmesi, hayli acıklı ve düşündürücüdür. Gitmeler, karlar içinde rüyasına koşanlar, eski bakkallar, ağlayan sümüklü çocuklar ve bitmeyen “Umutsuz Bekleyiş”...
“Hamza’nın Heybesi” çerçi geleneğinin eşeğiyle birlikte yok oluşu ve AVM gerçeğimiz mizahi bir dille ele alınmış yazar tarafından. Nerede o eski köy köy dolaşan çerçiler? Biz niye AVM’lere dadandık? Sorular birbirini kovalıyor. Belki “Ahlât Ağacı” ahlât, kan, toz şeker çağrışımlarıyla gövdesi toprağa karışan ağaçların hikâyesi.
Türk Ali’nin okuyamadığını, Rum Aleksi çözer. Tezat gibidir. Oysa sadece “Ali olmak”, yetmemektedir. "Kendi geçmişini, dilini, geleneğini ne kadar muhafaza etmiştir Ali?" sorusunu düşünmeye başlamışken, “Burada Dua Yok” eski çeşme kitabesi, aslında Anadolu’nun kültürel zenginliklerine işaret eder. İşaretleri takip etmek cevapları bulmak demektir nihayetinde.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
Babalar, oğullar ve kapanmayan hesaplar
"Yazdıklarım seninle ilgiliydi, orada senin göğsünde yakınamadıklarımdan yakınıyordum yalnızca."
- Franz Kafka, Babaya Mektup
Übermensch, yani ilkel baba, Freud'a göre hükmedici bir karaktere sahiptir. Dolayısıyla da narsisistiktir. Nietzsche'nin 'gelecekte beklediği' baba figürü ise çocuklarının hayatına en az müdahele edecek bir yerde duran, onay beklemeyen ve hem kendisine hem de çevresine özgürlük aşılayan bir figürdür. O baba gelmiş midir bilemeyiz, muhakkak gelmiştir, ancak her toplumun ortaya çıkardığı yalın bir 'baba' mevcuttur. Bizim toplumumuzda bu baba, Freud'un bahsettiği 'ilkel baba'ya çok benzer. Özellikle erkek çocuklar ile babaları arasındaki iletişimde ya da iletişimsizlikte bu baba figürünün kusurlarını, etkilerini ve meydana çıkan sorunları görürüz.
Gaye Boralıoğlu'nun son romanı Dünyadan Aşağı, Hilmi Aydın karakterinin eşliğinde bize işte bu 'asırlık problemi' yaşatıyor. Kitabın, Özge Dirik'e ait epigrafı çok şey söylüyor: "Bir çocuğu kemiren ya bir babadır ya da yokluğu."
Hilmi Aydın, bildiğimiz otoriter baba figürünü reddediyor. Ergenliğinden itibaren başlayan bu reddedişin kökeninde babasının yol arkadaşı değil barikat oluşu var, tıpkı Kafka'nın babasına yazdığı mektuplardan birinde söylediği gibi: "Tek ihtiyacım olan şey ufak bir cesaretlendirme, arkadaşlık, biraz yoldaşlıktı. Sense her zaman yoluma engeller koydun.". Babasına itaat etmeyen Hilmi, kendine başka bir yol çizse de, türlü zevklerinin ve zaman zaman 'uçkuru'nun peşinden gitse de döner dolaşır ve babasından 'intikam' almanın yolu olarak onun silahını bulur: Babasının yıllarca işlettiği meşhur lokantayı yeniden ayağa kaldırmak. 'Öteki taraf'a çoktan gitmiş babasını kıskandıracak, delirtecek kadar. Bunu yaparken kimsenin okumadığı, basılmamış bir kitap yardım eder ona: Sırlar. Bu kitap, Hilmi Aydın'ın babasının yazdığı bir kitaptır. Yaptığı birçok yemeğin sırlarıyla birlikte mahremini de yazmıştır sayfalar boyunca. Çok eski bir Rum yemeğini kıvama getirirken, oğlunun bir türlü istediği kıvama gelemeyişindne dem vurur çokça. Hilmi intikam peşinde ya, her tarife küçücük bir ekleme yapıp tamamen o tarifi sahiplenmek ve böylece babasının tarifini tarihe gömmeyi arzu ediyordu. Böylece çevresindeki herkesin kendi istediği gibi yaşamasını ve her şeyin kendi istediği gibi olmasını istediği babasına sağlam bir cevap verecekti. Hesap kabarıktı: "Babamın sevdiği bir yemeği yaparken gösterdiği itinayı hatırlıyorum. Sebzeleri okşar gibi tutar, neredeyse canları acımasın diye yumuşacık hareketlerle soyar, sanat yapıyormuş gibi pişirmeye hazırlardı. Tencereye bir şeyler dizerken, yemeği karıştırırken, küçük bir kaşıkla üfleye üfleye tadına bakarken dikkati bütünüyle yaptığı işin üzerindeydi. Oysa bana bakarken hep aklı başka yerdeydi. Kafasının gerisinde bir olması gerekenler zinciri vardı ve daima o zincirin hangi halkasına tutunduğumu test ederdi."
Nihan, Hilmi'nin büyük sevdası. Evlenmiş, boşanmış çünkü onu Mine'yle aldatmış. Hilmi'ye göre bu aldatış erkek aklının ve gönlünün bir neticesi. Erkek aklına her şey girebilir, erkek gönlü her şeye kayabilir. Türlü türlü denemelerle yeniden Nihan'ın kalbini çalmak istiyor Hilmi. Denemeleri tam bir yere gelecekken ansızın kopuveriyor. Çünkü tıpkı babası gibi patavatsız, kibirli ve her zaman kendini haklı buluyor. Aslında babasıyla yaşadığı problemler sebebiyle saygı duyulmaya, varlığını hem ekonomik hem de sosyal manada ispat etmeye çok ihtiyacı var. Bu ihtiyaçlar giderilmeyince, bir de üstüne Hilmi'nin cinsel arzuları tetiklenince Nihan ve Mine dışında birkaç kadın daha giriyor Hilmi'nin hayatına. Aslında buna girmek de denilmez, uğruyorlar sadece.
Fazıl Hoca, Hilmi'nin manevi arayışında tabiri caizse bir rehber. Kimi zaman rahatlatıcı kimi zaman sarsıcı. Hilmi artık bu 'boş' hayatını bir hâli yoluna koyup hakikat yolunun yolcusu olmak istese de nefsi peşini bırakmıyor. Tam bir şeyleri yoluna koyacakken arzuları ve istekleri yakasından düşmüyor. Buna rağmen Hilmi de vazgeçmiyor. Fazıl Hoca sevap-günah matematiğini etkileyecek misaller aktarıyor: "Kimi sevaba on katı, kimi sevaba yüz, kimine yedi yüz katı rahmet verir. Kişiye, niyete, vaziyete bağlıdır. Nitekim sevap ve günah miktarını, göklerin büyüklüğünü, uzaklıkları ve ahiretteki zamanları ve dünyanın yaradılışını ve mahlukların sayısını bildiren rakamlar, miktar sayısını göstermek için değil, miktarların çokluğunu anlatmak içindir. Kuyuya inerek susuz bir köpeğe ayakkabısıyla su veren fahişe bir kadının cennete, evinde bir kediyi aç bırakıp ölümüne sebep olan kadının da cehenneme gittiğini beyan buyuran hadisler vardır."
Gaye Boralıoğlu roman boyunca psikolojik atıflarda bulunuyor ve bu atıflar bir baba-oğul ilişkisinin en kritik boyutlarına işaret ediyor. Kurgunun akıcılığı ve romanın sonuna yaklaştıkça her şeyin berraklaşmak yerine sürprize dönüşmesi, okuyucuyu fazlasıyla tatmin edecektir. Edebiyatın 'hayata katlanabilme' direnci vermesine dair bir metin var bu romanda. Yazar, roman karakteri üzerinden "eğer bu dünyaya tutunabildiysem, bir ölçüde kibrim ve çokça yazma yeteneğim sayesindedir" derken kendi tavrını ortaya koyuyor. Kaygısı yok, hiddeti var: "Edebiyatın gerçekle işi yoktur. İçinde gerçeği barındırsa bile edebiyat bir dünya tasavvurudur ve her tasavvur gibi özneldir."
Dünyadan Aşağı; psikolojik tarafıyla baba-oğul ilişkisini tüm gerçekçiliğiyle ortaya sererken bizlere çok özgün bir kurgu dersi de veriyor.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Franz Kafka, Babaya Mektup
Übermensch, yani ilkel baba, Freud'a göre hükmedici bir karaktere sahiptir. Dolayısıyla da narsisistiktir. Nietzsche'nin 'gelecekte beklediği' baba figürü ise çocuklarının hayatına en az müdahele edecek bir yerde duran, onay beklemeyen ve hem kendisine hem de çevresine özgürlük aşılayan bir figürdür. O baba gelmiş midir bilemeyiz, muhakkak gelmiştir, ancak her toplumun ortaya çıkardığı yalın bir 'baba' mevcuttur. Bizim toplumumuzda bu baba, Freud'un bahsettiği 'ilkel baba'ya çok benzer. Özellikle erkek çocuklar ile babaları arasındaki iletişimde ya da iletişimsizlikte bu baba figürünün kusurlarını, etkilerini ve meydana çıkan sorunları görürüz.
Gaye Boralıoğlu'nun son romanı Dünyadan Aşağı, Hilmi Aydın karakterinin eşliğinde bize işte bu 'asırlık problemi' yaşatıyor. Kitabın, Özge Dirik'e ait epigrafı çok şey söylüyor: "Bir çocuğu kemiren ya bir babadır ya da yokluğu."
Hilmi Aydın, bildiğimiz otoriter baba figürünü reddediyor. Ergenliğinden itibaren başlayan bu reddedişin kökeninde babasının yol arkadaşı değil barikat oluşu var, tıpkı Kafka'nın babasına yazdığı mektuplardan birinde söylediği gibi: "Tek ihtiyacım olan şey ufak bir cesaretlendirme, arkadaşlık, biraz yoldaşlıktı. Sense her zaman yoluma engeller koydun.". Babasına itaat etmeyen Hilmi, kendine başka bir yol çizse de, türlü zevklerinin ve zaman zaman 'uçkuru'nun peşinden gitse de döner dolaşır ve babasından 'intikam' almanın yolu olarak onun silahını bulur: Babasının yıllarca işlettiği meşhur lokantayı yeniden ayağa kaldırmak. 'Öteki taraf'a çoktan gitmiş babasını kıskandıracak, delirtecek kadar. Bunu yaparken kimsenin okumadığı, basılmamış bir kitap yardım eder ona: Sırlar. Bu kitap, Hilmi Aydın'ın babasının yazdığı bir kitaptır. Yaptığı birçok yemeğin sırlarıyla birlikte mahremini de yazmıştır sayfalar boyunca. Çok eski bir Rum yemeğini kıvama getirirken, oğlunun bir türlü istediği kıvama gelemeyişindne dem vurur çokça. Hilmi intikam peşinde ya, her tarife küçücük bir ekleme yapıp tamamen o tarifi sahiplenmek ve böylece babasının tarifini tarihe gömmeyi arzu ediyordu. Böylece çevresindeki herkesin kendi istediği gibi yaşamasını ve her şeyin kendi istediği gibi olmasını istediği babasına sağlam bir cevap verecekti. Hesap kabarıktı: "Babamın sevdiği bir yemeği yaparken gösterdiği itinayı hatırlıyorum. Sebzeleri okşar gibi tutar, neredeyse canları acımasın diye yumuşacık hareketlerle soyar, sanat yapıyormuş gibi pişirmeye hazırlardı. Tencereye bir şeyler dizerken, yemeği karıştırırken, küçük bir kaşıkla üfleye üfleye tadına bakarken dikkati bütünüyle yaptığı işin üzerindeydi. Oysa bana bakarken hep aklı başka yerdeydi. Kafasının gerisinde bir olması gerekenler zinciri vardı ve daima o zincirin hangi halkasına tutunduğumu test ederdi."
Nihan, Hilmi'nin büyük sevdası. Evlenmiş, boşanmış çünkü onu Mine'yle aldatmış. Hilmi'ye göre bu aldatış erkek aklının ve gönlünün bir neticesi. Erkek aklına her şey girebilir, erkek gönlü her şeye kayabilir. Türlü türlü denemelerle yeniden Nihan'ın kalbini çalmak istiyor Hilmi. Denemeleri tam bir yere gelecekken ansızın kopuveriyor. Çünkü tıpkı babası gibi patavatsız, kibirli ve her zaman kendini haklı buluyor. Aslında babasıyla yaşadığı problemler sebebiyle saygı duyulmaya, varlığını hem ekonomik hem de sosyal manada ispat etmeye çok ihtiyacı var. Bu ihtiyaçlar giderilmeyince, bir de üstüne Hilmi'nin cinsel arzuları tetiklenince Nihan ve Mine dışında birkaç kadın daha giriyor Hilmi'nin hayatına. Aslında buna girmek de denilmez, uğruyorlar sadece.
Fazıl Hoca, Hilmi'nin manevi arayışında tabiri caizse bir rehber. Kimi zaman rahatlatıcı kimi zaman sarsıcı. Hilmi artık bu 'boş' hayatını bir hâli yoluna koyup hakikat yolunun yolcusu olmak istese de nefsi peşini bırakmıyor. Tam bir şeyleri yoluna koyacakken arzuları ve istekleri yakasından düşmüyor. Buna rağmen Hilmi de vazgeçmiyor. Fazıl Hoca sevap-günah matematiğini etkileyecek misaller aktarıyor: "Kimi sevaba on katı, kimi sevaba yüz, kimine yedi yüz katı rahmet verir. Kişiye, niyete, vaziyete bağlıdır. Nitekim sevap ve günah miktarını, göklerin büyüklüğünü, uzaklıkları ve ahiretteki zamanları ve dünyanın yaradılışını ve mahlukların sayısını bildiren rakamlar, miktar sayısını göstermek için değil, miktarların çokluğunu anlatmak içindir. Kuyuya inerek susuz bir köpeğe ayakkabısıyla su veren fahişe bir kadının cennete, evinde bir kediyi aç bırakıp ölümüne sebep olan kadının da cehenneme gittiğini beyan buyuran hadisler vardır."
Gaye Boralıoğlu roman boyunca psikolojik atıflarda bulunuyor ve bu atıflar bir baba-oğul ilişkisinin en kritik boyutlarına işaret ediyor. Kurgunun akıcılığı ve romanın sonuna yaklaştıkça her şeyin berraklaşmak yerine sürprize dönüşmesi, okuyucuyu fazlasıyla tatmin edecektir. Edebiyatın 'hayata katlanabilme' direnci vermesine dair bir metin var bu romanda. Yazar, roman karakteri üzerinden "eğer bu dünyaya tutunabildiysem, bir ölçüde kibrim ve çokça yazma yeteneğim sayesindedir" derken kendi tavrını ortaya koyuyor. Kaygısı yok, hiddeti var: "Edebiyatın gerçekle işi yoktur. İçinde gerçeği barındırsa bile edebiyat bir dünya tasavvurudur ve her tasavvur gibi özneldir."
Dünyadan Aşağı; psikolojik tarafıyla baba-oğul ilişkisini tüm gerçekçiliğiyle ortaya sererken bizlere çok özgün bir kurgu dersi de veriyor.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
9 Nisan 2018 Pazartesi
Söz uçar yazı kalır
Türk edebiyatında öykü, roman ve deneme kitaplarıyla sıklıkla karşılaşmak mümkün lâkin söyleşi kitapları konusunda aynı durumdan söz etmek pek de mümkün görünmüyor. Yazarların yarattıkları kahramanlardan, kurguladıkları dünyalardan daha çok kendi öz benliklerine dair yolculuğa çıkmak isteyen okur için söyleşinin yeri hep ayrı olmuştur. İş Bankası Kültür Yayınları’nın seri hâlinde yayımladığı söyleşi kitapları okurun ilgisini çekmişti. Attila İlhan, İlhan Berk, Muazzez İlmiye Çığ başta olmak üzere birçok tanınmış simayı bilinmeyen yönleriyle de tanıma fırsatı buldu okuyucu. Onur Ünlü ile yapılan söyleşi de Sel Yayıncılık’tan yakın bir zamanda çıktı. Sabahattin Ali’yi, Yaşar Kemal’i, Ahmet Arif’i de yine kendileriyle yapılmış söyleşi kitapları aracılığıyla daha iyi tanıdık ancak belirli bir konuda birçok farklı ismi bir araya toplayan derli toplu söyleşi kitaplarımızın sayısı bir elin beş parmağını geçmez. Bu alandaki en doyurucu kitap Sema Aslan’ın Benim Kitaplarım adıyla Doğan Kitap’tan çıkmış ve otuz beş ünlü ismin kütüphanesini evlerimize kadar getirmişti. Şimdi de elimizde Nedim Gürsel’in Söz Uçar adlı çalışması bulunuyor. Söylenen hiçbir sözün uçmayarak yazıya geçirilip raflardaki yerini almış olması da okur için ayrıca büyük bir sevinç…
Daha önce Yüzyılın Sonu adıyla okuduğumuz kitap, genişletilmiş baskısıyla geçtiğimiz ay Doğan Kitap’tan çıktı. Söz Uçar adıyla yayımlanan kitapta daha önceki baskılarda olduğu gibi Jorge Semprun, Juan Goytisolo, Nathalie Sarraute, Etiemble, Alain Bosquet, Lawrence Ferlinghetti, Yaşar Kemal, Mahmut Derviş ve Abidin Dino ile Gürsel’in çeşitli zamanlarda yaptığı söyleşiler yer alıyor. Ayrıca bu yeni basımda, iki büyük sürpriz daha bekliyor okuyucuyu. Bunlardan ilki Gürsel’in Paris’te ünlü halkbilimcimiz Pertev Naili Boratav ile yapmış olduğu söyleşi. Bu röportajda Boratav’ın halk edebiyatı ile ilgili görüşlerini okurken Köroğlu ve Karacaoğlan üslûbu hakkında daha da çok bilgi sahibi oluyoruz. Gürsel, sorularını sorarken okuyucuyu bilgilendirdiği kadar karşısındaki ünlü isimlerin de daha çok bilgi vermelerini teşvik ediyor. Boratav’a ezberden şiir okutuyor meselâ. Boratav; tüm yaşamını halk kültürünü, halk geleneklerini araştırmaya adamış bir insandı. Aydın denilen zümrenin; içerisinde yaşadığı halkın yaşantısını bilmiyor olmasının büyük bir eksiklik olduğunu şu sözleriyle dile getirmektedir: “Nasıl aydınımız, sanatçımız batı edebiyatını bilmekle kendi yaratıcılıklarını artırabilirlerse; aynı şekilde bizim halk geleneğimizi öğrenmek, bilmek suretiyle de kendi kültür güçlerini de arttırabilirler, yani Türk masallarını okumak, Türk türkülerini dinlemek, Türk destanlarını okumak Victor Hugo’yu okumak gibi bir şey.”
Nazım Hikmet ve Yaşar Kemal’in halk geleneğini, kalemlerine çok iyi bir şekilde yansıttığını söyleyen Boratav, geleneklerin ve inançların yazar tarafından bilinmesi gerektiğini ancak halk kültürünün idealize edilmesinin de yanlış bir tutum olduğunu aktarıyor. Halka inmek ve halk dilinden konuşmak ile halkı kimi zaman halka rağmen savunup yükseltmek bu bağlamda değerlendirilebilir.
Kitaba eklenen bir diğer yeni söyleşi ise Berlin’de Alman yazar Peter Schneider’le yapılmış. Berlin ile hesaplaşan bir yazarın duvarları yıkmak adına kaleme aldığı eserleri, söyleşinin odak noktasını oluşturuyor. Berlin Duvarı’nın yıkılmasına rağmen hayatlarımızdaki duvarların yıkılmadığını belirten Schneider’i, Gürsel’in soruları eşliğinde okumak ayrı bir haz veriyor.
Söyleşi yapma amacının ortak duygu ve düşüncelerin buluşmasını sağlamak olarak açıklayan Gürsel, çalışmasıyla ilgili olarak: “Bu söyleşilerin ayrıntılara yönelen, yazın-toplum-siyaset-kültür arasındaki ilişkileri irdelerken dünyamızın sorunlarına da açılan niteliği, sanıyorum günümüzde de geçerliliğini koruyor. Konuştuğum kişilere yalnızca soru sormakla yetinmediğimi, yapıtlarını çözümleyici bir yaklaşımla ele alarak onları okurların gözünde daha anlaşılır ve görünür kılmaya çabaladığımı özellikle belirtmek isterim.” demektedir.
Kitapta birbirinden farklı kültür coğrafyalarından gelen yazar ve sanatçıların görüşlerini; yaşamlarını anlamlandıran olayları okurken bu sanatçıların renkli yaşamlarına da yeni bir kapı açmış oluyoruz.
Nedim Gürsel’in İspanyol yazar Juan Goytisolo ile yaptığı söyleşide yazara olan hayranlığını görebiliyoruz. Gürsel zaten bir konuşmasında Goytisolo için şunları söylüyor: “Kendisiyle Saraybosna bombalar altındayken de birlikteydim. O yolculuk dönüşü hem milliyetçiliği eleştiren hem de benim gibi ülkesinin dışında ama anadilinde yaşayan bir yazar için çok anlamlı şu cümleyi söylemişti: ‘Uzun yıllar İspanyolca konuşmadım. Bu, İspanyolca yazmamı kolaylaştırdı. İspanyolcaya daha yoğun bir ilgi duymama yol açtı. Anadilimin konuşulmadığı ülkelerde yaşayıp İspanyolca yazdığım için kendi dilimi, kendi üslubumu bulabildim.’ Juan Goytisolo’nun bu sözleri benim yazarlık serüvenimi de özetliyor bir bakıma. Kendisinden çok şey öğrendim. Bu nedenle onu dostluk ve sevgiyle anıyorum.”
İstanbul’da, Menekşe’de Yaşar Kemal ile yapılan söyleşi ise kitabın en çok ön plana çıkan söyleşisi diyebiliriz. Yaşar Kemal’in romanlarını yazarken esinlendiği efsaneler, destanlar ve halk hikâyeleri hangileridir, gelenekleri ne derece romanlarına sirâyet ettirmektedir gibi sorulara verdiği samimi yanıtlar, sizi ünlü yazarla karşılıklı konuşur gibi hissettirecektir. Alageyik efsanesinden, motiflere, düşlerden, mitolojiye değin Yaşar Kemal ile yapılmış en derin söyleşi olarak kabul edebiliriz bunu. Öyle ki Yaşar Kemal, Ölmez Otu’ndaki Medimik’in mitinden söz ederken; ne ölçüde gerçek dünyada yaşıyoruz, ne ölçüde yarattığımız mit içinde yaşıyoruz, diye sormayı da ihmâl etmiyor. Hatta sınırın belli olmadığı ve iç içe girmiş olan düş ile gerçeğin birbirinden ayırt edilmesinin imkânsızlığına da vurgu yapıyor ve şunları da ekliyor konuşmasına: “İnsanların ikinci bir dünya yaratmadan yaşadıkları daha görülmemiş yeryüzünde. Doğum ve ölüm oldukça, insanoğlu bir karanlıktan başka bir karanlığa gittikçe sürecek, bu.”
Gürsel’in; Hippi akımının öncülerinden şair Lawrence Ferlinghetti ile San Francisco’da, ünlü İspanyol yazar Jorge Semprum ile Madrid’de, Filistinli şair Mahmut Derviş’le Paris’te yaptığı söyleşiler de okurun bir hayli ilgisini çekecek. Gürsel, röportajları sayesinde okuyucunun söz konusu şairlerin ve yazarların eserlerini de çözümlemesine imkân sağlıyor. Yüzyılın önemli yazarlarının, okurun gözünde daha çok görünür olmasını isteyen Gürsel, yazarlarla edebiyat ve siyasete dair birçok önemli meseleyi söyleştiği çalışması sayesinde; söz uçar; yazı kalır, bu yüzden bu söyleşilerin de geleceğe kalmasını ümit ettiğini, belirtiyor.
Kitabı okurken kirlenen dünyamıza bir kez daha bakıp XX. yüzyılın yazarlarının hayata bakış açılarıyla içerisinde bulunduğumuz XXI. yüzyılı yeniden kurmanın mümkün olup olmadığını sorguluyoruz. Kitabın satır aralarından çıkaracağımız yanıtlar ise sadece günümüzü değil önümüzdeki gelecek günleri de aydınlatacak güce sahip…
Ömer Ünal
omerunalturkce87@gmail.com
Daha önce Yüzyılın Sonu adıyla okuduğumuz kitap, genişletilmiş baskısıyla geçtiğimiz ay Doğan Kitap’tan çıktı. Söz Uçar adıyla yayımlanan kitapta daha önceki baskılarda olduğu gibi Jorge Semprun, Juan Goytisolo, Nathalie Sarraute, Etiemble, Alain Bosquet, Lawrence Ferlinghetti, Yaşar Kemal, Mahmut Derviş ve Abidin Dino ile Gürsel’in çeşitli zamanlarda yaptığı söyleşiler yer alıyor. Ayrıca bu yeni basımda, iki büyük sürpriz daha bekliyor okuyucuyu. Bunlardan ilki Gürsel’in Paris’te ünlü halkbilimcimiz Pertev Naili Boratav ile yapmış olduğu söyleşi. Bu röportajda Boratav’ın halk edebiyatı ile ilgili görüşlerini okurken Köroğlu ve Karacaoğlan üslûbu hakkında daha da çok bilgi sahibi oluyoruz. Gürsel, sorularını sorarken okuyucuyu bilgilendirdiği kadar karşısındaki ünlü isimlerin de daha çok bilgi vermelerini teşvik ediyor. Boratav’a ezberden şiir okutuyor meselâ. Boratav; tüm yaşamını halk kültürünü, halk geleneklerini araştırmaya adamış bir insandı. Aydın denilen zümrenin; içerisinde yaşadığı halkın yaşantısını bilmiyor olmasının büyük bir eksiklik olduğunu şu sözleriyle dile getirmektedir: “Nasıl aydınımız, sanatçımız batı edebiyatını bilmekle kendi yaratıcılıklarını artırabilirlerse; aynı şekilde bizim halk geleneğimizi öğrenmek, bilmek suretiyle de kendi kültür güçlerini de arttırabilirler, yani Türk masallarını okumak, Türk türkülerini dinlemek, Türk destanlarını okumak Victor Hugo’yu okumak gibi bir şey.”
Nazım Hikmet ve Yaşar Kemal’in halk geleneğini, kalemlerine çok iyi bir şekilde yansıttığını söyleyen Boratav, geleneklerin ve inançların yazar tarafından bilinmesi gerektiğini ancak halk kültürünün idealize edilmesinin de yanlış bir tutum olduğunu aktarıyor. Halka inmek ve halk dilinden konuşmak ile halkı kimi zaman halka rağmen savunup yükseltmek bu bağlamda değerlendirilebilir.
Kitaba eklenen bir diğer yeni söyleşi ise Berlin’de Alman yazar Peter Schneider’le yapılmış. Berlin ile hesaplaşan bir yazarın duvarları yıkmak adına kaleme aldığı eserleri, söyleşinin odak noktasını oluşturuyor. Berlin Duvarı’nın yıkılmasına rağmen hayatlarımızdaki duvarların yıkılmadığını belirten Schneider’i, Gürsel’in soruları eşliğinde okumak ayrı bir haz veriyor.
Söyleşi yapma amacının ortak duygu ve düşüncelerin buluşmasını sağlamak olarak açıklayan Gürsel, çalışmasıyla ilgili olarak: “Bu söyleşilerin ayrıntılara yönelen, yazın-toplum-siyaset-kültür arasındaki ilişkileri irdelerken dünyamızın sorunlarına da açılan niteliği, sanıyorum günümüzde de geçerliliğini koruyor. Konuştuğum kişilere yalnızca soru sormakla yetinmediğimi, yapıtlarını çözümleyici bir yaklaşımla ele alarak onları okurların gözünde daha anlaşılır ve görünür kılmaya çabaladığımı özellikle belirtmek isterim.” demektedir.
Kitapta birbirinden farklı kültür coğrafyalarından gelen yazar ve sanatçıların görüşlerini; yaşamlarını anlamlandıran olayları okurken bu sanatçıların renkli yaşamlarına da yeni bir kapı açmış oluyoruz.
Nedim Gürsel’in İspanyol yazar Juan Goytisolo ile yaptığı söyleşide yazara olan hayranlığını görebiliyoruz. Gürsel zaten bir konuşmasında Goytisolo için şunları söylüyor: “Kendisiyle Saraybosna bombalar altındayken de birlikteydim. O yolculuk dönüşü hem milliyetçiliği eleştiren hem de benim gibi ülkesinin dışında ama anadilinde yaşayan bir yazar için çok anlamlı şu cümleyi söylemişti: ‘Uzun yıllar İspanyolca konuşmadım. Bu, İspanyolca yazmamı kolaylaştırdı. İspanyolcaya daha yoğun bir ilgi duymama yol açtı. Anadilimin konuşulmadığı ülkelerde yaşayıp İspanyolca yazdığım için kendi dilimi, kendi üslubumu bulabildim.’ Juan Goytisolo’nun bu sözleri benim yazarlık serüvenimi de özetliyor bir bakıma. Kendisinden çok şey öğrendim. Bu nedenle onu dostluk ve sevgiyle anıyorum.”
İstanbul’da, Menekşe’de Yaşar Kemal ile yapılan söyleşi ise kitabın en çok ön plana çıkan söyleşisi diyebiliriz. Yaşar Kemal’in romanlarını yazarken esinlendiği efsaneler, destanlar ve halk hikâyeleri hangileridir, gelenekleri ne derece romanlarına sirâyet ettirmektedir gibi sorulara verdiği samimi yanıtlar, sizi ünlü yazarla karşılıklı konuşur gibi hissettirecektir. Alageyik efsanesinden, motiflere, düşlerden, mitolojiye değin Yaşar Kemal ile yapılmış en derin söyleşi olarak kabul edebiliriz bunu. Öyle ki Yaşar Kemal, Ölmez Otu’ndaki Medimik’in mitinden söz ederken; ne ölçüde gerçek dünyada yaşıyoruz, ne ölçüde yarattığımız mit içinde yaşıyoruz, diye sormayı da ihmâl etmiyor. Hatta sınırın belli olmadığı ve iç içe girmiş olan düş ile gerçeğin birbirinden ayırt edilmesinin imkânsızlığına da vurgu yapıyor ve şunları da ekliyor konuşmasına: “İnsanların ikinci bir dünya yaratmadan yaşadıkları daha görülmemiş yeryüzünde. Doğum ve ölüm oldukça, insanoğlu bir karanlıktan başka bir karanlığa gittikçe sürecek, bu.”
Gürsel’in; Hippi akımının öncülerinden şair Lawrence Ferlinghetti ile San Francisco’da, ünlü İspanyol yazar Jorge Semprum ile Madrid’de, Filistinli şair Mahmut Derviş’le Paris’te yaptığı söyleşiler de okurun bir hayli ilgisini çekecek. Gürsel, röportajları sayesinde okuyucunun söz konusu şairlerin ve yazarların eserlerini de çözümlemesine imkân sağlıyor. Yüzyılın önemli yazarlarının, okurun gözünde daha çok görünür olmasını isteyen Gürsel, yazarlarla edebiyat ve siyasete dair birçok önemli meseleyi söyleştiği çalışması sayesinde; söz uçar; yazı kalır, bu yüzden bu söyleşilerin de geleceğe kalmasını ümit ettiğini, belirtiyor.
Kitabı okurken kirlenen dünyamıza bir kez daha bakıp XX. yüzyılın yazarlarının hayata bakış açılarıyla içerisinde bulunduğumuz XXI. yüzyılı yeniden kurmanın mümkün olup olmadığını sorguluyoruz. Kitabın satır aralarından çıkaracağımız yanıtlar ise sadece günümüzü değil önümüzdeki gelecek günleri de aydınlatacak güce sahip…
Ömer Ünal
omerunalturkce87@gmail.com
6 Nisan 2018 Cuma
Görünüyorum, o halde yokum
İnternet çağı, teknoloji çağı, bilgi çağı… Yaşadığımız çağı ifade etmeye çalışırken en çok kullandığımız kelime öbeklerinden birkaçı. Tabii ki her çağın kendine has özellikleri olduğunu kabul ediyor olsak da, özellikle sanayileşmenin başladığı zamanlardan bu yana durumun ‘insanlar’ için hayra gittiğini pek söyleyemeyiz. Tabii salt kalıplaşmış şekilde teknoloji çok kötü, en iyisi eski zamanlar, gibi cümleler kuracak değilim; ancak çağın götürdüklerini hesaplayıp insanların bu durumlara karşı nasıl tavır aldıklarını/almadıklarını eleştirebilirim. Sadece insanların değil, aynı zamanda devletlerin, sistemin, kapitalizmin, adına her ne dersek. Bu eleştirilecek özelliklerin en başta gelenlerinden biri şeffaflık arzusu. Şeffaf olma arzusu. Kendini gösterme uğraşı, hatta giderek büyüyen bir narsisizm. İnternet ve sonrasında da sosyal medyanın bu kadar büyümesiyle daha da artan bu istek, yaş farkı göstermeden herkesin üzerine çökmüş durumda. Yaptığımız en basit işten en komplike işlere kadar kendimizi tamamen şeffaflaştırıp, üzerimizdekileri soyup meydana çıkmadan ‘var olduğumuzu’ sanki kanıtlayamıyoruz artık. Cep telefonu kullanmayan insanlara, sosyal medyalarda görünmeyenlere birer meczup gözüyle bakılıyor. Bir telaş var ortada, kendimizi göstermek, şeffaf olmak telaşı. Tabii ki bunu sadece kişiler bazında ele almak meseleyi tamamen derinleştirmeye yaramaz. Çünkü kimse kendi kendine bu duruma gelmedi. Ortada, kabul edilsin veya edilmesin bir sistem var ve insanları gerek algısal olarak manipüle ederek, gerekse sosyal açıdan zorlayarak buraya kadar itti. Direnenlerin sayısı çok az. Fakat onlar da nereye kadar direnecek ya da görünmemenin bir nimet olduğunu bakalım ne zamana kadar koruyabilecek?
Güney Koreli yazar ve kültür kuramcısı Byulg-Chun Han’ın Şeffaflık Toplumu kitabı tam da yukarıdaki girişe uygun bir kitap. Metis Yayınları’ndan Mayıs 2017’de neşredilen eser, incecik, fakat buna mukabil ağır bir kitap. Sondaki notlarla birlikte 78 sayfadan oluşan Şeffaflık Toplumu, önsöz hariç dokuz bölüm içeriyor: Olumluluk Toplumu, Teşhircilik Toplumu, Apaçıklık Toplumu, Porno Toplumu, İvme Toplumu, Teklifsizlik Toplumu, Enformasyon Toplumu, İfşa Toplumu, Kontrol Toplumu. Bölümlerin hepsi birbiriyle bir yönden bağlantılı olsa da tek tek okunduklarında da bir sorun teşkil etmiyor. Hatta bölümler kendi içlerinde bir anlama sahip olmasına rağmen paragraf paragraf okunduğunda dahi okur birçok şey anlayabilir. Bir bütün içinde fakat tek tek de anlamı olan aforizmalar şeklinde yazılmış diyebiliriz eser için. Ancak kesinlikle tek bir okunmayı değil birçok kez okunmayı hak eden ve belki de başucumuzda durması gereken eserlerden Şeffaflık Toplumu.
Şeffaflık kelimesinin ne anlama geldiğinden bunun birçok kavram ve olguyla ilişkisine değinen yazar, Korece baskıya yazdığı önsözde şeffaflığın toplum nezdinde hangi yanlış anlamlara geldiğine, şeffaflığın olumsuz anlamda neler getirebileceğine, şeffaflık-enformasyon-verimlilik arasındaki ilişkiye değiniyor ve okuru şeffaflığın şiddetini açılayarak kitaba adeta itiyor: “Şeffaflık insanı camlaştırır. Şiddeti de buradadır. Sınırsız özgürlük ve iletişim topyekûn kontrol ve gözetime dönüşüyor. Sosyal medya da giderek toplumsallığı disiplin altına alan ve sömüren dijital panoptikonlara1 benziyor daha çok.”
Bu şekilde yazılmış kitapların özellikle ilk bölümlerine her zaman dikkat ederim. Çünkü yazarın düşüncelerini, ne anlatmak istediğini bu bölümlerde çözebiliriz. Bu kitap özelinde de baktığımızda, kitabın en ilgi çekici bölümünün bu ilk bölüm olan “Olumluluk Toplumu” olduğunu söyleyebilirim. Olumluluk, kelime itibariyle insanların aklına güzel şeyler getiren bir kavram. Olumlu düşün deriz bir şey olduğunda, ya da hayata ne kadar olumlu bakıyor dediğimiz insanlar vardır. Fakat Han, bu kavramı insanların çoğunun düşündüğünün aksine bir yerden ele alıyor ve tam tersi bir anlatımla, “olumluluğun” şeffaflıkla ilgisine değiniyor. Olumsuzluğa karşı olumlu olma halinin üzerimize deyim yerindeyse karabasan gibi çöktüğünü savunan Han, olumlu olmaya zorlanma halimizi şeffaflık ve enformasyon ile birlikte ele alıyor. Şeffaflık toplumumun kendini öncelikle bir olumluluk toplumu olarak gösterdiğine değinen yazar, kitabın genelinde de ele aldığı gibi bu kavramı totaliter bir durumda olduğu için eleştiriyor. Kitabında genel anlamda “herkesi aynı olmaya zorlama” ile özdeş tuttuğu şeffaflığı geniş bir açıdan ele alan yazar, şeffaflık-hız ilişkisini, şeffaflığın totaliter bir unsur olduğunu, şeffaflığın şiddet içeren bir şey olduğunu her bölümde inceliyor. Kapitalist sistemin bizi getirdiği yerde görünme ve şeffaf olma halini yer yer psikolojik bir anlatımla da destekleyen Han, kitabında birçok sosyolog, psikolog veya başka yazarlardan da dayanak getirmiş yazılarına. Bu açıdan okura geniş bir okuma imkânı sunuyor.
Ruh, yalnızlık ister. İnzivaya çekilmeye benzer bir yalnızlığa sık sık ihtiyaç duyar insan ruhu. Modern hayatın dayattığı her zaman aktif olma hâli, hayata olumlu bakma hâli, paraya endeksli bir yaşam, güç gösterileri, her zaman her şeyi bilmeye çalışmak, kibir, insan ruhunu tüketir. Özellikle şehrin içinde ruhumuzu kaçıracak yer bulamazsak tükeniriz. Şeffaflık iyidir, diye düşünebilir birçok kişi. Görünür olma hâli, belki de unutulmayacağımızı hissettirir. Sosyal medyada veya hayatın herhangi bir anında her an şeffaf olmaya çalışmak insanın insan olma hâliyle ilgili değildir. Han, uzak doğulu bir yazar. Alman vatandaşı olmasına rağmen bu kitabında bir Avrupa insanından ziyade bir Asya insanı gibi yazmış yazılarını. Özellikle Avrupai bir hayatın özelliklerini sunduğu kitabına bir uzak doğulu bakışıyla bakabilmek önemli. Belki de bir Avrupa insanının ömrü boyunca düşünmeyeceği şeyler söylüyor. Biz de şu an Han’ın kitabında bahsettiği durumda olsak da bir Avrupalı gibi olmadığımızı düşünüyorum bu konularda. En azından bazen, ruhumuzun yorulduğunu hissediyor olmamız gerekir: “İnsan ruhu, görüldüğü kadarıyla, ötekinin bakışından uzak, kendi başına kalabileceği alanlara ihtiyaç duyar. Geçirgenlikten yoksun olma gibi bir özelliği vardır. Bütünüyle ışıklandırılması yanmasına ve ruhsal tükenişe (burnout) yol açacaktır. Sadece makineler şeffaftır. Hayatı hayat yapan kendiliğindenlik, olay doluluk ve özgürlük şeffaflığa izin vermez.”
Han, kitabında sadece durum tespitinde bulunmuyor, aynı zamanda önerilerini de söylüyor fakat her yerde değil. Örneğin mesafe kavramı önerisi bunlardan biri. Ayrıca bütün kitabında şeffaflığı anlatırken bunu bir paradoksa bağlaması da ilginç. Hiçbir zaman tamamen şeffaf olunamayacağını savunan Koreli yazar, şeffaflığa ne kadar zorlanılırsa o kadar bundan uzaklaşılacağını savunuyor. Aslında bu ifadenin anlattıklarıyla bir çelişki oluşturduğu düşünülse de detaylı okunduğunda bunun böyle olmadığı görülüyor. Ancak Han, her halükarda sistemin kendi işini gördüğünü, işini hallettiğini de ekliyor.
Modern insan, bilgi sağanağı altında yaşıyor. Enformasyon kirliliği her yere sıçradı, ne kadar bilgiye sahipsek o kadar bilgin sayıyoruz kendimizi. İçselleştirilmemiş bilgilerin hamallığını yapıyoruz. Sanki okumadığımız kitapları sırtımızda taşır gibi. O kitapları taşıyınca nasıl bilgin olamıyorsak, bilgi sahibi olmakla da bilgin olunmuyor, hakikate giden yol açılmıyor. Han, şeffaflık-hakikat ilişkisinde anlamın eksikliğine dikkat çekiyor ve kitabının ilk bölümünde bahsettiği olumluluk ilkesinin bilgileri sadece bir yığın haline getirdiğini belirtiyor: “Şeffaflık ile hakikat özdeş değildir. Hakikat, diğer her şeyi yanlış ilan ederek kendini ortaya koyar ve kabul ettirir. Daha fazla enformasyon ya da enformasyon yığınından ortaya hakikat çıkmaz. Bunlarda yön, yani anlam eksiktir. Tam da hakiki olanın barındırdığı olumsuzluğun eksikliğinden ötürü olumlunun urlaşması, yığınlaşması söz konusudur. Aşırı-enformasyon ve aşırı-iletişim hakikat eksikliğinin, dahası varlık eksikliğinin belirtisidir. Daha fazla enformasyon, daha fazla iletişim bütünün temel belirsizliğini ortadan kaldırmaz. Hatta daha da artırır."
Kitabın sonraki bölümlerinde yine şeffaflığa temas eden noktaları değerlendirmeye çalışan yazar, ‘Teşhircilik Toplumu’ bölümünde ‘görünme’ ve ‘sergilenme’ durumunu inceliyor. Sergilenme ve insan siması üzerinden bir bağ kuran Han, fotoğrafçılık üzerinden fikirlerini genişletiyor. Kapitalist düzenin bir şiddeti görüyor yazar, teşhircilik ve reklamcılığı.
Kitapta, kavramlar çok önemli. Yazar, kitabının başında kullandığı bir kavramı yeri geliyor sonuna kadar kullanmaya devam ediyor. Bu yüzden okurun yüksek dikkatini istiyor kitap kendini okutmak için. Olumluluk, olumsuzluk, boşluk, kesintisizlik gibi kavramların yazar nezdinde ne şekilde kullanıldığını bilmek kitabı okumayı kolaylaştıracaktır.
Kitabın son bölümü ‘Kontrol Toplumu’ adına sahip. Yazar burada şeffaflık ve güven arasındaki bağı inceliyor fakat bu bölümün son paragrafı bütün kitabın özeti niteliğinde. Dünyanın, insanların, toplumların gittiği, daha doğrusu sürüklendiği yer açısından nerelere yol aldığını kısaca özetliyor Han ve kitabına noktayı koyuyor. İnsanların kayıtsızlığı ve dijital dünyanın geldiği noktada gözetlenme durumunu şöyle savunuyor: “Günümüzde yerkürenin bütünü bir panoptikon durumuna doğru gelişme gösteriyor. Panoptikonun dışı diye bir şey mevcut değil. Bir topyekûnlük söz konusu. İçerisini dışarıdan ayıran bir duvar yok. Kendilerini özgürlük alanları olarak sunan Google ve sosyal ağlar panoptik biçimlere bürünüyorlar. Bugün gözetleme, genelde sanıldığı şekliyle özgürlüğe saldırı şeklinde gerçekleşmiyor. İnsanlar kendilerini daha ziyade gönüllü olarak teslim ediyor panoptik bakışa. Kendilerini soyarak ve teşhir ederek dijital panoptikonun oluşuna bilerek katkıda bulunuyorlar. Dijital panoptikondaki mahkûm aynı zamanda hem kurban hem faildir. Özgürlüğün diyalektiği işte budur. Özgürlüğün kontrol olduğu ortaya çıkıyor.”
Sorgulayıcı bir kitap Şeffaflık Toplumu. Bu dünyadan rahatsız olan herkes içinde kendine yakın birçok fikir bulacak ve bir bakış açısına sahip olacaktır. Bilinen felsefe kitapları gibi dili ağır olsa da başka filozof veya psikologlardan yapılan alıntılarla ağır dilini sadeleştirmiş Han. Her bölüm aynı zorlukta okunmasa da bazı bölümleri anlamak ciddi çaba gerektirebiliyor. Han, bu çağın panoptik açıdan bir özetini sunuyor okura. Gerisi okurun sorgulamasına kalmış.
*Panoptikon: İngiliz filozof ve toplum kuramcısı Jeremy Bentham'ın 1785 yılında tasarlamış olduğu hapishane inşa modelidir. Tasarımın konsepti gözetlemeye izin verir. Şöyle ki; bütünü (pan-) gözlemlemek (-opticon) anlamına gelen bu tasarım birkaç katlık tek odalı hücrelerden oluşan bir halka üzerine kuruluydu.
Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Güney Koreli yazar ve kültür kuramcısı Byulg-Chun Han’ın Şeffaflık Toplumu kitabı tam da yukarıdaki girişe uygun bir kitap. Metis Yayınları’ndan Mayıs 2017’de neşredilen eser, incecik, fakat buna mukabil ağır bir kitap. Sondaki notlarla birlikte 78 sayfadan oluşan Şeffaflık Toplumu, önsöz hariç dokuz bölüm içeriyor: Olumluluk Toplumu, Teşhircilik Toplumu, Apaçıklık Toplumu, Porno Toplumu, İvme Toplumu, Teklifsizlik Toplumu, Enformasyon Toplumu, İfşa Toplumu, Kontrol Toplumu. Bölümlerin hepsi birbiriyle bir yönden bağlantılı olsa da tek tek okunduklarında da bir sorun teşkil etmiyor. Hatta bölümler kendi içlerinde bir anlama sahip olmasına rağmen paragraf paragraf okunduğunda dahi okur birçok şey anlayabilir. Bir bütün içinde fakat tek tek de anlamı olan aforizmalar şeklinde yazılmış diyebiliriz eser için. Ancak kesinlikle tek bir okunmayı değil birçok kez okunmayı hak eden ve belki de başucumuzda durması gereken eserlerden Şeffaflık Toplumu.
Şeffaflık kelimesinin ne anlama geldiğinden bunun birçok kavram ve olguyla ilişkisine değinen yazar, Korece baskıya yazdığı önsözde şeffaflığın toplum nezdinde hangi yanlış anlamlara geldiğine, şeffaflığın olumsuz anlamda neler getirebileceğine, şeffaflık-enformasyon-verimlilik arasındaki ilişkiye değiniyor ve okuru şeffaflığın şiddetini açılayarak kitaba adeta itiyor: “Şeffaflık insanı camlaştırır. Şiddeti de buradadır. Sınırsız özgürlük ve iletişim topyekûn kontrol ve gözetime dönüşüyor. Sosyal medya da giderek toplumsallığı disiplin altına alan ve sömüren dijital panoptikonlara1 benziyor daha çok.”
Bu şekilde yazılmış kitapların özellikle ilk bölümlerine her zaman dikkat ederim. Çünkü yazarın düşüncelerini, ne anlatmak istediğini bu bölümlerde çözebiliriz. Bu kitap özelinde de baktığımızda, kitabın en ilgi çekici bölümünün bu ilk bölüm olan “Olumluluk Toplumu” olduğunu söyleyebilirim. Olumluluk, kelime itibariyle insanların aklına güzel şeyler getiren bir kavram. Olumlu düşün deriz bir şey olduğunda, ya da hayata ne kadar olumlu bakıyor dediğimiz insanlar vardır. Fakat Han, bu kavramı insanların çoğunun düşündüğünün aksine bir yerden ele alıyor ve tam tersi bir anlatımla, “olumluluğun” şeffaflıkla ilgisine değiniyor. Olumsuzluğa karşı olumlu olma halinin üzerimize deyim yerindeyse karabasan gibi çöktüğünü savunan Han, olumlu olmaya zorlanma halimizi şeffaflık ve enformasyon ile birlikte ele alıyor. Şeffaflık toplumumun kendini öncelikle bir olumluluk toplumu olarak gösterdiğine değinen yazar, kitabın genelinde de ele aldığı gibi bu kavramı totaliter bir durumda olduğu için eleştiriyor. Kitabında genel anlamda “herkesi aynı olmaya zorlama” ile özdeş tuttuğu şeffaflığı geniş bir açıdan ele alan yazar, şeffaflık-hız ilişkisini, şeffaflığın totaliter bir unsur olduğunu, şeffaflığın şiddet içeren bir şey olduğunu her bölümde inceliyor. Kapitalist sistemin bizi getirdiği yerde görünme ve şeffaf olma halini yer yer psikolojik bir anlatımla da destekleyen Han, kitabında birçok sosyolog, psikolog veya başka yazarlardan da dayanak getirmiş yazılarına. Bu açıdan okura geniş bir okuma imkânı sunuyor.
Ruh, yalnızlık ister. İnzivaya çekilmeye benzer bir yalnızlığa sık sık ihtiyaç duyar insan ruhu. Modern hayatın dayattığı her zaman aktif olma hâli, hayata olumlu bakma hâli, paraya endeksli bir yaşam, güç gösterileri, her zaman her şeyi bilmeye çalışmak, kibir, insan ruhunu tüketir. Özellikle şehrin içinde ruhumuzu kaçıracak yer bulamazsak tükeniriz. Şeffaflık iyidir, diye düşünebilir birçok kişi. Görünür olma hâli, belki de unutulmayacağımızı hissettirir. Sosyal medyada veya hayatın herhangi bir anında her an şeffaf olmaya çalışmak insanın insan olma hâliyle ilgili değildir. Han, uzak doğulu bir yazar. Alman vatandaşı olmasına rağmen bu kitabında bir Avrupa insanından ziyade bir Asya insanı gibi yazmış yazılarını. Özellikle Avrupai bir hayatın özelliklerini sunduğu kitabına bir uzak doğulu bakışıyla bakabilmek önemli. Belki de bir Avrupa insanının ömrü boyunca düşünmeyeceği şeyler söylüyor. Biz de şu an Han’ın kitabında bahsettiği durumda olsak da bir Avrupalı gibi olmadığımızı düşünüyorum bu konularda. En azından bazen, ruhumuzun yorulduğunu hissediyor olmamız gerekir: “İnsan ruhu, görüldüğü kadarıyla, ötekinin bakışından uzak, kendi başına kalabileceği alanlara ihtiyaç duyar. Geçirgenlikten yoksun olma gibi bir özelliği vardır. Bütünüyle ışıklandırılması yanmasına ve ruhsal tükenişe (burnout) yol açacaktır. Sadece makineler şeffaftır. Hayatı hayat yapan kendiliğindenlik, olay doluluk ve özgürlük şeffaflığa izin vermez.”
Han, kitabında sadece durum tespitinde bulunmuyor, aynı zamanda önerilerini de söylüyor fakat her yerde değil. Örneğin mesafe kavramı önerisi bunlardan biri. Ayrıca bütün kitabında şeffaflığı anlatırken bunu bir paradoksa bağlaması da ilginç. Hiçbir zaman tamamen şeffaf olunamayacağını savunan Koreli yazar, şeffaflığa ne kadar zorlanılırsa o kadar bundan uzaklaşılacağını savunuyor. Aslında bu ifadenin anlattıklarıyla bir çelişki oluşturduğu düşünülse de detaylı okunduğunda bunun böyle olmadığı görülüyor. Ancak Han, her halükarda sistemin kendi işini gördüğünü, işini hallettiğini de ekliyor.
Modern insan, bilgi sağanağı altında yaşıyor. Enformasyon kirliliği her yere sıçradı, ne kadar bilgiye sahipsek o kadar bilgin sayıyoruz kendimizi. İçselleştirilmemiş bilgilerin hamallığını yapıyoruz. Sanki okumadığımız kitapları sırtımızda taşır gibi. O kitapları taşıyınca nasıl bilgin olamıyorsak, bilgi sahibi olmakla da bilgin olunmuyor, hakikate giden yol açılmıyor. Han, şeffaflık-hakikat ilişkisinde anlamın eksikliğine dikkat çekiyor ve kitabının ilk bölümünde bahsettiği olumluluk ilkesinin bilgileri sadece bir yığın haline getirdiğini belirtiyor: “Şeffaflık ile hakikat özdeş değildir. Hakikat, diğer her şeyi yanlış ilan ederek kendini ortaya koyar ve kabul ettirir. Daha fazla enformasyon ya da enformasyon yığınından ortaya hakikat çıkmaz. Bunlarda yön, yani anlam eksiktir. Tam da hakiki olanın barındırdığı olumsuzluğun eksikliğinden ötürü olumlunun urlaşması, yığınlaşması söz konusudur. Aşırı-enformasyon ve aşırı-iletişim hakikat eksikliğinin, dahası varlık eksikliğinin belirtisidir. Daha fazla enformasyon, daha fazla iletişim bütünün temel belirsizliğini ortadan kaldırmaz. Hatta daha da artırır."
Kitabın sonraki bölümlerinde yine şeffaflığa temas eden noktaları değerlendirmeye çalışan yazar, ‘Teşhircilik Toplumu’ bölümünde ‘görünme’ ve ‘sergilenme’ durumunu inceliyor. Sergilenme ve insan siması üzerinden bir bağ kuran Han, fotoğrafçılık üzerinden fikirlerini genişletiyor. Kapitalist düzenin bir şiddeti görüyor yazar, teşhircilik ve reklamcılığı.
Kitapta, kavramlar çok önemli. Yazar, kitabının başında kullandığı bir kavramı yeri geliyor sonuna kadar kullanmaya devam ediyor. Bu yüzden okurun yüksek dikkatini istiyor kitap kendini okutmak için. Olumluluk, olumsuzluk, boşluk, kesintisizlik gibi kavramların yazar nezdinde ne şekilde kullanıldığını bilmek kitabı okumayı kolaylaştıracaktır.
Kitabın son bölümü ‘Kontrol Toplumu’ adına sahip. Yazar burada şeffaflık ve güven arasındaki bağı inceliyor fakat bu bölümün son paragrafı bütün kitabın özeti niteliğinde. Dünyanın, insanların, toplumların gittiği, daha doğrusu sürüklendiği yer açısından nerelere yol aldığını kısaca özetliyor Han ve kitabına noktayı koyuyor. İnsanların kayıtsızlığı ve dijital dünyanın geldiği noktada gözetlenme durumunu şöyle savunuyor: “Günümüzde yerkürenin bütünü bir panoptikon durumuna doğru gelişme gösteriyor. Panoptikonun dışı diye bir şey mevcut değil. Bir topyekûnlük söz konusu. İçerisini dışarıdan ayıran bir duvar yok. Kendilerini özgürlük alanları olarak sunan Google ve sosyal ağlar panoptik biçimlere bürünüyorlar. Bugün gözetleme, genelde sanıldığı şekliyle özgürlüğe saldırı şeklinde gerçekleşmiyor. İnsanlar kendilerini daha ziyade gönüllü olarak teslim ediyor panoptik bakışa. Kendilerini soyarak ve teşhir ederek dijital panoptikonun oluşuna bilerek katkıda bulunuyorlar. Dijital panoptikondaki mahkûm aynı zamanda hem kurban hem faildir. Özgürlüğün diyalektiği işte budur. Özgürlüğün kontrol olduğu ortaya çıkıyor.”
Sorgulayıcı bir kitap Şeffaflık Toplumu. Bu dünyadan rahatsız olan herkes içinde kendine yakın birçok fikir bulacak ve bir bakış açısına sahip olacaktır. Bilinen felsefe kitapları gibi dili ağır olsa da başka filozof veya psikologlardan yapılan alıntılarla ağır dilini sadeleştirmiş Han. Her bölüm aynı zorlukta okunmasa da bazı bölümleri anlamak ciddi çaba gerektirebiliyor. Han, bu çağın panoptik açıdan bir özetini sunuyor okura. Gerisi okurun sorgulamasına kalmış.
*Panoptikon: İngiliz filozof ve toplum kuramcısı Jeremy Bentham'ın 1785 yılında tasarlamış olduğu hapishane inşa modelidir. Tasarımın konsepti gözetlemeye izin verir. Şöyle ki; bütünü (pan-) gözlemlemek (-opticon) anlamına gelen bu tasarım birkaç katlık tek odalı hücrelerden oluşan bir halka üzerine kuruluydu.
Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
İnsandan insana mistik fısıltılar
Düşler, yıldızlar ve sonsuzlukta ebediyen kaybedilenler…
Ya da yeni bulunanlar… On dokuz öyküyle okurun ilgisine talip.
Akla gelenlerle, Halil Cibran’ın dünyasından, kelimelere yeniden başka yönden bakma isteği belki de:
“Beyaz bir alev tutacaktık ellerimizde
Ve diyecektik ki kalbimizin derinlerinden
Bu geri dönen kendimizden bir parça,
Firar eden nefesimizden bir nefes”
Uykudan uyandıran Mistik Fısıltılar okuruna, yeni bir nefes olma umuduyla Profil Kitap’tan ikinci baskısını yapmış başarılı bir öykü kitabı. “Bir gün insanlar günü olsa ve o gün herkes insan olsa!..” derken, Mehtap Altan; okul programlarında “aydınlatmak” cezaevi programlarında “arındırmak” için bıkmadan usanmadan, coşkulu edebi adımlarına devam etmekte. Yani kararlı ve üretken bir yazar olarak ilerliyor.
İmgesel bir örgüyle okuruna sesleniyor Altan: “Çünkü göğüne küstürülen her yıldız, yalnızlığın puslu perçemine değen suskusunda hapsedilir sonsuzluğa. Sonra yıldızları kendi sonsuzluğunda arama oyunu başlar. ‘Sobe’ diyen, kazanan değildir aslında, kaybedişe kucak açan yanık tenli düşlerdir.”
Farklı bir çizgide, yazara has bir çerçevede, öykülerin su gibi aktığını gözlemlemek mümkün.
Kitabını kızları ‘Eda ve Rukiye’ye armağan etmiş yazar Mehtap Altan, “Minik… Evin yok mu senin?” diyor ansızın. Bam telinden yakalıyor okuru adeta.
“Bu devirde kim heybesinde sayısız umut dağıtıyor ki?” böyle diyor ya, “Gri”de öykü kişisi; ”Beklemek; sancısına nâr saran gönlün, hüzne sevdalı öyküler doğurmasıdır. Hüzün olmadan us kıyısına kıvrılmaz gönül.”. Halep’teki Kerimiye Camii’ni özleyen, ya da namaz kılan dedesinin izini süren sürgün küçüklerin rüyası “Esvap” adlı öyküde birleşmiş sanki. Ümeyye Camii’ndeki Hz. Zekerriya kabrinin etrafında koşan çocuğun coşkusu ve Barra, Humus, Şam… “Hadi çocuk! Var mısın en cesur yanımda, benimle sonsuza uyumaya. Ne sen yaşamın kangren salınışlarında, canım yanarken bana çaresizce bakacaksın ne de ben her gece sana koşuşlarımda, iki arada bir derede kalacağım.”
Acelesi olanların asla anlayamayacağı, dedesinin Mescid-i Aksa’ya dair sözlerini unutamayan kızlar... Liseyi okumasına izin verilmeyen ve gönülsüz evlendirilen bir kız çocuğunun dünyası “Sapan” ne çok şey anlatır meğer duyarlı okura. “İnsan dallarını kıranları değil de, kırılan dallarında çiçek olmak isteyene küsermiş önce…”. Kırılgan kadınların dili olan öyküler, Mistik Fısıltılar'da: “Bak! Kelebeğin kanatlarının rengini görüyor musun? Kardelenin köklerinde kalmış… Eğer o kelebeğin kanadını kurtarsaydın, yaşamdaki manayı çözmek için düşlerini satacaktın geceye!..”. Gece ki yeniden tanımlanıyor yazarın kelimeleriyle.
“Salkım Saçak Gecenin Bağrında” çocuk ve kadın diyaloglarıyla sımsıkı örülü bir hesaplaşma öyküsü en çok: “Yaşam senin yürek ormanına bir kibrit çakarken, çıkan ilk yangında beni sınır dışı etmiştin yürek ülkenden.”
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
Ya da yeni bulunanlar… On dokuz öyküyle okurun ilgisine talip.
Akla gelenlerle, Halil Cibran’ın dünyasından, kelimelere yeniden başka yönden bakma isteği belki de:
“Beyaz bir alev tutacaktık ellerimizde
Ve diyecektik ki kalbimizin derinlerinden
Bu geri dönen kendimizden bir parça,
Firar eden nefesimizden bir nefes”
Uykudan uyandıran Mistik Fısıltılar okuruna, yeni bir nefes olma umuduyla Profil Kitap’tan ikinci baskısını yapmış başarılı bir öykü kitabı. “Bir gün insanlar günü olsa ve o gün herkes insan olsa!..” derken, Mehtap Altan; okul programlarında “aydınlatmak” cezaevi programlarında “arındırmak” için bıkmadan usanmadan, coşkulu edebi adımlarına devam etmekte. Yani kararlı ve üretken bir yazar olarak ilerliyor.
İmgesel bir örgüyle okuruna sesleniyor Altan: “Çünkü göğüne küstürülen her yıldız, yalnızlığın puslu perçemine değen suskusunda hapsedilir sonsuzluğa. Sonra yıldızları kendi sonsuzluğunda arama oyunu başlar. ‘Sobe’ diyen, kazanan değildir aslında, kaybedişe kucak açan yanık tenli düşlerdir.”
Farklı bir çizgide, yazara has bir çerçevede, öykülerin su gibi aktığını gözlemlemek mümkün.
Kitabını kızları ‘Eda ve Rukiye’ye armağan etmiş yazar Mehtap Altan, “Minik… Evin yok mu senin?” diyor ansızın. Bam telinden yakalıyor okuru adeta.
“Bu devirde kim heybesinde sayısız umut dağıtıyor ki?” böyle diyor ya, “Gri”de öykü kişisi; ”Beklemek; sancısına nâr saran gönlün, hüzne sevdalı öyküler doğurmasıdır. Hüzün olmadan us kıyısına kıvrılmaz gönül.”. Halep’teki Kerimiye Camii’ni özleyen, ya da namaz kılan dedesinin izini süren sürgün küçüklerin rüyası “Esvap” adlı öyküde birleşmiş sanki. Ümeyye Camii’ndeki Hz. Zekerriya kabrinin etrafında koşan çocuğun coşkusu ve Barra, Humus, Şam… “Hadi çocuk! Var mısın en cesur yanımda, benimle sonsuza uyumaya. Ne sen yaşamın kangren salınışlarında, canım yanarken bana çaresizce bakacaksın ne de ben her gece sana koşuşlarımda, iki arada bir derede kalacağım.”
Acelesi olanların asla anlayamayacağı, dedesinin Mescid-i Aksa’ya dair sözlerini unutamayan kızlar... Liseyi okumasına izin verilmeyen ve gönülsüz evlendirilen bir kız çocuğunun dünyası “Sapan” ne çok şey anlatır meğer duyarlı okura. “İnsan dallarını kıranları değil de, kırılan dallarında çiçek olmak isteyene küsermiş önce…”. Kırılgan kadınların dili olan öyküler, Mistik Fısıltılar'da: “Bak! Kelebeğin kanatlarının rengini görüyor musun? Kardelenin köklerinde kalmış… Eğer o kelebeğin kanadını kurtarsaydın, yaşamdaki manayı çözmek için düşlerini satacaktın geceye!..”. Gece ki yeniden tanımlanıyor yazarın kelimeleriyle.
“Salkım Saçak Gecenin Bağrında” çocuk ve kadın diyaloglarıyla sımsıkı örülü bir hesaplaşma öyküsü en çok: “Yaşam senin yürek ormanına bir kibrit çakarken, çıkan ilk yangında beni sınır dışı etmiştin yürek ülkenden.”
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)