26 Şubat 2018 Pazartesi

Kelimelerin sağalttığı hayatlar

6.27 Treni, hiç belli etmese de bir ilk roman.Yayınlandıktan bir süre sonra büyük beğeni toplamış ve 29 dile birden çevrilmiş. Aysel Bora’nın özenli çerisiyle rahatça okunuyor. Yayınevinin notuna göre Diderlaurant’ın bu romanı bir aylık bir inziva döneminde yazdığını öğreniyoruz.

Bir geri dönüşüm fabrikasında kitapları öğüten dev bir makinenin Zerstor 500’ün kumandasındaki isim olan Guylain hem işinden hem de hayatından hiç de memnun değildir. “Hain Kukla” anlamına gelen ismi yüzünden yetişkin olana kadar bin türlü alaya muhatap olan Guylain görünmemeyi çare olarak seçmiştir. Tüm bu mutsuzluğunun üstüne her gün binlerce kitabı yok eden bu canavarı yönettiği içinse şeddeli bir bedbahtlık düşmüştür payına. Bir de en iyi dostlarından biri olan Gusippe bacaklarını bu makineye kaptırınca dünyası kararmak üzeredir ama o kelimelere sığınmakta bulur kendini ve yangından mal kaçırırcasına Zerstor 500’den kurtarabildiği kadar sayfa koparır ve çantasında taşırken banliyöde okumaya başlar. Önceleri bu yaptığının bir karşılığı olmadığını düşünse de ilerde başka kimselerin de tekdüze yolculuğunu güzelleştirdiğini anlayacaktır. En iyi dostu Gusippe iki bacağını birden kaybetmiş bir şekilde evde yatarken onu hayatta tutmanın yolunu da keşfeder Guylain. Bacaklarından parçalar taşıdığını düşündüğü imha edilen kitapların hamurundan yeniden kitap olan “Eski Zaman Bahçeleri” ve "Sebze Bostanları” isimli kitapların tüm baskılarına sahip olan Guylain belirli aralıklarla sanki sahafları gezerek buluyormuşçasına Gusippe’ye taşır onları. Gusippe bütün baskıları kitaplığında topladığında bacaklarına kavuşacağını düşünür. Yine de çok yalnızdır Guylain. O denli bir başınadır ki evindeki balığıyla konuşur uzun uzun. Balığı her öldüğünde gidip aynı desende balıktan alıp fanusa koyar ve hep aynı isimle seslenir ona. Ama hayatı trende tesadüfen bulduğu akıllı bellekle değişir ve belleğin içinde bulunan günlükleri okudukça yazılanların sahibi Julie âşık olmaya başladı. Julie bir alışveriş merkezinin tuvaletinde görevlidir ve o da Guylain gibi tutunmaya çalışanlardan sadece birisidir. O da işini hiç sevmez ve sevmediği bu dünyadan kelimelerin dünyasına kaçarak kendini iyileştirmeye çalışır. Çok da iyi bir hayal gücü olduğu yazdıklarından anlaşılmaktadır. Guylain banliyöde artık onun günlüklerini okumaya başlar ve birden herkesin ilgiyle dinlediğini fark eder. Arkadaşı Gusippe’nin dedektifvari sorgulamaları sayesinde Julie’yi bulur ve ona kocaman bir çiçek demeti ile birlikte mektup yazar. Şaşkınlıktan ne yapacağını bilemeyen Julie merakla Guylain’ı bekler.

Diderlaurant bize süslü cümleler kurmaz. Altı çizili satırlar sunmaz ama hikâyesi o denli etkileyici ki karakterlerle bir gönül bağı kurup onlar için üzülürken bir taraftan da iyi olmaları için sayfaları çevirmeye başlıyorsunuz.

6.27 Treni iki mutsuz insanın, en dipte yaşayan iki karakterin özne olduğu ve kelimelerle hayatlarını sağaltmaya çalıştıkları bir dünyanın hikâyesi.

Her Perşembe Guylain annesine telefon ederdi. Annesinin salondaki koltuğuna rahatça kıvrılmış, seyretmeden televizyona bakarak, 1984’ün o Ağustos günü kocasının gidişiyle içine sürüklendiği ebedi şaşkınlık halinde donup kalmış halde oturduğunu biliyordu” diyerek anlattığı anne karakteri de dâhil olmak üzere romanda yer alan herkes yalnız ve mutsuz. Aslında alt metne dikkat edildiğinde birçok mesajı var kitabın. Kahramanımızın kitapların imha sürecine duyduğu tiksintiyle kitap düşmanlarına ve kitap oburluğuna sağlam eleştiriler yöneltirken özel sektörün işçi sınıfı üzerinde oluşturduğu baskı ve mezalime de değiniyor sık sık. Yine de kalabalık yalnızlıklar içinde debelenip iş hayatında kendine yabancılaşan “insan” bir yol bulup kafkavari bir böcekleşme yaşamadan hayata tutanabiliyor bu romanda. Okuyucuya umut aşılayan hikâyesiyle Diderlaurant okunmayı ve üzerine konuşulmayı hak ediyor. Bazı bölüm geçişleri indeki kopukluk dışında gözüme çarpan bir eksisi yok. Hikâye edişindeki kendiliğiyle de edebiyat dünyasında kalıcı olacağa benziyor.

Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf

Boşluğa karşı söylenmiş bir hikâyenin yansıması

“Ben pencereye uzanmayı çok isterken
fakat uzanacak durumda değilken
bana o gökyüzünün taklidini yapmış olana.”

Hiç kimse” diye başlıyor kitap ve yukarıdaki ithâf sözleriyle devam ediyor. Hafızam beni yanıltmıyorsa, geçtiğimiz aralık ayında Twitter’da Lefèvre (@leumacen) adında birine rastladım. İnceledikçe, yazdıklarında ve okuduklarında samimi biriyle karşı karşıya olduğumu söyledi bana, içimden ve edebiyatçı yanımdan gelen bir ses. Sonra aynı yazarın “baliktim” diye bir grubunun varlığından haberdar oldum. Yazar bu grubu bir okyanus olarak düşlüyor ve üyelerine de her sabah “günaydın sevgili balık” diye başlayan e-postalar gönderiyordu. Kitabına olan merakım ise bu gruba üye olduktan sonra daha da ivme kazandı. Her sabah kısacık bir kitap pasajı, bir şarkı ve bazen de bir şiir düşmeye başladı e-posta kutuma. Bazı bazı aklımızın bile bize yâr olmadığı günümüzde, bu şarkılar ve pasajlar günümün çok güzel bir yoldaşı oldular. Sonra yazarın Ankara’da yaşadığını öğrendim ve artık kitabını okumam için “bütün şartlar” tamamlanmış gibiydi. Çünkü Ankara; “sevdiğim ikinci şehir” diye tanımladığım, gönlümün ve hayatımın en güzel yerlerinden birinde duran anılar yumağı. O “gri şehrin” kokusunu getirsin diye belki de bana, başladım kitabı okumaya. Ama bir solukta değil. Daha yavaş, daha sakin… İçime sindirmek istermiş gibi, cânım Ankara’nın kokusunu.

Eşyanın sonsuz gizine inanan” yazar, daha kitabın ilk sayfalarında Nâzım’ın “inanın çocuklar” dizelerini hatırlatan cümlelere düşürüyor yolumu. Şöyle diyor: “İnanıyor. Yaşamak için inancını diri tutuyor, inancının dizlerine dökmüş olduğu o zorbalığı biliyor. Dirayetini inancıyla, inancını kendini gizleyerek besliyor.

Umuda dair pek çok cümleye rastlıyorum kitapta. En somutlarından birisi de yine şöyle: “Yeni bir nevresimi yatağına serdiğin an, bu nevresimlerle ilk uyuduğun gece, o gecenin sabahı, her şeye dair umudunun tazelendiği o keskin öğle vakitleri…” Bu cümleleri okuyunca, uzansanız umuda dokunacakmışsınız gibi bir his büyüyor içinizde. Öyle elle tutulur, öyle gerçek ki umut etmenin o güzelliği…

Fakat umudu insanlar tarafından kırılmış bir yazara da rastlıyoruz aynı zamanda. “Eninde sonunda, ağladığın yastığın nevresimlerle yalnızca bir biçim değiştirdiğinin farkına varıyorsun. Bu yutkunmanı biraz daha zorlaştırsa da hiçbir şey olmamış gibi kahvaltı hazırlamaya devam ediyorsun.” cümleleri, bir kırgınlığın izleri olsa gerek. Devamındaki “Uykunu bölen kâbusları bir unutuşa itiyorsun sessizce, kahvaltının sana verdiği mutluluğu hissetmeye çalışıyorsun. Kahvaltı, senin mutlu anlarının simgesi. Bir çağrışım yapar umuduyla kavanozdan çeşitli reçeller çıkarıyorsun.” cümleleri ise aklıma iki güzel şairi düşürüyor: Cemal Süreya ve Didem Madak. Cemal Süreya, kahvaltı üzerine belki de en güzel sözleri söyleyen şair. “Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem / Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı.” sözleri ile pek çok kişinin yolu bir yerlerde kesişmiş olmalı. Ah’lar Ağacı’nın “efsûnlu” şairi Didem Madak ise “Annem çok sevinmelerin kadınıydı / Bazen sevinince annem gibi / Rengârenk reçeller dizerim kalbimin raflarına” diye anlatmıştı, kalbinin raflarına dizdiği renkli reçelleri. Bu iki şairin şiirlerinin muazzam bir birleşimi olarak düşlediğim cümlelerle tamamlanıyor kitabın 27. sayfası: “Bir şeyin eksik olduğunu düşünüyor, buzdolabının önünde dakikalarını harcayarak bekliyorsun. Kızarmış ekmeğin üzerine çilek reçeli sürdüğün o kimseyi unutamıyorsun.

Aynı zamanda “çok sevmek”le ilgili bir kitap Var Olmayan. Zîrâ “Ruhunu adıma bin bir parçaya bölüp bedenimin bin bir parçasına dağıtan bu insanı koru, onu kendinden dahi sakın, sakın ki hayatına dair yeşermeye yüz tutmuş umut tohumlarım solmasın.” cümlelerinin mesnedi, “çok sevmek”ten başka bir şey olamaz sanıyorum.

Sonra yazarın “aynı masada oturduğumuz gerçeğini gidişin bile örtemiyor” cümlesi aklıma Franz Kafka’yı getiriyor. Milena’ya “Yanımda yürüyordun Milena, düşünsene, yanımda yürümüştün” demişti Kafka. “Aynı masada oturmak” ya da “yan yana yürümek”… İnsan bazı anları zihninden söküp atamıyor ve hatta “insan bazı günleri kitapların arasında saklayıp kurutmak istiyor.” Sonra ise sakladığın her gün için iki damla gözyaşı bırakmak dünyaya…

İlerleyen sayfalarda, yazara yine çok sevmenin kurdurduğu cümlelere rastlıyorum: “İçinde ay ve deniz geçen binlerce cümle kurdun, gördüğüm deniz ve ay artık daha güzel biliyorum. Senin sayende.” Bu cümleler ise beni bir başka şiire götürüyor. Metin Eloğlu’nun “Lokman Hekim’in Sev Dediği” adlı, sevgi üzerine yazılmış o muazzam şiire. “Yarın sabahlar seni sevdiğim için icat edildi.” demişti şair. Velhâsıl, insan sevmeye bir bahane ararsa, mutlaka buluyor. Öyle ki insan sevince, denizi ve ayı bile daha çok içselleştiriyor.

Mezarlığa bırakılan kurumuş çiçekleri kitap aralarında yaşatmayı sevdiğimi bildiğinden, bir çiçeği koparmak yerine koparılmışları bulup bana hediye ediyordun.” cümlesini kuran yazarın ince ve hisli biri olduğunu anlıyorum ve kitabı bu yüzden de bir solukta bitiremiyorum. Nicelik olarak az olsa da nitelik olarak “çok” bir kitap, Var Olmayan. Yazar kelimelerle rûhunuza dokunuyor, varsa kapanmamış yaralarınızı kanatıyor, hatta belki yeni yaralar da açıyor; fakat bir o kadar da kelimeleriyle rûhunuza şifa olabiliyor.

Yolu sevgiye düşen herkesin, aynı yolunun bir gün bu kitaba da düşmesini diliyorum ve kitabın tamamını buraya eklemeden, yazımı yine kitaptan birkaç cümleyle bitiriyorum: “Denizi ilk gören bir çocuk, ‘Biri musluğu açık unutmuş!’ diye düşünmüş müdür dersin? Ben düşünmüştüm, o günden beri de musluk hep açık. Kapatmaya da yeltenmesin kimse.

Nur Özyörük
twitter.com/nurozyoruk

Dünyayı ciddiye alarak yaşayan bir yüreğin sancısı

Tezer Özlü'den geriye kalanların adıdır Kalanlar.

Ferid Edgü' nün önsöz yerine başlıklı yazısıyla başlar kitabımız. Kitaplarına değinerek anlatır Özlü'yü. İnsan kalma uğraşını, hüznünü, içindeki karmaşık yolları, acıya ve baskıya başkaldırışını...

Yazarımız bu kitapla tüm benlerini toplayıp uçurmak, yaşamın ucuna doğru yolculuğa çıkmak ister. İnsanları kimi zaman birer fabrika ürünleri olarak görür ancak gelgitleri buna izin vermez ve insanları tanımadan bunun genel bir yargı olacağından bahseder. Hiçbir yere ait olamamanın, bir kimseye sahip olamamanın sancısını çeker çoğu zaman da. Fotoğraflarından gördüğümüz o gözlerindeki hüzünlü yalnızlıktan bellidir aslında kalbinin sancısı. "Ben bendim. Zaman yaşanmış zamandı. Birkaç yaşanmamış zamanda eklenmişti bu zamana. Kemerle bağlanmıştım acılarım vardı."

Ben dışarıya bakan bir pencereyim, der Kalanlar’da. Yaşadığı manik depresifin etkisiyle ne içine kapanabilir ne de dışarıya açılabilir. İki tarafta naftalinli kalbini sıkar. Çok sevdiği üç yazar olan İtalo Svevo, Cesare Pavese, Franz Kafka hayatının önemli bir bölümünü oluşturur. Cesare Pavese hayranlığı ise dikkat çekicidir. Pavese'nin intihar acısının peşinden sürüklendiğinden bahseder. Kitaplarıyla yetinmeyip Kafka’nın peşinden Prag’a, Pavese’nin peşinden ise Torino’ya kadar acının izini sürer. Vefatından 4 yıl sonra ablası Sezer Duru tarafından kitaplaştırılmış bu kitap Tezer Özlü'nün anılarından, günlüklerinden, karalamalarından, kıyıda köşede kalmış cümlelerinden oluşur.

"Her sabah yepyeni bir dünyaya kalkıyorum. Her akşam dünyanın bütün yorgunluk acı ve çelişkileriyle dayanamaz duruma geliyorum.". Sırtında taşıdığı insan olma çabası bir yüktür kendisine çoğu zaman. Yaşamdan ve insanlardan etkilenişi,acıyı sahiplenişi dünyayı dayanılmaz kılar. Nereye ait olduğunu bilemez. Kalbinin içine sıkışmış durumdadır. Bazı insanlara ise özel yakınlık duyar. "Yalnız yaşı olmayan ve dünyalarını kendi içlerinde taşıyan insanlara dayanabildiğimi görüyorum."

"Yazı yazmak isteğinin dış dünyaya karşı bir tür savunma olduğunu daha bir algılıyorum. Yaşamın kendisinin yazı yazmaktan çok daha gerçek, çok daha derin olduğunu da biliyorum. Sözcüklerle yaşamın derinliğini vermeye hiç olanak yok… Sözcükler insanın yanında yatan diğer bir insanın yürek çarpışlarını duyurabilir mi?". Yaşamla ve ölümle hesaplaşmak için yazıyorum diyen Tezer Özlü sözcüklerin yetersizliğinden bahseder. Ancak dünyanın acısını ve yetersizliğini anlatmanın da başka bir çözüm yolu yoktur. Onu rahat bırakmayan sözcükler onu uyutmayacaktır da. Psikoza girecek hale geldiğinde yazabildiğini, iç dünyasına ise yazarak egemen olduğunu söyler: "Yazmayı keseceğim. Yeter. Gece ilerledi. Neredeyse bir çocuk doğurabilirim."

Dünyayı ciddiye alarak yaşayan bir yüreğin sancısıdır Kalanlar.

Beyza Bağcıer
beyzannur93@gmail.com

23 Şubat 2018 Cuma

Tövbenin gölgeliğinde beklemek üzerine şiirler

"Dua edip ağlamak, işlemediğim suçlara tövbe etmek, bir anneninkinin yerini tutmasa da, bağışlanmanın bir okşayışa benzeyen tadını duymak istiyorum."
- Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı

Uzun zamandır elime şiir kitabı aldığım yoktu. Romandan da uzaklaşmıştım. Bazen tuhaf bir cümle karşıma çıkıyor aynı hisleri taşıdığım ve ben o cümledeki konuyla arama duvar örüyorum. Mesela Tim Parks'tan okuduğum "roman evrensel bir yalandır" cümlesi. Öykü daha çok seviyorum, ne yalan söyleyeyim. Şiir ise bir ihtiyaç. Bunu doldurma bir cümle olarak kurmuyorum, sahiden bir ihtiyaç. Ekmek gibi, su gibi, hava gibi. Ve uzun bir süre bu ihtiyacı gidermediğim için zihin yorgunluğu yaşadığımı hissettim. Tam da bu esnada önüme güzel bir kitap düştü. Adıyla ferahlık verici: Tövbe Gölgeliği.

Suavi Kemal Yazgıç, tanıdığım en üretken şair-yazar insanlardan biri. Bu üretkenliğinin ardında sağlam bir aile babası olmasının da etkisi olsa gerek. Kuvveti ailesinden alana yol bitmez. Neşe de keder de insanın yaşamı özümseyebilmesi için birer kilit oluverir. Kapılar açılır boyuna. Her kapıdan yeni bir şiir doğuverir. Yazgıç, uzun yıllardır birçok dergide görünmesine rağmen adını eskitmemiş, şiddetli görünürlüğün zehrine karşı kendini koruyabilmiş bir isim. Şiirleri, durduğu yeri belirgin kılıyor. Yalınlığı, sadeliği ve bu ikisinin zarafetini. Daha önce yayınlanan Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince ve Heves adlı şiir kitaplarını almış, okumuş, sevmiştim. Özellikle Heves, ismiyle ve cismiyle şiir kitaplığımın özel bir yerindedir.

Tövbe Gölgeliği'nde 69 adet şiir var. Kelimelerin insanın kendine dair olan hikâyesini anlatmada en hakiki araç olduğu kabulüyle, bazı şiirlerin isimlerinden Yazgıç'ın genel tavrını, üslubunu ve kitaptaki temayı yakalayabiliriz: Annemin Son Hıdrellezi, Kasımpatı İçin İlahi, Şehir ve Kış, Gurbet Havası, Hayat Ağacının Gölgesi, Burada Olmak, Kaybolmanın İmlası, Hayatın Anlamı, Dünyaya Reddiye, Mesaiden Önce, Bir Ruh Macerası, Ağır Aksak, Taşıran Damla, Ağır Yanlış, Tahta At, Kıyametin Kıymeti, Son Nefeste Şahitlik, Kayboluş, Tırnaklarım Uzadıkça, Geçen Gün Ömürdendir, Bir Nefeslik Gölge, Son İçin Dua...

İmam Bûsîrî'nin "Ve sığın tövbe gölgelerine, odur en serin hurma altı" cümlesiyle açılan kitap, "ipin bir ucu bende / diğer ucu dünyada" mısralarıyla okuyucuyu karşılıyor ve aslında şairin dünyaya direnmesine dair uzun bir hikâyeye misafir oluyor. "Belki bir uykuyum / yorgun bir adamım yolda / bitab bir bakış / ya da soğuyan bir cesedim belki de" dizeleriyle varoluş sancısını aşikâr ediyor şair. Fotoğraflarda gülümsese de mendillere sığınıyor çoğu zaman. Annesini arıyor, özlüyor. Hiçbir zaman ölmeyen anneliği. Dünyaya reddiye yazarken "dünya dönüyor / ve ben / bir sıkımlık canımla / dönüyorum / iki adımlık dünyaya" diyerek bu reddedişin ne kadar zor olduğunu, ölüme dek süren bir mücadele gerektirdiğini belirtiyor aslında. Onca kartvizite ve kariyer planlamasına rağmen bizi bir avuç toprağın beklediğini söylüyor.

Şair uyarır. Ama bunu mihraptaki bir hoca gibi değil, geçen zamanın şahidi olan bir tarihçi gibi yapar. İncitmeden sarsar, bağırmadan kızar. Kaşını çatar, suratını asar ama tebessümünü de eksik etmez. Yazgıç'ın dizelerinde mizah doğrudan görünmese de aslında hakikatin karşısında yaptığımız onca seviyesiz davranışın muhakkak ortaya çıkacağına dair anlamlar izlenebilir. Mesela "insan denen insan / suyu kapattı insana" dizeleri bana çürümüş, yıkılmış, yok olmuş sokak çeşmelerini hatırlattı. Devamındaki "oysa suya kalsa / bir yolunu bulurdu" dizeleri ise çeşmelerin insandan insana bir yol çizdiğini, paylaşmayı ve güçlenmeyi sağladığını hissettirdi. Su çünkü: "Aşardı toprağı, dağı, betonu / taştan kalpleri aşamadı / kaskatı kafalara işleyemedi / oysa suya kalsa / insanı bulurdu."

Yaşadığımız enformasyon bombasıyla birlikte gittikçe değersizleşen hassasiyetlerimize değinmek de şairin asli görevlerinden biridir. Yazgıç, Masamda Kudüs şiirinde bu konuyu işlemiş. "Filistin / bilgisayar ekranımda yanıp sönen / bir son dakika haberi / bir dakikalığına kahrolacağım / ve az sonra unutacağım / bir son dakika mazlumu / 1948'den beri" diyerek kalplerimizde tozlanan, hatta çoktan tozlanmış Filistin konusunda ne kadar samimi(yetsiz) olduğumuzu ortaya döker.

Hem fırtına koparacak hem de sükunet getirecek sözler arıyor Suavi Kemal Yazgıç. Bu sebeple de bazen gölge serinliği yaşatıyor bazen de gölge karanlığı. Havf ve reca arasındaki ömrümüzün başlangıcını belki de şu dizelerle özetliyor: "Uzak diyarlardan geldik / ve rüzgâr / bıraktı bizi bu yabana / haritamız yırtık / pusulamız kırık / tek ü tenha kaldık."

Bir türlü tam manasıyla yaşanılamayan tüm mevsimler içimizdeki yarığı genişletir, derinleştirir. Doğayı kendinden uzaklaştıran insanın acziyeti kabuk bağlar. Sürekli kanar da insan yine de anlamaz. Şiir anlatıverir bir gölgelikte...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Yıllarca gizlenen bir aşkın inişli çıkışlı hikâyesi

Sadece Avusturya edebiyatının değil dünya edebiyatının da en büyük yazarlarından biridir Stefan Zweig (1881-1942). Onun eserleri acı, hüzün ve ıstırap kadar sevgi, merhamet ve vicdan ile de yoğurulmuştur. Yazılarındaki karamsarlık kötülükten ziyade melankolik bir romantizm barındırır. Anlattığı bütün olumsuzluklara rağmen alt metin okuyucudan olumsuzluğu gidermesi için yardım istiyor gibidir. Hemen hemen bütün eserlerinde benzer ümitsizliği ve çaresizliği görmek mümkündür. Onun yazıya aktardığı bitimsiz ümitsizliğin kaynağı doğrudan hayattır, insanlıktır. İçine düştüğü hengâmeden yazarak kurtulmak istiyordur adeta. Zweig insanlığın gidişatından öylesine mustariptir ki sahip olduğu naiflik intihar sebebi olmuştur.

Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, Stefan Zweig’ın öykü-roman arası diyebileceğimiz onlarca eserinden biri. Telifsiz oluşu nedeniyle piyasada birçok yayınevinden baskısı bulunuyor. Bu yazıda ele alınan eser Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan ve çevirisi Ahmet Cemal’e ait olan altmış sekiz sayfalık kitapçık. Kitabın sonunda çevirmenin yazar ve eser hakkında kısa bir değerlendirmesine yer verilmiş. Yazarın diğer eserleri gibi bunda da yoğun duygu akışı baştan sona yüksek seviyede devam ediyor. Eserde hüzünlü bir aşk hikâyesi üzerinden Stefan Zweig’ın hisli ve kırılgan dünyasına tanık oluyoruz.

Hikâye, ünlü bir yazarın evinden ayrı geçirdiği birkaç günden sonra eve dönüşünde biriken postayı gözden geçirmesiyle başlıyor. Tanımadığı birinden gelen bir mektubu okumaya başladığında sıradan günlerinden birini yaşayan yazarı mektup bittiğinde tükenmiş hâlde buluyoruz. Yıllar önce bir kız çocuğuyken aynı binada kalan (artık kadın olmuş) birinden gelen mektup bir anlamda yazarın kendisini tanımasına vesile oluyor. Mektupta anlatılanlara göre annesiyle yaşayan kızın annesinin evlenmesi sebebiyle yazarın yaşadığı binadan taşınması gerekmiştir. Sonraki yıllarda yazarla bir kaç defa karşılaştıkları ama yazarın onu tanımadığını söyleyen kadın ilk günden beri ona âşıktır. Zaten yazarla karşılaşmalarına sebep olan da kadının bu aşkıdır. Zira kadın aşkı için yazarın evinin bulunduğu sokağa gelerek yazarı görmek ve ona görünmek için çaba sarf etmektedir. Bu karşılaşmalarda birlikte zaman geçirmişler ve kadının yazardan bir de çocuğu olmuştur. Fakat yazarın bundan haberi olmamıştır. Kadın, çocuğun ölümüyle birlikte bir mektupla her şeyi açıklamayı tercih etmiştir. Mektupta yıllar boyu çektiği sıkıntıları anlatan kadını hiçbir şey yazarın onu tanımaması kadar yaralamamıştır. Son ana dek süren bu ümitli bekleyiş çocuklarının ölümüyle nihayete ermiştir. Sevdiği insandan ona kalan tek yadigâr olan çocuğu öldüğüne göre kadının da yaşamasına gerek kalmamıştır.

Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu’nda yıllarca gizlenen bir aşkın tek taraflı diyebileceğimiz inişli çıkışlı hikâyesini anlatılıyor. Tek taraflıdır çünkü kadının kendisine âşık olduğundan haberi dahi olmamıştır yazarın. Hayatına giren diğer kadınlardan birisidir o. Kadına göre yazarın kimseye kötülüğü yoktur hatta herkese karşı son derece naziktir fakat gününü gün eden, vurdumduymaz, çevresine ilgisiz bir yaşam tarzı vardır. Bu özelliği onunla iletişime geçmesine engel olmuştur. Aşkını açıklamamasının nedenini yazarın kendisini tanımamasına bağlayan kadın, çocuğu söylememesine gerekçe olarak ise yazara, istemeyeceği bir sorumluluk yüklememek olarak açıklıyor. Yıllarca aşkı uğruna çektiği yoksulluk, sıkıntı ve aşk acısını hiçe sayan kadın yazara dair hiçbir kırgınlık taşımadığını belirtiyor fakat intihar ederken geride bıraktığı bir mektupla sorumluluk yüklemekten kaçındığı omuzlara çok daha ağır bir yük bırakıyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

21 Şubat 2018 Çarşamba

En ciddi mesele: gönül aynasını parlatmak

"Muzaffer Efendi bir sohbetinde 'Biz kırk haramiler gibiyiz. Kalp çalarız' diyor. Tosun Baba da bizim kalbimizi çaldı."
- Yurdaer Doğanata (AKWA)

15 Şubat 2018 tarihinde, Amerika'daki Cerrahî Dergâhı'nın postnişini Tosun Bekir Bayraktaroğlu, nam-ı diğer Tosun Baba vefat etti. Allah sırrını takdis etsin. Onun hayat hikâyesinin okunabileceği "Amerika'da Bir Türk" kitabı, hem bir insanın manevî arayışına hem de bu arayış farkındalığına erişmesinden evvelki sınavlarına dair çok kıymetli bir kitap. Bu kitapta Tosun Baba'nın özellikle Muzaffer Efendi'den hilafet alana kadarki yaşamı çok dikkatimi çekmiş, kendisini kilometrelerce uzaktan da olsa takip etmeye çalışmıştım. O esnada Sufi Kitap önce "Bil! Bul! Ol!" (Şubat 2016) sonra da "Gönül Çerağını Uyandırmak" (Eylül 2017) kitabını neşretti. İlkini çıktığında, ikincisini Tosun Baba'nın vefat ettiği gün almıştım. Bir vefat haberi, ne zamandır okumak istediğim kitaplardan birini seçmemi işaret etti. Tosun Baba'nın yirmi yıldır dervişlerine ettiği nasihatlerinden birkaç tanesini içeren Gönül Çerağını Uyandırmak'ı seçtim ve bir gecede bitirdim.

Kitap sanki bir vasiyet gibi. İki bölüme ayrılmış. "İnci Yetiştirmek: Güzel Ahlak İçin Bir Rehber" ve "Aynayı Parlatmak: Dervişlerin İç Dünyalarına Dair". Hemen anlaşılıyor ki Tosun Baba sohbetlerinde her zaman güzel ahlakı ve iyi insan olmayı üzerine basarak irdelemiş. Modern zamanlarda insanın iç dünyasını kazımasının zorluklarını bilmiş bir şeyh olarak da sık sık Eşrefoğlu Rûmî Hazretleri'nin nasihatlerine başvurmuş. Burada, efendisinin öğüdünü dinlediği apaçık. Zira Muzaffer Efendi ona hilafet ve irşat görevi verirken şaşırıp "bizim ne haddimize" diye telaşa kapılan Tosun Baba'ya "Bizim dediklerimizi heybeye at, zamanı gelince ve lazım olunca oradan alıp kullanırsın." demiş. Tosun Baba da birçok sohbetinde hem 'büyükler'in yazdıklarından ve konuştuklarından istifade etmiş, aktarmış. Temiz, saf ve yalın bir yol bu. Hakiki bir yol. Bilhassa geçmişiyle hâlâ tanışamayanlar için pratik, heyecan verici bir yol.

İlk bölüm adı gibi, küçük bir rehber. Küçük burada mütevazı bir sıfat çünkü içindeki bilgilere erişmek, onları anlayıp özümsemek ve hayata geçirmek büyük bir emeği gerektiriyor. "İşin zor kısmı, zayıflığımızı, batıl istikamette olduğumuzu kabul etmek ve hastalığın sebeplerini araştırmak" diyor Tosun Baba ve şu kritik önerilerde buluyor: "Sebepler; toplum, arkadaşlar, hatta aile, dış etkiler veya kişinin kendi hataları, cehalet, kibir ve hırs olabilir. O zaman bu sebepleri ortadan kaldırmaya çalışmalıyız; mekânımızı, hayat tarzımızı ve kendimizi değiştirmeliyiz. En zoru ise kendimizi değiştirmektir. Hiçbir bahane bulmadan ve kendimize acımadan halimizden utanmalıyız. Kendimizi yalnızken ve halk içinde suçlamalı ve nefsin hoşuna gitmeyecek rahatsız edici işler yapmalıyız. Cimriyseniz, dışarı çıkın ve tüm paranızı harcayın, güvenlik duygunuzu dehşete düşürün. Korkaksanız, korku hissinizi tetikleyecek tehlikelere atılın, ancak tedbiri ihmal etmeyin. Genellikle hastalığın zıddıyla tedavi edildiğini unutmayın."

Arkadaş, yoldaş, sırdaş. Bunların hayatta ne kadar önemli bir yerde olduğunu anlatıyor Tosun Baba. Çünkü kendi hayatında, bilhassa sanatla olan ilişkisinde, çevresindeki insanların derbederliği ve hovarda yaşamı onda öylesine izler bırakmış ki arkadaş seçimini çok önemsiyor. Buna iş ve evlilik hayatı da eşlik ediyor elbette: "Allah için arkadaş edinin. Bu dünya O'ndan O'na bir yolculuktur ve bu yolculuk zor ve tehlikelerle doludur. Tek başına yol alınamaz; ama tek amacı eğlence, servet, gençlik ve güç kullanarak keyif çatmak olan kişiyle de yola çıkılmaz. Böyle bir yolda kısa zamanda keskin görüşünü kaybedersin, şakalar tat vermez ve gücün tükenir. Bu bulanık hususiyetlere dayanan dostluk nefrete dönüşebilir. İhtiyacınız olan kişi, bu yola Allah rızası için çıkmış ve sizi de aynı amaçla yol arkadaşı olarak seçmiş kişidir."

Nefsin altmış sekiz kusuru, evin bir duvarına asılıp sık sık okunması gereken bir metin. İlk madde ucun: manevi makamdan gurur duyma. Sonrasında riya, kibir, haset, cimrilik, kin, küfür geliyor. Özünde iyi insan olabilmeyi ve davranışları güzel biçimlendirmeyi öğütleyen çok güzel bir kılavuz bu metin. Özellikle son altı kusur; işte, evde, sokakta bizim için savunma stratejisi olabilecek güzellikte: Düşmanınızla arkadaşmış gibi davranmak, işinde dürüst olmamak, başkalarına tuzak kurmak, Allah'ı unutma derecesinde dünyayla özdeşleşmek, insanların acısından zevk almak, hatalarından ötürü esef etmemek.

Sünnet vurgusunu sohbetlerinde Resul-i Ekrem'in dualarıyla pekiştiren Tosun Baba, bazı kritik dualarla nefes aldırıyor ve bu dualara sık sık başvurmamız gerektiğini hatırlatıyor. Bu dualardan birinin altını kuvvetlice çizmişim, sanırım çevremde en çok rastladığım ve fazla etkilenip öfkeye, kine dönüştürdüğüm için: "Allahümme inni eûzü bike min eş-şikâki ve'n-nifâki ve sûil-ahlâki. Allah'ım! Düşmanlıktan, iki yüzlülükten ve kötü ahlaktan sana sığınırım."

Kitabın ikinci bölümü tasavvufi okumalar yapmış herkesin aşina olduğu metinleri içeriyor. Özellikle varlığın yedi mertebesi ve nefsin şehirleri. Hakikate ulaşmak için iki adım başlığında 'yola girmek' için iki soruyu kendimize sormamız gerektiğini ifade ediyor Tosun Baba. Sorulardan ilki şöyle: Kalbinizle ve ruhunuzla bu dünyaya bağlılıktan ve ahirette cennete girme arzusundan feragat edebilir misiniz? İkinci soru dervişliğin kolay lokma olmadığına verilecek yüzlerce misalden biri aslında: Nefsiniz, egonuz, diğer insanların sizin hakkınızda düşündüğü şeylerle ilgili endişlerinizden bir adım uzaklaşabilir mi? Bugün bir sohbet esnasında namaz kıldığını söylerken eğilip bükülen, bir parça sakal bıraktığı için acaba hakkımda ne düşünülür diye endişlere düşen, kazancını temin ederken ilk meselenin helal olmasına özen göstermeyen biz modern zaman insanları için ne hakikatli sorular öyle değil mi? Bu soruları aşan, aşabilen muhakkak yola çıkar. Elbette bir 'rehber'in yoldaşlığıyla.

Kitabın son metinlerinden yedi vadi, Feridüddin Attar'ın Mantıku't Tayr isimli eserlerinden uyarlanmış. Çaba ve gönülden istemek üzerine kurulu. Çerağı uyandırmak başlıklı yazı ise Abdülkadir Geylânî Hazretlerinin bir mektubundan adapte edilmiş. Tosun Baba, mürşidi -Allah ondan razı olsun- Muzaffer Ozak'ın öğüdünü o kadar özümsemiş ki birçok kaynaktan yararlanmış, o kaynakları kullanarak yazmış, yorumlamış ve sohbetlerinde anlatmış.

Gönül aynasını parlatmak mesele. Asıl hikâye ondan sonra başlıyor. Parlatmayı düşleyen aslında yola çıkmış oluyor. Parlatmak için bir şeyler yapan aslında yola girmiş oluyor. Gönül aynası parlamaya başladığında perdeler de kalkmaya başlıyor, benlik kabuğu çatlıyor, nefsin zehirleri akıyor, hakikat ışıldıyor. Tosun Baba kitabını şöyle bitiriyor: "Eğer O'ndan, O'nunla O'nu dilersen, ilahî sırların nuru gönül aynana düşecektir."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

20 Şubat 2018 Salı

Sokrates’in İnadı: Euthyphron, Kriton Diyalogları ve Sokrates’in Savunması üzerine bir deneme

“Daidalos’un ustalığından ya da Tantalos’un servetinden daha çok isterdim sözlerimin yerinde durmasını, hatta sabit kalmasını.”
- Euthyphron, Dindarlık Üzerine

“Sokrates felsefeyi gökten yere indiren, onu şehirlere yerleştiren, evlerin içine sokan ve yaşam, yaşam tarzı, iyi ve kötü hakkında araştırma yapmaya zorlayan ilk kişiydi.”
- Cicero

Platon, Euthyphron (Ötifron, Yunancada “düz, doğru düşünceli” anlamına gelir) diyalogunda “tek bildiğinin hiçbir şey bilmediği” olan Sokrates ile “dindarlığa ve dinsizliğe ait tanrısal yasaların” bilgisine sahip olduğuna iman etmiş Euthyphron’nun Basilleus’un sarayında karşılaşmalarını ve “dindarlık üzerine” olan konuşmalarını aktarır. Sokrates “gençleri yoldan çıkarmak ve kentin tapındığı tanrılara tapınmamak” ile suçlanırken, Euthyphron Atinalıların kişinin babasını dava etmesinin dine uygun olmayan bir davranış olarak görmesine ve kendisini ayıplamasına karşın babasını cinayet işlediği gerekçesi ile dava etmiştir. Bu davranışı İle tanrıların gazabına uğramaktan veya günaha girmekten çekinmeyen Euthyphron’nun kendince sağlam bir delili vardır. Çünkü tanrıların “en iyisi ve en adaletlisi” olduğuna inanılan Zeus kendi babası Kronos’u haksız yere oğullarını yuttuğu için zincire vurmuştur. Atinalıların Zeus’un yaptığının doğru bulurken benzer bir durumda olan kendi davası ile ilgili çelişki içinde olduklarını savunur. İşte tam bu noktada Sokrates’in verdiği cevap bütün bu diyalogun özünü oluşturur. “Benim için suçlamada bulunmalarının nedeni de bu olabilir mi Euthyphron, birisi çıkıp da tanrılar hakkında böyle çelişkili şeyler söylediğinde söylediklerini bir türlü kabullenemem olabilir mi?

Kendisinin neden savunma yapmak zorunda bırakıldığını böylece ifade eden Sokrates bilgiç Euthyphron’dan kendisine dine uygun olanın ne olduğunu öğretmesini ister. Metin bundan sonrasında sokratik diyalektiğin güzel bir örneği şeklinde gelişir ve nihayetinde Euthyphron’nun kaçar gibi oradan uzaklaşmasıyla sonlanır. Diğer sokratik dönem diyaloglarında da benzerlerine tesadüf edildiği üzere insanlara bilgisizliklerini göstermek isteyen Sokrat diyaloglarında konunun özünü teşkil edecek hususu en iyi bildiğini iddia eden bir Atinalıya soru sormak marifetiyle bilgisizliğinin farkına varmasını sağlamaya çalışır. Sokrates bu Atinalı numuneleri düşüncelerinden vazgeçirmek niyetinde değildir. Aksine doğruyu bulup çıkarmaları için yol gösterir. Sokrat muhataplarına bilgiyi direk vermek yerine onların bir nevi zihinlerinde bilgiyi doğurmasını sağlama gayretindedir. Metin bu yönüyle dine uygunluk, dine aykırılık, dine uygun olanın dine uygun olduğu için mi tanrılar tarafından sevildiği yoksa tanrılar tarafından sevildiği için mi dine uygun olduğu, saygının mı korkunun mu önce geldiği, dindarlığın ne olup ne olmadığı gibi konularda hakikatin ne olduğundan çok Euthyphron’nun bilgisinin hakikatten ne kadar uzak olduğunun ispatıdır. Mesela dine uygun olan ile dine aykırı olanın ne olduğunu soran Sokrates “tanrıların sevdiği şey dine uygundur, sevmediği şey ise dine aykırı” cevabını aldıktan sonra “…ama Euthyphron, tanrıların birbiriyle kavga ettiklerini, anlaşmazlığa düştüklerini, hatta aralarında düşmanlık olduğunu söylemiyor muyuz?.. O zaman bu ifadeye göre aynı şeyler hem dine uygun hem dine aykırı olmalı... Senin şimdi babanı cezalandırmak için yaptığın şeye bakalım; bunu yapman Zeus’un hoşuna gidiyor, Kronos ve Ouranos’un nefretini çekiyorsa…” şeklinde süre gelen sorularıyla Euthyphron’u köşeye sıkıştırır.


Bana kalırsa Atinalılar bir insanın akıllı olup olmamasını hiç de umursamaz, yeter ki o insan kendi bildiklerini başkasına öğretmeye kalkmasın.” diyen Sokrates, Euthyphron ve onun gibilere hakikate giden yolu gösterirken bu yol gösterme serencamının onu icbar edeceği hakikati tüm açıklığıyla haykırır; “Büyük bir nefret doğdu bana karşı iyice bilin bu gerçeği. Beni mahkûm edecek şey işte budur.

Devlet adamları, ozanlar, sanatkârlar… Bütün bu insanlarla bilgeliğin ne olduğuna dair konuşan Sokrates “diğerlerine, hem de pek çok insana, özelliklede kendilerine” bilge göründüklerini ama “hiç de öyle olmadıklarını hiçbir şey bilmedikleri halde kendilerini biliyormuş zannettiklerini kendisinin en azından bilmediğinin farkında olduğu için bu insanlardan daha bilge göründüğünü ve tüm bu süre gelen konuşmalar neticesinde insanlara bilmediklerini gösterdiği için birçok azılı düşman edindiğini” anlatır. Sokrates pratik bir felsefeye geçişin öncüsüdür yani hayat tarzı ile fikirleri birbirinden ayrılmaz niteliktedir. Mahkeme heyetinin arzu ettiği şeklide bir savunma yapmanın kendini ölümden kurtaracağını biliyorken o savunmasında ikna edici olanı değil doğru olanı anlatır. Bunun Sokrates’in ruh ve bedene dair felsefesi ile ilgisi yadsınamaz bir gerçektir. İnfazından birkaç saat önce geçtiği düşünülen Phaidon diyalogunda savunduğu gibi ona göre esas olan ruhtur ve beden ise ancak araçtır. Ölümü “ruhun başka bir yere göçmesi” olarak tanımlayan filozof idam edilmeyi değerlerinden ödün vermeye tercih edecek kadar teorik ve pratik ayrımını kendi yaşamından çıkarmıştır. Yine felsefeyi terk etmesi veya sürülmesi karşılığında hayatını bağışlanacağı ihtimaline karşı o hakikatin arkasında durma pahasına ölümü tercih etmiştir. Ölmeden bir gün önce kendisini kaçırmak için hapishaneye gelen arkadaşı Kriton ile olan diyalogunda da “daha önce söylediğim sözleri, böyle bir duruma düştüm diye yabana atamam” diyerek bu teklifi reddetmiştir. Çünkü Sokrates’e göre “hiçbir şeklide bile bile eğrilik etmemek ve eğriliğe eğrilikle karşılık vermemek gerekir.” Yine o bireyin devlet ile “zorla ve aldatılmadan berî, kısa zamanda karara zorlanmamış” bir sözleşme üzere olduğunu ve ne pahasına olursa olsun en başından mutabık olunan bu sözleşmeyi delemeyeceğini savunduğu için baldıran zehrini diğer ihtimallere tercih etmiştir.

Taha Selçuk
twitter.com/ecztaha