2 Nisan 2018 Pazartesi

Arafta yedi gün ve modern Çin'in iç yüzü:
ölüm ve hayat

Modern Çin Edebiyatı’nın önemli isimlerinden Yu Hua’nın Yedinci Gün adlı eseri, geçtiğimiz yıl Alabanda Yayınları tarafından yayımlandı. 213 sayfadan oluşan eser, yazarın dilimize çevrilen ikinci kitabı olma özelliği taşıyor. Daha önce Yaşamak adlı eseri Jaguar Yayınları tarafından dilimize kazandırılan Yu Hua’nın, ülkemizde daha da bilinir ve okunur olması bizim için kazanç olacaktır.

İlginç bir kurguya sahip olan roman “Kaldığım odadan çıkıp kıraç, kasvetli şehirde tek başıma dolaşmaya başladığımda sis epeyce yoğundu. Bir zamanlar krematoryum diye bilinen, şimdilerdeyse cenaze evi olarak adlandırılan yere doğru ilerliyordum. Yakılma törenim saat 9:30’a planlandığından, sabah saat 9:00’da orada olmamı söyleyen bir talimat ulaşmıştı elime” şeklinde başlıyor ve okuru, başkahraman Yang Fei’nin hikâyesini merak ettirecek şekilde içine çekiyor.

Roman; parası olmadığı için mezar yeri alamayan ve bu sebeple ölüsü yakılmayan Yang Fei’nin, “araf” diyebileceğimiz bir yerde geçirdiği yedi günü baz alıyor. Ölümle yaşam arasında gidip gelen Yang Fei, bu yedi günde geçmişiyle hesaplarını kapatıyor, yaşarken bilmediği şeyleri öğreniyor, geçmişinde -yani yaşarken- ona bir şekilde değip geçen insanlarla araf denilen yerde karşılaşıyor ve bütün bilinmeyenleri çözüyor. Kitabın ve yedinci günün sonunda, anlattıklarıyla ilgili herhangi bir açık bırakmıyor yazar. Ele aldığı insanların -Yang Fei, gerçek ailesi, üvey babası, eski karısı vs.- hikâyelerini nihayete erdiriyor ve okura bunu hissettiriyor. Yu Hua’nın hayatına baktığımızda Çin Kültür Devrimi’nden etkilendiğini görebiliriz. Tıpkı Türkçeye çevrilen ilk romanında olduğu gibi bu kitapta da düşüncelerine, yaşamına ve hayata bakışına ters gelen şeyleri eleştirmekten geri durmayan yazar, kurguyu hiçbir zaman arka plana atmadan; Çin’deki sosyal hayatı, toplumsal hayatın karanlık yönlerini, insanların ne şartlar altında ezildiğini, devlet kurumlarının çürümüşlüğünü ve toplumun da buna ayak uydurarak yozlaşmışlığını belgesel niteliğinde okura sunuyor. Bunun en net örneğini, Yang Fei’nin yakılmak için gittiği cenaze evinde, ‘normal insanlar’ ve ‘VIP’ gruplarının olduğunu; hatta ‘VIP’ grubunun dahi yakılmak için başkalarını beklediği bölümde görebiliyoruz:

Plastik sandalyelerde oturan bir başkası, yer göstericiye söylenmeye başladı. ‘Saatlerdir bekliyorum, hâlâ sıram gelmedi.’

Yer gösterici, ‘Belediye başkanına veda töreni sürüyor,’ diye cevapladı. ‘Sabahki üç cenazeden sonra ara verdiler, belediye başkanının fırına verilmesini beklemek zorundayız. O çıkmadan sizin sıranız gelmez.’

Yu Hua, toplumun geçirdiği değişimi ve bu değişimin bireyler üzerindeki etkisini, başkahraman Yang Fei üzerinden eserine yansıtıyor. 2013 yılında yazılan Yedinci Gün eski bir eser olmadığı için de, okura günceli, şimdiki Çin’i ve Çin üzerinden şimdiki dünyayı yorumlama imkânı veriyor. Devletin haksız yıkımlarından tıbbi atık olarak çöpe atılan bebeklere, fakirlikten yer altında yaşadığı için fare-insan denilen kişilerden sosyal adaletsizliğe kadar bir dizi konuyu işleyen yazar, aslında sadece Çin’in değil dünyanın birçok ülkesinin fotoğrafını çekiyor. Arafta geçirdiği yedi gün boyunca, her gün farklı bir veya birkaç kişinin hayatını, yaşadıklarını kendi hayatını da içine alacak şekilde anlatan Yang Fei, hemen her güne bir konu sıkıştırıyor.

Kitabın ilginç bir noktası, maalesef günümüzde artık önü alınamaz bir şekilde ilerleyen lüks yaşam isteğini, hatta saplantısını ele alması. Yu Hua, lüks bir yaşama ulaşma arzusuyla böbreğini veya kendini satmaya razı olan insanların önlenemez çılgınlığını romanda Yang Fei’nin bakış açısından bize gösteriyor.

Şimdi hedefleri kısa yoldan köşeyi dönmekti: yıllar yılı köle gibi çalışsalar bile böbrek satmaktan kazanacakları parayı biriktiremezlerdi. Sonraki tatlı hayatı, şık kıyafetlerle Apple iPhone alacakları, lüks bir otelde birkaç gece kalacakları ve şık bir restoranda birkaç yemek yiyecekleri hayatı iple çekiyorlardı.

Yu Hua’nın anlatımında ağırlıklı olarak, yaşarken çekilen çilelerin öldükten sonra biteceği düşüncesini görebiliyoruz. Hayatın zorluklarını ve çirkin yüzünü, sıklıkla Yang Fei’nin, bazen de diğer kahramanların bakışıyla ve geri dönüş tekniğiyle okura aktaran yazar, öldükten sonra arafta geçen ve ‘gömülmeyenlerin ülkesi’ olarak adlandırılan yerde, aslında bir çeşit ütopya oluşturuyor. ‘Gömülmeyenlerin ülkesi’nde insanların bir çeşit huzuru yakaladıklarını ve oradan ayrılmayı hiç istemediklerini; orada hiçbir zorluğun olmadığını, yıllarca orada kalıp iskelet haline geldikleri hâlde oradan ayrılmayı istemediklerini ölüler üzerinden aktaran yazar, insanlara ekonomik bir güçten ziyade huzurun iyi geleceğini, ölümün herkesi eşitlediğini de anlatmış oluyor:

Şaşkınlık içinde bana döndü. Afallamış ifadesi bir soru sorar gibiydi. ‘Devam et,’ dedim. ‘Burada ağaç yaprakları sana seslenecek, kayalar sana gülümseyecek, nehir seni selamlayacak. Burada fakirlik de yok zenginlik de; keder de yok acı da; kin de nefret de… Burada herkes ölümde eşitliği buluyor.

‘Buranın adı ne?’ diye sordu.
‘Gömülmeyenlerin ülkesi,’ dedim.

Yedinci Gün, kırk bir yaşında ölen bir adamın geriye doğru yaptığı yedi günlük yolculukta içsel hesaplaşmasını anlatırken esas olarak bir halkın acılarını, itilmişliğini, çıkmazlarını; bir devletin sosyal ve siyasi yönünü, burada yapılan hataları, insanların ekonomisine göre değerlendirilmelerini, kısaca modernizmin ve kapitalizmin bireyin ve devletin canlılığını nasıl etkilediğini sorguluyor ve eleştiriyor. Bunları yaparken de insanların arasında hissedilen ufacık umudu da ihmal etmiyor.

Kitabın dilinin akıcılığı okumayı rahatlatırken sade bir üslûp da buna eşlik ediyor. Anlatımdaki mizah ve kararında yapılan betimlemeler de kitabın kalitesine artı bir değer katıyor. Fakat direkt Çinceden değil de, İngilizceden Türkçeye çevrilmesi bazı aksaklıklar meydana getirmiş. Zaman zaman karşımıza tutarsız ifadeler çıkabiliyor. Yazarın Yaşamak, adlı kitabını, Çinceden Türkçeye çevrildiği için daha rahat okumuştuk.

Her şeye rağmen, Yedinci Gün'ün Türkçeye çevrilmesi edebiyatımız için önemli bir olay. Yu Hua’nın diğer kitaplarını da çevirecek yayınevleri olacaktır umarım.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

30 Mart 2018 Cuma

İslamcılığın sendikal deneyimi

İşçi, emek, sendika denildiğinde ilk akla gelen sol tandanslı ideolojiler oluyor. Bu kavramlar sosyalizmin tekelindeymiş gibi bir düşünce dogmatikleşmiş durumda. Bu düşüncenin oluşmasında sağ ve muhafazakâr eğilimlerin payı muhakkak çok büyük lakin sol ideolojilerin temel dinamiği olan çatışmacı kurama dayalı söylem ve eylemleri de bir o kadar etkin. Sağ eğilimler (kendilerince) ‘uzlaşmacı’ tavırları sebebiyle iktidar ve sermayeyle uyumlu şekilde ilişkilendirilirken, sol eğilimler ‘muhalif’ tavırları nedeniyle iktidar ve sermayenin karşısında konumlandırılmışlardır. Sağ eğilimin duruşu iktidar ve sermayenin lehine yorumlanırken, solun tavrı işçinin ve emeğin hakkını korumaya endeksli hale getirilmiştir. Dolayısıyla, işçi ve emek söz konusu olduğunda bu kavramların daha çok sol eğilimlerin lehine ilişkilendirilmesi -bir anlamda- doğal bir sonuç.

Yukarıdaki değerlendirme her alanda olduğu gibi Batı merkezli bir paradigma ile gerçekleştirilmek zorunda! Zira Batı dışı toplumların ama özellikle Müslümanların her konuda olduğu gibi bu konuda da diyecek pek bir şeyi bulunmuyor. Kötü bir mukallidi olduğumuz Batılı paradigmanın onulmaz takipçileri olarak işçi, emek ve sendika konularında da onların ağzına bakıyoruz. Kurumlarımız, yapılanmasından söylemlerine ve eylemlerine kadar tümüyle taklitten oluşuyor. Bu durumun getirisi olarak, sol ideolojileri bu konularda yetkin kabul eden ‘elit’ bir anlayış bizde de bulunuyor. Bu ‘üst’ anlayışa göre sağ ve muhafazakâr kanat itiraz edemez, hak arayamaz, hakkı teslim edemez. Çünkü Batı’da öyle olmuştur! Bunlardan öte, kendimizi muhafazakâr, sağ ve sol gibi Batı’nın kavramlarıyla tanımlıyor olmamızın başka bir anlam dünyası çıkarmasını düşünmek zaten abes olacaktır. Gelinen aşamada bu paradigmanın mahkûmu olmaktan ziyade meftunuyuz.

Karakum Yayınları tarafından neşredilen İsyan ile İtaat Arasında adlı kitap, Türkiye özelinde bir sendikalaşma tipini ele alıyor. Arafta Bir Sendikal Hareket alt başlığıyla sunulan eser Kemal Temel’e ait. İki yüz elli sayfalık eserde, akademik bir çalışmanın kitaplaştırılması olduğundan çok fazla detay ve tekrar var diyebilirim. Fakat asıl önemli olan çalışmanın temele aldığı konu. Yukarıda da değinildiği gibi işçi, emek ve sendika sol ideolojilerin arka bahçesi haline getirilmiş durumda iken, sağ ideolojiden ziyade İslamcı bir hareketin bu konuda nereye tekabül ettiği önemli bir mesele olarak karşımıza çıkıyor. Kemal Temel çalışmasında bu konuyu ele alarak, Türkiye’deki siyasi gelişmeler ışığında Hak-İş’in ortaya çıkmasında etkin olan unsurlar, kuruluş süreci, kurumsal yapısı, zihniyeti ve geçirdiği değişimleri İslamcılık hareketiyle ve toplumsal dönüşümle bağlantılı olarak değerlendirmiş.

Eser üç bölümden oluşuyor. İlk bölümde konuyu çerçevelemek adına İslamcılık değerlendiriliyor. İslamcılık Nedir? Dünden Bugüne Değişen İslamcılık adını taşıyan bölümde Osmanlı’nın son dönemine yapılan atıflar mevcut. Fakat bölümün asıl konusu Cumhuriyet dönemindeki İslamcılık hareketleri. Döneme dair İslamcılık hareketi siyasi ve iktisadi olarak ele alınarak İslamcılık ile muhafazakârlığın örtüşüp örtüşmediği değerlendiriliyor. Yapılan değerlendirmede, çok partili döneme kadar fazla bir varlık gösteremeyen İslamcılık hareketinin 1950’lerden itibaren yükselen bir ivme kazandığı görülüyor. Hareket, 1960’ların sonlarında sağ ve muhafazakâr eğilimle kısmen ayrışarak kendi yatağını buluyor denilebilir. 1970’ler siyasi açıdan biraz sıkıntılı geçse de taşların yerine oturduğu dönemdir. 1980’li yıllar darbenin de etkisiyle İslamcılar için biraz pasif geçmiştir fakat sağa yaklaştırılmaya çalışılan İslami eğilimin desteklendiği görülüyor. Geçen süreçte İslamcılığın siyasi ve sendikal tutumunda bazı değişimler ve yumuşama eğilimleri görülmüştür ancak özellikle söylem ilk dönemin sert tavrını korumaktadır. Asıl değişim ve dönüşüm ise 1990’lı yıllarda kendini göstermiştir. Bu yıllardan itibaren gerek söylem gerekse eylemde farklı bir aşamaya geçilmiş, daha kapsayıcı bir yöntem uygulanmaya başlanmıştır. Siyasi alanda elde edilen görece başarı da bu değişim ve dönüşümden sonra gelmiştir. Değişimdeki en önemli etken toplumun -ya da tabanın- talepleridir. Kemal Temel bu süreci ülkenin gidişatı ve siyasi partilerin tutumlarını ele alarak değerlendiriyor.

Türkiye’de Sendikal Hareket ve İslamcılığa Bakış ismini taşıyan ikinci bölüm, sendikal hareketlerin ortaya çıkışından itibaren 1990’lı yılların ortalarına kadar geçen süreci değerlendiriyor. Burada Osmanlı’nın konuya bakışının öneminin altını çizmek gerekiyor zira bu durum sonraki dönemin konuya yaklaşımını da önemli derecede etkiliyor. Devletin işçi ve sendikalaşmaya tedrici bakışı bir yana, gerek Osmanlı’nın son dönemi gerekse Cumhuriyet’in ilk yıllarında işçi konusunun çok fazla bir ağırlığı yok. Bunun başlıca sebebi Batı’daki gibi bir işçi sınıfının oluşmamış olması olarak değerlendiriliyor. İşçi konusu özellikle 1950’lerden sonraki nispi sanayileşme ve tarımdaki gelişmeler sonrası kendinden söz ettiriyor. Bu bağlamda ilk olarak (yine Batı’da olduğu gibi) sol ideolojiler kendini gösterse de toplumsal farklılık nedeniyle farklı bir yapılanmaya ihtiyaç hissediliyor. Bu boşluğu dolduracak olan ise, dini duyarlılığı olan kişilerin kurduğu sendikaların bir araya gelerek oluşturacağı Hak-İş oluşumu. Sürecin en önemli yanı, dini hassasiyeti olan işçi ve sendikal hareketlerin, aynı hassasiyete sahip olanların yürüttüğü siyasi gelişmeler ile paralel bir seyir arz etmesi. İslamcılık hareketinin siyasi kanadı ile sendikal yapılanması birbiriyle irtibat halinde ve eşzamanlı gelişim gösteriyor.

Burada söz edilmesi gereken bir diğer önemli durum, sendikal hareketin halk nezdindeki imajı. Sol ideolojilerin militarizme kayan sert söylem ve eylemleri sendikal hareketlerde de kendini gösterdiğinden toplumun sağcı, muhafazakâr, demokrat, liberal ve İslamcı diye tabir edilen kesimleri bu yapılara mesafeli yaklaşıyor. Bu tutum aslında (bugün bile) toplumun konuya bakış açısını göstermesi açısından manidar. Ortaya çıkan boşluğun doldurulması adına özellikle Anadolu’nun belirli yerlerinde başlayan İslamcıların sendikal hareketleri önemli bir karşılık buluyor. Kemal Temel, benzer bir yapılanmanın İslamcılığın siyasi kanadında da görülmesinin tesadüf olmadığını, sürecin aşağı yukarı aynı gittiğini ve görünür etkileşimlerinin 12 Eylül’e kadar devam ettiğini belirtiyor. Cumhuriyetin katı modernleştirici politikalarını tabana ve özellikle taşraya yaymayı başaramaması 1950’li yıllardan itibaren bu kesimlerle ilişkiyi kurabilen oluşumların başarılı olmasına neden olmuştur. Dolayısıyla hem İslamcılığın siyasi kanadı hem de sendikal hareketi toplumda görülen bir talebin karşılığı olarak kendini göstermiştir. Var olan siyasi ve sendikal yapılanmaların toplumun tümünü kucaklamıyor oluşu ve/veya toplumun bu tür yapıların kendisini temsil etmediğini düşünmesi bunda etkindir. Gelen nispi başarı ise güçlenmeyi beraberinde getirmiştir.

Üçüncü bölüm, Türkiye Hak İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Hak-İş) Alternatif Mücadele Pratikleri başlığını taşıyor. Kemal Temel, değişen üretim biçiminin süreç ve sonuçlarını Cumhuriyet tarihindeki göçler sonucunda değişen toplumsal yapıyla ilişkilendirerek değerlendiriyor. Türkiye’de sendikal harekete bakışın da değerlendirildiği bu bölümde, toplum tarafından sol tavrın çatışmacı olarak ele alındığı, İslamcı sendikal hareketin ise uzlaşmacı olarak tanımlandığı belirtiliyor. Hak-İş hakkındaki bu yargının hem solcu kesim hem de İslamcı kesim tarafından olumsuz olarak değerlendirildiğini belirten Temel’e göre, solcu kesim Hak-İş’i iktidar ve sermayenin istediği gibi hareket ederek işçi ve emeğin aleyhine çalışmakla itham ediyor. Özellikle işyeri sahibi İslamcılar ise Hak-İş’in durumunun (sendikalaşmanın) dinen caiz olup olmadığını sorgulayarak sıcak bakmadıklarını gösteriyorlar. Dindar işyeri sahiplerinin asıl amacının mümkün olduğunca sendikalaşmamak olduğunun altını çizmek gerekiyor. Bu konuda Hak-İş için olumlu görüş belirten tek grubun işçiler olduğu görülüyor. İşçilerin kendileri gibi insanları muhatap olarak görmeleri onları desteklemelerinde etkili oluyor. İşçiler bu anlamda sol sendikalarla aynı iletişimi kuramıyor. Ortaya çıkan bu tablo Hak-İş yöneticileri ve sendika üyelerinin görüşleriyle de destekleniyor. Bu durumun sadece sendikal hareketlerle sınırlı olmadığını belirten Temel, toplumun kendinden gördüğü siyasi yapılara karşı da aynı tutumu sergilediğini belirtiyor.

Cumhuriyet dönemindeki gelişmelerin (özellikle göçler ve görece sanayileşmenin) yeni bir işçi sınıfını oluşturduğunu ve bu sınıfın ortak paydasının din oluşunun altını çizen Temel, dinin bu topluluğu bir arada tutmada bir tutkal görevi gördüğünü belirtiyor. Bununla birlikte, İslamcılık hareketinin gerek siyasi gerekse sendikal yapılanmalarının dini kullanıp kullanmadığı gibi bir soruyla da karşı karşıya kalıyoruz. Esasında tüm çalışma boyunca bu sorgulamayı görmek mümkün. İslamcılık hareketi dini araçsallaştırmış mıdır yoksa icraatları doğal bir gelişmenin (talebin) sonucu olarak ortaya çıkmış mıdır sorusu alt metinde kendini gösteriyor. Bu soruya net bir yanıt vermek güç. Zira Temel’in çalışması, Hak-İş’in ortaya çıktığı yıllar ile geldiği noktadaki tutumunun oldukça değiştiğini gösteriyor. İlk ortaya çıktığında sloganik ve militarist bir söylemi bulunan sendika 1990’lı yıllara geldiğinde demokrasiyi önemseyen, Batı’ya dönük, ılımlı ve uzlaşmacı bir yöntemi benimsiyor. Hak-İş’in geçirdiği değişim ya da dönüşüm üzerinde durulması gereken bir detay. Bu tutum İslamcılığın siyasi kanadı için de geçerlidir. Değişme gösteren bu durum toplumun geçirdiği dönüşümü gösteriyor denilebilir. Temel’e göre bu değişimi toplumsal talebin kurumsal yapılara bir yansıması olarak okumak mümkün. Bu aşamada din yaşam standardını desteklediği ölçüde dikkate alınıyor da denilebilir. Örneğin Hak-İş, işçi ve emek savunması konusunda belirleyici olanın (dinin de cevaz verdiği) evrensel değerleri öne çekerek kapsayıcı bir anlayış ortaya koymaya çalışıyor. Bu tutumun karşılığını dindar olmayan kesimlerin de Hak-İş’e itibar etmesiyle alıyor denilebilir. Diğer yandan, hak ve adaleti gözeten bir dinin müntesiplerince en üst perdeden savunulması gereken işçi ve emek hakkı mücadelesinin Müslümanlar açısından yaşam standartlarını yükseltme kıstasıyla sınırlandırılması ilginç bir detay olarak belirtmek gerekiyor. Bu tutum, toplumun eğilimlerini belirleyenin dinden ziyade yaşam standartları olduğunu gösteriyor. Kemal Temel’in çalışması Müslümanların geçen yüzyıl içinde geçirdiği aşamalara dair sadece siyasi ve sendikal açıdan değil sosyolojik açıdan da veriler sunuyor. Ayrıca alanında çok fazla çalışma olmaması eseri değerli kılan önemli bir etken. Kitapta, İslamcılığın 2000’lerden sonraki siyasi, sendikal ve toplumsal sürecine değinilmemiş olması önemli bir eksiklik diyebilirim.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Kültür çarpışmaları içinde melezleşen insan aklı

"Her bir sözcüğünün sonu tanrıya varan arap dili, gerçeği kavramak için değil, örtmek için doğmuştur" cümlesini okuduğumda Daryush Shayegan'ın baktığı pencereyi sarsıcı bulmuştum. İran topraklarının ilginçliği olsa gerek, tarihin her devrinde 'deli-dolu' bir düşünür ortaya çıkarmıştır. Ancak o düşünürlerin sesi her zaman kısık olmuştur. Zamanla, her şeyin kutsallaştığı ve mekanik birer puta dönüştüğü şu çağda bazı kısık seslerin daha çok konuşması, yazması gerektiğini yine ve yine düşünmüştüm. Kısık sesler bir araya gelir, güzel bir orkestra çıkar, herkes duyar. Kim bilir.

22 Mart 2018'de Shayegan bu dünyadan göçtü. Türkçemize çevrilmiş iki kitabı da Metis Yayınları etiketli: Yaralı Bilinç (1991) ve Melez Bilinç (2013). İsimleri içeriklerini anlatan bu iki kitaptan ilki çatlamaların, uyumsuzlukların, çarpıklıkların kitabıydı tıpkı bölümleri gibi. Çin ve İslâm dünyası karşılaştırması, kimlik kaybı korkusunun derinliği, çelişkilerin zamanında yaşama çabası, bilinçlerdeki fikirsizlik gibi konuların yanı sıra entelektüeller, ideologlar, teknokratları da hırpalamıştı Shayegan. Bir de 'Tanrı stratejisinin uzmanları'nı. Geleneksel toplumlarda yaşanan kültür şizofrenisi üzerine yazmayı seviyordu Shayegan ve konuşmayı. Yani arada kalmışlığı ve arada kalanları.

Melez Bilinç'de bazı yüzleşmelerin ve helalleşmelerin yapılması gerektiğinden bahsediyor esasen Shayegan. Mimariden kentleşmeye, felsefeden siyasete kadar batılılaşma ve İslamileşme arasında gidip gelen insanların, insanlığın aslında hiçbir yere gidemeyeceğini ve artık bir yönde karar verilmesi gerektiğini söylüyor. Laikliği savunuyor, demokrasiyi savunuyor, inanç adı altında yapılan her türlü sömürünün karşısında duruyor. 'Geleneksel bir okuyucu' epey afallayabilir. Çünkü tam 'ben de böyle düşünüyorum' dediğiniz satırların akabinde 'o kadar da değil' diyebiliyorsunuz. 111 sayfalık kitap bu anlamda 'evet haklı' ya da 'hayır haksız' arasında gidip geliyor. Zaten Shayegan da orta yolu sevmiyor. Bir yöne ama muhakkak belirli bir yöne yürümeli insan. Bunun için de daima düşünmeli: "Düşünmek manen gençleşmektir; 'bir geçmişi yalanlaması gereken ani bir dönüşümü kabul etmek'tir aynı zamanda. Bir dönüşümü kabul etmek, kendini açmaktır; bizi tehlikeli maceralardan ve gaspa uğramaktan koruyan yumuşacık kozamızdan çıkmaktır."

Melez Bilinç küçük küçük bölümlere sahip büyük konuşan bir kitap. Zamanın Shayegan'da açtığı öfke hemen belli oluyor. Ancak metinlerini oldukça edebi, derli toplu kuruyor. Daldan dala atlamıyor, yararlanılması gereken sahalara işaret ediyor. Tek bir okuma türünün ya da düşünce türünün eninde sonunda donuklaşacağını vurguluyor: "Her sicilin kendi dili, her varlık tarzının kendi ortaya çıkışı, her bilginin kendi yorum anahtarı vardır. Mevlana ya da Hafız gibi klasik şairlerimizi okurken başka bir bilgi aygıtından, Descartes'ın ya da bir Kant'ın düşüncesine nüfuz edebilmek içinse başka bir bilgi aygıtından yararlanırız. Bu heterojen dünyaları yüklenen insanda bir şifre çözme anahtarı, uygun bir kavramsal araç takımı olmalıdır. Şizofrenimizi ve çelişkilerimizi ancak bu araçları bilerek kullandığımız takdirde evcilleştirebilir; çok eski zamanların usaresiyle dolu o farklı duyarlılıkların görkemli yelpazesini nihayet belirgin olarak gösterebilir; bundan da önemlisi, tarihsel açıdan çağdaş olmayan karşıt dünyaları aynı anda huzurla yaşayabiliriz."

Shayegan, İran'da Heidegger'in nasıl yorumlandığına ve okunduğuna dair yazdığı metninin hemen ardından batı-dışında sanatın nasıl düşünülebileceğine değiniyor. Okuyucu için metinler gayet güzel düzenlenmiş, sıralama pekiştirici nitelikte. Burada çakışan dünyaların sınırında duruyor Shayegan. O sınırda kültürün taklidi ve dolayısıyla yok oluşu söz konusu. Kültür sahte bir taklit bile değil ona göre: "Geleneksel sanat, daha yerini alacak başka bir şey çıkamadan gerçekten ölüp gitmiştir. Bunun ayırdına varmak için bugün İran'da inşa edilmiş olan sayısız çirkin camiyi görmek yeter. Bu yeni camileri Selçukluların, Timuroğullarının yaratıcı dönemleriyle ya da İsfahan'daki Safevi anıtlarıyla karşılaştırırsak, bu kadar bilinçsiz bir cüretle dikilenlerin, vaktiyle olmuş olanın acayip mi acayip karikatürleri olduğunu anlarız" diyor ve yabancılaşmanın kültür boyutunu şöyle irdeliyor: "Onları düzgün bir şekilde kopyalamayı bile becerememektedirler; ne o eski eserler elden geldiğince taklit edilebilmekte, ne de o anıtlara özelliklerini veren zarif orantılara uyulabilmektedir. Artık yenilik yapılamadığı gibi, geçmişin bu görkemli eserlerine ruhunu veren imaginal bakış da çöllerin kumunda kaybolup gitmiştir. Adeta estetik hafızamızdan ilelebet koparılmışızdır; artık onu küllerinden tekrar yaşama döndüremeyeceğizdir; aramızdaki ilişki tamamen yabancılaşmıştır."

Kitapta 15. yüzyılın sanatına da bir yolculuk yapıyor Shayegan. O yüzyılın öne çıkan değerlerine ve nasıl öne çıktıklarına değiniyor. Batı sanatı tarihinin rönesansla birlikte 'benzersiz' yenilenmesinde iki kişinin katkısını çok ciddi buluyor: Leonardo da Vinci ve Albrecht Dürer. Buradan nefis bir Leonardo biyografisi okumak mümkün. Shakespeare'in çok az Latince ve ondan da az Yunanca bilmesi karşılığında Leonardo'nun kendini 'uomo senza lettere' yani okumamış adam diye nitelemesini tesadüfi bulmuyor, aksine Leonardo için "nesneleri titizlikle gözlemleyerek her şeyi kendi başına öğrenmek istiyordu" diyor. Bu da akıllara 18. yüzyılın müzik dahisi Mozart'ı getiriyor. Shayegan mimariye geçiş yaparken çok doğru bir isimden söz açıyor ki çok doğru bir yer burası: "Rönesans'ta insan modelini belirleyen ideal biçimler, Romalı mimar Vitruvius'un tahayyül etmiş olduğu ilahi orantılardan esinlenmişti. Leonardo'nun bu orantıları isabetle kâğıda döktüğü bir resim amblem haline gelmiştir; onun gözünde mikrokozmosla makrokozmos arasında benzerlik vardır, zira -kendi deyişiyle- tabiat dev bir canlıdır."

Melez Bilinç'in son bölümü Tahran'ın amblem niteliğinde bir kent olup olmadığını sorguluyor. Amblet kentlere Shayegan'ın gözünden birkaç örnek: İsfahan, İstanbul, Floransa, Roma, Toledo. Burada Tahran'ın günümüzdeki hâliyle Shayegan'ın çocukluk günlerindeki hâli kıyaslanıyor ve ortaya kentleşmeden neoliberal mimariye uzanan o dev illüzyon çıkıyor. Yorum özellikle kentleşmenin geleneksel toplumlarda ve elbette devlet biçimlerinde nasıl yanlış yorumlandığını ortaya çıkarıyor: "Mesken yani inşa edilmiş mekân ile, şehir ile zihinsel mekân arasında, muhtelif denklikler vardı; bunların birinde değişikliğe gitmek, ister istemez diğerini bozuyordu; eninde sonunda bir şehrin yaşam alanı ve ruhunu şekillendirip yapılandıran da zihinsel mekândı. Düşünce patladığı zaman, ağırlık merkezini yitirerek yönünü şaşırdığı zaman, en akıl almazına varıncaya kadar bütün sapmalara tanık olunur. Maalesef günümüzde Güney'in megapollerinde ortaya çıktığı görülen de budur: Sadece havayı kirletmekle kalmayıp ruhumuzu zehirleyen, ahtapot gibi kollarıyla etrafımızı saran canavar şehirler. Zira çirkinlik sadece herhangi bir kirlenme değildir, estetik duygumuza hakiki bir tecavüzdür de."

İran gençlerinin (muhafazakarlar kastediliyor) makyaj, giyim, abartı ve yozlaşma konularında ciddi bir başkaldırı gerçekleştirdiğini düşünüyor Shayegan. Bilhassa Tahran'ın büyük bir dönüşüm içinde olduğunu düşünüyor. Bu 'kasvetli kent'in çevresinde eskisinden çok farklı yeni bir dünyanın ortaya çıktığını, kültürler arası kaynaşmayla beraber 'beklentilerin' tersyüz olacağını söylüyor. Bu tersyüz olma durumu aslında şimdiye kadar olması gereken bir durumdur ona göre: "İslami olduğu söylenen toplumun derinliklerinden taptaze su yüzüne çıkan laiklikltir bu."

Başta da belirttiğim gibi bu kısa kitap hem İranlı bir düşünürün kavramlara bakış açısı hem de geçmişle günümüz ve sanatla politika arasında kurduğu bağ açısından önemli. Şaşırtıcı ve sarsıcı. Shayegan'ın fikirlerini beğenmeyebiliriz ama önemseyebiliriz. Bilhassa doğu ve ortadoğu halklarının vaziyeti ile akıbeti için.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

26 Mart 2018 Pazartesi

İnsan Gibi ya da Cesur Yeni Dünya

Toplumda yatay ve dikey bölümlenmeler zorunludur. Toplumu oluşturan “insan” için ise zorunlulukların başında Nurettin Topçu’nun Var Olmak’da felsefesini ortaya koyduğu üzere hareket etmek gelir. Hırsları, arzuları, kayıpları, kazanımları hülasa bütün duygu düşüncesi ile “insan” toplumdaki bu yatay ve dikey bölümlerde hareket eder. Hareketin yukarı yönlü olma eğilimi iktidarı elinde tutanlar için gücün paylaşılması manasına gelir. Muktedirler için idealize edilmiş tolum yatay ve dikey çizgilerinin kalınca çizildiği yani geçirgenliğin -hareketin- en aza indirildiği mümkünse topyekûn ortadan kaldırıldığı modeldir. Bu modelde özellikle dikey hareketliliğe neden olacak etkenler ortadan kaldırılmalı, herkes çekmecesinde kilitli kalmaktan memnun olmalıdır. Aldous Huxley önsözünde “ Gerçekten etkili totaliter devlet, siyasi patronların ve onların yönetici ordularının tüm güçleri kendisinde toplayan hükümetinin, kölelerden oluşan nüfusu köleler köleliklerini sevdikleri için zor kullanmadan kontrol ettikleri devlettir” diyerek Cesur Yeni Dünya’nın üyelerine müreffeh bir yaşamı nasıl sağlayacağının ipuçlarını verir.

Cesur Yeni Dünya’nın üyeleri sabit kılınmış kişilik ve toplumsal konumlarını öncelikle biyolojik/genetik mühendisliğe ve tekrarlı şartlandırma seanslarına borçludur. Çocuklar normal yollardan doğmak yerine “Bokanovski” adı verilen bir çeşit klonlama/çoğaltma yöntemi ile tüplerde standardize olarak üretilir sonrasında ise tekrarlanan telkinler ile şartlandırılarak bu dünyanın üyeleri haline getirilirler. Tüplere çeşitli kimyasal uygulamalar sonucu alfa, beta, epsilon gibi türleri elde edilen ve binlerce tekrarlarla kaçınılmaz toplumsal yargılarını sevmeye şartlandırılan bu “insan gibi” varlıklar toplum içinde yer bulduklarında düzenin istikrarını bozmasınlar diye de bir dizi önlem alınmıştır. Çünkü “insan gibi” de olsa bu üyeler hala biraz yargılama, arzulama ve karar verme yetisine sahiptir. “Soma” denen “Hıristiyanlık ve alkolün bütün avantajlarına sahip ama yan etkisi olamayan” bir çeşit uyuşturucu bu yetilerin insanı mutsuz etmesine izin vermez. Tüm bu şartlardan bağımsız olarak birde “Ayrık bölge” diye adlandırılan hastalıklar, batıl inançlar ve ilkellik ile çevrili bir alternatif dünya mevcuttur. Yazar yine kitabın önsözünde kahramanlarını bu hangisi daha kötü diye karar verilemeyen iki dünya arasında seçim yapmaya zorlanmasının kusur olduğunu belirterek bir üçüncü ihtimalin seçenekler arasında olmamasından dolayı özeleştiride bulunur.

Cesur Yeni Dünya’nın en önemli sloganı istikrardır. Mezdek inancının “bütün paranın ve kadınların ortak kullanımı” prensibine benzer bir şekilde burada cinsel olarak herkes herkese aittir. Anne, baba, aile, hamilelik, namus, akrabalık gibi kavramlar müstehcen olarak kabul ettirilmekte ve bu sayede klon üretiminin devamlılığı sağlanmaktadır. Sürekli tüketime özendirme ekonomik istikrar için gereklidir. (Bu bölümler Keynes’in ekonomik modelinin bir eleştirisi olarak da okunabilir). Yalnız kalmak başta olmak üzere insanı mutsuz ederek istikrarı bozabilecek bütün olumsuzluklar ortadan kaldırılmaya çalışılır. Bedenler de istikrarını korur, yaşlanma söz konusu değildir.

Hikâyenin kırılma noktası Ayrık bölgede normal yollarla dünyaya gelen Vahşi John’un Cesur Yeni Dünya’ya ayak basması ile başlar. Vahşi John genel olarak bu “insan gibi” varlıkların sahte mutluluklar üzerine kurulmuş hayatlarına mana veremez. Özel olarak ise Cesur Yeni Dünya’nın bir üyesi olan, derin hisler beslediği Lenina isimli karakterin kendi duygularına karşılık ancak tiksindirici bulduğu cinsel arzularla karşılık vermesini kabullenemez. Onları özgürleştirmek ister ama pek tabi başarılı olamayarak “romantik” bir münzeviliğin içerisinde kendisini bulur. Çünkü toplum kendisine benzetir bu mümkün olmadığında ise ötekileştirir.

1997’de Dolly ismi verilen koyunun klonlanmasından sonra bugün bilim insanları artık bir insanın klonlanabileceğine dair bütün deneyime sahip olduklarını söylüyorlar. Genetik zenginleştirme yada eliminasyon ile ırk özelliklerinin iyileştirileceği en azından kalıtsal hastalıkların ortadan kaldırılmasının önündeki tek engelin etiğinin hala bu konularda ki itidalli tutumu. Genetik bilimindeki bu gelişmelerle beraber günümüzde insanların mutlu olabilmek adına nelere bağımlı hale geldiklerini görüyoruz. Günümüzde şartlandırma ise Huxley’in deyişiyle “propaganda bakanlıkları, gazete yayıncıları ve okul öğretmenlerine verilmiş bir görevdir.”.  1932’de kaleme alınan eser şüphesiz ki bu veçhelerden bakıldığında zamanın ötesini iyi okumuştur. Cesur Yeni Dünya; olay örgüsü, mekân, zaman veya karakterler açısından birçok övgüye layıktır ama belki de en çarpıcı tarafı başlangıç cümlesidir. “Sadece otuz dört katlı yerden bitme gri bir bina.”. Evet! Cesur Yeni Dünya için sadece otuz dört katlı yerden bitme gri bir bina...

Taha Selçuk
twitter.com/ecztaha

23 Mart 2018 Cuma

Sevabın ağırlığını hissettiren bir dua kitabı

"Bir kimse din bakımından selamette, beden ve kalp yönünden rahatta olmak isterse halktan ayrılıp uzlete çekilsin. Çünkü şu zaman halktan sıkılacak zamandır."
- Cüneyd-i Bağdâdî [k.s]

Okuma yolculuğunun beyni ve ruhu ayrı ayrı yorduğu zamanlar olur. Bu zamanlarda ya okumadan uzaklaşmak ya da farklı okumalar yapmak tercih edilir. Kitapla ciddi bir ünsiyet kurmuş okurlar için kitaplardan uzaklaşmak güçtür, mutsuzluktur ve bu durum hayatı çekilmez kılar. Yapılabilecek belki de en doğru şey, insanın içine seslenen metinlerle hemhâl olmak. Bu metinler hem insan ruhuna farklı bir iklim kazandıracak hem de kaybolan hassasiyetleri onarmak için kişiyi harekete geçirecek. Belki her ikisi de olmayacak ama neticede okuyan ruh, bir farkındalığı öyle veya böyle yaşayacak.
Mustafa Kutlu'nun metinleri; ister hikâye ister deneme olsun, insanı çok farklı iklimlere götüren ve o iklimi enine boyuna yaşatan bir kurguya sahip. Kutlu belki de bu kurguyu hiç 'kurmadan' yapıyor, bir solukta yazıyor, hissedip tekrar yazıyor, ancak okuyucuda bu durum farklı vücut buluyor. Biz arafta kalmaya meyilli ve arafın içine zincirlenmiş insanlar, bu metinlerle kendimize farklı bir yol haritası çizebiliyoruz zaman zaman. Nefes alıyoruz, dinleniyoruz ve her şeye rağmen o yüce umutla yeniden yola koyuluyoruz.

İlmihal Yahut Arzuhal; insanın içinde artık gömülü kalmış olan ve yüzeye çıkması gereken hasletlerine eğilen bir kitap, 174 sayfa, elbette Dergâh Yayınları'ndan. Ne demek haslet? İnsanın yaradılışından gelen özellik, huy diyor TDK. Huy değişmez. Bunun için huylu huyundan vazgeçmez denir. Ancak davranış değişir, değiştirilebilir. Eşref-i mahlukat olan insan, yaradılışından gelen, yani fıtratında olan huylarıyla yeniden yüzleşebilirse şüphesiz davranışlarını da değiştirebilecektir. Kelime olarak küçük olsa da millet olma mücadelemiz için büyük olan birkaç misal: vicdanlı olmak, yardım eli uzatmak, yalandan uzak durmak, dünyalık telaşıyla ömrü geçirmemek, şükürsüz olmamak, daima kanaat etmek, muhabbet etmek, hüzün sahibi olmak, sabretmek, ekmeği bölüşmek, hayâlı olmak, bereketten paylaşmak, rahmet ve merhamet duacısı olmak, tevekkül etmek, huşûya yakın olmak, uzleti göze almak, benlik dâvâsı gütmemek ve hepsini tamamlayacak olana başvurmak: dua.

Kutlu'nun metinlerini birer öğüt gibi okuyup anlamak, hayatı ne kadar illüzyon içinde yaşadığımızı gösterir. O illüzyondan sıyrıldığımız her an, öğüt gibi okuyup anladığımız metinlerin her birinin aslında ne kadar içimizde yer aldığını görebiliriz. Bu görüş, yeniden diriliş kazandırabilir bize. Hayat tekdüze değildir, işaretlerle iç içedir. Bu işaretler bir fıkrada da yer alabilir, bir rüyada da. Bazen de bir olayla. Olayın kahramanı, kitaba da 'bir iki söz' yazmış olan İsmail Kara. Okuyalım:

"Bir eski Plymouth veya Dodge, her neyse o koca taksilerden biri, tam da Çemberlitaş'ın dibinde arıza yapmış. Yolu tıkadığı için vasıtalar habire korna çalıyor. "Çek şunu şurdan be adam" diyen el-kol işaretleri, şoför çaresiz, eli böğründe gelip geçenlerden yardım istiyor. Kimse oralı değil. İsmail elindeki [her zaman kitap dolu] çantasını yere indirerek şoföre: "Dayan hemşerim, itelim" diye sesleniyor. Şoför memnun, bir eli direksiyonda omuzuyla abanıyor arabaya. Bir, iki... I... Ih... Mübarek sanki gavur ölüsü, kıpırdamıyor. Derken o hengâmede İsmail'in kaportaya uzanan kollarının yanına pırasa sapı kadar ince; zayıflıktan, yaşlılıktan damarları fırlamış iki kol uzanıyor. Ey bu kolun sahibi, yahu sen bu kollarla arabayı itsen ne olacak, itmesen ne olacak. İsmail "Kim acaba?" diye şöyle bir dönüp bakıyor. Kim dersiniz? Kırçıl sakalı, gülen gözleri, pembeleşmiş yanaklarıyla büyük İslâm âlimi Muhammed Hamidullah. O yıllarda İstanbul'da bulunuyor ve İsmail'in tanıdığı bir sima. Siz belki inanmakta zorlanacaksınız ama, "hoca arabaya el atınca, o koca alâmet yürüdü" diyor İsmail... Kim zor durumda olan bir müslümana kolaylık gösterirse, Allah da ona en hem dünyada hem âhırette kolaylık ihsan eder." [sf.66-67]

Camilerde, sokaklarda, arkadaş sohbetlerinde tanık olduğu meseleleri bize anlatırken Mustafa Kutlu, hep yaptığı gibi atasözlerinden, deyimlerden, türkülerden faydalanıyor. Ama bu kitapta hadislerden de çok faydalanıyor. Bir de 'eski insan'larımızın hatıralarından: "Babaannem 'Yalan söyleyenin dumanı tepesinden çıkar' derdi. Çocukken birlikte bir kabahat işlediğimiz zaman, bunu kem-küm ederek inkâra yeltendiğimizde kızkardeşimin sarışın başına bakardım, duman ne zaman çıkacak diye." [sf.113]

Günümüzde neredeyse hor gördüğümüz, alay ettiğimiz bazı davranışlar ve hatta tepkiler var. Yüz kızarması gibi. Yüzü kızaran, kızarabilen insanla neredeyse alay ediliyor. "Ooo hemen de kızarır" deniyor. Mesela bunu diyen insanların yüzü hiç kızarmaz mı? Vicdandan, dürüstlükten, adil olmaktan bu kadar uzaklaştılar mı? Merak ediyorum. Merakım, yüzlerinin sahiden de hiç kızarmadığını gördükçe bir telaşa, sinire dönüşüyor. "Bana göre hatası olan, ayıp bir iş yapan, kusur işleyen kişinin eğer yüzü kızarıyorsa bu onun en azından kalben hayâ sahibi olduğuna en büyük delildir. O kişinin yüz kızarıklığı ayıbının örtülmesini, affını gerektirir. Bildiğiniz gibi af adaletten daha yukarıdadır" diyor Kutlu. Manevî hayatımızın temelinde hayâ olduğunu yeniden ve yeniden hatırlatarak.

Ansızın önümüze serilmiş bir dua kitabı sanki İlmihal Yahut Arzuhal. Soluk kesen bir tavrı da var, durup dinlendiren de. Ama duaya çağrıyor, tevekküle, sabra, şükre. Rahmetin ve merhametin o ulu gölgesine: "Ey kalbi kırık olanlar, işleri yolunda gitmeyenler, elleri koynunda kalanlar, kan yutup kızılcık şerbeti içtim diyenler, tünelin ucunu göremeyenler; kimsesiz, çaresiz, boynu bükük kalanlar, unutmayın: Allah bes, baki heves." [sf.122]

Bir arada yaşıyoruz birbirimizden habersiz. Kimlerle beraberiz? Kişi sevdiğiyle beraberdir. Şunu da hiç unutmamalı: Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. Bu kitap bana uzletin ve tek başına olmanın, yalnız kalabilmenin sırlı, şifalı yanlarını da hatırlattı: "Bir mucizenin orta yerindeyim. Yalnızım." [sf.133]

Bazı ölümlerin ardından o kişinin akıbeti için 'sevabı günahından ağır gelsin' diye dua edilir. Mustafa Kutlu'nun İlmihal Yahut Arzuhal'i sevabın ağırlığını hissettiren bir kitap, dua kitabı.

Yağız Gönüler

Bir liberalin Kemalizm eleştirisi

Sıradışı bir karakter olan Fikret Başkaya’nın ufuk açıcı eseri Paradigmanın İflası’nı okuduğumda epeyce şaşırmıştım. Kitap, resmi tarihin sistemi meşrulaştırmak için oluşturulmuş, mitler, hurafeler ve efsanelerden oluştuğunu ortaya koyuyordu. İlkelerini ve icraatlarını sol (ideoloji) üzerinden kurgulayan devlet mekanizmasını solcu birisinin bu kadar sert eleştirmesi alışıldık bir şey değildi. Alışıldık olan, söylemlerini mitlerle bezeyen ‘muhafazakârların’ kuru hamaseti ve kendini solcu diye takdim eden şiddet temelli örgütlenmelerin militanlarınca yapılan ‘saldırılardı’. Daha kötüsü, kanıksanmış olanıydı ki o, bu hezeyanları eleştiri sanmaktı. Sistem eleştirisi ciddi bir iştir fakat bizde bu kültür de gelişmediği için sulandırılır, magazinleştirilir, hamasete ve sığ düşünceye kurban edilir. Oysa Fikret Başkaya eleştirisini belirli bir disiplin çerçevesinde fikir temelli yapıyor ve sistemin açıklarını, çelişkilerini ve ‘yalanlarını’ sol bir tavırla ortaya koyuyordu.

Bir yerden sonra Türkiye’deki sistem eleştirisi üzerine okuma yapmak zül gelse de farklı açılımlar sunma ihtimali olan çalışmaları es geçmemek gerekiyor. Şansımı, Atilla Yayla’nın Liberte Yayınları tarafından yayınlanan Kemalizm adlı yüz on iki sayfalık eseriyle denedim. Liberal Açıdan Bir Tahlil alt başlığını taşıyan kitapta Yayla’nın daha önce farklı yerlerde kamuoyuna sunduğu yedi yazısı bulunuyor. Bu yazılardan gazete yazısı olan üçü haricindeki yazılar oldukça doyurucu diyebilirim. Hatta gazete yazıları olmasa kitap daha makbul olurmuş.

Atilla Yayla’ya göre şiddet ile entelektüellik arasındaki ilişki gibi Kemalizm ile entelektüellik arasındaki ilişki de zıt yönlüdür. Buna göre şiddet ve Kemalizm arasındaki ilişki otomatikman örtüşmektedir. Kemalizm derinliği olmayan şiddet eğilimli bir (ideoloji değil) ideolojimsidir. İdeoloji ve totaliter rejimler bağlamında Kemalizm konjonktürel olarak faşist ve nasyonal sosyalist yapılarda benzeşmektedir. Bu benzeşim Kemalizm’in demokrasiyle olan (ters) ilişkisini de ortaya koymaktadır. Bir baskı aygıtı olan Kemalizm tarihi tahrif ederek güç devşirmektedir. Oysa Kemalizm’i o tahrif ettiği tarih doğurmuştur.

Türkiye’nin bürokratik olarak Osmanlı’nın mirasçısı ve dolayısıyla devamı olduğunu söyleyen yazara göre kurulan yeni devlet Osmanlı bürokrasisinin tüm özelliklerini taşımaktadır. Bu açıdan ‘istibdatçı’ olan Kemalizm’in refleksleri yüzünden donuklaşan düşüncel yapı nedeniyle sağlıklı bir Kemalizm eleştirisi yapılamazken Kemalizm övgüsü olabildiğince abartılmaktadır. Ayrıca bir Kemalizm kazanımı olarak addedilen cumhuriyet rejimine içeriğine bakılmadan aşırı anlam yüklenmektedir. Oysa içinde demokratik değerler bulunmayan cumhuriyet rejimi insanlık için sorunludur ve demokrasi üzerinden değerlendirildiğinde Türkiye’deki cumhuriyet olgusu çelişkiler barındırmaktadır.

Yayla’ya göre dinsel bir form kazandırılan Kemalist düşüncenin ürettiği tek parti mantığı ve Ebedi Şef, Milli Şef, Altı Ok gibi tanımlar sistemin otoriter olmasından ziyade totaliter özellikler taşıdığının göstergeleridir. Bu durumu propaganda yöntemleriyle savunan Kemalistler ise anakronizm yaşayan birer muhafazakâra dönüşmüştür. Oysa (söylemde) Kemalizm pozitivist unsurlar taşımaktadır ve dini reddeden bir eğilim gösterir. Yayla’ya göre bu durum, “Marksizm’in reddettiği Hıristiyanlığın özelliklerine bürünmesine” benzemektedir. Diğer yandan, Kemalizm’in pozitivizmi yani akıl ve bilimi önceleyen tavrı da sorunludur. Bilimsel olan tartışılabilir, kanıtlanabilir ya da yanlışlanabilir olandır. Fakat Kemalizm tam tersidir, dogmatiktir.

Atilla Yayla, Kemalizm’in neden ideoloji ya da fikir sistemi olamayacağı üzerinde duruyor ve Kemalizm’in savunduğu ilkelerin evrensellik taşımamasının olağan olduğunu belirtiyor. Çünkü yapısal olarak herhangi bir özgünlüğü bulunmayan Kemalizm, zaman açısından konjonktürel, mekân açısından ise (yerli değil) yereldir. Zira tümüyle ithal edilmiştir. Cumhuriyet tarihine bakıldığında darbeler ile Kemalizm arasında doğrusal bir ilişki bulunduğunu belirten yazar, bir meşrulaştırma biçimine dönüştürülen Atatürkçülük ile Kemalizm arasındaki ayrıma dikkat çekiyor. Muasır medeniyet retoriği geliştiren Kemalizm bağlamında medeniyet/uygarlık sorgulaması yaparak medeniyetler sınıflandırması üzerinden Türkiye’nin neden medenileşemediğine cevap arayan Yayla’ya göre Batı, medeni ve gayri medeni öğeleri bir arada barındırmaktadır.

Kemalizm’in özelliklerini ve işleyiş mantığını anlamaya yardımcı olan eser okuyucuyu yakın tarihe dair kısa bir gezintiye çıkarıyor. Bu açıdan Türkiye tarihinin (bir anlamda iktisadi ve özgürlükçü) bir yorumlaması olarak ele alınabilir. Kitaptaki tüm değerlendirmeler, eleştiriler, çözüm önerileri liberalizm güzellemesi üzerinde gerçekleşiyor. Bunda elbette yazarın katı liberal kimliği etkilidir fakat bazı bölümlerde aşırı liberalizm övgüsü kekremsi bir tat veriyor diyebilirim.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

22 Mart 2018 Perşembe

Bir birikimin söz aracılığıyla ölümsüzleştirilmesi: Hâtem-i Tâî hikâyeleri

"Tükendi kıssa-i Mecnûn ki hep bir tamâm oldu
Ez in canip hikâyat-ı dil-i nâ-şâda geldik biz."
(Mecnun’un hikâyesi bir bir anlatıldı bitti
Şimdi bize kederli gönlün hikâyesi kaldı)

Cemal Şakar hocayla bir sohbetimizde bir de ondan duymak için öykü ile hikâyenin arasındaki farkı sorduğumda “hikâye özetlenebilir olan, öykü ise özetlenemeyen diye kısa bir açıklama getirebiliriz ama aslında konu bundan daha derin” demişti. Hâtem-i Tâî hikâyelerini okuduktan sonra o derin mevzunun cevabına bir adım daha yaklaşmış hissettim kendimi. Öykü modern insanın açmazlarına ve ruhuna değinirken tahkiyenin bambaşka işlevleri de var. Tahkiyenin vatanı olan doğuda hikâye sadece sözden ya da bahisten çok daha fazlası. Bir kere toplumsal bir karşılığı ve zengin bir damarı var tahkiyenin. Doğu toplumları kitaba inanır gibi hikâyeye de inanıyor ve onunla yaşıyor. Hikmetli dersleri nesillerin zihinlerine nakşetme işi hikâye aracılığıyla yapılıyor. Hâtem-i Tâî hikâyelerinde de bir birikimin söz aracılığıyla ölümsüzleştirilmesini görüyoruz. Bu yönüyle doğuda hikâye bir eğitim unsuru olarak pekâlâ değerlendirilebilir. Tıpkı Dede Korkut'un hikâyeleri ile Sadi’nin Bostan ve Gülistan’ı gibi.

Hikâye Peşinde Koşan Padişah” ya da “Hâtem-i Tâî Hikâyeleri” 13. yüzyılda cömertliğiyle nam salmış Basra padişahının kendinden daha cömert bir kız padişahın hikâyesini öğrenebilmek için uzak diyarlara yaptığı yolculukta başına gelenleri anlatıyor. Bu öyle bir yolculuk ki esrarı için yanıp tutuştuğunuz, çöller arşınladığınız hikâye sizi başka diyarlara sürüklüyor. Üç ay sürmesi planlanan yolculuk üç yıldan daha uzun bir zamana yayılan serüvene dönüşüyor. Zira cevaplar birbirine gebe, hikâyeler uyutmayacak seviyede sırlanmış vaziyette.

Yolculuğa çıkmadan evvel büyük bir ziyafet veren Hatem-i Tâi misafirlerine hediyeler verdiği vakit çölde gezmeye çıkıyor. Bakıyor ki ihtiyar ve fakir bir adam çölde sırtında dikenli bir çalıyı taşımaya çalışıyor, taşırken de etine dikenler batıp onu kanatıyor. Cömert padişah dayanamıyor ve aralarında şöyle bir diyalog geçiyor:

“- Hatem-i Tai, hediyelerle beraber mühim bir ziyafet veriyor. Sen de oraya git; beş kuruşluk çalı yüküne bedel beş yüz kuruş alırsın.
- Ben bu dikenli yükümü izzetimle çekerim, kaldırırım; Hatem-i Tâi’nin minnetini almam."

Sonra Hatem-i Tâî’den sormuşlar: “Sen kendinden daha civanmert, aziz kimi bulmuşsun?
Demiş: “İşte o sahrada rast geldiğim o muktesit ihtiyarı benden daha aziz, daha yüksek, daha civanmert gördüm.

Kendisinden daha cömert bir padişahın varlığını öğrenen Hâtem bu kız padişahın diyarına gidip meseleyi yerinde görmek ister. Söylenenlerin doğruluğunu gözleriyle gören kahramanımız meselenin aslını öğrenmek için kız padişahın huzura varır ancak cevabı öğrenebilmesi için bu kız padişahın içini kemiren başka bir hikâyenin cevabını ona getirmesi gerekir. Hikâyeyi dinleyen Hâtem de meraktan beri duramaz ve yola revan olur. Bir yan da bir başına koyup gittiği halkı öbür yan da sırrını öğrenmek için yanıp tutuştuğu hikâyeler.

Alıştığımız batı formu türlerin çok uzağında tamamen doğuya ait dil ve üslup ile karşılaşıyorsunuz. Bu da sizde efsunlu bir etki bırakıyor. Bunda eseri günümüz Türkçesi ile yayına hazırlayan Ahmet Özalp’ın da payı olsa gerek. Oldukça zahmetli bir çalışma olduğunu tahmin edebiliyorum. Hikâyeler böylece sizi içine çekerek yolculuğa dâhil edip Hâtem’e yoldaşlık ettiriyor. Bu yoldaşlıkta divan edebiyatından şiirler de size eşlik ediyor. Şiirlerin günümüz Türkçesine çevrilmiş formlarının da sunulması divan şiirine uzak okuyucular için bir avantaja dönüştürülmüş.

Birbirine geçmiş bu hikâyeler tam da doğuya yaraşır biçimde bolca hikmet de barındırıyor. Daha çok zevk ve sefa içinde tüm varını heba etmiş, darlığa düşmüş insanların hikâyesi konu ediniliyor. Darlığa düşünce aldıkları ahval ise merakımızın merkez noktası. Mesela bir adamın tam da çarşının ortasında kendi parasıyla ensesine tokat attırıp “müstahakkımı buldum” demesi gibi ilginç hadiselerle karşılaşıyorsunuz.

Kibrine yenik düşüp yollara düşen padişahın macerası son bulup Basra diyarına, kendi topraklarına vardığında anlıyoruz ki almış olduğu yol onu bambaşka biri haline getirmiştir. Yolculuk onu pişirmiş ve zahmeti boşa gitmemiştir. Varılacak yerden ziyade gidilen yoldur hayat. Kişinin kendine yaptığı yolculuk ise keşiflerin en kıymetlisidir demeğe getiriyor bize hikâyeler.

Masalsı bir yanı da olan hikâyeleri okurken aklınıza ister istemez “Binbir Gece Masalları” geliyor. Nice hikâyenin etrafında dolaşırken şaşkınlığınızı gizleyemeyip hayret makamında gezinip duruyorsunuz.

Doğunun tılsımlı havası sayfalara öylesine sirayet etmiş olmalı ki kitap size kim olduğunuzu da fısıldıyor.

Hint sinemasına da defalarca konu olmuş kitaptaki hikâyeler özenli bir çeviri ile Kapı Yayınları’ndan çıktı.

Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf