“Dağlar Devrildiğinde: Ebedi Nişanlı” Kırgız-Türk edebiyatının ‘Ata’sı Cengiz Aytmatov’un son romanı. 2007 yılında yayınlandı ve ertesi yıl Aytmatov vefat etti. Son romanı olması münasebetiyle üzerinde ayrıca durulması gerekirdi. Fakat takip edebildiğim kadarıyla roman, kültür edebiyat dünyamızda gerektiği kadar yer bulamadı kendine. Yazılma amacı ve verdiği mesajlar bağlamında kendi klasmanında son dönem romanları içinde en üzerinde durulması gereken roman olmasına karşın hem de. Ben de bu sebeple Aytmatov’un bu eseri üzerine bir şeyler söylemek zorunda hissettim kendimi. Şunu da vurgulamak isterim ki yazıyı olabildiğince kısa tutmaya çalıştım ve pek çok cümlemi kestim. Bir dergi yazısı olmasından dolayı derdimi tam mânâsıyla anlatabileceğim bir yazının geniş bir özeti gibi oldu.
İsmine ve serlevhasına (ön kapağına) bakar bakmaz başlayan bir roman. Kapakta ilk dikkati çeken koca bir kaplan ve arkasında yüksek binalar, gökdelenler ve yoğun bir ışık cümbüşünde tam bir modern kent, metropol. Kedigillere dâir sığ bilgilerimiz ve dolayısıyla aynı familyadaki birbirine benzer anasırı birbirinden ayırt etme yetimizin sınırlılığından ötürü sonraları kaplanın aslında pars olduğunu anlamamız! Tabiatın çetin yırtıcılarından pars ve çağın karşı konulmaz bir gereklilikmiş gibi insanlığa dayattığı yerleşim modeli; metropol. Eser, kapağındaki bu çelişkiyle okuru içeri çekiyor, sayfaları çeviriyorsunuz ama çıkışı yakalamanız pek mümkün olmuyor. Hatta kitap bittiğinde bile roman bitmiyor. Sorgular, tenakuzlar, düşünüşler, düşüşler uzun süre devam ediyor. Aytmatov’un Dağlar Devrildiğinde’ye kadar kaleme almış olduğu sosyopolitik romanlar, hep aynı tema üzerinden yürümüştü. Fakat son romanda bu tema bu defa başka bir istikamete evrilmiş. Yine bir siyasal-iktisadi sistem eleştirisi var bu eserde. Ancak Beyaz Gemi, Gün Olur Asra Bedel, Cengiz Han’a Küsen Bulut, Toprak Ana gibi romanlardaki Sosyalizm düzeninin derin sembollerle tenkit edilmesi Dağlar Devrildiğinde romanında Kapitalizmi –Pazar ekonomisi düzenini- semboller üzerinden ama daha aleni tenkite bırakmış. Nitekim sy. 115’te yazar “Sosyalizm zorbalığından kurtulup da Pazar bataklığına saplanıp kaldığımızı birçokları anlayamıyor. Pazar kendisiyle iyi geçinmeyenleri helak ediyor.” diyor.
Dünyanın ve/veya fertlerin kaderi üzerine de çok güçlü tahliller yine bu romanda karşımıza çıkıyor. Yine semboller üzerinden ama diğer romanlarından daha açık bir dille bunu yapmış Cengiz Ata. Kapitalizmin vurduğu bu çağın insan ve evren açısından incelemesini bu roman üzerinden birkaç alt başlık altında yapacağım. Bunlar: Tabiat, Kadın, Ezilenler, İnsan Ruhunun Kendisiyle Savaşı, Kader bahsi. Ve elbette bu alt başlıklar ayrı ayrı işlenirken doğal olarak defalarca giriftlik arz edecek.
TABİAT:
Yazıyı kaleme almak amacıyla kitabı tekrar incelemek için elime aldığımda kitabı okuduktan sonra araya şöyle bir not düşmüş olduğumu gördüm.
“Yaşayamaz mı beşer / Öldürüyor niçin tabiatı? / Yaşayamayacak beşer / Öldürdüğü için tabiatı!”
Tabiat kelimesi ilk olarak zihinde sadece nebatat âlemini canlandırsa da o âlem içinde barınan hayvanlar alemi de hemen sonra algılanıverir. Tabiatın iki canlı unsuru bitkiler ve hayvanların, pazar ekonomisi belasıyla karşı karşıya kalışı ve kapitalizm canavarı karşısında çaresizce kente sokulup zevk alma ve daha çok kazanma hırsının birer vasıtası olarak araçsallaştırılmış olması, romanın en temel mesajlarından biri. Örneğin özel bir günde sevdiğiniz birisine en meşhur çiçekçiden en güzel çiçekleri satın almak bizim için o kadar büyük bir sevgi göstergesi haline gelmiş vaziyette ki... Bunun Pazar ekonomisinin bizi kendi dümen suyuna sokup, bundan da memnuniyetsizlik duymamızı engelleyen bir vasfının olması şu satırlarda daha net anlaşılacak. İnsan ve tabiat ilişkisinde çok anormal sayılması gereken şeylerin şimdilerde nasıl sıradanlaştırıldığını da göreceğiz.
“...Çok garip ama çiçekler de alınıp satılırmış meğer! Kimin aklına böyle bir şey gelirdi ki, zira çiçekler kendi kendilerine yetişirler, yanlarından atlı geçerken hayranlıkla seyrediliriler. Belki çocukları sevindirmek için koparıverirsin ama ticaretini yapmak, bu çok gülünç bir şeydi...” (sf.104)
Sahra’da vahşice yapılan cip yarışları: Arsen Samançin’in Taşafgan’dan dinlediği bu hikayeyi kısaca şöyle özetleyerek hatırlayalım; petrol zengini birkısım Araplar dünyada belli sayıda üretilen sıradışı ciplerle Sahra çölünde birbirlerine çarpa çarpa, birbirlerinin kafalarını gözlerini yararak, engin çölde vuruşarak yarışıyorlar ve bitişe en son gelen cip benzin dökülerek yakılmak suretiyle cezalandırılıyor. Petrol babaları da -yarışı kaybeden de dahil- hep birlikte pahalı içkiler içip yanan cipten çıkan ateşin etrafında dans ediyorlar. Aytmatov’un bu noktada kurduğu şu cümleler sarsıcı: “... Neticede iyi eğlenmiş oluyorlar ya önemli olan bu. Böylece bir zamanlar develerin üzerinde kumlara bata çıka gittiklerini unutuyorlar. Devenin ayağı sürçmesin ve o kum denizinde kaybolup gitmesinler diye Allah’a dua eden bedeviler olmadıklarını ispat ediyorlar...” (sf.134) Bu yarışmaların Yüce Yaradan’ın sonsuz kudretini hesaba katmaksızın hatta O’na meydan okurcasına gerçekleştirildiği anlamını çıkarıyor Aytmatov. Nefsin doruklarında hissedilen zevklerin birer aracı haline getirilen tabiat. Ve Allah’ın kudretine isyan. Pazar ekonomisine yenilen insanın indiği dip işte bu. Yine zenginlerin yüksek köylere ve dağlara doymak bilmez zevk arayışlarının bir sonucu olarak pars(leopar) avlama etkinlikleri düzenlemelerini ve Caabars’ı kitabı okuyanlar hemen hatırlayacaklar.
KADIN:
Piyasa ekonomisi ve popüler kültürde kadının yeri günümüzde en çok tartışılan konulardan biri. Kadının liberal dünya düzeniyle birlikte erkek egemen toplumun baskısında sıyrılıp özgürlüğüne doğru yol aldığını savunanlar birinci cenah ve kadının görünürde özgürleştirildiği ancak arka planda piyasada ekonominin başları tarafından esasında meta haline getirilip işi bitince bir kenara atılan eşya muamelesine maruz bırakıldığını savunan ikinci cenah var. Bu ikinci cenah kitle kültürü dahlinde kadının bedensel güzellik, ses, cinsel çekicilik vb. özellikleri kullanılarak yine kitleleri istenilen mecralara çekebilmek için birer vasıta görevi gördürüldüğünü de düşünüyor. Kadının özgürleştiğini savunanlarsa kişinin istediği iş, meslek veya sanat dalında rahatça yükselebildiği ve kadının da tıpkı erkekler gibi haklara sahip olup onlarla eşit yaşadığını iddia ediyorlar. Bu eşitlik tartışmaları hemen sonra pozitif ayrımcılık tartışmalarına yol açıyor ki burada devreye kapitalizmin dayattığı feminizm sorgulanmaya başlıyor. Kadın özgürleşti iyi oldu ama şu Feminizm gibi şeyler de çok abartılı diyen ortayolcu üçüncü bir cenahı da sayabiliriz.
Romanda kadının kitle kültüründeki yerini ‘Aydana’ temsil ediyor. Bir taşralı olan Arsen Samançin entelektüel camia içinde yükselip saygın biri haline gelince ses sanatçısı meşhur Aydana ile sevgili oluyor. Birbirlerini çok seviyorlar, dillere destan aşklarını herkes biliyor. Popüler kültür içinde yaşayan ama fikren popüler kültüre muhalif olan Samançin, sevgilisini bu efsunlu yaşamdan uzaklaştıramıyor. Uzaklaşmanın adı sevgililerin birbirinden uzaklaşması olarak konuluyor. Aydana, zaman içinde eski popülerliğini yitirirken Samançin de onu unutuyor. Aydana’nın kitle kültürü içinde metalaştırılan kadını temsil ettiği açıkça görünüyor. “...O ân bir şeyin farkına vardı. Hem Aydana hem acımsız şef Kurçal unutulmuş, bilincinde sönmüşlerdi ve artık umurunda bile değillerdi. Demekki idoller sönebiliyor ve düşmanlar gölgede kalabiliyormuş.” (sf. 180)
Şu alıntı da kapitalist düzende kadının neye evrildiğini anlatıyor ve bu evrilimin suçlusunu arıyor peki ya suçlu kim veya kimler: “Eski zamanlarda güzel bir kadını ata bindirip kaçırırlardı. Oysa şimdi dolar dolu bir çuvalda omuzlayıp götürüyorlar. Hatta bu devirde kadın kendi arzusuyla dolar yılkılarına büyük bir hızla gidiyor. Yılkıcılarsa milyonerlerin ta kendisidir ve her yılkıcı kendi dolar yılkısını sürer, otlatır. Böyle yaşıyoruz işte. Başka da bir çıkış yolu yok. Hepimiz pazarda itişip kakışıyoruz. Kimsenin suçu yok bunda Pazar ekonomisi herkese hükmediyor. Ama düşünülecek olursa yine de suçluyuz. Bir sürü gibi güdülerek yaşadığımız için suçluyuz.” (sf. 95)
EZİLENLER:
Pazar ekonomisi düzeninde varlık içinde olanlar ile yokluğa sabretmek zorunda kalanlar arasındaki makas gitgide açılıyor. Kapitalizmin karşı konulmaz sonucu olarak birbirlerinden nefret eden iki kutup doğuyor: Zenginler ve Fakirler. Kitle iletişim araçlarının gelişmesi ve herkesin her şeyden her an haberdar olup alt seviye ekonomik güce sahip olanların sıradışı bir lüks yaşam biçimiyle yaşayanları aleni görüp gözlemlemesi içlerindeki yokluk ateşini nefrete dönüştürebiliyor. İç sorgular, çözüm üretememe, nefsin hep daha fazlasını arzulaması derken yokluğun aklı darlandırması, ekonomik adaletsizlik karşısında dünyaya sıhhatsiz bir göz ve sevgiden yoksun bir kalple bakılmaya başlanması kendini ezilmiş hisseden alt tabakanın kolay yoldan zengin olma planları ve bu uğurda her şeyi yapabilecek kadar gaddarlaşıp hayvanlaşması örnekleriyle sıkça karşılaşıyoruz. Televizyonlarda, gazetelerde, internet haberlerinde gördüğümüz pek çok elim olayın temelinde bu bahsettiğimiz düzen adaletsizliği ve insanların kendilerini insan kılan manevi değerlerden gittikçe uzaklaşması yatıyor. Ezilenler ezenlerin yerine geçme arzusuyla yanıp tutuşmaya başlıyor. Tarım ve hayvancılıkla doğal ve mütevazı yaşamlarından istediği gelirleri elde edemeyen köylüler, kentlerde işçi-köle pozisyonuında çalışmaya başlıyor ya da kendilerine gayrimeşru farklı alternatifler üreterek çokça para kazanmaya çalışıp insanlıktan çıkıyorlar.
Romanda pars avı organizasyonu için kendi yörelerine gelen Arap zenginlerine yardımcı olacak olan Arsen’in çocukluk arkadaşı Taşafgan’ı ele alalım. Taşafgan ve arkadaşları yüklü bir para kazanma hırsıyla icabında cinayetler işlenebilecek sinsi bir plan yaparlar. Kitaptaki şu bölüm: “Taşafgan ve arkadaşlarının kaybedeceği hiçbir şey yok. Onlar haydutça hazırlanmış, bu işe konsantre olmuşlardı. Bu delice para hırsı yüzünden her şeye hazırlar... Ah lanet olsun eski dostu sınıf arkadaşı Afgan da hayvanlaştı ve şimdi globalleşmeden duyduğu nefretle karşısına kim çıksa hemen yok etme hazırlığında.” (sf.187) ezilmişlik hissinin insanı götürdüğü kirli mecrayı ve onların bozguna uğrayan psikolojilerini anlatıyor.
İNSAN RUHUNUN KENDİSİYLE SAVAŞI:
Bu madde bir önceki başlıkla bağlantılı olarak, genel bir Kapitalist düzen eleştirisinin ve bu düzenin İnsan ruhuna yaptığı vurgunları anlatan kapsamlı bir bölüm olacak. Şuradan başlamak gerek: Kapitalizmin yarattığı kaosun adına düzen demek ne kadar doğru! İnsanlar yokluk, sefalet içinde oldukları halde bunun farkında değiller/değilmiş gibi yapıyorlar ve hayatlarından memnunmuşçasına yaşamaya devam ediyorlar. Çelişkiler yumağı insanlığı ve tüm dünyayı öyle bir sarmış vaziyette ki doğru düzgün nefes alıp verdiğimiz bile şüpheli.
Kitle kültürünün dayatıları karşısında cebinde bir lokantaya oturup karnını doyurabilecek kadar parası olmayan birinin cebinde son çıkan ful özellikli cep telefonunu görebiliyoruz. Ya da cüzi bir maaşla işçi, memur vs. pozisyonunda çalışan birinin yüksek kredilerle nispeten lüks bir otomobil sahip olabildiğini görüyoruz. Anne babaları üç kuruşa tarlada, fabrikada, bulaşıkhanede geçimlerini sağlamak için çalışırken çocuklarının marka takıntılı hale geldiğini görüyoruz... Bu örnekler o kadar uzatılabilir ki... Bu, düzen dediğimiz kaos ortamının insanın cebinden sonra ruhunu da yokluğa ve mezellete sürüklediğinin göstergesi değil de nedir? Ve esas soruninsanlık ve dünya için budur. İşsizler, mutsuzlar, cinayetler, ansızın asabileşme, depresyonlar, psikolojik rahatsızlıklar belki de insanlık tarihinin en doruk noktasında. Bunların hepsinin temelinde adaletsizlik var. Adaletin olmadığı yerde insanlıktan bahsetmek zordur. Hatta Victor Hugo’nun da dediği gibi “iyi bir insan olmak kolaydır ama zor olan adil olmaktır.”. Pazar ekonomisi, kitle kültürü kaos ortamında adaletten ve âdil olmaktan bahsetmek çok güç. Bilhassa ekonomik adaletten bahsetmek... Dünya üzerinde her gün 12 milyar insana yetecek kadar üretim gerçekleştirilirken 7 milyar nüfusun 2 milyarı açlık yaşıyor. Yaklaşık 5 milyar insan 12 milyarlık bir rızka hükmediyor. Tüm bunlar karşısında insan ruhunun bu çağda hâlâ sıhhatli olduğunu söyleyebiliriz. Doyumsuzluk, hırs, tüketme çılgınlığı, yarışlar, daha üst bir makam için ayak kaydırma oyunları, ezilmişlik psikolojisi, tanrısal hissetme, intikam güdüleri, sevgisizlik, hoşgorüsüzlük, adaletsizlik, yalan, iftira.. Toplumların en büyük savaşı birbirileriyle ve çevreleriyle değil doğrudan doğruya kendi içlerinde ve kendileriyle. Savaşı kaybeden kendini de kaybediyor ve düzenin içinde çarkın bir dişlisi haline dönüşüyor. Savaşı kazanabilene ise çok sık rastlanılmıyor. Romandan sorgulamalar, tenakuzlar ve yok etme güdüleri ile dolu alıntılarla bu bölümü sonuçlandıralım:
Yazar: “Ruh iyilik ve kötülüğün mahallidir.” (sf. 41)
Yazar alt tabaka için sözlüyor: “Bugünün oligark diye adlandırılan para babalarının kendisini ayakları altında ezmelerine tahammül etmeleri imkansızdı. Paralarına para katsınlar tabiki kim ne diyebilir? Fakat burada sorun cinayetten namusunu satmaya kadar ne kadar pis iş varsa yapıyor olmaları. Öyleyse neden bu ilişkileri kolaylaştırmak için önlerinde eğilip hizmet etmeli? Bu darbeye öyle bir darbeyle cevap vermeliydi ki gökteki yıldızlar yeryüzüne dökülsündü.” (sf. 50)
Yazar: “Aslında herkes pazarın içinde hummalı bir arayış içinde. Fakat başaranlar parmakla sayılacak kadar...” (sf. 54)
Yazar : “Ve bir şeyler elde etmek için diğerinin fikrini yok etmek, hayatını mahvetmek, kadını bir robota dönüştürmek gerekse...” (sf. 54)
Yazar: “...demek oluyor ki toplum yeni nesillerin ihtiyaçlarını karşılayamıyor ve modern dünya onlara ’sen toplumun işine yaramazsın, gözümüze görünme, kaybol! Biz işe yarayanlar ise limuzinlerimize binmeye devam edeceğiz.’ Diyordu sanki” (sf. 60)
Taşafgan: “Niçin dünyada böyle şeyler oluyor ve hiç kimse bunun hesabını vermek istemiyor. Birileri zevk ve sefaları için ciplerini yakarken neden diğerleri yani bizler çocuklarımıza okula gidebilmeleri için bir ayakkabıyı bile almaktan aciziz.” (sf. 135)
Yazar: “Sıradan ve beylik gibi görünüyor olabilir ama insan şahsi ve çetrefilli meselelerini çözmek zorunda kaldığında dünyanın ne kadar garip yaratılmış olduğuna her defasında bir kez daha kanaat getiriyor. Doğduğundan beri hep çelişkilerle kundaklandığından daima bocalayıpduruyor.” (sf. 196)
Yazar: “Pazar ekonomisi ağına sadece insanları değil, onların ruhlarını da düşürüyordu.” (sf. 209)
Taşafgan: “...ve değil mi ki bütün enerji kaynakları parayla satılıyor o hlde Orta Asya’nın da sahip olduğu her şey paraya çevrilebilir. Dünyada her şey alınır satılır cinsindendir.” (sf. 210)
Arka Kapak: “Düynö ordundabı? Dünya yerinde mi? Ta çocukluğundan beri çeşitli vesilelerle köylülerden sıklıkla duyduğu bu cümle şimdi durduk yerde aklına geliverdi. Evet, görünüşe bakılırsa dünya da yerindeydi, nerden nasıl içine düştüğü bu eski okulu da. Hatta işte şu sıradağlar bile aynıydı. Fakat insanın içindekiler, ruh dünyası tamamen yıkılmış mahvedilmiş olabilirdi. İşte bundan dolayı herhangi biri tekrar be tekrar sorabilirdi: Düynö ordundabı?” (sf. 158)
KADER BAHSİ:
Romanda kader bahsi üzerinde yoğun bir vurgu var. Kader dahlinde Pazar ekonomisi içinde insanoğlunun tükenişi ve yok oluşu kaçınılmaz bir netice olarak değinilmiş çoğu yerde. Yazımızın başlığının sebebi de budur. İnsanlığın Son Düşüşü. Şöyle bir şey söylersek yanılmayız sanırım: Roman, kıyamet öncesi insanoğlunun yeniden derlenip toparlanma, titreyip kendine dönme ve yeniden bir insanlık medeniyeti inşa etme sürecine girme kanallarının kapandığını anlatmaya çalışmış okura. Ciddi bir yeis, karamsar ve çıkmaz sokaklara düşmüş bir halet-i ruhiye. Kader bahsine ilişkin alıntılarımız şöyle:
Arsen: “Pazar ekonomisi denilen fırtınaya hiçbir kürsü karşı koyamaz.” (sf. 43)
Arsen’in Görünmeyen Kapılar ve Ölüme Mahkumiyet notlarından: “Kaderin gerçekleşecek her eylemin önceden planlanmış ve aralanmış görünmez bir kapısı var.Kimin alnına bu kapıdan geçmek yazılmışsa bunu ancak o eşiği geçtiğindeve diğer tarafın esiri olduğunda anlar.” (sf. 104)
Falcı Çingene: “Kader ölümden yücedir. Kaderden kader gelir, ölümden hiçbir şey.” (sf. 264)
Kapitalizm ve kitle kültürü bağlamında romanın verdiği mesajları birkaç maddede toparlayıp bitirelim:
Sosyalizm belasından kurtulan dünya kapitalizm (pazar) belasının ortasına düştü. Ama bu defa tehlikenin farkında değil. Mankurtluk hâli. Farkındaysa da durumundan memnun gibi görünüyor.
Köylülerin tarım ve hayvancılıktan ümit kesip zenginlerin uşaklığını yapan ve ettikleri uşaklık kadar kıymetleri olan aşağı bir hüviyete dönüştüğü gerçeği ile karşı karşıyayız. Ve köylülerin girişimci ruhlarını açığa çıkartan kara düzen! Girişim bireyi her zaman müspet mecralarda tutamıyor bazen illegal eylem ve alanlara itiyor. Çünkü o kadar para kazanma arzusu ve o kadar hırs ancak nefsin kontrolünde bir yola sokuyor fertleri.
Kadın metalaştırılmış ve tabiat her şeyiyle alınır satılır bir mal konumuna düşürülmüştür.
Ruhlar mutluluğa aç. İç buhranlar yıkıcı etkide. Ve kader ruhları mutlu edecekse önce karşılığında ağır bedeller ödetiyor.
Toplumsal, kitlesel bir kurtuluş bu defa mümkün görünmüyor ancak fert bazındaki direnişlerle bazıları bu savaştan galip çıkacaklar. Bir bakıma öğrenilmiş çaresizlik. Bu insanoğlunun yenilgisi, kader karsışındaki çaresizlik. Bunun içinde her şeye rağmen aşk duygusu ile fertler sonsuz gücü kendilerinde bulabilirler.
Her şeyin karşısında aşk fertlerin ruhunu temizleyen en muazzam direnç en büyük kuvvet olarak resmediliyor.
M. Tuğrul Çolak
twitter.com/mtc_tugrul
16 Ocak 2018 Salı
Neden hep eve dönmenin yollarını ararız?
"Eve dönmek
kendime sarkıntılık etmekten başka nedir?
orada, arada bir beni yoklar
intihara ayırdığım zamanlar
bunlar temiz, kül bırakan zamanlardır
düzgün sabuklamalardan bana kalan."
- İsmet Özel, Of Not Being A Jew
Bizden ne kadar uzak bir coğrafya ya da ruh iklimi olursa olsun, bizimle aynı şeyleri yaşamış o kadar çok insan var ki... Aslında 'o kadar çok insan' denince belki de cümlede bir küçümseme oluyor, dolayısıyla 'mevzu' küçük kalıyor. Alejandro Zambra bu küçük gibi görünen kitabında işte uzaktaki yakınlığı büyük kılıyor, büyülü bir basitlikte ama son derece derin, travmalı ve izli yazıyor romanını. Eve Dönmenin Yolları hem fizikî hem de kalbî, iki mana taşıyor. Dönüyor ama hangi eve? Döndüğümüz ev hâlâ bizim mi? Bir evimiz var mıydı sahi?
1973'teki Şili darbesinin çocuklar üzerindeki etkisini deneme-roman türünün en güzel örneklerinden biriyle sunuyor Zambra bu eserinde. Kaybolmanın, hatırlamanın, çocukluğun, ailenin, dünya devrilirken hayatın devam etmesinin, kıyamet esnasında hâlâ kaçabilme umudu taşımanın duygusal hâllerini anlatıyor. Bunu yaparken güçlü karakterler yaratmaktan çok sadeliğin, sıradanlığın, doğallığın gücünü kullanıyor. Dolayısıyla kitap da otobiyografik ögeler taşıyor. Metni İspanyolcadan çeviren Çiğdem Öztürk'ü de kutlamak gerek. Bir kitap bu kadar özelse, çevirmeni sayesindedir. Öte yandan bu kitap zannediyorum ki kitap dostu olanlar için de çok kişisel gibi görünen ama doğrudan onları ilgilendiren cümleler barındırmasıyla da özel bir yerde duracaktır. Mesela: "Şimdi son yıllarda yaptığım en iyi şeyin bazı kitapları kendimi adayarak, tuhaf bir sadakatle, sanki içlerinde bana ait bir can, kadere dair bir iz varmışcasına yeniden okumak olduğunu düşünüyorum."
Şili darbesinden 12 yıl sonra, 1985 depremi de şüphesiz çocuk dünyasını baştan aşağı değiştiriyor. Çadır hayatı, yemek sıkıntısı, korku ve güven eksikliği, sürekli bir endişe, kaygı ancak her şeye rağmen dayanışmanın umudu, dayanıyor oluşun. Depremin 'her şeyin ansızın bitebileceği'ni söylemiş olması hâlâ hepimizin kulaklarında değil mi? Zambra bunu şöyle ifade etmiş: "Eğer çıkartılması gereken bir ders varsa onu çıkaramadık. Şimdi düşünüyorum da zemine duyulan güveni kaybetmek iyi bir şey, her şeyin bir anda tepetaklak olmabileceğini bilmek şart. Ama biz bütün olan bitenin ardından öylece her zamanki hayatımıza geri döndük."
Toplumu romanın sadeliğine, sakinliğine yakışır biçimde eleştiriyor yazar. Mesela öğretmenlerin sadece öğretmen olduğunu ve yaşamında hiçbir yere sahip olmadıklarını usulca söylüyor. Hatta öğretmenler coşturmaktan çok caydırma işine yarıyor Şili'de. Hileler, sahtekârlıklar öğretiliyordu ve çocuklar da bunları hem öğreniyor hem de uyguluyorlardı. Kitap sevgisinin, yazma eyleminin kendi keşifleriyle ortaya çıktığını anlatıyor yazar sonra. Ancak kendi gibi insanların sayısının ne kadar az olduğunu da bir-iki karakter üzerinden gösteriyor. Bunu yaparken de ukala olmuyor, tam aksine toplumca bir zavallılıktan bahsediyor: "Büyükler öldürürken ya da ölürken biz bir köşede resim yapıyorduk. Ülke paramparça olurken biz konuşmayı, yürümeyi, peçeteleri katlayarak kayık ve uçak yapmayı öğreniyorduk. Roman örülürken biz yok olmak için saklambaç oynuyorduk."
Sessiz kalınmasından, bilinçli bir sessizlikten nefret ediyor yazar. Bilmenin karşılığına susmanın konulması onu rahatsız ediyor. Üstelik bundan yakınacak ve politik gelişmeler karşısında hiçbir duruş ortaya koymadan, kayıtsızlığın rahatlığına, bir nevi kafa konforuna bulaşan insanlara da suçlu olduklarını söylemekten geri kalmıyor, ailesine bile. Genel düşüncesi ise şöyle: "O zamanlar ağaçların ya da kuşların isimlerini bilmiyorduk. Lüzumu yoktu. Az sözcükle yaşıyorduk ve bütün sorulara aynı cevabı verebiliyorduk: Bilmiyorum. Bunun cahillik olduğunu düşünmüyorduk. Buna dürüstlük diyorduk. Daha sonra ufak ufak ayrıntıları öğrendik. Ağaçların, kuşların, nehirlerin isimlerini. Ve herhangi bir cümlenin sessizlikten daha iyi olduğuna karar verdik."
Zambra kurduğu romanında yaşam karşısında tek başına durmanın zorluklarını bazen 'tek çocuk'lukla karşılaştırarak anlatıyor. Bu kısa cümlelerde ve nadir paragraflarda, okuyucuyu bir süreliğine biyografi okurmuş gibi bir iklime çekiyor. Tek çocuklar için hayat biraz da nasihat almak ve vermekten ibaret. Ancak zaman geçtikçe tüm nasihatlere kulak kapatıp ve kimseye de nasihat vermeyip 'bozguna âşık olmak', 'yaraları ganimet bilmek' daha fazla kabul görür onlarda. "Tıpkı çocukken ağaçların arasında oynadıktann sonra olduğu gibi" benzetmesini yapar Zambra. Bir yorumu da oldukça gergindir: "Yazarken tek çocukmuşuz gibi davranıyoruz. Sanki hep yalnızmışız gibi. Bazen bu hikâyeden, artık kaçamayacağım bu işten nefret ediyorum. Nefret ediyorum artık kaçmayacağım bu işten."
Şili de kentleşmeden nasibini alır romanda. Mahallelerde çatı katlarında pencereler dikkat çeker ilkin. Yeni katlar gösterişli çatıları beraberinde getirir böylece. Eşitliğin hayali bile ortadan kalkar. Her iki taraf da zalimdir. "Bir yanda hunarharca davranılmış bir sürü ev, öte yandaysa lüks evler var" der yazar.
Okumayı yüzünü kapatmak, yazmayı ise yüzünü açmak olarak değerlendiren Alejandro Zambra'nın ilk defa 2013'te neşredilen bu romanı, Ocak 2017'de dördüncü baskısını yapmıştı. Uzun bir süre daha yaşayacaktır bunca yaşamsızlıkta, diye düşünüyorum. Ve umutla okunacaktır...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
kendime sarkıntılık etmekten başka nedir?
orada, arada bir beni yoklar
intihara ayırdığım zamanlar
bunlar temiz, kül bırakan zamanlardır
düzgün sabuklamalardan bana kalan."
- İsmet Özel, Of Not Being A Jew
Bizden ne kadar uzak bir coğrafya ya da ruh iklimi olursa olsun, bizimle aynı şeyleri yaşamış o kadar çok insan var ki... Aslında 'o kadar çok insan' denince belki de cümlede bir küçümseme oluyor, dolayısıyla 'mevzu' küçük kalıyor. Alejandro Zambra bu küçük gibi görünen kitabında işte uzaktaki yakınlığı büyük kılıyor, büyülü bir basitlikte ama son derece derin, travmalı ve izli yazıyor romanını. Eve Dönmenin Yolları hem fizikî hem de kalbî, iki mana taşıyor. Dönüyor ama hangi eve? Döndüğümüz ev hâlâ bizim mi? Bir evimiz var mıydı sahi?
1973'teki Şili darbesinin çocuklar üzerindeki etkisini deneme-roman türünün en güzel örneklerinden biriyle sunuyor Zambra bu eserinde. Kaybolmanın, hatırlamanın, çocukluğun, ailenin, dünya devrilirken hayatın devam etmesinin, kıyamet esnasında hâlâ kaçabilme umudu taşımanın duygusal hâllerini anlatıyor. Bunu yaparken güçlü karakterler yaratmaktan çok sadeliğin, sıradanlığın, doğallığın gücünü kullanıyor. Dolayısıyla kitap da otobiyografik ögeler taşıyor. Metni İspanyolcadan çeviren Çiğdem Öztürk'ü de kutlamak gerek. Bir kitap bu kadar özelse, çevirmeni sayesindedir. Öte yandan bu kitap zannediyorum ki kitap dostu olanlar için de çok kişisel gibi görünen ama doğrudan onları ilgilendiren cümleler barındırmasıyla da özel bir yerde duracaktır. Mesela: "Şimdi son yıllarda yaptığım en iyi şeyin bazı kitapları kendimi adayarak, tuhaf bir sadakatle, sanki içlerinde bana ait bir can, kadere dair bir iz varmışcasına yeniden okumak olduğunu düşünüyorum."
Şili darbesinden 12 yıl sonra, 1985 depremi de şüphesiz çocuk dünyasını baştan aşağı değiştiriyor. Çadır hayatı, yemek sıkıntısı, korku ve güven eksikliği, sürekli bir endişe, kaygı ancak her şeye rağmen dayanışmanın umudu, dayanıyor oluşun. Depremin 'her şeyin ansızın bitebileceği'ni söylemiş olması hâlâ hepimizin kulaklarında değil mi? Zambra bunu şöyle ifade etmiş: "Eğer çıkartılması gereken bir ders varsa onu çıkaramadık. Şimdi düşünüyorum da zemine duyulan güveni kaybetmek iyi bir şey, her şeyin bir anda tepetaklak olmabileceğini bilmek şart. Ama biz bütün olan bitenin ardından öylece her zamanki hayatımıza geri döndük."
Toplumu romanın sadeliğine, sakinliğine yakışır biçimde eleştiriyor yazar. Mesela öğretmenlerin sadece öğretmen olduğunu ve yaşamında hiçbir yere sahip olmadıklarını usulca söylüyor. Hatta öğretmenler coşturmaktan çok caydırma işine yarıyor Şili'de. Hileler, sahtekârlıklar öğretiliyordu ve çocuklar da bunları hem öğreniyor hem de uyguluyorlardı. Kitap sevgisinin, yazma eyleminin kendi keşifleriyle ortaya çıktığını anlatıyor yazar sonra. Ancak kendi gibi insanların sayısının ne kadar az olduğunu da bir-iki karakter üzerinden gösteriyor. Bunu yaparken de ukala olmuyor, tam aksine toplumca bir zavallılıktan bahsediyor: "Büyükler öldürürken ya da ölürken biz bir köşede resim yapıyorduk. Ülke paramparça olurken biz konuşmayı, yürümeyi, peçeteleri katlayarak kayık ve uçak yapmayı öğreniyorduk. Roman örülürken biz yok olmak için saklambaç oynuyorduk."
Sessiz kalınmasından, bilinçli bir sessizlikten nefret ediyor yazar. Bilmenin karşılığına susmanın konulması onu rahatsız ediyor. Üstelik bundan yakınacak ve politik gelişmeler karşısında hiçbir duruş ortaya koymadan, kayıtsızlığın rahatlığına, bir nevi kafa konforuna bulaşan insanlara da suçlu olduklarını söylemekten geri kalmıyor, ailesine bile. Genel düşüncesi ise şöyle: "O zamanlar ağaçların ya da kuşların isimlerini bilmiyorduk. Lüzumu yoktu. Az sözcükle yaşıyorduk ve bütün sorulara aynı cevabı verebiliyorduk: Bilmiyorum. Bunun cahillik olduğunu düşünmüyorduk. Buna dürüstlük diyorduk. Daha sonra ufak ufak ayrıntıları öğrendik. Ağaçların, kuşların, nehirlerin isimlerini. Ve herhangi bir cümlenin sessizlikten daha iyi olduğuna karar verdik."
Zambra kurduğu romanında yaşam karşısında tek başına durmanın zorluklarını bazen 'tek çocuk'lukla karşılaştırarak anlatıyor. Bu kısa cümlelerde ve nadir paragraflarda, okuyucuyu bir süreliğine biyografi okurmuş gibi bir iklime çekiyor. Tek çocuklar için hayat biraz da nasihat almak ve vermekten ibaret. Ancak zaman geçtikçe tüm nasihatlere kulak kapatıp ve kimseye de nasihat vermeyip 'bozguna âşık olmak', 'yaraları ganimet bilmek' daha fazla kabul görür onlarda. "Tıpkı çocukken ağaçların arasında oynadıktann sonra olduğu gibi" benzetmesini yapar Zambra. Bir yorumu da oldukça gergindir: "Yazarken tek çocukmuşuz gibi davranıyoruz. Sanki hep yalnızmışız gibi. Bazen bu hikâyeden, artık kaçamayacağım bu işten nefret ediyorum. Nefret ediyorum artık kaçmayacağım bu işten."
Şili de kentleşmeden nasibini alır romanda. Mahallelerde çatı katlarında pencereler dikkat çeker ilkin. Yeni katlar gösterişli çatıları beraberinde getirir böylece. Eşitliğin hayali bile ortadan kalkar. Her iki taraf da zalimdir. "Bir yanda hunarharca davranılmış bir sürü ev, öte yandaysa lüks evler var" der yazar.
Okumayı yüzünü kapatmak, yazmayı ise yüzünü açmak olarak değerlendiren Alejandro Zambra'nın ilk defa 2013'te neşredilen bu romanı, Ocak 2017'de dördüncü baskısını yapmıştı. Uzun bir süre daha yaşayacaktır bunca yaşamsızlıkta, diye düşünüyorum. Ve umutla okunacaktır...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
15 Ocak 2018 Pazartesi
Fuzûlî'nin soluğunu ensesinde hisseden adam
Söyleşi türü, yazın türleri içinde biyografi/otobiyografi ve hatıratla beraber belki de en ilgi çekici türdür. Üstelik saydığım diğer türleri de içince barındırması; bir edebiyatçının, tarihçinin, velhasıl söyleşiyi veren her kim ise, o kişinin hayatının bilinmeyen yönlerini, bilinen yönlerinin görünmeyen yüzünü, yapıtlarıyla ilgili şeyleri bizlere aktarması açısından en keyifli ve direkt olarak bazı şeyleri öğrenebileceğimiz bir alandır. Tabii bunda, insan olduğumuzdan dolayı başka insanların hayatını magazinsel olarak merak etmemizin de payının yüksek olduğunu düşünüyorum.
Bir sanat eserini okurken, ondan alacağımız estetik duygu, bilgi veya ânı geçirme isteğimiz, hazır bulunuş hâlimizle yakından ilgilidir. Yani okumaya başlamadan önce ne almak istiyorsak, ona göre kendimizi ayarlarız ve algıda seçicilik denilen durumla beraber bazı şeyler daha çok dikkatimizi çeker. Tabii bu, her sanat eserine uygun olmayabilir ama bilinçli veya bilinçsiz birçok okurun bu durumda olduğunu düşünüyorum. Onur Ünlü’nün söyleşilerini okurken ben de bu durumdayım ve bazı alanlar benim açımdan daha fazla öne çıktı.
Sel Yayıncılık tarafından geçtiğimiz kasım ayında yayımlanan ve “Bir Sürü Endişe” adını taşıyan kitap, Onur Ünlü ile 25 Nisan - 2 Haziran 2016 tarihleri arasında yapılmış on tane söyleşiyi ihtiva ediyor. Bütün söyleşileri gerçekleştiren kişi Alper Kırklar. Bu durumun önemli olduğunu düşünüyorum; çünkü bir kimsenin söyleşilerinin toplandığı kitaplar, bir süre sonra okurun sıkılma belirtileri göstermesine neden olabilir. Çünkü farklı kişiler söyleşi yaparken genelde aynı konular etrafında döndüğü için, söyleşi yapılan kişiye benzer soruların sorulması ve benzer cevapların alınması olasıdır. Bu da okuru sıkabilir. Bunu yakın zamanda yayımlanan bazı söyleşi kitaplarında gördük. Oysa kitaptaki bütün söyleşilerin tek kişi tarafından gerçekleştirilmesi ve belli bir plan dâhilinde gidilmesi bu durumun önüne geçiyor ve bize söyleşisi yapılan kişinin bir bakıma biyografisini de çiziyor. Hâl böyle olunca da okurun kitaptan aldığı keyif daha fazla oluyor.
Bir Sürü Endişe, Onur Ünlü’nün filmlerinin kronolojisine göre düzenlenmiş ve genelde filmler üzerinden yapılmış söyleşilerden oluşuyor. (Yeri gelmişken söyleyeyim: Bu kitabı okumadan önce Onur Ünlü’nün en azından daha çok bilinen filmlerinden birkaçını izlemek, sorulan soruların ve verilen cevapların, okurun kafasına tam olarak yerleşmesini sağlayacaktır.) Fakat Onur Ünlü, sadece senarist/yönetmen değil, aynı zamanda bir şiir kitabına sahip biri. Filmlerinden önce Ünlü’nün şiir ve edebiyat hayatına değinilmesi, yazı ritüelleri, edebiyat hakkındaki fikirleri ve edebiyatı, hayatında nereye oturttuğunun işlenmesi okura filmlerinin arkasındaki senarist Onur Ünlü’yü de gösteriyor. Yazma konusunda şöyle diyor Ünlü: “Bir süre okuduktan sonra, zorunlu olarak sen de bir şey yazmaya başlıyorsun ve yavaş yavaş, kendi kendine bir yol bulmaya çalışıyorsun. Bu hikâye herkeste aşağı yukarı aynıdır.”
Filmlerine göre daha az yer ayrılan şiir bölümünden sonra, Onur Ünlü’nün sinemada oynayan ilk filmi Polis ile filmler hakkındaki söyleşiler başlıyor. Ünlü’nün bu filmlerde aslında ne anlatmak istediğini, filmlerin arka planını, yazım sürecini, ne kadar paraya çekildiğini ve akla gelebilecek hemen her türlü konuyu Kırklar’ın sorduğu sorular sayesinde öğreniyoruz. Son derece şahsına münhasır biri olan Ünlü’nün verdiği cevaplar da çoğu zaman alışılmışın dışında. Kendini sıkmayan, doğal, neyse o hâliyle verdiği cevaplar sayesinde oldukça samimi söyleşiler okuyoruz. Söyleşiler her ne kadar filmler üzerinden gitse de, neredeyse her an, Onur Ünlü’nün hayatı hakkında da birçok bilgiye sahip oluyor okur. Aile hayatından geçirdiği ciddi rahatsızlığa, ekonomik durumundan dinî konulara, ölüm konusundaki düşüncelerine kadar birçok şey hakkında doyurucu ve düşündürücü bilgiler var kitapta. Tabiî ki dünya görüşü ve başka konularda katılmadığım birçok fikri var Ünlü’nün fakat bu fikirlerini öğrenmek, Ünlü’yü tanıma konusunda ciddi bir bilgi sağlıyor okura.
Onur Ünlü ilginç bir senarist, yönetmen, şair. “Bu neyi kafası” derler ya, aynı o durumu yaşadığımız filmlerinin arka planını ve o filmi ortaya çıkaran kişinin hayatını öğrenmek için çok güzel bir kitap Bir Sürü Endişe. Bakalım bu “kafa”dan başka ne gibi güzel senaryolar çıkacak?
Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Bir sanat eserini okurken, ondan alacağımız estetik duygu, bilgi veya ânı geçirme isteğimiz, hazır bulunuş hâlimizle yakından ilgilidir. Yani okumaya başlamadan önce ne almak istiyorsak, ona göre kendimizi ayarlarız ve algıda seçicilik denilen durumla beraber bazı şeyler daha çok dikkatimizi çeker. Tabii bu, her sanat eserine uygun olmayabilir ama bilinçli veya bilinçsiz birçok okurun bu durumda olduğunu düşünüyorum. Onur Ünlü’nün söyleşilerini okurken ben de bu durumdayım ve bazı alanlar benim açımdan daha fazla öne çıktı.
Sel Yayıncılık tarafından geçtiğimiz kasım ayında yayımlanan ve “Bir Sürü Endişe” adını taşıyan kitap, Onur Ünlü ile 25 Nisan - 2 Haziran 2016 tarihleri arasında yapılmış on tane söyleşiyi ihtiva ediyor. Bütün söyleşileri gerçekleştiren kişi Alper Kırklar. Bu durumun önemli olduğunu düşünüyorum; çünkü bir kimsenin söyleşilerinin toplandığı kitaplar, bir süre sonra okurun sıkılma belirtileri göstermesine neden olabilir. Çünkü farklı kişiler söyleşi yaparken genelde aynı konular etrafında döndüğü için, söyleşi yapılan kişiye benzer soruların sorulması ve benzer cevapların alınması olasıdır. Bu da okuru sıkabilir. Bunu yakın zamanda yayımlanan bazı söyleşi kitaplarında gördük. Oysa kitaptaki bütün söyleşilerin tek kişi tarafından gerçekleştirilmesi ve belli bir plan dâhilinde gidilmesi bu durumun önüne geçiyor ve bize söyleşisi yapılan kişinin bir bakıma biyografisini de çiziyor. Hâl böyle olunca da okurun kitaptan aldığı keyif daha fazla oluyor.
Bir Sürü Endişe, Onur Ünlü’nün filmlerinin kronolojisine göre düzenlenmiş ve genelde filmler üzerinden yapılmış söyleşilerden oluşuyor. (Yeri gelmişken söyleyeyim: Bu kitabı okumadan önce Onur Ünlü’nün en azından daha çok bilinen filmlerinden birkaçını izlemek, sorulan soruların ve verilen cevapların, okurun kafasına tam olarak yerleşmesini sağlayacaktır.) Fakat Onur Ünlü, sadece senarist/yönetmen değil, aynı zamanda bir şiir kitabına sahip biri. Filmlerinden önce Ünlü’nün şiir ve edebiyat hayatına değinilmesi, yazı ritüelleri, edebiyat hakkındaki fikirleri ve edebiyatı, hayatında nereye oturttuğunun işlenmesi okura filmlerinin arkasındaki senarist Onur Ünlü’yü de gösteriyor. Yazma konusunda şöyle diyor Ünlü: “Bir süre okuduktan sonra, zorunlu olarak sen de bir şey yazmaya başlıyorsun ve yavaş yavaş, kendi kendine bir yol bulmaya çalışıyorsun. Bu hikâye herkeste aşağı yukarı aynıdır.”
Filmlerine göre daha az yer ayrılan şiir bölümünden sonra, Onur Ünlü’nün sinemada oynayan ilk filmi Polis ile filmler hakkındaki söyleşiler başlıyor. Ünlü’nün bu filmlerde aslında ne anlatmak istediğini, filmlerin arka planını, yazım sürecini, ne kadar paraya çekildiğini ve akla gelebilecek hemen her türlü konuyu Kırklar’ın sorduğu sorular sayesinde öğreniyoruz. Son derece şahsına münhasır biri olan Ünlü’nün verdiği cevaplar da çoğu zaman alışılmışın dışında. Kendini sıkmayan, doğal, neyse o hâliyle verdiği cevaplar sayesinde oldukça samimi söyleşiler okuyoruz. Söyleşiler her ne kadar filmler üzerinden gitse de, neredeyse her an, Onur Ünlü’nün hayatı hakkında da birçok bilgiye sahip oluyor okur. Aile hayatından geçirdiği ciddi rahatsızlığa, ekonomik durumundan dinî konulara, ölüm konusundaki düşüncelerine kadar birçok şey hakkında doyurucu ve düşündürücü bilgiler var kitapta. Tabiî ki dünya görüşü ve başka konularda katılmadığım birçok fikri var Ünlü’nün fakat bu fikirlerini öğrenmek, Ünlü’yü tanıma konusunda ciddi bir bilgi sağlıyor okura.
Onur Ünlü ilginç bir senarist, yönetmen, şair. “Bu neyi kafası” derler ya, aynı o durumu yaşadığımız filmlerinin arka planını ve o filmi ortaya çıkaran kişinin hayatını öğrenmek için çok güzel bir kitap Bir Sürü Endişe. Bakalım bu “kafa”dan başka ne gibi güzel senaryolar çıkacak?
Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
12 Ocak 2018 Cuma
Bu kitap burada bitmez!
"Burada olan benim biyografim değil içsel olaylarımın gerçek akışıdır."
- Giovanni Papini
Hayat çok hızlı ve değişerek geçiyor. Geleceğe dair planlar yapıyor, hayaller kuruyoruz. Bazen kendimizin ortadan kaldırdığı planlarımız çoğu zaman hayatın akışı tarafından yıkılırken, hayallerimiz en başta hayatın akışından dolayı hiç oluşmadan yok oluyor. Bu hengâmeden en fazla nasibini alan özelikle çocukluğumuza dair hayallerimiz olsa gerek. Daha saf, daha temiz, daha katışıksız, daha gerçek -ya da gerçeküstü- bir düş dünyası ile inşa ettiğimiz hayallerimiz bizler büyüdükçe hayatın gerçekliğine çarparak paramparça oluyor. Hiç gerçekleş(e)meyecek olmasına rağmen zihnimizin bir yerinde saklı kalan hayallerimiz hatırımıza geldikçe kalbimizde buruk bir heyecan dalgası bırakabiliyor. Bu durumu salt ümide tevil edemeyiz belki ama biliyoruz ki aslında ‘bitse de bitmiyor’.
Monokl Yayınları tarafından neşredilen Bitik Adam adlı kitap İtalyan yazar Giovanni Papini (1881-1956) tarafından kaleme alınmış. Eserin çevirisi Sinem Carnabuci’ye ait. Yazar, çocukluğundan başlayarak otuzlu yaşlarına kadar geçen sürecin ‘mücadeleci’ hikâyesiyle buluşturuyor okuru. Sıkıntı içinde geçen bir hayatın içsel yansımalarını şahit oluyoruz. Bu yanıyla kitapta on dokuzuncu yüzyılın sonları ve yirminci yüzyılın başlarının İtalya’sını içeren gerçek bir kesit söz konusu. Eserde tek düze bir anlatım yok. Kitaptan edebiyata, sanattan dine, felsefeden toplumsal yaşama kadar kapsamlı ve birbiriyle etkileşimli bir anlatımın olması okumayı tetikleyen bir etken oluyor.
Eserde yazarın henüz çocukken hayata geçirmek için planladığı bir şeyin büyüdükçe hayale dönüşümünü, bir anlamda gerçek olamayışını adım adım izliyorsunuz. Bilgiye ve kitaba hastalık derecesinde düşkün bir çocuğun var olan kitapların yetersizliğinden dem vurmasıyla başlıyor hikâye. Bir sandıktan oluşan kısıtlı bir ev kitaplığına sığamayan çocuk gördüğü/okuduğu kitaplardaki eksik bırakılan noktaların sıkıntısını çekiyor. Kendince yöntemler geliştirerek konuları yeniden yazmaya girişiyor. Notlar alıyor, çizimler yapıyor, yeni yeni kitaplarla tanışıyor. Ailesinin maddi zorluklar içinde olması daha fazla kitapla buluşmasına engel oluyor. Kitap elde etmek için yalan dâhil çeşitli yollara başvuruyor ama istediği kitapların çoğunu elde edemiyor. Kitapçılar ile ilgili iyi duygular beslememeye başlasa da kitap için atan kalbi onu kitapçıların karşısına çıkarmaktan geri durmuyor. Kütüphaneleri mesken tutuyor. Okudukça, öğrendikçe, bilgiye açlığını giderdikçe yaptığı planları revize ediyor. Öğrendiği her yeni bilgi yaptığı planın yeterli olmadığını, yazdıklarının düşündüğü gibi her şeyi kapsamadığını anlamasına sebep oluyor. Revize edilerek yeniden yeniden yapılan planlar her şeyi içerecek olan kapsamlı bir ansiklopedi yazma girişimine dönüşüyor. Daha çok okuyor, daha çok öğreniyor, daha çok yazıyor ve ne kadar çok öğrenirse çaresizliğinin o kadar arttığını görüyor. Bütün bu yaşadıkları onun sadece akranlarından ayrışmasına değil çevresindeki insanlardan da uzaklaşmasına neden oluyor.
Geçen yıllarla birlikte yazarın önceki planları gibi kapsamlı bir ansiklopedi yazma planı da hayale dönüşüyor. Oldukça asi, hırçın ve hırslı bir çocuklukla başlayan ideal, bir o kadar da inatla devam etse de belirli bir aşamadan sonra imkân denilen kavrama takılıp kalıyor. Bu durum onun okuma ve öğrenme isteğine ket vurmuyor ama planını gerçekleştirme yolunda yavaşlatıyor. Artık dünyayı ve insanları farklı bir pencereden görmeye başlıyor lakin bu değişim hiçbir zaman planından vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Kendisi gibi insanlarla tanışıyor, okuyor, düşünüyor, tartışıyor, dergi çıkarıyor, kitap yazıyor. Çabasının kendisini yaptığı plana yaklaştırması gerektiğini düşünürken her geçen gün uzaklaştığını gözlemliyor. Yaşadıkları ve elde ettiği sonuç insanlar için bitmek anlamına gelse de yazar bitmediğini, bitmeyeceğini haykırıyor. Öyle ki bu haykırışı “bitti dediğiniz adam yaptıklarıyla burada, siz neredesiniz” diyerek bir meydan okumaya dönüştürebiliyor.
Okur kitabın her sayfasında hem kitabı okuma hem de yazarın okuma serüvenine şahit olma bağlamında okuma eyleminin çift katmanlı keyfini sürerken yazarın şahsında insanın imkânının sınırlarını keşfediyor. Giovanni Papini’nin, yaşadıklarının iç dünyasındaki yansımalarını ustaca yazıya dökerek aslında kendisiyle birlikte kitapların da hikâyesini yazmış olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla Bitik Adam her kitapseverin kendinden bir şeyler bulabileceği muhteşem bir eser olarak karşımıza çıkıyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
- Giovanni Papini
Hayat çok hızlı ve değişerek geçiyor. Geleceğe dair planlar yapıyor, hayaller kuruyoruz. Bazen kendimizin ortadan kaldırdığı planlarımız çoğu zaman hayatın akışı tarafından yıkılırken, hayallerimiz en başta hayatın akışından dolayı hiç oluşmadan yok oluyor. Bu hengâmeden en fazla nasibini alan özelikle çocukluğumuza dair hayallerimiz olsa gerek. Daha saf, daha temiz, daha katışıksız, daha gerçek -ya da gerçeküstü- bir düş dünyası ile inşa ettiğimiz hayallerimiz bizler büyüdükçe hayatın gerçekliğine çarparak paramparça oluyor. Hiç gerçekleş(e)meyecek olmasına rağmen zihnimizin bir yerinde saklı kalan hayallerimiz hatırımıza geldikçe kalbimizde buruk bir heyecan dalgası bırakabiliyor. Bu durumu salt ümide tevil edemeyiz belki ama biliyoruz ki aslında ‘bitse de bitmiyor’.
Monokl Yayınları tarafından neşredilen Bitik Adam adlı kitap İtalyan yazar Giovanni Papini (1881-1956) tarafından kaleme alınmış. Eserin çevirisi Sinem Carnabuci’ye ait. Yazar, çocukluğundan başlayarak otuzlu yaşlarına kadar geçen sürecin ‘mücadeleci’ hikâyesiyle buluşturuyor okuru. Sıkıntı içinde geçen bir hayatın içsel yansımalarını şahit oluyoruz. Bu yanıyla kitapta on dokuzuncu yüzyılın sonları ve yirminci yüzyılın başlarının İtalya’sını içeren gerçek bir kesit söz konusu. Eserde tek düze bir anlatım yok. Kitaptan edebiyata, sanattan dine, felsefeden toplumsal yaşama kadar kapsamlı ve birbiriyle etkileşimli bir anlatımın olması okumayı tetikleyen bir etken oluyor.
Eserde yazarın henüz çocukken hayata geçirmek için planladığı bir şeyin büyüdükçe hayale dönüşümünü, bir anlamda gerçek olamayışını adım adım izliyorsunuz. Bilgiye ve kitaba hastalık derecesinde düşkün bir çocuğun var olan kitapların yetersizliğinden dem vurmasıyla başlıyor hikâye. Bir sandıktan oluşan kısıtlı bir ev kitaplığına sığamayan çocuk gördüğü/okuduğu kitaplardaki eksik bırakılan noktaların sıkıntısını çekiyor. Kendince yöntemler geliştirerek konuları yeniden yazmaya girişiyor. Notlar alıyor, çizimler yapıyor, yeni yeni kitaplarla tanışıyor. Ailesinin maddi zorluklar içinde olması daha fazla kitapla buluşmasına engel oluyor. Kitap elde etmek için yalan dâhil çeşitli yollara başvuruyor ama istediği kitapların çoğunu elde edemiyor. Kitapçılar ile ilgili iyi duygular beslememeye başlasa da kitap için atan kalbi onu kitapçıların karşısına çıkarmaktan geri durmuyor. Kütüphaneleri mesken tutuyor. Okudukça, öğrendikçe, bilgiye açlığını giderdikçe yaptığı planları revize ediyor. Öğrendiği her yeni bilgi yaptığı planın yeterli olmadığını, yazdıklarının düşündüğü gibi her şeyi kapsamadığını anlamasına sebep oluyor. Revize edilerek yeniden yeniden yapılan planlar her şeyi içerecek olan kapsamlı bir ansiklopedi yazma girişimine dönüşüyor. Daha çok okuyor, daha çok öğreniyor, daha çok yazıyor ve ne kadar çok öğrenirse çaresizliğinin o kadar arttığını görüyor. Bütün bu yaşadıkları onun sadece akranlarından ayrışmasına değil çevresindeki insanlardan da uzaklaşmasına neden oluyor.
Geçen yıllarla birlikte yazarın önceki planları gibi kapsamlı bir ansiklopedi yazma planı da hayale dönüşüyor. Oldukça asi, hırçın ve hırslı bir çocuklukla başlayan ideal, bir o kadar da inatla devam etse de belirli bir aşamadan sonra imkân denilen kavrama takılıp kalıyor. Bu durum onun okuma ve öğrenme isteğine ket vurmuyor ama planını gerçekleştirme yolunda yavaşlatıyor. Artık dünyayı ve insanları farklı bir pencereden görmeye başlıyor lakin bu değişim hiçbir zaman planından vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Kendisi gibi insanlarla tanışıyor, okuyor, düşünüyor, tartışıyor, dergi çıkarıyor, kitap yazıyor. Çabasının kendisini yaptığı plana yaklaştırması gerektiğini düşünürken her geçen gün uzaklaştığını gözlemliyor. Yaşadıkları ve elde ettiği sonuç insanlar için bitmek anlamına gelse de yazar bitmediğini, bitmeyeceğini haykırıyor. Öyle ki bu haykırışı “bitti dediğiniz adam yaptıklarıyla burada, siz neredesiniz” diyerek bir meydan okumaya dönüştürebiliyor.
Okur kitabın her sayfasında hem kitabı okuma hem de yazarın okuma serüvenine şahit olma bağlamında okuma eyleminin çift katmanlı keyfini sürerken yazarın şahsında insanın imkânının sınırlarını keşfediyor. Giovanni Papini’nin, yaşadıklarının iç dünyasındaki yansımalarını ustaca yazıya dökerek aslında kendisiyle birlikte kitapların da hikâyesini yazmış olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla Bitik Adam her kitapseverin kendinden bir şeyler bulabileceği muhteşem bir eser olarak karşımıza çıkıyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
10 Ocak 2018 Çarşamba
Dublörün Dilemması: Klişe mi? Tesadüf mü?
“Okuduğunuz romanda, olayların akışıyla ilgisiz bölümlerin bulunması ihtimali 2’de 1.”
- Dublörün Dilemması, syf. 149
Dublörün Dilemması; Nuh Tufan, İbrahim Kurban, Habip Hobo ve Ferruh Ferman isimli dört ana karakter üzerinden kurgulanmış bir Murat Menteş romanı. Karakterler arası geçiş sayesinde okuyucusunun olayları farklı açılardan görmesini sağlayan yazar okuyucusunu hem şaşırtıyor hem de kitap sonuna kadar ilginin diri kalmasını sağlıyor. Fakat Dublörün Dilemması’nın bu başarısı olaylara farklı karakterler tarafından farklı çözümlemeler getirilmesi ile değil “polisiye film aldatmacası” vari daha sonra aydınlatılmak üzere olayın bir bölümünün bilerek karanlıkta bırakılması ya da okuyucu algısının başka yöne çekilmesi sonucu elde edilmiş. Hülasa roman bu konudaki başarısını okuyucusunu aldatmasına borçlu.
Konusu itibari ile bilim-kurgu yahut ütopya dahi olsa romanın kıymeti yazarın zihninde canlandırdığı dünyayı okuyucusuna aktarabildiği bir bakıma okuyucuyu bu kurguya inandırabildiği kadardır. Bu inandırıcılığı sakat bırakacak iki şey ise klişe ve tesadüftür. “Canımın içi, böyle şeyler yalnızca romanlarda olur” alıntısıyla romana başlayan yazar romanındaki klişe ve tesadüf sarmalını mazur gösterme gayretinde gibi. Romanda ki Nuh Tufan karakteri hem yetim hem albino hem şizofren, İbrahim Kurban zengin, mutasavvıf ve mucit, Ferruh Ferman fabrikatör, kekeme, mafya kayınbiraderi tarafından öldürülmek istenen bir arkeolog, Habip Hobo kılık değiştirmekte mahir, ustasının kitabını tamamlamaya soyunmuş yazar-casus. Tüm bu “orijinallik” yetmezmiş bu karakterlerin birbirleri ile olan münasebetleri de sürekli tesadüfler üzerine oturtulmuş. Bir süre sonra bu kadar “renkli” karakterler ve bir o kadar “tesadüfî” ilişkiler okuyucunun romana inandırıcılığını kaybetmesine neden oluyor.
Yazın ürünü ortaya koyma yazarın o ona kadar biriktirdiklerini bir sentez mekanizmasından geçirme süreci ise Menteş bu sentez konusunda hiç zahmet etme gereği duymamış. Yazar bir daha kitap yazamayacağı zehabına kapılmış olmalı ki şimdiye kadar istif ettiği bütün müktesebatını bu kitaba doldurmuş. Çünkü kitap baştan sona film, yönetmen, şarkı müzisyen, aktris-aktör, filozof isimleri ve bunlardan yapılmış alıntılar ile dolu. Bu teker teker kıymeti tartışılmaz olan şeylerin bir araya getirilme gayretinden daha beter bir durum ise kitabın bir tür “oradan buradan bilgiler ansiklopedisine” çevrilmesi. Kurmaca mı gerçek mi olduğunu bile kestiremediğiniz birçok bilgiyi yazar adeta üzerinize boca ediyor. Nuh Tufan karakterinin Whitcomb Judson’un kim olduğunu tahmin etmesi için İbrahim Kurban’a sıraladığı alfabenin yirmi dokuz harfinden mürekkep şıklar, Çırağan sarayının hikâyesi, resim hakkında malumat, Turgut Özatay filmleri, Canetti’den Adorno’ya bir yığın filozof, Baudrillard hakkında bütün filozoflardan daha fazlası, savaşta kullanılmış hayvanlar, Colt marka silah hakkında katalog bilgisi, Hz. Âdem’den bu yana köpekler, pek zeki hayvan fareler, buzullardan çıkarılmış adam Otzi ve daha birçok şey. “Bu sene televizyonda görünme ihtimaliniz 119’da 1” veya “depresyona girme ihtimaliniz 9’da 1” gibi onlarca ihtimalde kitapta kendine yer bulmuş. Görüleceği gibi yazar birikimini bir senteze tabi tutmaktansa bunları kitabın orasına burasına doldurmayı daha uygun görmüş. Sentez yapmaya kalktığında ise durumun vahameti daha da ağırlaşıyor. Menteş’e göre uyuşturucu madde kullanma ile dine yönelmenin belirtileri aynı mesela. Dindarlık ve müptezelliği aynı kefeye koymakta beis görmeyen yazara göre her iki tipinde de aile ilişkileri azalır, okul başarıları düşer, daha fazla para harcarlar, gün içinde bazen neşeli bazen sakin bazen öfkeli veya saldırgan tutumlar gösterirler vesaire. Üzerinde düşünülmeden yapılmış bir benzetme ise yazarının yerine okuyucusunu utandıran cinsten, hayır bilinçli yapılmış ise heyhat ki Tanzimat’tan bu yana aydınımızın zihin dünyasında değişen hiçbir şey yok!
Taha Selçuk
twitter.com/ecztaha
- Dublörün Dilemması, syf. 149
Dublörün Dilemması; Nuh Tufan, İbrahim Kurban, Habip Hobo ve Ferruh Ferman isimli dört ana karakter üzerinden kurgulanmış bir Murat Menteş romanı. Karakterler arası geçiş sayesinde okuyucusunun olayları farklı açılardan görmesini sağlayan yazar okuyucusunu hem şaşırtıyor hem de kitap sonuna kadar ilginin diri kalmasını sağlıyor. Fakat Dublörün Dilemması’nın bu başarısı olaylara farklı karakterler tarafından farklı çözümlemeler getirilmesi ile değil “polisiye film aldatmacası” vari daha sonra aydınlatılmak üzere olayın bir bölümünün bilerek karanlıkta bırakılması ya da okuyucu algısının başka yöne çekilmesi sonucu elde edilmiş. Hülasa roman bu konudaki başarısını okuyucusunu aldatmasına borçlu.
Konusu itibari ile bilim-kurgu yahut ütopya dahi olsa romanın kıymeti yazarın zihninde canlandırdığı dünyayı okuyucusuna aktarabildiği bir bakıma okuyucuyu bu kurguya inandırabildiği kadardır. Bu inandırıcılığı sakat bırakacak iki şey ise klişe ve tesadüftür. “Canımın içi, böyle şeyler yalnızca romanlarda olur” alıntısıyla romana başlayan yazar romanındaki klişe ve tesadüf sarmalını mazur gösterme gayretinde gibi. Romanda ki Nuh Tufan karakteri hem yetim hem albino hem şizofren, İbrahim Kurban zengin, mutasavvıf ve mucit, Ferruh Ferman fabrikatör, kekeme, mafya kayınbiraderi tarafından öldürülmek istenen bir arkeolog, Habip Hobo kılık değiştirmekte mahir, ustasının kitabını tamamlamaya soyunmuş yazar-casus. Tüm bu “orijinallik” yetmezmiş bu karakterlerin birbirleri ile olan münasebetleri de sürekli tesadüfler üzerine oturtulmuş. Bir süre sonra bu kadar “renkli” karakterler ve bir o kadar “tesadüfî” ilişkiler okuyucunun romana inandırıcılığını kaybetmesine neden oluyor.
Yazın ürünü ortaya koyma yazarın o ona kadar biriktirdiklerini bir sentez mekanizmasından geçirme süreci ise Menteş bu sentez konusunda hiç zahmet etme gereği duymamış. Yazar bir daha kitap yazamayacağı zehabına kapılmış olmalı ki şimdiye kadar istif ettiği bütün müktesebatını bu kitaba doldurmuş. Çünkü kitap baştan sona film, yönetmen, şarkı müzisyen, aktris-aktör, filozof isimleri ve bunlardan yapılmış alıntılar ile dolu. Bu teker teker kıymeti tartışılmaz olan şeylerin bir araya getirilme gayretinden daha beter bir durum ise kitabın bir tür “oradan buradan bilgiler ansiklopedisine” çevrilmesi. Kurmaca mı gerçek mi olduğunu bile kestiremediğiniz birçok bilgiyi yazar adeta üzerinize boca ediyor. Nuh Tufan karakterinin Whitcomb Judson’un kim olduğunu tahmin etmesi için İbrahim Kurban’a sıraladığı alfabenin yirmi dokuz harfinden mürekkep şıklar, Çırağan sarayının hikâyesi, resim hakkında malumat, Turgut Özatay filmleri, Canetti’den Adorno’ya bir yığın filozof, Baudrillard hakkında bütün filozoflardan daha fazlası, savaşta kullanılmış hayvanlar, Colt marka silah hakkında katalog bilgisi, Hz. Âdem’den bu yana köpekler, pek zeki hayvan fareler, buzullardan çıkarılmış adam Otzi ve daha birçok şey. “Bu sene televizyonda görünme ihtimaliniz 119’da 1” veya “depresyona girme ihtimaliniz 9’da 1” gibi onlarca ihtimalde kitapta kendine yer bulmuş. Görüleceği gibi yazar birikimini bir senteze tabi tutmaktansa bunları kitabın orasına burasına doldurmayı daha uygun görmüş. Sentez yapmaya kalktığında ise durumun vahameti daha da ağırlaşıyor. Menteş’e göre uyuşturucu madde kullanma ile dine yönelmenin belirtileri aynı mesela. Dindarlık ve müptezelliği aynı kefeye koymakta beis görmeyen yazara göre her iki tipinde de aile ilişkileri azalır, okul başarıları düşer, daha fazla para harcarlar, gün içinde bazen neşeli bazen sakin bazen öfkeli veya saldırgan tutumlar gösterirler vesaire. Üzerinde düşünülmeden yapılmış bir benzetme ise yazarının yerine okuyucusunu utandıran cinsten, hayır bilinçli yapılmış ise heyhat ki Tanzimat’tan bu yana aydınımızın zihin dünyasında değişen hiçbir şey yok!
Taha Selçuk
twitter.com/ecztaha
Hayal ile gerçeğin sınırında Weysel Paradoksu
İç monologlarla örülü kitaplar okuyucuyu her yönüyle ele geçirmeli ki eser kendini sonuna kadar okunur kılsın. Aylak Adam’ın satırları arasında dolanırken bizi ondan kaçmaktan alıkoyan pek çok şey vardır şüphesiz. İşte şimdi, böylesi bir yapıta daha tanıklık ediyoruz. Hasan Yurtoğlu’nun, yazın dünyamıza önemli bir eser kazandırdığını söyleyebiliriz.
Kitabın ilk sayfalarında rastladığımız Ankara betimlemesi, okuru ülkenin bayramlıklarını giydiği kurtuluşun o ilk günlerine götürüyor. Başlarda, Paris görmüş Osmanlı münevverlerince küçümsenmiş bir Anadolu kasabası iken(bir yönüyle hep öyle kalmış gibidir) diğer yandan Türklüğün var olma cesaretini temsil etmesi bakımından başkent olmakla taçlandırılan bir Ankara görüyoruz. Cumhuriyetle özdeşleştirilen Ankara. Zira Cumhuriyetin başarıları da başarısızlıkları da Ankara’da izlenebilir. Bu yönüyle şehre sirayet eden gurur benzersizdir. Ankara’nın o yıllardan kalma cepheden iyi haberler bekler bir hali vardır hep. Hacıbayram’ın avlusunda meczuplar dua etmektedir: Allah devletimize zeval vermesin. Kale burçlarından sızarak sinsice şehre tasallut eden ve kendi şahsi çıkarlarını her türlü değerin üstünde gören Sodom Gomore halkı yanında İstiklal ruhunun taşıyıcısı olan ve hala kurtuluş mücadelesi veren şehrin hakiki ahalisi de burada bir aradadır. Veysel adlı kahramanın iç dünyasına yaptığımız yolculukta onun imkânsız aşkını, hayata karşı naif tavrını, üzüntü ve kaygılarını ve kimseyi mutlu etmeyeceği muhakkak olan talihsiz olaylar karşısında takındığı sıra dışı tavrını en yalın çıplaklığıyla okuyoruz. Bir kadını memleketini sever gibi seven kahraman memleketini de bir kadını sever gibi güçlü bir tutkuyla seviyor.
Adeta Aylak Adam’ın ruhu dolaşıyor satırların arasında. Kıvrak dili sayesinde okuyucuyu sayfalarına hapseden kitabın kendine has bir kurgusu var. Bu kurgu, bazen baş döndürücü olabiliyor. Örneğin, kitap için tam bir fikir kitabı diye düşünmeye başladığınız sırada diyaloglara yelken açıyor hemen; kendinizi Veysel’in Selma’ya yönelik platonik ilgisine eşlik ederken buluyorsunuz. Veysel, nasihatinize ihtiyacı olduğunu hissettiğiniz bir dostunuz kadar yakın size. Her an kıyısında dolaştığı uçurumdan çekip almak için güçlü bir arzu duymanızı sağlıyor. Arkadaşınıza yönelik nutkunuza başlamak üzereyken de bunun bir anlatı olduğu gerçeğini anımsıyorsunuz birden. Hayalin ve iç seslerin oluşturduğu bir metnin okurda meydana getirdiği gerçeklik hissi şaşırtıcı boyutlara ulaşıyor. Goethe’nin ve Fuzuli’nin benzer duygularını vücuda getirmek için alıntılandığı daha kaç kitap vardır bilinmez ancak Yurtoğlu’nun kitabı buna güzel bir örnek. Hayal ile gerçeğin; aşk ile cinnetin oluşturduğu kaostan kurtulmak adına ipten atlamayı düşünen ancak bu isteğini gerçekleştirmeye bir türlü cesaret edemeyen cambazın yaşamöyküsüdür aslında bu. Annesinin ve Selma’nın varlığı müsaade etmiyor buna. Şarkılar, onu tutuyor. ‘Annemin sesini duydum. Selma’nın yüzü gözümün önüne geldi.’ Goethe ve Dostoyevski’nin kahramanlarını zaman ve mekânda yolculuğa çıkaran yazar çocukluğun en saf haliyle bir böceğin ruh dünyasını özdeşleştirerek bu yalın gerçeği şu sözlerle dile getiriyor: "Büyürken benimle birlikte büyüyen ve küçülen şeyleri izlemek müthişti. Onların uzaklaşıp kayboluşlarını, ufalıp yok oluşlarını... Bir kelebek için dünya nedir? Sabah veya akşam olması fark eder mi kelebeğe? Güz yahut ilkbahar oluşu, kelebeğin değerlendirmesini nasıl etkiler? Annesini yitirmiş bir kediye, oğlunu yitirmiş kadına nedir dünya?" [sf. 184]
Ölümle alay eden insanların intihara meylettiği düşünülse de, aslında o insanlar, hayatı daha da kıskıvrak yakalamak adına alay etmektedirler varoluşlarıyla. Dede Korkut Hikâyelerinin önemli karakterlerinden birisi olan ve üzerinden geçmeyenin de zorla ücret ödediği köprüyü yapan Deli Dumrul’a bir saygı duruşudur, Veysel’in Azrail’e “ne zaman istersen, o zaman canımı al” demesi.
Yaşam ile ölümün bu denli girift yapılar oluşturduğu ve her iki olguyu birbirinden bağımsız bir şekilde değerlendirmemize imkân vermeyen günümüz dünya algısında Weysel Paradoksu, herkesten evvel okuyucusunun da sahipleneceği ve gurur duyacağı bir paradoks olarak karşımızda beliriyor. Herkesin ve her şeyin paradoksunu yazıp çizen literatür artık yepyeni ve elimizdeki ayna ile karşısına geçtiğimiz boy aynasında çektirdiğimiz tuhaf fotoğraflar gibi bir paradoks daha yazacağa benziyor. Hem de tüm kaosu delip geçen ve okuyanı kozmos ile buluşturan bir paradoks: Weysel Paradoksu.
Ömer Ünal
* Bu yazı daha evvel Aydınlık Kitap'ta yayınlanmıştır.
Kitabın ilk sayfalarında rastladığımız Ankara betimlemesi, okuru ülkenin bayramlıklarını giydiği kurtuluşun o ilk günlerine götürüyor. Başlarda, Paris görmüş Osmanlı münevverlerince küçümsenmiş bir Anadolu kasabası iken(bir yönüyle hep öyle kalmış gibidir) diğer yandan Türklüğün var olma cesaretini temsil etmesi bakımından başkent olmakla taçlandırılan bir Ankara görüyoruz. Cumhuriyetle özdeşleştirilen Ankara. Zira Cumhuriyetin başarıları da başarısızlıkları da Ankara’da izlenebilir. Bu yönüyle şehre sirayet eden gurur benzersizdir. Ankara’nın o yıllardan kalma cepheden iyi haberler bekler bir hali vardır hep. Hacıbayram’ın avlusunda meczuplar dua etmektedir: Allah devletimize zeval vermesin. Kale burçlarından sızarak sinsice şehre tasallut eden ve kendi şahsi çıkarlarını her türlü değerin üstünde gören Sodom Gomore halkı yanında İstiklal ruhunun taşıyıcısı olan ve hala kurtuluş mücadelesi veren şehrin hakiki ahalisi de burada bir aradadır. Veysel adlı kahramanın iç dünyasına yaptığımız yolculukta onun imkânsız aşkını, hayata karşı naif tavrını, üzüntü ve kaygılarını ve kimseyi mutlu etmeyeceği muhakkak olan talihsiz olaylar karşısında takındığı sıra dışı tavrını en yalın çıplaklığıyla okuyoruz. Bir kadını memleketini sever gibi seven kahraman memleketini de bir kadını sever gibi güçlü bir tutkuyla seviyor.
Adeta Aylak Adam’ın ruhu dolaşıyor satırların arasında. Kıvrak dili sayesinde okuyucuyu sayfalarına hapseden kitabın kendine has bir kurgusu var. Bu kurgu, bazen baş döndürücü olabiliyor. Örneğin, kitap için tam bir fikir kitabı diye düşünmeye başladığınız sırada diyaloglara yelken açıyor hemen; kendinizi Veysel’in Selma’ya yönelik platonik ilgisine eşlik ederken buluyorsunuz. Veysel, nasihatinize ihtiyacı olduğunu hissettiğiniz bir dostunuz kadar yakın size. Her an kıyısında dolaştığı uçurumdan çekip almak için güçlü bir arzu duymanızı sağlıyor. Arkadaşınıza yönelik nutkunuza başlamak üzereyken de bunun bir anlatı olduğu gerçeğini anımsıyorsunuz birden. Hayalin ve iç seslerin oluşturduğu bir metnin okurda meydana getirdiği gerçeklik hissi şaşırtıcı boyutlara ulaşıyor. Goethe’nin ve Fuzuli’nin benzer duygularını vücuda getirmek için alıntılandığı daha kaç kitap vardır bilinmez ancak Yurtoğlu’nun kitabı buna güzel bir örnek. Hayal ile gerçeğin; aşk ile cinnetin oluşturduğu kaostan kurtulmak adına ipten atlamayı düşünen ancak bu isteğini gerçekleştirmeye bir türlü cesaret edemeyen cambazın yaşamöyküsüdür aslında bu. Annesinin ve Selma’nın varlığı müsaade etmiyor buna. Şarkılar, onu tutuyor. ‘Annemin sesini duydum. Selma’nın yüzü gözümün önüne geldi.’ Goethe ve Dostoyevski’nin kahramanlarını zaman ve mekânda yolculuğa çıkaran yazar çocukluğun en saf haliyle bir böceğin ruh dünyasını özdeşleştirerek bu yalın gerçeği şu sözlerle dile getiriyor: "Büyürken benimle birlikte büyüyen ve küçülen şeyleri izlemek müthişti. Onların uzaklaşıp kayboluşlarını, ufalıp yok oluşlarını... Bir kelebek için dünya nedir? Sabah veya akşam olması fark eder mi kelebeğe? Güz yahut ilkbahar oluşu, kelebeğin değerlendirmesini nasıl etkiler? Annesini yitirmiş bir kediye, oğlunu yitirmiş kadına nedir dünya?" [sf. 184]
Ölümle alay eden insanların intihara meylettiği düşünülse de, aslında o insanlar, hayatı daha da kıskıvrak yakalamak adına alay etmektedirler varoluşlarıyla. Dede Korkut Hikâyelerinin önemli karakterlerinden birisi olan ve üzerinden geçmeyenin de zorla ücret ödediği köprüyü yapan Deli Dumrul’a bir saygı duruşudur, Veysel’in Azrail’e “ne zaman istersen, o zaman canımı al” demesi.
Yaşam ile ölümün bu denli girift yapılar oluşturduğu ve her iki olguyu birbirinden bağımsız bir şekilde değerlendirmemize imkân vermeyen günümüz dünya algısında Weysel Paradoksu, herkesten evvel okuyucusunun da sahipleneceği ve gurur duyacağı bir paradoks olarak karşımızda beliriyor. Herkesin ve her şeyin paradoksunu yazıp çizen literatür artık yepyeni ve elimizdeki ayna ile karşısına geçtiğimiz boy aynasında çektirdiğimiz tuhaf fotoğraflar gibi bir paradoks daha yazacağa benziyor. Hem de tüm kaosu delip geçen ve okuyanı kozmos ile buluşturan bir paradoks: Weysel Paradoksu.
Ömer Ünal
* Bu yazı daha evvel Aydınlık Kitap'ta yayınlanmıştır.
7 Ocak 2018 Pazar
İnançlar paketlenmiş, tecime elverişli
Modern anlamda kapitalizmin Batı’da ortaya çıkışı Rönesans ve Reform hareketleri sonrasında toplumsal, siyasi ve ekonomik alandaki değişimlerle ilişkilendirilir. Bu ilişkilendirmede en önemli noktalardan biri de dindir. Söz konusu ilişkilendirmeyi Protestanlık ve Kalvenizm gibi Hıristiyanlığın ‘piyasaya’ yönelik yeniden yorumlanmasına bağlayan Weberyan görüş, sosyolojik ve siyasi bakımdan süreci anlamlandırma bağlamında önemli bir açılım sunar. Bu yeni yorumlar üzerinden zenginleşme ümidinin özgürleşme cilasıyla parlatılması yoluyla oluşturulan anlayış Kilise’nin var olan kanaat ve bağlılık doktrinini Batı dünyasından söküp atmıştır desek yanılmış olmayız. Kilise’ye karşı kazanılan zaferin meydana getirdiği yıkıcı rüzgârı arkasına alan Aydınlanma ve pozitivist bilim anlayışı kapitalist hegemonyanın başat gücünü oluşturarak Batı merkezli gelişim ve ilerlemenin ideal formunu ortaya çıkarmıştır.
Başta İslam coğrafyası olmak üzere Batı dışı toplumların Batı’nın geçtiği süreci yaşamamış olması söz konusu idealden uzak olduğu ya da ayrı kaldığı anlamına gelmiyor. Söz konusu gelişme ve ilerleme ideali uzun süredir seçim ya da talep konusu olmaktan çıkarak bir ‘mecburiyet’ haline almış durumda. Zira başlarda dayatılan bu anlayışın artık rızaya yönelik bir eğilim olduğu görülüyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra baskısını arttırarak devam ettiren bu anlayışın küreselleşme miti sayesinde en kapalı toplumlara kadar sirayet ettiğini görmek şaşırtıcı değil. Geçen süreç içerisinde bazı toplumların oluşturduğu suni kapalılığın işe yaramayarak kısa sürede dağılmış olması kendiliğinden kapalı olan toplumların vereceği tepkiyi merak ettiriyor. Şimdiye kadar iyi bir görüntü sergileyemeyen İslam coğrafyası çatışmanın en yoğun yaşandığı bölge olarak göze çarpıyor. Piyasa İslamı adlı kitap Müslümanların bu çatışmayı nasıl yaşadığını ve neye evrildiklerini anlamaya yönelik bir çalışma. Patrick Haenni imzasını taşıyan Piyasa İslamı adlı eser Heretik Yayınları’ndan çıkmış. “İslam Suretinde Neoliberalizm” alt başlığı taşıyan ve sosyolog-siyaset bilimci Ali Yaşar Sarıbay’ın takdimiyle sunulan eseri "Türkçe Söyleyen" ise Levent Ünsaldı.
Giriş ve sonuç hariç dört bölümden oluşan eserde geçtiğimiz yüzyılın son yarısından bu yana hızlı bir dönüşüm yaşayan Müslüman toplumların yaşadığı değişim ekonomik ve siyasi olarak irdeleniyor. Çalışmada ele alınan konu özellikle Mısır, Türkiye ve Endonezya’da yaşanan siyasi ve ekonomik gelişmeler ekseninde genele yayılmaya çalışılmış. Geleneksel dini anlayışın yerini Batı değerleriyle uzlaşan ve Batı’nın kurumlarına eklemlenerek para ve güç devşirmeye çalışan bir anlayışın aldığını belirten yazar bu dönüşümün nereye varacağını açıklamaya çalışıyor. İslamcılığı Aşmak adlı ilk bölümde gelenekselci ve militan ütopyacı İslami anlayışın değişim ve dönüşümü ele alınıyor. Buna göre artık örgütlenme biçimi devlet ve siyasi merkezli olmaktan kültürel ve dışa dönüklüğü yansıtan dinsel yaşam şekline evrilmiştir. Burjuvalaşan Müslümanlar dünyaya açılarak Batı toplumlarının ‘kompleksiz ve rahat yaşam tarzlarını’ dinsel yaşamlarının içine yerleştirmişlerdir. Bu anlayış özellikle fıkıh alanında kendini göstererek geleneğin reddettiği birçok şey artık kabul edilir hale getirmiştir. Başta müzik olmak üzere sanattan modaya, spordan eğlenceye kadar öncekilerin edep sınırları dışında tuttuğu hatta yasak (haram/günah) saydığı şeyler yaşamın birer vazgeçilmezi olmuştur. Artık Müslümanlar için çileli yaşam biçiminin yerini kendilerini mutlu eden popüler kültür ikonları almıştır.
İkinci bölümde dönüşüme uğrayan Müslüman profilinin apolitikleşerek iş hayatına yönelişinin anlatıldığı Piyasa Destekli Dinsellik başlığını taşıyor. Bu yeni tip Müslüman profili kazanımlarını ekonomik alanda elde ederek dinselliğini “rahatça” ifade etmektedir. Artık amaç, kitleleri değişmez bir katılığa ikna ederek harekete geçirmek değil hedef grupların taleplerine yönelik arz sunmaktır. Bu bağlamda İslam (ticari) kâr için araçsallıştırılarak bir pazarlama yönteminin parçası haline getirilmiştir. Geleneksel ve radikal söylem ile arası açılan bu anlayış için ‘hicret’ militan ve cihadist olmaktan çıkmış burjuva ve ticari yönelimli bir hareket olmuştur. Bu yeni anlayış küresellik ve sekülerlik kavramlarının ahlakiliği sorunsalını evrensellik adı altında etik bir forma sokarak geçiştirmeyi ve meşrulaştırmayı başarmıştır.
Kültürel çekişmenin konu edildiği üçüncü bölüm Piyasa İslamı’nın Kültür Savaşları adını taşıyor. Kendini siyasi olarak tanımlamayan yeni Müslüman profili ekonomik alandaki başarılarıyla yeni bir kimlik oluşturmaktadır. Yalnız bu yeni tipolojinin burada atladığı şey İslam’ın kapitalist ekonomiye ilişkin yasaklamalarıdır. Bu süreçleri özellikle Türkiye, Mısır ve Endonezya’nın 1980’ler ve sonrasını ele alarak değerlendiren yazar söz konusu toplumların muhafazakârlaşarak burjuvalaştığını belirtiyor. Ortaya çıkan yeni anlayışa göre İslam fakir ve cahillerin dini olmaktan çıkmalı, Müslüman kaliteli bir yaşam sürmeli, zengin, güçlü ve refah içinde olmalıdır. Bunun için de var olan tamahkâr, kaderci ve çileci yani geleneksel dini anlayış terkedilmelidir. Yazarın, Avrupa’daki Protestanlık ve Kalvenizm dönüşümüne benzettiği bu anlayış için hatırı sayılır bir literatür de oluşmuştur. Kültürel alandan siyasi alana da kayan bu tutum, üzerinde epeyce ‘bilimsel’ çalışma yapılan işletme yönetimi biçimiyle yeni İslami ütopyanın temelidir ve Müslümanlar bir anlamda Batı’nın silahı olan kapitalizme küfretmek yerine ona nüfuz ederek Batı’yı kendi silahıyla vurmalıdır. Yazar bu bölümde başlıkla ilgili olarak 1980 darbesi sonrası Türkiye’de yürütülen siyasete ağırlıklı olarak değiniyor. Sosyal Devletin Kuyusunu Kazanlar başlığını taşıyan dördüncü bölümde yazar ‘Piyasa İslamı’ olarak tanımladığı kavramın yeni bir dini-siyasal duruşun doğmasına katkı sağladığını belirtiyor. Müslümanlar artık İslami bir devlet kurgusuyla değil masrafları en alt seviyeye çekilmiş kârlı bir şirket ideali ve bunun politik düzeydeki karşılığı minimum devlet mekanizmasıyla ilgilenmektedir. Özelleştirme politikalarından özel sektöre tanınan ayrıcalıklara kadar hem devleti hem de piyasayı yapılandıran yeni projeler sunulmaktadır. Örneğin, bazı hizmetler bürokrasi yerine daha özgür hareket edebilen sivil toplum eliyle yapılması gerektiği anlayışı geliştirilerek uygun ortam sağlanmaktadır. Bu bağlamda dini vakıf ve cemaatler kullanışlı ve önemli bir kaynak olarak değerlendirilmektedir. Yazar tüm bu uygulamaların Avrupa değerlerinden öte Amerikan muhafazakârlığının tipik bir kopyası olduğunu söylüyor.
Sonuç bölümünde Müslümanların geldiği noktanın neoliberalist görüşlerin ta kendisi olduğunu belirten yazar aslında bu durumun giderek kendine özgü biçimde dindarlaşan muhafazakâr Amerika’nın net bir yansıması olduğunu ifade ediyor. Yazara göre İslam coğrafyasındaki bu gelişmelerle birlikte ortaya çıkan yapı ABD ve İslam coğrafyasının ittifakı anlamına geliyor ve bu ittifak giderek daha fazla Müslümanı sisteme dâhil ediyor. Sonuç itibariyle din, müntesipleri tarafından araçsallaştırılarak kapitalist bir form kazandırılmış ve piyasaya eklemlenmiş oluyor.
Son yüzyıl içinde Müslümanların sosyo-ekonomik ve siyasi değişimini anlamak bağlamında önemli açılımlar sunan kitapta Müslüman toplumların uğradığı değişim ve dönüşüm ustalıkla yazıya dökülmüş. Türkiye, Mısır ve Endonezya özelinde yapılan değerlendirmede İran ve Körfez Bölgesi’ne yer verilmemesi hayıflandıran bir eksiklik diyebilirim. Bunun dışında yazarın geleneksel din anlayışı ile ilgili yaptığı değerlendirmeyi ayrıca ele almak gerektiğini düşünüyorum. Kitapta yer yer değinilen geleneksel İslami anlayışın (sanki) Batı emperyalizmine karşı koyma potansiyeli varmış ama söz konusu değişim sebebiyle bu güç ortadan kalkmış gibi bir anlam oluşuyor. Öncesi tartışılır lakin İslam coğrafyasının Batı’ya karşı varlık gösterebilme olasılığının Sanayi Devrimi’yle birlikte tamamen ortadan kalktığı su götürmez bir gerçek. Süreç içinde sadece sosyo-ekonomik ve siyasi anlamda değil (belki de en çok) entelektüel anlamda da son derece yetersiz bir yapı bulunduğunu belirtmek gerekiyor. Dolayısıyla yazarın işaret ettiği değişim/dönüşüm aslında var olan geleneksel anlayışın zaaf ve eksikliklerinin doğal bir sonucu olarak değerlendirilmeli. Bu bağlamda kapalı toplum olmanın koruyucu bir güç olmaktan ziyade süreci geciktirmek dışında hiçbir işe yaramayan bir zaafa tekabül etmesi, üzerinde durulması gereken başka bir gerçek olarak ortaya çıkıyor.
Dipnot: İsmet Özel’in Esenlik Bildirisi şiirinin “Duygular paketlenmiş, tecime elverişli” dizesinden esinlenerek oluşturduğum başlık için şair ve sevenlerinin mazur görmesini isterim.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Başta İslam coğrafyası olmak üzere Batı dışı toplumların Batı’nın geçtiği süreci yaşamamış olması söz konusu idealden uzak olduğu ya da ayrı kaldığı anlamına gelmiyor. Söz konusu gelişme ve ilerleme ideali uzun süredir seçim ya da talep konusu olmaktan çıkarak bir ‘mecburiyet’ haline almış durumda. Zira başlarda dayatılan bu anlayışın artık rızaya yönelik bir eğilim olduğu görülüyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra baskısını arttırarak devam ettiren bu anlayışın küreselleşme miti sayesinde en kapalı toplumlara kadar sirayet ettiğini görmek şaşırtıcı değil. Geçen süreç içerisinde bazı toplumların oluşturduğu suni kapalılığın işe yaramayarak kısa sürede dağılmış olması kendiliğinden kapalı olan toplumların vereceği tepkiyi merak ettiriyor. Şimdiye kadar iyi bir görüntü sergileyemeyen İslam coğrafyası çatışmanın en yoğun yaşandığı bölge olarak göze çarpıyor. Piyasa İslamı adlı kitap Müslümanların bu çatışmayı nasıl yaşadığını ve neye evrildiklerini anlamaya yönelik bir çalışma. Patrick Haenni imzasını taşıyan Piyasa İslamı adlı eser Heretik Yayınları’ndan çıkmış. “İslam Suretinde Neoliberalizm” alt başlığı taşıyan ve sosyolog-siyaset bilimci Ali Yaşar Sarıbay’ın takdimiyle sunulan eseri "Türkçe Söyleyen" ise Levent Ünsaldı.
Giriş ve sonuç hariç dört bölümden oluşan eserde geçtiğimiz yüzyılın son yarısından bu yana hızlı bir dönüşüm yaşayan Müslüman toplumların yaşadığı değişim ekonomik ve siyasi olarak irdeleniyor. Çalışmada ele alınan konu özellikle Mısır, Türkiye ve Endonezya’da yaşanan siyasi ve ekonomik gelişmeler ekseninde genele yayılmaya çalışılmış. Geleneksel dini anlayışın yerini Batı değerleriyle uzlaşan ve Batı’nın kurumlarına eklemlenerek para ve güç devşirmeye çalışan bir anlayışın aldığını belirten yazar bu dönüşümün nereye varacağını açıklamaya çalışıyor. İslamcılığı Aşmak adlı ilk bölümde gelenekselci ve militan ütopyacı İslami anlayışın değişim ve dönüşümü ele alınıyor. Buna göre artık örgütlenme biçimi devlet ve siyasi merkezli olmaktan kültürel ve dışa dönüklüğü yansıtan dinsel yaşam şekline evrilmiştir. Burjuvalaşan Müslümanlar dünyaya açılarak Batı toplumlarının ‘kompleksiz ve rahat yaşam tarzlarını’ dinsel yaşamlarının içine yerleştirmişlerdir. Bu anlayış özellikle fıkıh alanında kendini göstererek geleneğin reddettiği birçok şey artık kabul edilir hale getirmiştir. Başta müzik olmak üzere sanattan modaya, spordan eğlenceye kadar öncekilerin edep sınırları dışında tuttuğu hatta yasak (haram/günah) saydığı şeyler yaşamın birer vazgeçilmezi olmuştur. Artık Müslümanlar için çileli yaşam biçiminin yerini kendilerini mutlu eden popüler kültür ikonları almıştır.
İkinci bölümde dönüşüme uğrayan Müslüman profilinin apolitikleşerek iş hayatına yönelişinin anlatıldığı Piyasa Destekli Dinsellik başlığını taşıyor. Bu yeni tip Müslüman profili kazanımlarını ekonomik alanda elde ederek dinselliğini “rahatça” ifade etmektedir. Artık amaç, kitleleri değişmez bir katılığa ikna ederek harekete geçirmek değil hedef grupların taleplerine yönelik arz sunmaktır. Bu bağlamda İslam (ticari) kâr için araçsallıştırılarak bir pazarlama yönteminin parçası haline getirilmiştir. Geleneksel ve radikal söylem ile arası açılan bu anlayış için ‘hicret’ militan ve cihadist olmaktan çıkmış burjuva ve ticari yönelimli bir hareket olmuştur. Bu yeni anlayış küresellik ve sekülerlik kavramlarının ahlakiliği sorunsalını evrensellik adı altında etik bir forma sokarak geçiştirmeyi ve meşrulaştırmayı başarmıştır.
Kültürel çekişmenin konu edildiği üçüncü bölüm Piyasa İslamı’nın Kültür Savaşları adını taşıyor. Kendini siyasi olarak tanımlamayan yeni Müslüman profili ekonomik alandaki başarılarıyla yeni bir kimlik oluşturmaktadır. Yalnız bu yeni tipolojinin burada atladığı şey İslam’ın kapitalist ekonomiye ilişkin yasaklamalarıdır. Bu süreçleri özellikle Türkiye, Mısır ve Endonezya’nın 1980’ler ve sonrasını ele alarak değerlendiren yazar söz konusu toplumların muhafazakârlaşarak burjuvalaştığını belirtiyor. Ortaya çıkan yeni anlayışa göre İslam fakir ve cahillerin dini olmaktan çıkmalı, Müslüman kaliteli bir yaşam sürmeli, zengin, güçlü ve refah içinde olmalıdır. Bunun için de var olan tamahkâr, kaderci ve çileci yani geleneksel dini anlayış terkedilmelidir. Yazarın, Avrupa’daki Protestanlık ve Kalvenizm dönüşümüne benzettiği bu anlayış için hatırı sayılır bir literatür de oluşmuştur. Kültürel alandan siyasi alana da kayan bu tutum, üzerinde epeyce ‘bilimsel’ çalışma yapılan işletme yönetimi biçimiyle yeni İslami ütopyanın temelidir ve Müslümanlar bir anlamda Batı’nın silahı olan kapitalizme küfretmek yerine ona nüfuz ederek Batı’yı kendi silahıyla vurmalıdır. Yazar bu bölümde başlıkla ilgili olarak 1980 darbesi sonrası Türkiye’de yürütülen siyasete ağırlıklı olarak değiniyor. Sosyal Devletin Kuyusunu Kazanlar başlığını taşıyan dördüncü bölümde yazar ‘Piyasa İslamı’ olarak tanımladığı kavramın yeni bir dini-siyasal duruşun doğmasına katkı sağladığını belirtiyor. Müslümanlar artık İslami bir devlet kurgusuyla değil masrafları en alt seviyeye çekilmiş kârlı bir şirket ideali ve bunun politik düzeydeki karşılığı minimum devlet mekanizmasıyla ilgilenmektedir. Özelleştirme politikalarından özel sektöre tanınan ayrıcalıklara kadar hem devleti hem de piyasayı yapılandıran yeni projeler sunulmaktadır. Örneğin, bazı hizmetler bürokrasi yerine daha özgür hareket edebilen sivil toplum eliyle yapılması gerektiği anlayışı geliştirilerek uygun ortam sağlanmaktadır. Bu bağlamda dini vakıf ve cemaatler kullanışlı ve önemli bir kaynak olarak değerlendirilmektedir. Yazar tüm bu uygulamaların Avrupa değerlerinden öte Amerikan muhafazakârlığının tipik bir kopyası olduğunu söylüyor.
Sonuç bölümünde Müslümanların geldiği noktanın neoliberalist görüşlerin ta kendisi olduğunu belirten yazar aslında bu durumun giderek kendine özgü biçimde dindarlaşan muhafazakâr Amerika’nın net bir yansıması olduğunu ifade ediyor. Yazara göre İslam coğrafyasındaki bu gelişmelerle birlikte ortaya çıkan yapı ABD ve İslam coğrafyasının ittifakı anlamına geliyor ve bu ittifak giderek daha fazla Müslümanı sisteme dâhil ediyor. Sonuç itibariyle din, müntesipleri tarafından araçsallaştırılarak kapitalist bir form kazandırılmış ve piyasaya eklemlenmiş oluyor.
Son yüzyıl içinde Müslümanların sosyo-ekonomik ve siyasi değişimini anlamak bağlamında önemli açılımlar sunan kitapta Müslüman toplumların uğradığı değişim ve dönüşüm ustalıkla yazıya dökülmüş. Türkiye, Mısır ve Endonezya özelinde yapılan değerlendirmede İran ve Körfez Bölgesi’ne yer verilmemesi hayıflandıran bir eksiklik diyebilirim. Bunun dışında yazarın geleneksel din anlayışı ile ilgili yaptığı değerlendirmeyi ayrıca ele almak gerektiğini düşünüyorum. Kitapta yer yer değinilen geleneksel İslami anlayışın (sanki) Batı emperyalizmine karşı koyma potansiyeli varmış ama söz konusu değişim sebebiyle bu güç ortadan kalkmış gibi bir anlam oluşuyor. Öncesi tartışılır lakin İslam coğrafyasının Batı’ya karşı varlık gösterebilme olasılığının Sanayi Devrimi’yle birlikte tamamen ortadan kalktığı su götürmez bir gerçek. Süreç içinde sadece sosyo-ekonomik ve siyasi anlamda değil (belki de en çok) entelektüel anlamda da son derece yetersiz bir yapı bulunduğunu belirtmek gerekiyor. Dolayısıyla yazarın işaret ettiği değişim/dönüşüm aslında var olan geleneksel anlayışın zaaf ve eksikliklerinin doğal bir sonucu olarak değerlendirilmeli. Bu bağlamda kapalı toplum olmanın koruyucu bir güç olmaktan ziyade süreci geciktirmek dışında hiçbir işe yaramayan bir zaafa tekabül etmesi, üzerinde durulması gereken başka bir gerçek olarak ortaya çıkıyor.
Dipnot: İsmet Özel’in Esenlik Bildirisi şiirinin “Duygular paketlenmiş, tecime elverişli” dizesinden esinlenerek oluşturduğum başlık için şair ve sevenlerinin mazur görmesini isterim.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)