10 Ocak 2018 Çarşamba

Hayal ile gerçeğin sınırında Weysel Paradoksu

İç monologlarla örülü kitaplar okuyucuyu her yönüyle ele geçirmeli ki eser kendini sonuna kadar okunur kılsın. Aylak Adam’ın satırları arasında dolanırken bizi ondan kaçmaktan alıkoyan pek çok şey vardır şüphesiz. İşte şimdi, böylesi bir yapıta daha tanıklık ediyoruz. Hasan Yurtoğlu’nun, yazın dünyamıza önemli bir eser kazandırdığını söyleyebiliriz.

Kitabın ilk sayfalarında rastladığımız Ankara betimlemesi, okuru ülkenin bayramlıklarını giydiği kurtuluşun o ilk günlerine götürüyor. Başlarda, Paris görmüş Osmanlı münevverlerince küçümsenmiş bir Anadolu kasabası iken(bir yönüyle hep öyle kalmış gibidir) diğer yandan Türklüğün var olma cesaretini temsil etmesi bakımından başkent olmakla taçlandırılan bir Ankara görüyoruz. Cumhuriyetle özdeşleştirilen Ankara. Zira Cumhuriyetin başarıları da başarısızlıkları da Ankara’da izlenebilir. Bu yönüyle şehre sirayet eden gurur benzersizdir. Ankara’nın o yıllardan kalma cepheden iyi haberler bekler bir hali vardır hep. Hacıbayram’ın avlusunda meczuplar dua etmektedir: Allah devletimize zeval vermesin. Kale burçlarından sızarak sinsice şehre tasallut eden ve kendi şahsi çıkarlarını her türlü değerin üstünde gören Sodom Gomore halkı yanında İstiklal ruhunun taşıyıcısı olan ve hala kurtuluş mücadelesi veren şehrin hakiki ahalisi de burada bir aradadır. Veysel adlı kahramanın iç dünyasına yaptığımız yolculukta onun imkânsız aşkını, hayata karşı naif tavrını, üzüntü ve kaygılarını ve kimseyi mutlu etmeyeceği muhakkak olan talihsiz olaylar karşısında takındığı sıra dışı tavrını en yalın çıplaklığıyla okuyoruz. Bir kadını memleketini sever gibi seven kahraman memleketini de bir kadını sever gibi güçlü bir tutkuyla seviyor.

Adeta Aylak Adam’ın ruhu dolaşıyor satırların arasında. Kıvrak dili sayesinde okuyucuyu sayfalarına hapseden kitabın kendine has bir kurgusu var. Bu kurgu, bazen baş döndürücü olabiliyor. Örneğin, kitap için tam bir fikir kitabı diye düşünmeye başladığınız sırada diyaloglara yelken açıyor hemen; kendinizi Veysel’in Selma’ya yönelik platonik ilgisine eşlik ederken buluyorsunuz. Veysel, nasihatinize ihtiyacı olduğunu hissettiğiniz bir dostunuz kadar yakın size. Her an kıyısında dolaştığı uçurumdan çekip almak için güçlü bir arzu duymanızı sağlıyor. Arkadaşınıza yönelik nutkunuza başlamak üzereyken de bunun bir anlatı olduğu gerçeğini anımsıyorsunuz birden. Hayalin ve iç seslerin oluşturduğu bir metnin okurda meydana getirdiği gerçeklik hissi şaşırtıcı boyutlara ulaşıyor. Goethe’nin ve Fuzuli’nin benzer duygularını vücuda getirmek için alıntılandığı daha kaç kitap vardır bilinmez ancak Yurtoğlu’nun kitabı buna güzel bir örnek. Hayal ile gerçeğin; aşk ile cinnetin oluşturduğu kaostan kurtulmak adına ipten atlamayı düşünen ancak bu isteğini gerçekleştirmeye bir türlü cesaret edemeyen cambazın yaşamöyküsüdür aslında bu. Annesinin ve Selma’nın varlığı müsaade etmiyor buna. Şarkılar, onu tutuyor. ‘Annemin sesini duydum. Selma’nın yüzü gözümün önüne geldi.’ Goethe ve Dostoyevski’nin kahramanlarını zaman ve mekânda yolculuğa çıkaran yazar çocukluğun en saf haliyle bir böceğin ruh dünyasını özdeşleştirerek bu yalın gerçeği şu sözlerle dile getiriyor: "Büyürken benimle birlikte büyüyen ve küçülen şeyleri izlemek müthişti. Onların uzaklaşıp kayboluşlarını, ufalıp yok oluşlarını... Bir kelebek için dünya nedir? Sabah veya akşam olması fark eder mi kelebeğe? Güz yahut ilkbahar oluşu, kelebeğin değerlendirmesini nasıl etkiler? Annesini yitirmiş bir kediye, oğlunu yitirmiş kadına nedir dünya?" [sf. 184]

Ölümle alay eden insanların intihara meylettiği düşünülse de, aslında o insanlar, hayatı daha da kıskıvrak yakalamak adına alay etmektedirler varoluşlarıyla. Dede Korkut Hikâyelerinin önemli karakterlerinden birisi olan ve üzerinden geçmeyenin de zorla ücret ödediği köprüyü yapan Deli Dumrul’a bir saygı duruşudur, Veysel’in Azrail’e “ne zaman istersen, o zaman canımı al” demesi.

Yaşam ile ölümün bu denli girift yapılar oluşturduğu ve her iki olguyu birbirinden bağımsız bir şekilde değerlendirmemize imkân vermeyen günümüz dünya algısında Weysel Paradoksu, herkesten evvel okuyucusunun da sahipleneceği ve gurur duyacağı bir paradoks olarak karşımızda beliriyor. Herkesin ve her şeyin paradoksunu yazıp çizen literatür artık yepyeni ve elimizdeki ayna ile karşısına geçtiğimiz boy aynasında çektirdiğimiz tuhaf fotoğraflar gibi bir paradoks daha yazacağa benziyor. Hem de tüm kaosu delip geçen ve okuyanı kozmos ile buluşturan bir paradoks: Weysel Paradoksu.

Ömer Ünal
* Bu yazı daha evvel Aydınlık Kitap'ta yayınlanmıştır.

7 Ocak 2018 Pazar

İnançlar paketlenmiş, tecime elverişli

Modern anlamda kapitalizmin Batı’da ortaya çıkışı Rönesans ve Reform hareketleri sonrasında toplumsal, siyasi ve ekonomik alandaki değişimlerle ilişkilendirilir. Bu ilişkilendirmede en önemli noktalardan biri de dindir. Söz konusu ilişkilendirmeyi Protestanlık ve Kalvenizm gibi Hıristiyanlığın ‘piyasaya’ yönelik yeniden yorumlanmasına bağlayan Weberyan görüş, sosyolojik ve siyasi bakımdan süreci anlamlandırma bağlamında önemli bir açılım sunar. Bu yeni yorumlar üzerinden zenginleşme ümidinin özgürleşme cilasıyla parlatılması yoluyla oluşturulan anlayış Kilise’nin var olan kanaat ve bağlılık doktrinini Batı dünyasından söküp atmıştır desek yanılmış olmayız. Kilise’ye karşı kazanılan zaferin meydana getirdiği yıkıcı rüzgârı arkasına alan Aydınlanma ve pozitivist bilim anlayışı kapitalist hegemonyanın başat gücünü oluşturarak Batı merkezli gelişim ve ilerlemenin ideal formunu ortaya çıkarmıştır.

Başta İslam coğrafyası olmak üzere Batı dışı toplumların Batı’nın geçtiği süreci yaşamamış olması söz konusu idealden uzak olduğu ya da ayrı kaldığı anlamına gelmiyor. Söz konusu gelişme ve ilerleme ideali uzun süredir seçim ya da talep konusu olmaktan çıkarak bir ‘mecburiyet’ haline almış durumda. Zira başlarda dayatılan bu anlayışın artık rızaya yönelik bir eğilim olduğu görülüyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra baskısını arttırarak devam ettiren bu anlayışın küreselleşme miti sayesinde en kapalı toplumlara kadar sirayet ettiğini görmek şaşırtıcı değil. Geçen süreç içerisinde bazı toplumların oluşturduğu suni kapalılığın işe yaramayarak kısa sürede dağılmış olması kendiliğinden kapalı olan toplumların vereceği tepkiyi merak ettiriyor. Şimdiye kadar iyi bir görüntü sergileyemeyen İslam coğrafyası çatışmanın en yoğun yaşandığı bölge olarak göze çarpıyor. Piyasa İslamı adlı kitap Müslümanların bu çatışmayı nasıl yaşadığını ve neye evrildiklerini anlamaya yönelik bir çalışma. Patrick Haenni imzasını taşıyan Piyasa İslamı adlı eser Heretik Yayınları’ndan çıkmış. “İslam Suretinde Neoliberalizm” alt başlığı taşıyan ve sosyolog-siyaset bilimci Ali Yaşar Sarıbay’ın takdimiyle sunulan eseri "Türkçe Söyleyen" ise Levent Ünsaldı.

Giriş ve sonuç hariç dört bölümden oluşan eserde geçtiğimiz yüzyılın son yarısından bu yana hızlı bir dönüşüm yaşayan Müslüman toplumların yaşadığı değişim ekonomik ve siyasi olarak irdeleniyor. Çalışmada ele alınan konu özellikle Mısır, Türkiye ve Endonezya’da yaşanan siyasi ve ekonomik gelişmeler ekseninde genele yayılmaya çalışılmış. Geleneksel dini anlayışın yerini Batı değerleriyle uzlaşan ve Batı’nın kurumlarına eklemlenerek para ve güç devşirmeye çalışan bir anlayışın aldığını belirten yazar bu dönüşümün nereye varacağını açıklamaya çalışıyor. İslamcılığı Aşmak adlı ilk bölümde gelenekselci ve militan ütopyacı İslami anlayışın değişim ve dönüşümü ele alınıyor. Buna göre artık örgütlenme biçimi devlet ve siyasi merkezli olmaktan kültürel ve dışa dönüklüğü yansıtan dinsel yaşam şekline evrilmiştir. Burjuvalaşan Müslümanlar dünyaya açılarak Batı toplumlarının ‘kompleksiz ve rahat yaşam tarzlarını’ dinsel yaşamlarının içine yerleştirmişlerdir. Bu anlayış özellikle fıkıh alanında kendini göstererek geleneğin reddettiği birçok şey artık kabul edilir hale getirmiştir. Başta müzik olmak üzere sanattan modaya, spordan eğlenceye kadar öncekilerin edep sınırları dışında tuttuğu hatta yasak (haram/günah) saydığı şeyler yaşamın birer vazgeçilmezi olmuştur. Artık Müslümanlar için çileli yaşam biçiminin yerini kendilerini mutlu eden popüler kültür ikonları almıştır.

İkinci bölümde dönüşüme uğrayan Müslüman profilinin apolitikleşerek iş hayatına yönelişinin anlatıldığı Piyasa Destekli Dinsellik başlığını taşıyor. Bu yeni tip Müslüman profili kazanımlarını ekonomik alanda elde ederek dinselliğini “rahatça” ifade etmektedir. Artık amaç, kitleleri değişmez bir katılığa ikna ederek harekete geçirmek değil hedef grupların taleplerine yönelik arz sunmaktır. Bu bağlamda İslam (ticari) kâr için araçsallıştırılarak bir pazarlama yönteminin parçası haline getirilmiştir. Geleneksel ve radikal söylem ile arası açılan bu anlayış için ‘hicret’ militan ve cihadist olmaktan çıkmış burjuva ve ticari yönelimli bir hareket olmuştur. Bu yeni anlayış küresellik ve sekülerlik kavramlarının ahlakiliği sorunsalını evrensellik adı altında etik bir forma sokarak geçiştirmeyi ve meşrulaştırmayı başarmıştır.

Kültürel çekişmenin konu edildiği üçüncü bölüm Piyasa İslamı’nın Kültür Savaşları adını taşıyor. Kendini siyasi olarak tanımlamayan yeni Müslüman profili ekonomik alandaki başarılarıyla yeni bir kimlik oluşturmaktadır. Yalnız bu yeni tipolojinin burada atladığı şey İslam’ın kapitalist ekonomiye ilişkin yasaklamalarıdır. Bu süreçleri özellikle Türkiye, Mısır ve Endonezya’nın 1980’ler ve sonrasını ele alarak değerlendiren yazar söz konusu toplumların muhafazakârlaşarak burjuvalaştığını belirtiyor. Ortaya çıkan yeni anlayışa göre İslam fakir ve cahillerin dini olmaktan çıkmalı, Müslüman kaliteli bir yaşam sürmeli, zengin, güçlü ve refah içinde olmalıdır. Bunun için de var olan tamahkâr, kaderci ve çileci yani geleneksel dini anlayış terkedilmelidir. Yazarın, Avrupa’daki Protestanlık ve Kalvenizm dönüşümüne benzettiği bu anlayış için hatırı sayılır bir literatür de oluşmuştur. Kültürel alandan siyasi alana da kayan bu tutum, üzerinde epeyce ‘bilimsel’ çalışma yapılan işletme yönetimi biçimiyle yeni İslami ütopyanın temelidir ve Müslümanlar bir anlamda Batı’nın silahı olan kapitalizme küfretmek yerine ona nüfuz ederek Batı’yı kendi silahıyla vurmalıdır. Yazar bu bölümde başlıkla ilgili olarak 1980 darbesi sonrası Türkiye’de yürütülen siyasete ağırlıklı olarak değiniyor. Sosyal Devletin Kuyusunu Kazanlar başlığını taşıyan dördüncü bölümde yazar ‘Piyasa İslamı’ olarak tanımladığı kavramın yeni bir dini-siyasal duruşun doğmasına katkı sağladığını belirtiyor. Müslümanlar artık İslami bir devlet kurgusuyla değil masrafları en alt seviyeye çekilmiş kârlı bir şirket ideali ve bunun politik düzeydeki karşılığı minimum devlet mekanizmasıyla ilgilenmektedir. Özelleştirme politikalarından özel sektöre tanınan ayrıcalıklara kadar hem devleti hem de piyasayı yapılandıran yeni projeler sunulmaktadır. Örneğin, bazı hizmetler bürokrasi yerine daha özgür hareket edebilen sivil toplum eliyle yapılması gerektiği anlayışı geliştirilerek uygun ortam sağlanmaktadır. Bu bağlamda dini vakıf ve cemaatler kullanışlı ve önemli bir kaynak olarak değerlendirilmektedir. Yazar tüm bu uygulamaların Avrupa değerlerinden öte Amerikan muhafazakârlığının tipik bir kopyası olduğunu söylüyor.

Sonuç bölümünde Müslümanların geldiği noktanın neoliberalist görüşlerin ta kendisi olduğunu belirten yazar aslında bu durumun giderek kendine özgü biçimde dindarlaşan muhafazakâr Amerika’nın net bir yansıması olduğunu ifade ediyor. Yazara göre İslam coğrafyasındaki bu gelişmelerle birlikte ortaya çıkan yapı ABD ve İslam coğrafyasının ittifakı anlamına geliyor ve bu ittifak giderek daha fazla Müslümanı sisteme dâhil ediyor. Sonuç itibariyle din, müntesipleri tarafından araçsallaştırılarak kapitalist bir form kazandırılmış ve piyasaya eklemlenmiş oluyor.

Son yüzyıl içinde Müslümanların sosyo-ekonomik ve siyasi değişimini anlamak bağlamında önemli açılımlar sunan kitapta Müslüman toplumların uğradığı değişim ve dönüşüm ustalıkla yazıya dökülmüş. Türkiye, Mısır ve Endonezya özelinde yapılan değerlendirmede İran ve Körfez Bölgesi’ne yer verilmemesi hayıflandıran bir eksiklik diyebilirim. Bunun dışında yazarın geleneksel din anlayışı ile ilgili yaptığı değerlendirmeyi ayrıca ele almak gerektiğini düşünüyorum. Kitapta yer yer değinilen geleneksel İslami anlayışın (sanki) Batı emperyalizmine karşı koyma potansiyeli varmış ama söz konusu değişim sebebiyle bu güç ortadan kalkmış gibi bir anlam oluşuyor. Öncesi tartışılır lakin İslam coğrafyasının Batı’ya karşı varlık gösterebilme olasılığının Sanayi Devrimi’yle birlikte tamamen ortadan kalktığı su götürmez bir gerçek. Süreç içinde sadece sosyo-ekonomik ve siyasi anlamda değil (belki de en çok) entelektüel anlamda da son derece yetersiz bir yapı bulunduğunu belirtmek gerekiyor. Dolayısıyla yazarın işaret ettiği değişim/dönüşüm aslında var olan geleneksel anlayışın zaaf ve eksikliklerinin doğal bir sonucu olarak değerlendirilmeli. Bu bağlamda kapalı toplum olmanın koruyucu bir güç olmaktan ziyade süreci geciktirmek dışında hiçbir işe yaramayan bir zaafa tekabül etmesi, üzerinde durulması gereken başka bir gerçek olarak ortaya çıkıyor.

Dipnot: İsmet Özel’in Esenlik Bildirisi şiirinin “Duygular paketlenmiş, tecime elverişli” dizesinden esinlenerek oluşturduğum başlık için şair ve sevenlerinin mazur görmesini isterim.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Mai ve Siyah ya da hayatın üç rengi

Mai ve siyah; hayaller ve gerçekler. Romanın başkahramanı Ahmet Cemil’in maiden siyaha sürekli bir yürüyüşünden ziyade mainin ve siyahın tonları arasında salınan lakin nihayetinde siyahın en koyusunda karar kılan birkaç yıllık serüveni. Ahmet Cemil’in bir vapur taburesinde karanlıkta kalakalması ile neticelenen bu salınımın öncelikli nedeni kahramanımıza romanın başında biçilen ruh hali. “Onda şiir ile uzun iştigal mariz bir hassasiyet husule getirmişti.” diyerek bir nevi kahramanını nakıs bırakan yazar “…bir gün bahtiyar diğer gün bedbaht; bu dakikada şad, biraz sonra hazin yahut bir anda kalbi hem neşe, hem gam ile doludur…” diye devam eder. İşte bu ruh hali Ahmet Cemil’i babasının ölümünden sonra omuzlarına binen geçim sıkıntısına çareler ararken bazen azimli bazen yılgın; şair hasmı Raci ve eniştesi Vehbi Bey ile ilişkilerinde bazen hoşgörülü bazen kızgın; kendine meşhur olmanın kapılarını açacak şiir kitabıyla alakalı bazen ümitli bazen yılgın; nihayetinde Lamia’ya olan aşkında bazen umutlu bazen çekingen bir arafta bırakır.

Yazar bu gelgitler arasında kıvranan ruhu roman boyunca Raci, Vehbi Bey ve Hüseyin Nazmi ile çatıştırarak hikâyesini örer. Romanın tezi ilk bakışta hayallerle matuf bir hayatın nihayetinde hayatın sadmeleriyle yıkılacağıdır. Yalnız roman bunun yanında mai ve siyaha galebe çalacak bir rengi de okuyucunun zihnine kazır. Bu rengin ne olduğunu anlamak işte bu karakterlerin çatışmalarını merkez alarak okumayla gerçekleşir. Raci ve Ahmet Cemil; eski ve yeni. “…siz şiirimizi bıraktıkları noktada sabit görmek istiyorsunuz…” diyerek önce eski şiirin donukluğundan dem vurur yazar. Sanat ve ziynet gibi iki belanın şiire musallat edildiğinden bahisle bu şiiri söyleyenleri kuyumcuya benzetir ve “…bir ucundan tutulsa da silkilse taş parçalarında başka bir şey dökülmeyecek…” der. Baki ve Nedim bu donuk kütle karşısında şaşıp kalmışlar, Veysi ve Nergisi birer bilmece söyleticisidirler. Zevcesini Frenk karılarıyla aldatan, her şeyi sattıktan sonra oğlunun istikbali kağıtlara göz diken, sonunda kendini hastaneye düşürecek kadar işret meclislerine düşkün Raci’nin oğlunun ismi Nedim’dir. Ahmet Cemil kendi eserini hazirunun önünde okuduktan sonra Süleyman Vahdet Efendi’nin Şeyh Galip’in Hüsn ü Aşk’ından bahsedeceği cümle tamamlanmaya bile değer görülmez. Tüm bunlara karşın lezzetleri ile mest olunucak şairler ise “Goethe, Schiler, Milton, Yung, Myron, Hugo, Musset ve Lamartine” dir. Halid Ziya Uşaklıgil bu şekilde Ahmet Cemil’i eski edebiyata düşman, yeni haliyle batılı olanın ise yılmaz savunucusu şeklinde okuyucuya sunar. Bundan başka olarak karakter roman boyunca idealize edilme çabası içerisinde bütün iyi hasletlerin membaıdır. Raci ise roman boyunca tam bir sefihlik halinde karşımızdadır. Ve Raci dört beyiti yan yana getirmekten aciz bir mezar taşı sevicisidir. Ahmet Cemil eserde uzun uzadıya anlatılan sanat görüşü doğrultusunda mailiklerin kapısını ardına kadar aralayacak şiir kitabını hitama erdirir. Ve Hüseyin Nazmi’nin düzenlediği bir toplantıda okuyarak takdir toplar. Ama ne tuhaftır ki biz ne bu eser yazılırken nede okunurken tek bir dize dahi duymayız. İşte bu eser okuduğunun ertesi günü Raci’nin ceridede yazdığı bir tenkide kurban gider. Yada bize öyle görünür. Çünkü Ahmet Cemil’in roman boyunca kaybettiği şeylerin hepsi kendi iradesi dışında gelişirken kahramanımızın bile isteye kaybettiği tek şey kendi şiir kitabıdır. Her şeyini kaybeden Ahmet Cemil kitabını kendi ateşe verir. Yazarın gönlü burada yeninin eski tarafından alt edilmesine razı olamamış, belki yeni kaybetmiş lakin eski de kazanamamıştır. Hülasa mai müsaade ettiği için siyah üzerini örtebilmiştir.

Romanda ikinci çatışma Ahmet Cemil ile eniştesi Vehbi Bey arasında süregelir. Hülyaları arasında bir matbaaya malik olma hevesi de yatan Ahmet Cemil sırf bu niyetle olmasa bile kız kardeşi İkbal’i matbaanın sahibinin oğlu ile evlendirir. Evini ipotek ederek matbaaya ortak mesabesine gelir. Vehbi Bey de Raci gibi mülevves bir ruha sahiptir. İşret meclislerine müptela, babasına karşı sorumsuz, evlerindeki hizmetçiye rahatsızlık verecek kadar çapkın, hoşgörüsüz, kaba, üslupsuz… Ahmet cemil kardeşinin mutsuz bir evlilik geçirdiğini tüm safhalarıyla tetkik etmesine karşın hep pasif pozisyondadır. Ta ki bu durum İkbal’in karnına aldığı bir tekmeyle düşük yapması ve ölümü ile neticelenir. Bu olaydan sonra Ahmet Cemil sokakta tesadüf ettiği eniştesine bir tokat atmakla yetinir. Ne var ki kız kardeşi ölmüş evinden, matbaadan, mesleğinden olmuştur.

Raci ve Vehbi Bey’in ne kadar sefih Ahmet cemil’in ne kadar ideal bir tip olarak tebarüz ettirildiğinden yukarıda bahsetmiştik. Hüseyin Nazmi için ise okuyucunun zihninde böyle bir ahlaki perspektif kalmaz. Ama onu Hüseyin Nazmi yapan başka bir özelliği vardır. Ve bu yönüyle Hüseyin Nazmi Ahmet Cemil’in öykündüğü kişidir. Bu öykünmenin ne Nazmi’nin karakteri nede sanat görüşüyle ilgisi vardır. “…Hüseyin Nazmi maliye işleri müdürüdür…”. İste dostluklarının bidayetinde Halid Ziya karakteri bu şekilde sahneye koyar. Ahmet Cemil babasını kaybedip hayatın zorlukları ile karşılaşınca yazar “...Ah! O da zengin olsaydı. Hüseyin Nazmi ne kadar mesuttu…” dedirterek bize mutluluğun anahtarını gösterir. Ahmet Cemil hikâye boyunca Hüseyin Nazmi’nin mai köşküne, bahçesine, kütüphanesine, hatta dışarı baktığı penceresine bile hayrandır. Kardeşine düğün yapamadığından muzdariptir. Eniştesinin parayla ilgili münasebetsizlikleri karşısında sürekli ezilir. Nihayete bakacak olursak romanın kaybedenleri Ahmet Cemil ve Raci iken kazananları Vehbi Bey ve Hüseyin Nazmi’dir. Yani maviye galebe çalan renk yeşildir.

Hayatın üç rengi: mai, siyah ve yeşil.

Taha Selçuk
taha_selcuk@hotmail.com

5 Ocak 2018 Cuma

İnsanın altı içecek üzerinden varoluş hikâyesi

“İnsanlık tarihinden değil, insan yaşamının çeşitli yönlerinin tarihlerinden söz edilebilir sadece.”
- Karl Popper [i]

Giriş
Popper’in de dediği gibi tarih insanın hayatına temas eden çeşitli faktörler aracılığıyla incelenebilir. Bu faktörlerden birisi de içecektir. Ki insanoğlunun nereye yerleşip yaşayacağını belirleyen temel kıstas sudur. İnsan suyun bulunduğu çevrelerde bulunmuş; köyler, kentler buralarda gelişim sağlamıştır. Zamanla hayatın vazgeçilmezi olan suyun yerine alternatif içecekler ortaya çıkmıştır. Tom Standage[ii]’in kaleme aldığı “Altı Bardakta Dünya Tarihi” insanın varoluşundan bu yana geçen süreci 6 farklı içecek üzerinden incelemiş, değerlendirmiştir. Anlatımı bira, şarap, damıtık içkiler, kahve, çay ve kola üzerinden kurgulamış, bu ilgi çekici yönüyle akıcılığı sağlamıştır.

Mezopotamya ve Mısır’da Bira
Doğada yetişen yiyecekleri toplama, avcılık gibi uğraşlarla yaşamını sürdüren insanoğlu bir süre sonra dikkate değer bir değişikle beraber yerleşik hayata geçerek çiftçilikle uğraşmaya başladı. Verimli topraklara sahip olan Bereketli Hilal[iii]bölgesi insanlık için inanılmaz bir alandı. Bu yaşam tarzına geçişle bölgede yetiştirilen tahıllarla (arpa ve buğday) yeni bir içkinin farkına varıldı. Bu içki giderek sosyal hayatın merkezine yerleşti. Dolayısıyla göçebelikten köy yaşamına geçişte tanıklık gösteren ve insanların dini, ekonomik, toplumsal hayatına yer edinen biranın kökeni, bizzat uygarlığın kökeniyle iç içedir. Sümerler zamanında bira önemli bir işlevi üstlenir. Bu işlev Sümer betimlemelerine de yansımıştır. Ortak bir kaptan kamışla bira içmek yani birisiyle bir şeylerini paylaşmak konukseverliğin ve dostluğun simgesiydi. Sosyal hayatta önemli bir figür olan bira Mısırlıların ve Mezopotamyalıların tüm yaşamlarına sindi. Karmaşık toplumların ortaya çıkışı, yazılı kayıt tutma ve biranın popülerliği vs. tahıl fazlasının sonucuydu çünkü fazlalık-artık değer devamında üretmeyi, yeni şeyler ortaya koymayı getirmiştir.

Yunanistan ve Roma’da Şarap
Kuzeydoğuda dağlık diyarlardan ithal edilen şarap ilk zamanlar Mezopotamya kültürü için egzotik ve sadece seçkinlerin içmeye gücü yetebildiği bir içkiydi. Arkeolojik kanıtlara göre ilk kez Cilalı Taş Devri’nde Zagros Dağları[iv]’nda üretilmişti. Müttefikleri ve düşmanları sürekli değişen şehir devletlerinden oluşan ve çağdaş Batı düşüncesinin kökeni olan Antik Yunanistan’da şarap ile beraber tahıl çiftçiliğinin yerini yavaş yavaş asma ve zeytin yetiştiriciliği aldı. Şarap üretimi geçimlik olmaktan çıkıp sınai çiftçiliğe dönüştü. Çünkü artık şarap bir zenginlikti ve tahıldan kazanacağının daha fazlasını insanlar bağcılıktan kazanıyordu. Dahası sosyal ve kültürel çevrelerde de çok yaygındı şarap. Symposion[v] adı verilen ve katılanların şiirde, retorikte yarıştığı, tartışmaların gerçekleştiği bir ortamda şarap içiliyordu ve Antik Yunan’ın önemli filozoflarından olan Platon[vi] dersler verdiği Akademi’sinde öğretim tarzı olarak symposion’u model aldı. Derslerinden sonra öğrencileriyle beraber kendi belirlediği talimatlara göre “arkadaşlığın keyfini çıkarmak ve öğrenilenleri tazelemek” için birlikte yiyip içerlerdi. Önemli bir rol üstlenen bu içki, diğer bölgelerde de popüler olmuştu ve ticaret hayatının ciddi bir parçası haline gelmişti. Aslında gemilerde taşınan sadece şarap değil, aynı zamanda Yunan uygarlığı da taşınıyordu. Bu şarap nakliyatları sayesinde kültür de geniş iklimlerde dolaşıma girdi. MÖ ikinci yüzyılda Akdeniz’de dengeler değişmiş, Yunanlıların yerine orta İtalyan halkı olan Romalılar almıştı. Ama tarih gösteriyor ki bazılarına göre bu egemen değişimi zafer değil, yenilgiydi. Çünkü çoğu Avrupalının köken edindiği gibi Romalılar da gerek köken gerek kültür olarak Yunan’ı örnek almıştı. Roma nüfuz alanını genişlettikçe Yunan entelektüel ve sanatsal miras da geniş bir coğrafyaya ulaşıyordu. Meşhur bir söz olan “mīlle viae dūcunt hominēs per saecula Rōmam” yani bütün yollar Roma’ya çıkar deyimi şarabın zamanın toplumsal yapısına etkisiyle farklı bir varyasyona dönüşür: “Tüm bağlar Roma’ya çıkar.”. Çok geniş sınırlara sahip olmasına rağmen imparatorlukta üretilen şaraplar merkeze yani Roma’ya ulaşıyordu. Burada elden ele geçerek ticari yaşama sunulan yahut seçkinlerin sofralarında yer edinen şarabın sosyal statüyü-farklılaşmayı simgeleyen bir yönü de bulunmaktaydı. Öyle ki MÖ 87’de iktidar mücadelesinden galip çıkan Gaius Marius[vii] rakibi Sulla[viii]’yı destekleyenlerin peşine düşmüş. Bu durumdan dolayı statüsü düşük bir ahbabına sığınan Marcus Antonius[ix]şarabın bu sosyal farklılaşması yüzünden canından olmuştu. Ahbabı hizmetlisini gönderip üst sınıf, seçkin bir şarap almasını istemiş; bu durum dikkat çekmiş ve sonucunda Marius’un adamları Antonius’u yakalamış ve öldürmüştü. Görüldüğü üzere sadece zevk işlevi görmeyen şarap, bir yönüyle Romalılara göre üstünlüğün, gücün sembolüydü. İslam’ın yükselişiyle beraber ise Hristiyan Avrupa dışında kalan eski Roma dünyasında köklü bir değişim yaşanmış, şarabın toplumsal olarak üstlendiği bu durum zayıflamış, bir yönüyle güç dengeleri Roma’dan İslam devletleri tarafına doğru ağır basmaya başlamıştır.

Sömürge Döneminde Damıtık İçkiler
MS 1000’li yıllarda Avrupa’da kültür denilince akla gelen şehir artık Roma olmaktan çıkmış, İslam devletlerinden olan Endülüs’ün başkenti Cordoba[x] olmuştu. Sarayları, camileri, kapsamlı kanalizasyon sistemleri ve en önemlisi de yarım milyon kitap barındıran halk kütüphanesine sahipti. 10.yy Alman vakanüvis Hroswitha bu şehir hakkında dünyanın mücevheri olarak bahsediyordu [xi]. Cordoba, Şam, Bağdat gibi önemli kültür merkezlerinde bulunan Arap bilginler çeşitli kaynaklardan çeviriler yaparak bilimsel ilerlemeler kaydediyor, bu ilerleme sırasında bir tekniği de geliştirip popülerleştirdiler: damıtma tekniği. Cabir bin Hayyan[xii] damıtma tekniğini düzenli bir biçimde şaraba uyguladı ve şarap, damıtık içkilere dönüştürüldü. Bu içkiler eskiden bira ve şarapta olduğu gibi toplumda egemen duruma geldi ve önemli bir ekonomik ürün konuma dönüştü. Arap bilginler bu sonuca gündelik içki olmaktan öte simyasal bileşen-ilaç gözüyle bakmakta idiler. Fakat Hristiyan Avrupa’sında bu durum yaygınlaşmış. Hem içecek olarak tüketilip günümüzde tüketilen viskinin kökenini oluşturmuş hem de çeşitli vaka-hastalıklara karşı tedavi gözüyle görülmüştür. Şarabın damıtılmasıyla oluşan bu yeni maddeyi 12.yy da Arap metinlerden öğrenen Michael Salernus[xiii] ilaç olarak kullanmış, Latince tıp metinlerinde mucizevi bir ilaç “aqua vitae” yaşam suyu olarak anılmıştı. Çeşitli alanlarda önem kazanan bu damıtık içkilerin bir çeşidi olan eskiden “köpek öldüren” adı verilen zamanla rom diye anılan sert içki hafifletmek için denizcilerin su, limon vs. ile karıştırmasıyla grog adı verilen yeni bir karışıma dönüştü ve denizlerde içecek olarak bira yerine grog kullanılması fark edilmeden 17-18.yy da İngiliz üstünlüğünün kurulmasında rol oynadı. Çünkü denizci ölümlerinin ana nedenlerinden biri de C vitamini eksikliğinden kaynaklanan iskorbüt hastalığıydı ve biranın yerini alan grog C vitaminine sahipti. Önemli bir meta olan rom ilginç bir tarihsel gücün sonucuydu. Şeker Araplar vasıtasıyla Avrupa’ya girmiş, Kolomb Amerika’ya götürmüş, Afrikalı köleler tarafından yetiştirilmiş ve şekerin posasından damıtılmıştı. Yazarın ifadesiyle rom, Avrupalıların görmezden geldiği köle ticaretinin zalimliği olmadan varlığını koruyamazdı ve bir yanıyla rom birinci küreselleşme döneminin zaferinin ve baskıcılığının sıvı cisimleşmesiydi. Ayrıca siyasi bir boyutu da vardı. Amerika’da rom ticaretinin Fransa lehine olmasından dolayı kaygılanıp belli kalıplar çerçevesinde olmasını isteyen İngiltere’nin çıkarttığı Melas Yasası'nın[xiv] uygulanmaması, Amerikan bağımsızlığına giden yolda ilk kıvılcımdı. 1781 yılında Amerika’nın kurulmasından sonra John Adams[xv] şöyle demiştir: Melasın Amerikan bağımsızlığında önemli bir unsur olduğunu itiraf etmekten neden utanmamız gerektiğini bilmiyorum. Birçok büyük olay, çok daha küçük nedenlerin sonucu olmuştur.

Akıl Çağında Kahve
Diğer içkilerden farklı olarak arılığı ve kendindeliği arttıran, beynin kuvvetli besini, ayık içki, kahve; imgelemin bulutlarını ve kasvetli ağırlığını dağıtan, şeylerin gerçekliğini hakikat ışığıyla aniden aydınlatan kahve.Jules Michelet[xvi]

17.yy’dan itibaren düşünürler Yunan felsefesinin kesinliklerini sorgulamaya başladılar. Galileo[xvii], Bacon[xviii] gibi öncüler kör inancı reddedip, gözlem ve deneyden yana tavır aldılar. Bu yeni rasyonalizmin Avrupa’ya yayılmasıyla birlikte yeni bir içecek, kahve, yaygınlaşmaya başladı. Kahvenin zihinsel olarak bedene etkisini fark eden bilim insanlarının, entelektüellerin, kâtiplerin vs. vazgeçilmez tercihi oldu. Bir anlamda diyalektiksel bir madde haline dönüşerek alkolün anti-tezi konumunu aldı. Alkolün sarhoş edici, gerçekliği bulanıklaştıran etkisine karşın ayıltıcı, algılamayı yükselten bir içecek olarak görülmeye başlandı. Dahası, Yunanlıların ve Romalıların tanımadığı bir şey olduğu için bu içeceği tadıyor olmak bir bakış açısına göre eski dünyanın sınırlarının ötesine geçebildiklerini vurgulamanın yoluydu. Akıl çağı için idealdi. Kahveyi içecek olarak üretme, tüketme pratiği Yemen’e ait bir yenilik olduğu söylenir. Zamanla kahvelerin tüketildiği mekânlar olan “kahvehane” sosyal hayatın vazgeçilmezi olacak ve enerjisini kahveden alan bir iş ağı, platform konumunu alacak, hatta siyasi, dini, edebi, bilimsel çalışmaların merkezi olacak bir kültür haline dönüşecektir. Thomas Macauley[xix] bir kitabında şunları yazar: “Yabancılar Londra’yı diğer kentlerden ayırt eden şeyin kahvehane olduğunu söylüyorlardı. Kahvehane Londralının eviydi, bir beyefendiyi tanımak için Fleet Street’te ya da Chancery Lane’de oturup oturmadığı değil, Grecian’a ya da Rainbow’a düzenli gidip gitmediği sorulurdu.”. Çeşitli meslek gruplarının ilgisine göre farklı farklı kahvehane çevreleri oluşacaktır Avrupa’da. Kahvehaneler öyle bir toplumsal itibar belirleyicisi haline dönüşmüştü ki ticaret erbabı için mesken olan Jonathan’s Kahvehanesinden kovulmak önemli bir iş kaybı anlamına gelirdi. Önemli bir siyasal alan işlevini gören kahvehane kültürü, Voltaire’nin fikirlerinden dolayı İngiltere’ye gönderilmesiyle oradan gördüğü izlenim-tecrübeler yoluyla Paris’e girmiştir ki 89 devrimine uzanan süreçte önemli bir rol üstlenmiştir.

Çay ve İngiliz İmparatorluğu
Günümüzde insan hayatının vazgeçilmezi olan, her saat tercih edilebilen çayın kökeni Çin’e dayanır. Dünyaya yaygınlaşması ise güneşin batmadığı imparatorluk deyimiyle anılan İngiltere’nin doğuyla -masum ifadesiyle- etkileşimi sonucu olmuştur. Sudan sonra belki de en fazla tüketilen içecek olan çay, bir yönüyle, emperyalizmin, sanayileşmenin öyküsüdür. Doğu Hindistan Kumpanyası[xx] olarak bilinen şirket zamanla İngiliz gücünün doğudaki tezahürü konumuna geldi. William Playfair'e[xxi] göre bu şirket zamanla sıradan, sınırlı bir tüccarlar topluluğu iken Doğu’nun yargıcı haline geldi. İngiltere’ye ulaştığında ilk olarak seçkinlerin gözdesi olan çay, toplum genelinde pahalılığı yüzünden ulaşılamayan bir metaydı. Çayın yerine daha ucuz olan kahve tercih ediliyordu. Zamanla her eve giren çay İngiltere’de herkesin içtiği bir ürün haline dönüşmüş ve bu durum nedeniyle “İngiltere ve Çay” ayrılmaz bir ikili olmuştur. 18.yy sonlarına gelirken bir mucit olan Richard Arkwright[xxii] iplik eğirme tezgâhı geliştirdi. Bu gelişme ilk modern fabrikaya dönüştü ve İngiltere’yi sanayileşmiş ülkeye dönüştürdü. Diğer alanlara da yansıyan bu gelişme dizisi bireysel el gücünün işlevini makineye devretti ve sonuç itibariyle geleneksel olan işgücünü olumsuz bir şekilde etkiledi. Makineleşmeden dolayı süregelen İngiliz mallarındaki bolluk ve ucuzluk dış sermayeyi iflasa sürükledi. 17.yy’da kâtiplerin, işadamlarının vazgeçilmezi olan kahve gibi, bu yeni gelişmeler sonrası çay da fabrikalardaki işçilerin vazgeçilmezi haline dönüştü. Fabrika sahipleri işçilere “çay molaları” vermeye başladı. Doğu Hindistan Kumpanyası’nın yaptığı bu çay ticaretinde dış sebepler dolayısıyla dalgalanmalar yaşandı ve şirket İngiltere’ye karşı borçlu konuma düştü. Çayın yaygınlaşmasından dolayı değerinin azalması da bu borcun ödenmesini zora soktu. Bu sefer şirket afyon ticaretine başlayarak çaydan daha fazla kar sağladı. Afyon ticaretinden dolayı kötüleşen Çin-İngiliz ilişkileri artık öyle bir aşamaya gelmişti ki çeşitli nedenlerden dolayı savaş (1839-1842) patlak verdi. İngiltere teknolojik üstünlükten dolayı savaşı kazandı, savaş sonrası imzalanan Nanking anlaşmasıyla[xxiii] beraber İngiltere için egemenliğini genişleten, Çinliler için ise son derece alçaltıcı olan yaptırımlar geldi. İngiltere Çin’in limanları üzerinde söz sahibi olmuştu artık.

Coca-Cola ve Amerika’nın Yükselişi
Fastfood sektörünün temel ürünü olan kola Mayıs 1886’da bir eczacı olan John Pemberton[xxiv]’un ilaç denemeleri sırasında bulunmuş, ilk zamanlar tıbbi bir ilaç olarak satışı yapılmış daha sonra serinletici bir içecek olarak sektör değiştirmiştir. 2014 yılında en değerli 3. Marka olan Coca-Cola’nın yükselişi Amerika’nın yükselişi ve onun değerlerinin cisimleşmesiyle eşdeğer görülebilir. Tıpkı İngiliz imparatorluğunun serüvenini bir fincan çayda görebildiğimiz gibi, Amerika’nın küresel alanda yükselişini de kolayla beraber görebiliriz. Amerika’nın içe dönük politikadan küreselleşmeye yönelik politikaya yüzünü çevirmesiyle beraber Coca-Cola da küresel bir marka haline dönüştü. ABD dünyaya yayıldıkça Coca-Cola da onlarla beraber yayıldı. Öyle ki şirketin başkanı maliyeti ne olursa olsun Amerikan askerine 5 sente bir şişe Coca-Cola temin edebilir diye açıklama yaparak aynı zamanda markanın yurtsever, Amerika’nın savaş çabalarını destekler bir görünüm almasını sağladı. Artık Amerikan askerinin bulunduğu yerde talep üzerine kola üretim fabrikası da açılmaktaydı. 2. Dünya savaşı yıllarında bir reklamında geçen sözler “Amerika ve Coca-Cola” ilişkisini özetlemektedir aslında: “Bir ABD savaş gemisinin gittiği her yere Amerikan yaşam tarzı da gider… Doğal olarak Coca-Cola da.

Sonuç
Bu 6 içecek türüyle insanlığın geçmişi tanımlandı. İlk yerleşim yerleri insanların temel ihtiyacı olan su kıstas alınarak kuruldu. O vazgeçilemezdi çünkü. Geleceği anlatacak-tanımlayacak içecek de tekrar tarihin başından beri önemli rol oynayan su mu olacak acaba? Altın, elmas, petrol vs. gibi kaynaklar için yapılan savaşlar yerini suya mı bırakacak gelecekte? 1979’da Mısır devlet başkanı Enver Sedat[xxv] şöyle diyordu: "Mısır’ı tekrar savaşa sokacak tek konu sudur.

[i] Karl Raimund Popper, Avusturya kökenli Britanyalı felsefeci (1902-1994)
[ii] The Economist dergisi bilim ve teknoloji muhabiri olan İngiliz gazeteci, yazar.
[iii] Lübnan, Suriye, Irak, Türkiye’nin güneydoğusu ve Mezopotamya’yı içine alan verimli bir bölgedir. Ekvatora doğru bakan bir hilal şeklinde olduğu için Bereketli Hilal adını almıştır.
[iv] Zagros Dağları ya da Zağros Dağları, İran ve Irak topraklarında bulunan büyük dağ zinciri. İran’da uzandığı bölgeye ismini vermiştir. Uzunluğu İran’ın Irak sınırından Basra Körfezi’nin güneyine kadar 1.500 km’dir.
[v] Antik Yunan’da erkeklerin toplanıp şiir okuduğu, retorikte yahut çeşitli meselelerde tartışıp yarıştığı bir şölen,parti.
[vi] Platon ya da İslam dünyasında Eflatun olarak bilinen, Antik klasik Yunan filozofu, matematikçi ve batı dünyasındaki ilk yüksek öğretim kurumu olan Atina Akademisinin kurucusudur.
[vii] Gaius Marius Romalı general ve kariyeri boyunca eşi benzeri görülmemiş biçimde yedi kere konsül seçilmiş siyasetçi.
[viii] Lucius Cornelius Sulla Felix, genel olarak bilinen ismiyle Sulla. Romalı general ve devlet adamı.
[ix] Romalı komutan
[x] İspanya’da bulunan Cordoba-Kurtuba ilk olarak Romalılar tarafından kurulmuş tarihi bir kenttir. 8.yy’da Endülüs Emevileri tarafından başkent yapılmış, uzun yıllar Müslümanların elinde kalmıştır.
[xi]http://scholarship.claremont.edu/cgi/viewcontent.cgi?article=1042&context=pomona_fac_pub(sayfa 5) Bahsi geçen kitap: Hrotsvitha of Gandersheim
[xii] Ebû Mûsa Câbir bin Hayyân Batıda daha ziyâde Geber olarak tanınan, Abbâsîler döneminde yaşamış ve İslâmiyet’te fen bilimlerinin temelini atmış olan Farsî çok yönlü bir fen bilgini
[xiii] İtalyan simyacı.
[xiv] İngiltere’nin Amerika’daki kolonilere Fransız ve Hollanda Batı Hint Adalarından kaçak olarak şeker ve melas getirilmesini önlemek ve kolonilerden sağladığı gelirleri artırmak amacıyla çıkardığı yasa.
[xv] Amerika Birleşik Devletleri tarihindeki ilk Başkan Yardımcısı ve 2. Başkandır.
[xvi] Fransız Tarihçi (1798-1874)
[xvii] Galileo Galilei, İtalyan astronom, fizikçi, mühendis, filozof ve matematikçidir.
[xviii] Francis Bacon filozof, bilim insanı, avukat, hukukçu, devlet adamı ve yazar.
[xix] İngiliz tarihçi. (1800-1859)
[xx] Doğu Hindistan Şirketi veya İngiliz Doğu Hindistan Şirketi, Doğu Hint Adaları’yla ticaret amacıyla kurulmuş olan; ama daha çok Hint altkıtasıyla ticaret yapan bir İngiliz (1707’den sonra Britanya) anonim şirketiydi.
[xxi] İskoç ekonomist (1759-1823)
[xxii] Sir Richard Arkwright, İngiliz sanayici. Bir devrim açan dokuma tezgâhını buldu. (1732-1792)
[xxiii] Nanking Antlaşması, 29 Ağustos 1842 tarihinde Birleşik Krallık ile Çing Hanedanı arasında Afyon Savaşı’nı bitiren anlaşmadır.
[xxiv] John Stith Pemberton, ABD’li eczacı. Coca-Cola’nın ilk üreticisi. Pemberton’un 1886 yılında bir ilaç olarak ürettiği şurup, küçük değişikliklerle alkolsüz bir içecek olarak küresel bir tüketici kitlesine Coca-Cola markası olarak ulaşmıştır.
[xxv] Muhammed Enver Sedat, Mısırlı Arap asker ve siyasetçi. Mısır’ın ikinci cumhurbaşkanıdır.

Hasan Basri Yapıcı
twitter.com/hbasriyapici

Geçmişine güvenemeyen hangi kalabalığa güvenebilir?

“Ya her şeyim ya hiçim
Sorma dünya ne biçim
Bir kördüğüm ki içim
Çözdükçe dolanıyor."
- Şevket Rado

Bir şarkı bir kitaba ancak bu kadar uyum sağlayabilirdi. Usta yazar Ayşe Kulin de bu sebeple kitaptaki her bir bölümü bu şarkının mısraları ile başlıklandırmış olmalı.

Fikriyat anlamında Ayşe Kulin’le aynı safta yer almamız mümkün değil. Biz aynı coğrafyada, inandığı değerleri ve siyasi görüşleri bambaşka olan, belki de dünyanın iki uzak ucunda iki bambaşka kadınız. Ama farklı olmak benim için hiçbir zaman başka hayatlara kulak tıkamak, onları görmezden gelmek, ötekileştirmek anlamına gelmedi. Bilakis daha çok merak edip anlamaya çalıştım ve itiraf ediyorum Ayşe Kulin’i bir anlatıcı olarak naçizane çok başarılı buluyor, raflarda yeni bir kitabını görünce almadan edemiyorum.

Bazı kitaplar uzar gider, bazıları bu uzama sürecinde zevk de verebilir okuyucuya ancak Kulin’in kitapları benim için her zaman bir solukta okuduğum, tadının damağımda kaldığı romanlar oldu. Kördüğüm’ü de bu heyecanla alıp ilk sayfasını açtım. Özetle, muhteşemdi! (Eklemek istediğim bir nokta var, Müslüman bir kadın olarak zorla başı örtülen, Ortadoğu’da Işid benzeri bir örgütün eline düşen kadın karakter -ki bu tarz ortalama bir karakter Kulin’in diğer kitaplarında da var, beni rahatsız etmedi desem yalan olur. Bu klişeden tez vakitte vazgeçilmesini diliyorum.) Polisiye romanları çok severim. Ahmet Ümit bu konuda Türk edebiyatına ciddi katkı sağlamış olan bir yazarımız ve benim sanırım okumadığım kitabı kalmadı. Daha az yazan (elbette yine şahane yazan) yazarlarımız olsa da (Barış Uygur gibi) kabul edelim edebi sahamız polisiye roman alanında çok zengin değil. Ayşe Kulin de bu alana Kördüğüm ile göz kırpmış ve çok da iyi yapmış. İlk polisiye denemesi olmasına rağmen ben son derece çarpıcı buldum bu ilk denemesini. Şimdi kısaca kitabın konusuna da değinelim.

Son hatırladığı bir arabanın parlak farları olan, bir kaza sonrasında gözlerini hastanede geçmişi silinmiş bir kadın olarak açan Gizem’in hayatı var ellerimizin arasında. Bir klinikte Gizem. Etrafında bir psikiyatrist, tuhaf bir hasta kız, bir komiser var. Ama geçmişine güvenemeyen hangi kalabalığa güvenebilir ki? O da böyle işte. Kimseye güvenemiyor. Geçmişinde bir karanlık olduğunun farkında ancak bu karanlığı bir türlü aydınlığa kavuşturamıyor. Ta ki bir yere kadar. Geçmişinin iplerini eline alınca da bu karanlığı kiminle paylaşacağının derdine düşüyor ve biz o geçmişi, Gizem’in yaşadıklarını öğrenip tam da burada bir polisiyenin kucağına düşüyoruz.

Bir sevgili… İhanet mi etti yoksa yoksa gerçekten çok mu güvendi?
Bir psikiyatrist… Ona yardım mı etse yoksa beladan uzak mı dursa?
Aile… Her biri başka yerde, sevgi daim ama mesafeler uzak.
Bir anane… Koca bir çocukluğu, gençliği ve yetişkinliği sırtlayan bir dost gibi.

Türkiye’nin de içinde bulunduğu Ortadoğu problemi sahnesinde ilerleyen kitap son derece akıcı bir üslupla bu şekilde devam ediyor. Her bir sayfada bir sonraki sayfayı merak ederek ilerliyorsunuz, okuyucuyu derine çekiyor, kendinizi Gizem’in yanıbaşında buluyorsunuz.

Sonu nasıl mı bitiyor? Her polisiye gibi elbette bir çözüme kavuşuyor. Ama bu çözüm mutlu bir son mu yoksa acıdan mı ibaret, tavsiyem, siz de okuyup kendi gözlerinizle görün.

Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler

4 Ocak 2018 Perşembe

Korkudan korkmamak için önce onu tanımak gerek

"Tüm korkular bir şey için duyduğumuz sevgiden kaynaklanır.''
- Thomas Aquinas

"Her şey bir yana, yürüme arzunu kaybetme. Yürüyüşe çıkabildiğim sürece hiçbir şeyden korkmuyorum, ölümden bile."
- Soren Kierkegaard

Bazı hisler tek başına çökmezler insan ruhuna. Peşlerinden başka hisleri de getirirler. Mesela korku: son yıllarda hepimizin en çok hissettiği, yakamızdan paçamızdan ayrılmayan o ölümcül his. Korkuyu hissederken aynı zamanda kaygıyı, paniği, tedirginliği, kuşkuyu, şüpheyi, baskıyı, tehlikeyi, daralmayı ve sıkışmayı da hissederiz. Bu durumda korkunun ilk ve en şiddetli eyleminin özgürlüğümüze, varoluşumuza yönelik olduğunu söyleyebiliriz. Korkmaya başladığımızda özgürlüğümüz de kısıtlanmaya başlamıştır. Korktuğumuzda savaşın en zor şartlardaki cephesinde çoktan yerimiz hazırdır. Geriye iki mesele kalıyor: korkunun ne olduğunu keşfedip üzerine gitmek yahut korkuya teslim olup hayatı daha da yaşanılmaz bir hâle getirmek. Ne yapmalıyız?

Yayın hayatına başladığından bu yana 'gerçekten' ilginç ve önemli kitaplar neşreden Redingot, bu kez de Murat Erşen çevirisiyle Korkunun Felsefesi'ni kazandırdı Türkçeye. Norveçli yazar ve düşünür Lars Fredrik Handler Svendsen'i daha önce dilimize çevrilmiş Sıkıntının Felsefesi kitabıyla tanıyoruz. Yazarın önceliği, modern çağın ve modern insanın en temel sorunlarını irdelemek. Sıkıntı ve korku; hangimizin temel sorunu değil ki? Hayatımızın her günü uyanıştan uyuyuşa dek bu iki hisin gerilimiyle savruluyor. Evden çıktığımız anda korku yanımızda bir gölge gibi beliriyor. "Korktuğumuz bir dünya kendimizi bütünüyle evde hissedemeyeceğimiz bir yerdir" diyor Svendsen. Birçok felsefecinin düşüncelerinden faydalanarak korkunun ne'liğine dair hatları çiziyor. Heidegger'e göre korkuyla birlikte kendi imkânlarımızı gözden kaybederiz. Sartre için korkudan kurtulmanın çaresi ise kendimizi kendi olanaklarımıza atmak. Biri korkuyla imkânlarını kaybediyor, diğeri korkudan kurtulmak için olanaklarına sarılıyor. Tabiri caizse korku birine kaybettiriyor diğerine bulduruyor.

Kaybediş ve buluş arasında Svendsen'in önerisi karamsar gibi gözükse de oldukça gerçekçi: kuvvetli bir idrak. Bu özgün bakışta, korkunun geçici değil sürekli bir his olduğu var. Çünkü varoluş; duran veya duraksayan bir şey değil. Süregiden bir eylem. Dolayısıyla korku ve varoluş için aynı yolun yolcusu diyebiliriz. Yani korkuya 'kapılmak'tansa onu tanımak ve hatta onunla arkadaş olmak hem insanın hem de toplumun ruh sağlığı için oldukça kritik. Spinoza korkunun 'fayda'sına dokunur "Ne umut korkudan vazgeçebilir, ne de korku umuttan" derken. Korkunun umut etmemizi sağladığı oldukça doğru. Korkun varsa umudun da vardır, korkmuyorsan umutsuzsundur. Dağ filmindeki komutan "Ben de insanım, ben de korkuyorum" demişti. Ama bu korku onun ve arkadaşlarının görev bilincini de daima diri tutmuştu.

İnsanın bir şeyi anlamadan tam olarak bilmesi mümkün olmadığı için önce korkuyu anlamak gerekiyor. Hangi durumlarda ortaya çıktığını ve insana, topluma ne gibi geri dönüşleri olduğunu. Sınırları belli olmayan bir şey insanı daha fazla korkutur, üstelik bu şey korkuysa varın gerisini siz düşünün. "Korku, cezadan daha berbattır, çünkü ceza bellidir, ağır veya hafif; bilinmeyene, sınırlandırılmamışa kıyasla ceza, daha az ürkütür." der Stefan Zweig. Evet korkudan sonrası daha yerleşmiş bir hastalık olan ürkmektir. Svendsen'in kitabı bizi ürkmekten uzak tutmak için elinden geleni yapıyor 192 sayfa boyunca. Peki hangi konular çevresinde dönüyor? Şöyle: Korku kültürü, korku nedir, korku ve risk, korkunun cazibesi, korku ve güven, korku politikaları, korkunun ötesi.

Svendsen kitabında felsefeden olduğu kadar edebiyattan ve sinemadan da fazlasıyla yararlanıyor. Özellikle bazı filmlerin korku sahnelerine yaptığı yorumlar bir taraftan korkuyu tanımlamamıza yardımcı olurken diğer taraftan beyazperdenin ve televizyonun hayatımıza korkuyu salmakta ne kadar kuvvetli olduğunu da hatırlatıyor. Bu 'mecra'ların uzun yıllardır en yoğun korku aracı olarak kullanan kuvvet ise devletler. Sadece haber bültenlerinde değil çizgi filmlerden dizilere ve hatta yarışmalara kadar korkuyu izleyebiliyoruz. Bu izleme eylemi o kadar sıradanlaşıyor ki Baudrillard'ın deyimiye iyice ilizyona dönüşmüş olan yaşamamımızda korku da yeni bir ilizyon sanatı. Politik bir sanat olarak korkuyu Machiavelli ve Montesquieu eserlerine değinerek anlatıyor Svendsen. Siyasi korkunun asla boşluktan doğmadığını; bilakis onun yaratıldığını ve sürdürüldüğünü söylüyor. Elbette bu tür korkunun işlevi de çeşitli siyasi uygulamaları desteklemek ve güçlendirmek. Devamını birlikte okuyalım:

"Korkunun nedenlerine karşı mücadelenin kendisi korku üreten bir şey haline gelmiştir. Eğer otoriteler, yurttaşların karşı karşıya bulunduğu terör tehlikesinin altını sürekli çizer, hatta abartırlarsa, aslında devletin de kendi vatandaşlarını terörize ettiğini iddia etmek mümkün olur. Teröristlerle otoriteler arasında bir ortak yaşam doğar çünkü birbirleriyle kavgalı olsalar da ikisi de aynı sonucu üretir: Korku içinde yaşayan bir halk. Yine her ikisi de bu korkuyu siyasi olarak sömürürler. Siyasi özgürlüğümüzün önemli bir bölümü tam da yaşamlarımızı çok fazla korku olmadan yaşayabilmekten oluşur. Örneğin herkesin terör saldırısına açık olduğu yönünde abartılı bir izlenim yaratarak korkuyu besleyen bir hükümet böylelikle vatadanşlarının özgürlüğünü sınırlar." [sf. 161]

Korku bizi kendimizden uzaklaştırır. Böylece derin ve sonsuz bir umutsuzluk çöker üzerimize. Korkuyu tanırsak, onu tanımak için mücadele edersek korkunun yanına umut gelebilir. Hatta umut, korkuyu yenebilir. Korkunun Felsefesi, korkunun muazzam baskısı altında dahi umutlu olmayı öğütlüyor.

Yağız Gönüler

Okuyucuyu çaresiz bırakan yazar: Kobo Abe

Daha çok varoluşçu olarak bilinen ve hayatın yaşanamayacak kadar ‘kötü’ olduğunu düşünen Albert Camus yaşamaya dair düşüncelerine absürdizm (saçmalık) ile açıklık getirir. Camus hayatın kötü olduğu düşüncesi üzerinden “yaşamaya değmeyecek bu dünyada insanların neden intihar etmediklerini” sorar ve sorusunu “yaşamanın verdiği tarif edilmez şevk” olarak yanıtlar. Hayatın tüm saçmalığına karşın intiharın bir kolaycılık ve kaçış olduğunu söyleyen Camus intihar etmektense hayatı anlamaya çalışmanın asıl yapılması gereken olduğunu belirtir. Söz konusu soru ‘insan neden intihar eder’ şeklinde de sorulabilir elbette. Yaşamanın -belki de ümidin- vereceği şevk kalmaması dışında muhtemel başka sebepler de bulunabilir. Nitekim Sartre, Camus’nün tam tersi bir düşünce ortaya atarak intiharı olumlamış, Durkheim intihardan bireyi değil toplumu sorumlu tutarak meseleyi bambaşka bir boyuta taşımıştır. Kanguru Defteri’ni okurken kendiliğinden oluşan absürtlük kavramı son cümleyi okuduğumda Albert Camus’nün arayışını aşan bir şekilde noktalandı diyebilirim. Zira kitap kendine has bir hikâyeye ve sonuca sahip.

Kobo Abe (1924-1993) her defasında şaşırtmayı başarıyor. Monokl Yayınları’ndan çıkan yüz doksan sekiz sayfalık Kanguru Defteri adlı eseri Aydın Özbek Türkçeye çevirmiş. İlk sayfalarda merakla okunmaya başlanan hikâye, fantastik edebiyat sevmeyenleri veya Kobo Abe’yi tanımayanları bir yerden sonra yorabilir hatta daha da ileri giderek sıkabilir. Çünkü yazar bu eserinde fantastik bir anlatıma yer vermiş! Ya da son sayfasına kadar öyle zannediyorsunuz.

Hikâyenin nerede kopacağını bekleyerek okuyan okur yine bir Kobo Abe klasiğiyle karşılaşarak son sayfaya kadar o kopuşa tanık olamıyor. Dolayısıyla kitap bitinceye kadar okuyucuda net bir fikir oluşmuyor. Fakat bitiş cümlesiyle beraber deyim yerindeyse insan aydınlanıyor. Kitap boyunca kafa kurcalayan, akla yatmayan, saçma bulunan ne varsa birden ahenkli biçimde anlamlı hale geliyor. Camus’yü aklıma getiren de sanırım okuduğum o kadar absürtlüktü. Ya da fantazya…

Zorlayıcı bir hikâyeye sahip olan Kanguru Defteri, kurgu açısından oldukça etkileyici ve yazarın Türkçeye çevrilen diğer eserleri kadar da başarılı. Kobo Abe anlatımına tedirgin edici bir giriş yapıyor. Ne olduğunu anlamadan hikâyenin içinde buluyorsunuz kendinizi. Bir şirkette çalışan kahramanımız yaşadığı modern hayatın sıkıntılarını hissettiriyor. Zaten gerçeklikle kurulan ilişki bu kadar ve normal şartlarda hissederek anlayabildiğiniz durum da bundan ibaret oluyor. Sayfalar ilerledikçe baştan beri kısıtlı olan normallik ortadan kaybolarak hikâye bir bilinmezliğin içine akıyor. Bu akış hikâyeyle birlikte o bilinmezliğe savrulan okur için karar verme anı oluyor. Zira ‘fantastik’ olaylar içinde gelişen hikâye hem anlamsız hem de amaçsız gelebiliyor. Buna rağmen okumaya devam edenleri hüzünle karışık şaşırtıcı bir son bekliyor.

Hikâyenin hemen başında kitabın başkarakterinin dizlerinde beliren turp filizleri meraklı bir korkuya neden oluyor. Bunun mantarın yol açtığı bir deri ‘hastalığı’ olduğunu düşünen kahramanımız doktora görünmek istemesiyle fantastik olaylar başlıyor. Okuma ilerledikçe kahramanımızın ilerleyen hastalığı oranında fantastik anlatım da yoğunlaşıyor. Gittiği klinikte müdahale ediliyor ve özel tasarlanmış bir yatakla tedavi için bir kaplıcaya gönderiliyor. Kahramanımızın tek başına çıktığı bu yolculuk sırasında karşılaştığı olaylar kendi gerçekliğinde ve onun ağzıyla anlatılıyor. Sanırım bir ek olarak şunu da belirtmek gerekiyor. Eserde fantastik olarak ele alınabilecek anlatımın kendine has bir özelliği var. Gerçek ile gerçeküstü arasında gidip gelen bu özelliği tümüyle fantezi olarak nitelendirmek de doğru olmayabilir. Bu durum en çok kitap bittiğinde anlaşılıyor.

Açıkçası kitaba dair bir kesit sunmak ya da temel bir çıkarım yapmak zor. İçerik ne kadar detaylı ve karmaşıksa sonuç o kadar net. İlk cümlesinden son cümlesine kadar bir bütünlük arz eden hikâye tamamen okunduğunda gerçek anlamını kazanıyor. İşin ilginci ortaya çıkabilecek bir tek anlam dışında herhangi bir anlam da oluşmuyor. Bir Kobo Abe klasiği olarak kurguda ileriyi ya da hikâyenin sonucunu göremiyor ve/veya tahminde bulunamıyorsunuz. Yazar, ne anlattığının anlaşılabilmesi için kitabın tamamını okumak zorunda bırakıyor okuru. Örneğin sıkılan ve bir yerde okumayı bırakan bir okuyucu için bütün hikâye dizlerinde turp filizi beliren bir adam ve onun absürt maceralarından ibaret olacaktır. Oysa kitabın tamamı okunup bitirildiğinde karşılaşılan durum bundan çok daha fazlasını içeriyor. Kobo Abe’nin sadece karamsar olarak nitelemenin eksik kalacağı kendine has, düşünceyi tahrik edici üslubu bu kitapta da fazlasıyla görülüyor. Bu arada, Kobo Abe hayranlarına Monokl Yayınları 2018 yılı için listesinde iki Kobo Abe kitabı bulunduğu haberini vermiş bulunuyor. Sabırsızlıkla bekliyoruz.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp