"Müslümanlar dünya ölçüsünde bir hareketin sorumluluğu altıda, kendi kaynaklarına yakışır bir vekar ile insanlar üzerindeki hâkimiyetleri ne kadar büyük olursa olsun diğer düşünce sistemlerine benzemekten, onların değer ölçülerine şirin görünmekten imtina etmelidirler. Müslümana yakışan haklı olduğunu göstermek olmalıdır."
- İsmet Özel, Şirin mi olalım haklı mı?, 17.06.1977, Yeni Devir
Her yanımız şirin kaynıyor. Ancak bu şirinler maalesef bildiğimiz şirinler (The Smurfs) değil. Mesela bir şirin baba var, her şeyin en doğrusunu o biliyor ve en güzelini o yapıyor. Bir şirine var, görseniz nasıl da merhamet ve vicdan metinleri yazıyor, okur ağlarsınız. Sonra güçlü şirin var, sadece yoksulları ve yetimleri yenebiliyor. Gözlüklü şirin çoğu zaman şirin babayı taklit ediyor ve sürekli onu övüyor. Şakacı şirin zerre kadar güldürmüyor çünkü mizahla lakaytlığı birbirine karıştırıyor. Somurtkan şirin var, ciddi olmayı asık suratlı olmakla karıştırıyor. Hayalci şirin rüya görmeyeli seneler olmuş.
Sakar şirinin devirdiği çamlar toplu konutlar için elverişli bir arazi meydana getirdi. Obur şirin televizyon ekranını çok seviyor, iyi alıştı oralara. Aşçı şirin pişmiş aşa su katıyor. Süslü şirin o kadar çok aynanın kırılmasına vesile olmuş ki bastığı yerde diken bitiyor. Usta şirin uzun zamandır çiklet çiğnemenin orucu bozup bozmayacağını tartışıyor. Korkak şirin kendine uygun bir makam buldu, yine de korkuyor. İzci şirin gökdelen dikmenin sevap olduğuna karar vererek tüm çadırlarını yaktı. Ressam şirin uzun yıllardır çizmek için güzel bir şey arıyor, müzisyense ilkokulda blok flütte kalmasına rağmen belediyelerin göz bebeği. Bir de bebek şirin(ler) var, onlar da büyüyecekler inşallah, ağabeyleri gibi olacaklar. Şirin şirin...
Yukarıdaki iki paragrafta biraz gevezelik yapmış gibi görünüyor olabilirim, lakin yapmadım. Bunlar eminim ki sizlerin de içlerini kolayca doldurabileceğiniz karakterler, dedim ya her yanımız şirin kaynıyor. Fakat bir de haklılar var. Üstelik sayıları hiç de az değil. Onlar bir şeyler yolunda gitsin diye kendilerinden vermeye devam ediyorlar. Hep sabır diyorlar ama bu sabrın arkasında suskun kalmak sessiz olmak gibi sevim ve şirinli davetler yok. Haklı olan hem yazar hem konuşur. Şiir de söyler türkü de. Hüseyin Akın işte öyle haklılardan. İsmi gibi konuşup soyadı gibi yazanlardan.
Tespitçi Dükkânı, Akın'ın deneme kitaplığının yeni üyesi. Ülke Edebiyat'tan Haziran 2017'de çıktı. 160 sayfalık kitap, özellikle 2000'li yıllar Türkiye'sini ve insanını en gerçekçi yerden anlatmaya çabalıyor. Bir Hüseyin Akın klasiği olarak sadece yazılarının başlıklarından birkaç tanesini buraya uygun gelecek sanırım: "Mehdi Gelince Nasıl Karşılamalıyız?", "Madem Materyalist Değilsin Bu Kadar Materyal Ne?", "Ödül Niçin Verilir ve Ne İşe Yarar?", "Sahte Bala Hayır, Sahte Dine Evet mi?", "Müzikten Korkmayın O Kimseye Bir Şey Yapmaz", "Gitti Tevatür Geldi Twitter", "Anne Bana Terlik At, Ruhsatlı Olsun!". Herhâlde meramımı anlatabilmişimdir. Aslında gündem, güncel ya da gündelik denilen parkurda ömrü kısa gibi olsa da tartışma alanlarına girmiş ve her birini meşgul etmiş mevzuların, fikir ve düşünce fukaralığımızdan kaynaklandığını çözümlüyor Akın. Bir öğretmen olarak tıpkı Nurettin Topçu'nun maarif davası gibi da kendi davasını, davalarını ortalığa saçıyor. İnanın saçılan her yerden hepimiz için ayrı dava dosyaları çıkabilir. Mesela kendi dosyamı "Ateisti Olmayan Din: Futbol" başlıklı yazıdan aldım, inceliyor. Sizi de kitabın hemen başındaki "Tarafçılar, İyi Tarafçılar ve İtirafçılara" serlevhâlı yazıdan bir paragrafla meşgul ediyorum:
"Hakikatin herkesi kendine çekecek sabit bir mekânı kalmamış. Herkes kalabalığa doğru koşuyor. Herkesin kendini haklı ve kârlı çıkaracak bir kalabalığı var artık. Kalabalığın gücü hakkın ve haklının gücünü bastırmaya yetmiyor. Amigolar, holiganlar, alkışçılar memleketin her tarafını stadyuma çevirmiş. Okuduğunuz köşe yazılarından ıslık sesi işitmiyor musunuz, yoksa benim kulaklarımda mı sorun var?.. Taraf borsasında öne çıkan düşünceler ve kişiler her an el değiştirebiliyor. Kârlı tarafta bulunmak tipik bir muhafazakâr (ne de olsa muhafaza+kâr: Kârı muhafaza edendir) tavrıdır. Haklı olana hakkını teslim etmek hem yürek hem de adalet isteyen bir çabadır." [sf. 22-23]
Günümüzün belki de en çirkin yüzleri, bize kadim mensubiyetlerimizden bahsederken o mensubiyetlerden fersah fersah uzakta yaşayan, bir de üstüne servet sahibi olan yüzleridir. Ahlâk, vicdan, merhamet, asalet, erdem gibi meseleleri yazılarına ve konularına 'malzeme' eden bu çirkin yüzler, esasen bizi akan giden, Zygmunt Bauman'ın deyimiyle "akışkan" modernitenin işgali altında kalmamıza sebep olan iklime sabit tutmanın derdindeler. Kapitalist ahlâk bunu gerektiriyor. Akın da şöyle diyor: "Ekranlardan irfanî gelenek telkini yapmak her şeyden evvel erkâna uygun düşmeyen bir gayrettir. Kem âlâtla kemâlat olmuyor çünkü. Ekrandan erkân öğrenen kimselere rastladınız mı siz hiç? Ekran olsa olsa bir salon aynasıdır. İnsanlar ona bakarak saçlarını tarar, makyajlarını tazeler, kravatlarını takıp üstlerini giyinirler. Yüzsüzdür ekranlar, kim ona bakarsa ondan yüz devşirir. Zamanla insanı da kendisi gibi yüzsüzleştirir. Yüzü olmayan bir bakışa dönüşür insan, "irfani gelenek" sohbet ve muhabbet der, insan sıcaklığından bahseder; ekranlar ise ne gelecek dinler, ne gelenek; insanın bakışlarını âna çivilemeye ikna eder. Şimdi vardır ve o şimdidir." [sf. 42]
Bir gülün açışının kaç sayfa süreceği, bir yetimin gülüşünü yazmak için kaç defter gerektiği, muazzam bir kitap olan tabiatın sesinin kaç notaya sığabileceği gibi meselelerle evet, şairler ilgileniyor daha çok. 'Bu tip' şairlerin denemeleri de şu tip oluyor: Esaslı, düşünceli, hasbi. Bir şey yazmak için kartvizite ihtiyaç duymazsanız, bir şey söylemek için minnet de etmezsiniz. Bu böyledir. Şair de böyledir. Gençliğe hitabesini de şöyle yapar: "Nazım Hikmet'i eleştirsinler, ama korkmasınlar. Kürt-Türk, Alevi-Sünni, Solcu-Sağcı... Bu toprakların muhtelif renkleri ve realitesiyiz. Ait olduğumuz müşterek değerler gölgemizin gövdemizi izlediği gibi bizi takip eder. Yunus da bizim sesimiz, Karacaoğlan da Pir Sultan Abdal da. Şeyh Galip'ten, Sezai Karakoç'a ulaştıracak yol bu gelenekten geçer. Bugünün Türkiye'sini okumak için İsmet Özel'i baştan başlayarak yeniden okumak gerekir. Mustafa Kutlu okunmadan kaybettiğiniz renk, eda ve iklimi bulamazsınız." [sf. 94]
Ara not: Pir Sultan'ın Tevhid ismiyle bilinen-söylenen bir deyişi vardır bilirsiniz. "Arifler dükkanı açmış / ne ararsan var içinde" der. Belki de Hüseyin Akın'ın kitabına isim vermiştir, kim bilir...
Yalnızca aynı cenahın müminleri mi kardeştir? Müminlik telif ya da ücret mi gerektirir? Mümin kardeşliği için kurumsallaşmak, holdingleşmek, şirketleşmek şart mıdır? İşte tüm bu kritik ve acımasız meseleler için sarı çiçeğe "Müminler kardeş midir?" diye sormuş Hüseyin Akın. En büyük parçalamayı evvela bir araya gelenlerin yaptığını anlatarak. Haksızlık/haklılık iktidarının nice zulümlere kapı araladığını anlatarak. Her tabelanın aslında aramıza giren bir şey olduğunu anlatarak. Fitne artık bir raf ürünü gibi oldu. Çok uzaklarda aramaya gerek yok. Üstelik ömrü de çok uzun, serin ve kuru yerde saklayarak kullanabiliyorsunuz. "Hepiniz birden Allah'ın ipine sımsıkı sarılın (Âli İmrân 3/103)" ikâzına karşın ne bir özeleştiri yapan var ne de muktedirlere yönelik bir eleştiri. Mazlumun yanında "görünen" bir zalim mi arıyorsunuz? İşte zulmün tanımı. Akın'ın yorumu şöyle: "Fırkalaşmayı cemaat olmak zannedenlere son sözümüz şudur: Şer bir araya geliyor, küfür cem oluyor, yalancılar ittifak kuruyor, peki ya siz birbirinize selamı sabahı bile çok görecek denli hakikat denilen o mutlak bütünden ayrılarak acaba hangi derde deva, hangi yaraya merhem oluyorsunuz?" [sf. 118]
Hakikatin ikazları eşliğinde akıyor kitap. "Allah, aklını kullanmayanları rezilliğe mahkûm eder (Yunus 10/100)" bir tarafta, "Başınıza gelen her musibet kendi ellerinizle yaptıklarınızdan dolayıdır (Şûrâ 42/30)" diğer tarafta. Elbette ikisi de aynı tarafta. Eğitimin insan değil eleman yetiştirmeye dayalı olduğu, mahallelerin çökertilmesiyle konuşmaya mahal kalmadığı, yüksek yüksek sitelerde kurulan ailelerin terapistlerden çıkamadığı, herkesin din dersinden 5 aldığı ama ne hikmetse arsızın hırsızın hiç eksik olmadığı, herkesin her şeyi herkesten iyi bildiği, bilgiden zehirlenenlerin gıdadan zehirlenenleri geçtiği, bilmeyene bildiren mekanizmada bir tek haddini bildirenin bulunmadığı zamanlardayız. Bu zamanlar uzun sürecek gibi görünüyor, şiddeti daha da artarak. Olan yine garibe, fukaraya olacak. Böyle bitsin bu yazı, tıpkı Tespitçi Dükkânı'nın kapanış satırları gibi:
"Televizyondaki hoca efendi yarım saattir sakız çiğnemek orucu bozar mı sorusunu cevaplamaya çalışıyor. Ya yalan söylemek ya gıybet, iftira ve adaletsizlik yapmak bunlar bir sakız-oruçlu ilişkisi kadar merak edilmiyor. Daha fazla kazanmak için işçisini asgari ücret koşullarında çalıştıran patronun orucunu hiçbir güç bozamıyor nedense. Garibanının orucu yağmur suyuyla bile bozuluyor."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
3 Eylül 2017 Pazar
21 Ağustos 2017 Pazartesi
Ötekinin tasviri: Lubenau Seyahatnamesi
Geçmişe dair tutulan kayıtlar, günlükler, seyahatnameler başta tarihçiler olmak üzere geçmişi anlamak isteyenler için çok kıymetlidir. Hele tarihçiler için bu kıymet, geçmişin anekdotlarının birinci elden olmasıyla daha da artar. Özellikle bir yabancının gözünden “kendinden” olmayanın anlatıldığı seyahatnameler, yazıldığı dönemin adeta panoramik bir fotoğrafını çeker. Toplumsal, siyasal, kültürel, dini ve ekonomik yaşama dair pek çok ayrıntının yer aldığı seyahatnameler, farklı olanın tasviri ve takdiminin yanı sıra tasvir edenin olayları anlama, algılama ve yorumlama biçimini de sunar.
Reinhold Lubenau’ya ait seyahatname Kitap Yayınevi tarafından Türkis Noyan’ın çevirisi ile okura sunuldu. Seyahatname, Alman bir eczacı olan Lubenau’nun, 1587 yılında Kutsal Roma Germen İmparatoru adına Viyana’dan İstanbul’a yıllık haracı götüren elçilik heyetiyle birlikte yaptığı yolculuk esnasında kaleme aldığı günlüklerdir. Ancak Lubenau’nun seyahati İstanbul’da son bulmaz. Yazar, Venedik’e gitmek üzere Kaptan-ı Derya Hasan Paşa’nın donanmasıyla Ege ve Akdeniz kıyılarını ve adalarını görme şansına sahip olur.
İki cilt halinde basılan seyahatnamenin ilk cildinde Lubenau’nun Pressburg, Viyana, Riga gibi Avrupa kentlerine yaptığı yolculukların ardından, elçilik heyetiyle birlikte Viyana’dan İstanbul’a Tuna Nehri üzerinden gemilerle başlayan yolculuğu esnasında Komorn, Estergon, Budin gibi kaleler ile, Belgrad’tan sonra kara yoluyla gittikleri, Niş, Sofya, Filibe, Edirne, Silivri ve İstanbul’a ait gözlemlerini anlatır. İkinci ciltte ise İstanbul’dan ayrılan Lubenau; Mudanya, Bursa, İznik, İzmit, Marmara adaları, Çanakkale, Limni, Eğriboz, Atina, İskenderiye, Kıbrıs, Tunus, Rodos, Girit, Korfu gibi pek çok adayı ve yeri gördükten sonra Venedik’e dönüşünü anlatır. Bu anlamda Lubenau Seyahatnamesi Avupa’dan Asya’ya, Asya’dan Kuzey Afrika’ya kıtalararası coğrafi bir hat çizer.
Dindar bir Hristiyan olan Lubenau yaptığı tüm yolculukların anlamını şu sözleriyle açıklar: “Kutsal Kitap’ta insan yaşamının bir Hac yolculuğu olduğundan söz edilir. Aynı şeyi ben de kendim için söyleyebilirim.”. Lubenau madden ve manen kendisine değer katacağını düşündüğü tüm yolculuklarında gezdiği gördüğü yerlerin yaşayış biçimi, tarihi eserleri, mimarisi, giyim-kuşamı, yemek kültürü hakkında bilgi verir. Lubenau “öteki”ni tanımaya ve tanıtmaya dönük merakını şu sözlerle açıklar: “Konstantinopolis’te kaldığım sürece zamanımın büyük kısmını kentin resimlerini çizmekle geçiriyordum. Ayrıca etrafta dolaşarak eski yazıları ve antika eserleri araştırıyordum. Kentin çevresini tanımaya, Türklerin geleneklerini, dinlerini, politika ve din hakkındaki düşüncelerini öğrenmeye çalışıyor, Türkçemi geliştirmeye gayret ediyordum.”. Hatta Lubenau, Osmanlı topraklarında bulunduğu halde tanımak, görmek yerine zaman tüketen elçilik çalışanlarını da “Bir kaz olarak Ren nehrini aşıp, gene bir kaz olarak geri döndüler” diyerek eleştirir.
Lubenau seyahatnamesinin özellikle Doğu’ya ilginin arttığı 18.yy ve sonrasında yazılan seyahatnamelerden farkı Müslüman-Türk imgesinde görülmektedir. 16.yy Türk imgesi her şeyden evvel etnik aidiyetine bakılmaksızın Müslümanlıkla özdeştir ve dönemin askeri, politik ve ekonomik “gücü”ne sahiptir. Dolayısıyla Lubenau seyahatnamesinde Doğu-Batı ayrımından ziyade Hristiyan Avrupa ile Müslüman Türk dünyasının karşıtlığı üzerinden bir ayrım söz konusudur. Yazar, metinde sıklıkla kullandığı “basit, zorba, kibirli” Türk’ün nasıl olup da bu üstün gücü elde ettiğini anlamaya ve anlatmaya çalışır. Sosyal hayattan, dini hayata, Osmanlı’da ticaretin zenginliğinden, İran’la yaşanan mücadelelere kadar “öteki” olanın halini ahvalini kutsal bir görev bilinci ile rapor etmiştir. Bunu yaparken de yer yer efsanelere, tevatürlere, mesnetsiz yargılara hatta doğrudan hakaretamiz ifadelere yer vermiştir. Bu durum onu kendisiyle çelişecek anlatımlarda bulunmasına da neden olur. Örneğin Türklerin yemek kültürüne ilişkin olarak : “Türkler damak tatlarını fazla önemsemezler, gerek padişahın gerekse en yüksek vezirlerin sofrasına bile 5-6 kaptan fazla yemek gelmez. Yemek üstüne de biraz meyve ve tatlı yerler. Hepsi bu kadardır.” derken Saray mutfağıyla ilgili anlattığı “(…) Az sonra önümüze çeşitli renklerde beyaz, siyah, kırmızı sarı ve yeşil pirinç yemekleri, haşlanmış ve fırınlanmış kızartılmış koyun tavuk, güvercin, bıldırcın eti, türlü türlü börekler, çörekler, belki yüz çeşit yemek getirdiler.” cümlesi birbiriyle örtüşmez.
Lubenau Osmanlı topraklarında gücün kaynağını araştırırken kendi toplumundaki zayıflıkları da açıkça ortaya koymaktan çekinmez. Türk ordularının düzen ve intizamını dile getirirken Avrupa ordularının disiplinsizliğini de şu sözlerle anlatır: "Ben yeryüzündeki orduların hiçbirinde –bizim savaşçılarımız dâhil –böyle bir disiplin görmedim ve işitmedim. Türklerde en önemli özellik itaattir. Öyle ki buradaki bir yeniçerinin elindeki değneği hareket ettirmekle sağladığı disiplini, bizim saraylarımızdaki bir yüzbaşı, eli mızraklı bir sürü askerle temin etmeyi başaramıyor.”. Yine Avrupa’nın aksine Türk ülkesinde herkesin inandığı dini özgürce yaşayabilmesinden veya aristokrat tabakanın olmadığı sosyal hayattan hayretle bahseder.
Lubenau, seyahatnamesinde okuru kültürlerarası bir seyahate çıkarır. Düğünlerden çalgı aletlerine, yargılama usullerinden hapishane koşullarına, hastalıklardan ilaçlara kadar gezdiği yerlerin kültürel, ekonomik, dini ve siyasi hayatına dair göstergelerini okurla paylaşır. Okur bu seyahatte kıtalararası gezinirken hem Osmanlı toplumunu hem de Alman bir eczacının zihnindeki “Türk” imgesini okuma fırsatı yakalar. “Ötekinin” tasviri üzerinden aslında “kendisinin” tasvirini çizen kitap özellikle tarih meraklılarını kendisini keşfetmek üzere bekliyor.
Nur Efşan Norşenli
twitter.com/nurefsangur
Reinhold Lubenau’ya ait seyahatname Kitap Yayınevi tarafından Türkis Noyan’ın çevirisi ile okura sunuldu. Seyahatname, Alman bir eczacı olan Lubenau’nun, 1587 yılında Kutsal Roma Germen İmparatoru adına Viyana’dan İstanbul’a yıllık haracı götüren elçilik heyetiyle birlikte yaptığı yolculuk esnasında kaleme aldığı günlüklerdir. Ancak Lubenau’nun seyahati İstanbul’da son bulmaz. Yazar, Venedik’e gitmek üzere Kaptan-ı Derya Hasan Paşa’nın donanmasıyla Ege ve Akdeniz kıyılarını ve adalarını görme şansına sahip olur.
İki cilt halinde basılan seyahatnamenin ilk cildinde Lubenau’nun Pressburg, Viyana, Riga gibi Avrupa kentlerine yaptığı yolculukların ardından, elçilik heyetiyle birlikte Viyana’dan İstanbul’a Tuna Nehri üzerinden gemilerle başlayan yolculuğu esnasında Komorn, Estergon, Budin gibi kaleler ile, Belgrad’tan sonra kara yoluyla gittikleri, Niş, Sofya, Filibe, Edirne, Silivri ve İstanbul’a ait gözlemlerini anlatır. İkinci ciltte ise İstanbul’dan ayrılan Lubenau; Mudanya, Bursa, İznik, İzmit, Marmara adaları, Çanakkale, Limni, Eğriboz, Atina, İskenderiye, Kıbrıs, Tunus, Rodos, Girit, Korfu gibi pek çok adayı ve yeri gördükten sonra Venedik’e dönüşünü anlatır. Bu anlamda Lubenau Seyahatnamesi Avupa’dan Asya’ya, Asya’dan Kuzey Afrika’ya kıtalararası coğrafi bir hat çizer.
Dindar bir Hristiyan olan Lubenau yaptığı tüm yolculukların anlamını şu sözleriyle açıklar: “Kutsal Kitap’ta insan yaşamının bir Hac yolculuğu olduğundan söz edilir. Aynı şeyi ben de kendim için söyleyebilirim.”. Lubenau madden ve manen kendisine değer katacağını düşündüğü tüm yolculuklarında gezdiği gördüğü yerlerin yaşayış biçimi, tarihi eserleri, mimarisi, giyim-kuşamı, yemek kültürü hakkında bilgi verir. Lubenau “öteki”ni tanımaya ve tanıtmaya dönük merakını şu sözlerle açıklar: “Konstantinopolis’te kaldığım sürece zamanımın büyük kısmını kentin resimlerini çizmekle geçiriyordum. Ayrıca etrafta dolaşarak eski yazıları ve antika eserleri araştırıyordum. Kentin çevresini tanımaya, Türklerin geleneklerini, dinlerini, politika ve din hakkındaki düşüncelerini öğrenmeye çalışıyor, Türkçemi geliştirmeye gayret ediyordum.”. Hatta Lubenau, Osmanlı topraklarında bulunduğu halde tanımak, görmek yerine zaman tüketen elçilik çalışanlarını da “Bir kaz olarak Ren nehrini aşıp, gene bir kaz olarak geri döndüler” diyerek eleştirir.
Lubenau seyahatnamesinin özellikle Doğu’ya ilginin arttığı 18.yy ve sonrasında yazılan seyahatnamelerden farkı Müslüman-Türk imgesinde görülmektedir. 16.yy Türk imgesi her şeyden evvel etnik aidiyetine bakılmaksızın Müslümanlıkla özdeştir ve dönemin askeri, politik ve ekonomik “gücü”ne sahiptir. Dolayısıyla Lubenau seyahatnamesinde Doğu-Batı ayrımından ziyade Hristiyan Avrupa ile Müslüman Türk dünyasının karşıtlığı üzerinden bir ayrım söz konusudur. Yazar, metinde sıklıkla kullandığı “basit, zorba, kibirli” Türk’ün nasıl olup da bu üstün gücü elde ettiğini anlamaya ve anlatmaya çalışır. Sosyal hayattan, dini hayata, Osmanlı’da ticaretin zenginliğinden, İran’la yaşanan mücadelelere kadar “öteki” olanın halini ahvalini kutsal bir görev bilinci ile rapor etmiştir. Bunu yaparken de yer yer efsanelere, tevatürlere, mesnetsiz yargılara hatta doğrudan hakaretamiz ifadelere yer vermiştir. Bu durum onu kendisiyle çelişecek anlatımlarda bulunmasına da neden olur. Örneğin Türklerin yemek kültürüne ilişkin olarak : “Türkler damak tatlarını fazla önemsemezler, gerek padişahın gerekse en yüksek vezirlerin sofrasına bile 5-6 kaptan fazla yemek gelmez. Yemek üstüne de biraz meyve ve tatlı yerler. Hepsi bu kadardır.” derken Saray mutfağıyla ilgili anlattığı “(…) Az sonra önümüze çeşitli renklerde beyaz, siyah, kırmızı sarı ve yeşil pirinç yemekleri, haşlanmış ve fırınlanmış kızartılmış koyun tavuk, güvercin, bıldırcın eti, türlü türlü börekler, çörekler, belki yüz çeşit yemek getirdiler.” cümlesi birbiriyle örtüşmez.
Lubenau Osmanlı topraklarında gücün kaynağını araştırırken kendi toplumundaki zayıflıkları da açıkça ortaya koymaktan çekinmez. Türk ordularının düzen ve intizamını dile getirirken Avrupa ordularının disiplinsizliğini de şu sözlerle anlatır: "Ben yeryüzündeki orduların hiçbirinde –bizim savaşçılarımız dâhil –böyle bir disiplin görmedim ve işitmedim. Türklerde en önemli özellik itaattir. Öyle ki buradaki bir yeniçerinin elindeki değneği hareket ettirmekle sağladığı disiplini, bizim saraylarımızdaki bir yüzbaşı, eli mızraklı bir sürü askerle temin etmeyi başaramıyor.”. Yine Avrupa’nın aksine Türk ülkesinde herkesin inandığı dini özgürce yaşayabilmesinden veya aristokrat tabakanın olmadığı sosyal hayattan hayretle bahseder.
Lubenau, seyahatnamesinde okuru kültürlerarası bir seyahate çıkarır. Düğünlerden çalgı aletlerine, yargılama usullerinden hapishane koşullarına, hastalıklardan ilaçlara kadar gezdiği yerlerin kültürel, ekonomik, dini ve siyasi hayatına dair göstergelerini okurla paylaşır. Okur bu seyahatte kıtalararası gezinirken hem Osmanlı toplumunu hem de Alman bir eczacının zihnindeki “Türk” imgesini okuma fırsatı yakalar. “Ötekinin” tasviri üzerinden aslında “kendisinin” tasvirini çizen kitap özellikle tarih meraklılarını kendisini keşfetmek üzere bekliyor.
Nur Efşan Norşenli
twitter.com/nurefsangur
19 Ağustos 2017 Cumartesi
Asırların çözemediği ve yenemediği mevzu: İbn Teymiye'ye Göre İbn Arabî
İslâm düşüncesinde yaşadıkları çağdan ziyade ölümlerinden sonra etkileri gittikçe artan birçok isim var. Ancak söz konusu selefî akım ve tasavvuf olduğunda akıllara düşen isimler belli: İbn Teymiye ve İbn Arabî. Güncelin, politiğin ve taraf tutma esasına dayalı araştırmaların tamamen dışında karşılaştırmalı metin okuması yapmak isteniyorsa, Mustafa Kara hocanın doktora tezi olan İbn Teymiye'ye Göre İbn Arabî, oldukça iyi bir başlangıç kitabı. 1970'lerin sonunda yazılmış olan bu tez, Dergâh Yayınları tarafından Nisan 2017'de kitap hâlinde neşredildi. Kara, "İlk akademik çalışmam olan bu eserin adı kırk yıl önce kondu. İlk eserim Tekkeler ve Zaviyeler ise kırk yıl önce basıldı. Allah'a hamd olsun!" diyor. Bize de hocanın bu mütevazı fakat istifadesi bol emekleri karşısında şaşkınlıkla karışık koca bir memnuniyet kalıyor. Allah ömrünü ve emeklerini bereketlendirsin.
Kitabın menkıbesinin kısaca bir anlatımından sonra konuyla ilgili çeşitli kitapların ve makalelerin olduğu beş sayfalık bir bölüm var. Okuma alanını genişletmek isteyenler için oldukça faydalı. Öte yandan kitabın sonunda da kitabiyat başlığıyla, sanırım hocanın istifade ettiği eserler bir araya getirilmiş. Bu eserlerin içinde Türkçeye kazandırılmamış olanları da var, bulması pek zor olanları da. Ancak bu bir sevdadır, arayan muhakkak bulur.
Tasavvufa yönelik tenkitler her asırda vuku bulmuş. Özellikle tarikatların belirginleşmesinden (kurumsallaşmadan) kısa bir zaman sonra bu tenkitlerin zaman zaman şiddetlendiğini okuyabiliyoruz. Kitabın ilk bölümü bu tenkitleri sebep bağlamında okuyucuya aktarıyor. İlk zâhidlerden ve sûfilerden sonra Ebu Nasr Serrac (988), Kelâbâzî (990), Kuşeyrî (1072), Hücvirî (1077), Gazâlî (1111) gibi müellif sûfilerce tevcih edilen tenkitleri ve hemen sonrasında sûfi olmayan İbn Hazm (1063), Nesefî (1142), İbnü'l-Cevzî gibi isimlerin görüşlerini okumak, İbn Teymiye - İbn Arabî yorumlarını daha objektif bir pencereden tahlil etmeyi sağlayabiliyor. "Öyle zamana yetiştim ki o zamanın sûfîleri şeytanla alay ederlerdi. Şimdi ise şeytan sûfîlerle alay ediyor" yorumunu yapan İbn Hafif'ten çok kısa bir süre sonra Kelâbâzî'nin "Mana gitti, isim kaldı. Hakikat kayboldu, şekil ortaya çıktı. Hakikatı aramak bir süs, onu tasdik bir zinet hâlini aldı. Tasavvuftan anlamayanlar sûfîlik iddia etti, sûfî olamayanlar onunla süslenmeye özendi." tenkidi oldukça dikkat çekici bir yer teşkil ediyor.
İkinci bölümde İbn Teymiye'nin yorumlarında İbn Arabî'nin nerede durduğunu okuyoruz. Kuşku yok ki İbn Teymiye'nin yorumları oldukça ağır ve sıklıkla tekfir edici. Mustafa Kara hoca metinlerin arasında önemli uyarılarda bulunmak zorunda kalabiliyor. Bilhassa konuya 'yeni' okuyucular için baştan 'etiketleme'ye imkân vermemek adına hocanın yorumları oldukça önemli. İbn Teymiye'nin İbn Arabî'ye bakışında siyasî ve fikrî durumların gözardı edilmemesi gerektiğini söyleyen Kara, tartışmanın sebepleri arasında şunları sıralıyor: Ailevî - meslekî, siyasî, fikrî, psikolojik.
İbn Teymiye'nin İbn Arabî'yi tenkit ettiği meselelerin başlıcaları; vahdet-i vücud, hatm-i velâyet, ricâlu'l-gayb, Firavun'un imânı, putlara ibadet, Hurûfîlik ve gaybdan haber verme olarak sıralanmış kitapta. Mustafa Kara hoca daha sonra bu meselelerin kısaca tahlilini ve değerlendirilmesini de yapıyor. Bu meseleler arasında asırlardır en çok ilgi gören elbette vahdet-i vücud meselesi. İbn Arabî'nin konuyla ilgili düşünceleri Fütûhât-ı Mekkiye ve özellikle Füsûsu'l-Hikem adlı eserlerinde yer aldığını belirtiyor Kara. Ve bunları şöyle özetliyor: "Bizler O'nun zâhiri suretleriyiz. O'nun tecellisiyiz. Alem ve kevn aslında hayal olduğu için biz O'yuz. Bir açıdan halk halktır ibret alınız. Hâlık ile mahluk tek şeydir. Arif her şeyde Hakk'ı gören kimsedir. Vakit olur kul Rab olur şüphesiz, vakit olur kul, kul olur şeksiz." [sf. 95-96]
İbn Teymiye'nin vahdet-i vücud konusundaki düşüncelerinden sonra Kara yine onun ifadeleriyle şöyle bir özet yapmış: "Bunların Müslümanlara yaptığı zararlar, zehir olduğunu bilmeden zehrin, içene verdiği zarardan daha büyüktür... Bunlar Allah'ın veli ve nebilerinin kablarında insanlara küfür ve sapıklı şarabını içiriyorlar. İnsanlara sözde mücâhede elbisesini giydiriyorlar, gerçekte ise Allah ve Resûlüne harb açıyorlar. Gerçek velilerin kelime kalıpları içinde münafıkların ve kafirlerin laflarını sunuyorlar. Mümin ve veli olabilmek için onların yanın gelenler, onlarla beraber olanlar sonuna münafık ve Allah düşmanı kesilmektedirler." [sf. 101]
İbn Teymiye'nin İbn Arabî hakkındaki görüşleri zaman zaman değil, neredeyse her zaman böylesine ağır. Tekfirden hiç kaçınmadan ve "küfür ehli" ithamları da okuyucuyu elbette şaşkına çeviriyor. Mustafa Kara, meselelerin tahlil ve değerlendirilmesine başlarken "Değerlendirmede taraflardan birini tutma gibi bir endişemiz olmayacaktır. Hüsnüzan ve tenkid anlayışımızı her iki taraf için de -bilgimiz çerçevesinde- eşit oranda kullanmanın en tabiî yol olduğunu düşünmekteyiz." uyarısını yapıyor ve tüm konuları çeşitli kaynaklara da başvurarak yorumluyor. Sonrasında tasavvufa tevcih edilen tenkidler bölümü geliyor. Evvela Kübreviye tarikatının Rükniye kolunun kurucusu Simnânî (1336) ve Nakşibendî tarikatının büyüklerinden İmâm Rabbânî gibi sufilerin, akabinde İbn Kayyim (1350), Şâtıbî (1388), Taftazânî (1389), büyük âlim İbn Haldûn (1405), Ali Kârî (1605), vehhâbîliğin kurucusu Muhammed b. Abdulvahhâb (1792), İmam Rabbânî mektebinin en güçlü temsilcilerinden Dehlevî (1762) ve Yemenli âlim Şevkânî (1834) gibi sufi olmayanların tenkidlerini kısaca öğrenmek mümkün. Son olarak muasır âlimlerin düşünceleri yer alıyor. Burada hocanın "Şu da bir realitedir ki son asır İslâm dünyasına tesir eden şahısların çoğunun düşünce dünyası İbn Ârabî'den çok İbn Teymiye'ye yakındır" yorumunun önemsenmesi ve üzerine düşünülmesi gerekir. Sırasıyla düşünceleri derlenen isimler şöyle: Muhammed Abduh (1905) - Reşid Rıza (1935), Mustafa Sabri (1954), Abbas Mahmud Akkad (1964), XX. yüzyılın en büyük müfessirlerinden Elmalı'lı Muhammed Hamdi Yazır (1942), Sa'îd Nursî (1960), Mevdûdî (1979).
Hamdi Yazır'a göre "felsefe-i ilâhiye ve vahdet-i vücûd namı altında gizlenen bir felsefe" yoluyla din ve ahlâk namına hem ilmî hem de hikemî büyük zararlar neşet etmiştir. Her nerede bir şirk varsa bu felsefeyle az-çok bir ilgisi vardır. Nursî ise Mustafa Kara hocaya göre görüşlerince İbn Teymiye'ye benziyor fakat İbn Arabî'ye olan derin saygısı (ulûm-ı İslâmiyenin bir mucizesi demiştir) onu ayırıyor. Nursî'ye göre "bu zamanda Muhyiddin İbn Arabî kitaplarını, hususen vahdetu'l-vücûda dair meseleleri okumak zararlı" bir konumdadır. Mevdûdî'ye göre "İbn Teymiye büyük bir mücadele vererek İslâm'a sızmış bidat ve tortuları süzdü".
"İbn Teymiye'ye Göre İbn Arabî" kitabının netice bölümü sadece beş sayfa. Burada okuyucu uzun uzun Mustafa Kara hocanın meseleyi nihayete erdirmesini bekleyebilir fakat bu bekleyiş hatalı bir bekleyiştir. Hoca eskiye kayıtsız-şartsız bağlılığın yeri geldiğinde kan akıtmaktan kaçınmadığını, yeni düşünce üreten her farklı tonun mutlaka sesinin kısıldığını, tasavvufî düşüncelerinden dolayı Hallâc'ın, Sühreverdî'nin, Şeyh Bedreddin'in idam edildiğini, Gazalî'nin İhyâ'sının henüz sağlığındayken Endülüs'te, İbn Arabî'nin Fusûs'unun Kafkasya'da protestoyla yakıldığını hatırlatıyor. Tezini ise şöyle bağlıyor: "İbn Arabî ile İbn Teymiye İslâm düşüncesinin iki mühim simasıdır. Asırları peşinden sürükleyen bir güçleri vardır. Bu kadar büyük hareketlerin yönlendiricisi olmak sıradan bir iş değildir. Dolayısıyla bazı konularda insan olmaları sebebiyle hata yapmışlardır. Bazı görüş ve tesbitlerinde hata ile iç içedirler. Fakat hiçbiri de kafir değildir. Hiçbiri hatasız değildir. Dolayısıyla "taassub çukuru" her iki kanat için de söz konusu olabilir... Herkese hakkını vermek gerekir." [sf. 166-167]
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kitabın menkıbesinin kısaca bir anlatımından sonra konuyla ilgili çeşitli kitapların ve makalelerin olduğu beş sayfalık bir bölüm var. Okuma alanını genişletmek isteyenler için oldukça faydalı. Öte yandan kitabın sonunda da kitabiyat başlığıyla, sanırım hocanın istifade ettiği eserler bir araya getirilmiş. Bu eserlerin içinde Türkçeye kazandırılmamış olanları da var, bulması pek zor olanları da. Ancak bu bir sevdadır, arayan muhakkak bulur.
Tasavvufa yönelik tenkitler her asırda vuku bulmuş. Özellikle tarikatların belirginleşmesinden (kurumsallaşmadan) kısa bir zaman sonra bu tenkitlerin zaman zaman şiddetlendiğini okuyabiliyoruz. Kitabın ilk bölümü bu tenkitleri sebep bağlamında okuyucuya aktarıyor. İlk zâhidlerden ve sûfilerden sonra Ebu Nasr Serrac (988), Kelâbâzî (990), Kuşeyrî (1072), Hücvirî (1077), Gazâlî (1111) gibi müellif sûfilerce tevcih edilen tenkitleri ve hemen sonrasında sûfi olmayan İbn Hazm (1063), Nesefî (1142), İbnü'l-Cevzî gibi isimlerin görüşlerini okumak, İbn Teymiye - İbn Arabî yorumlarını daha objektif bir pencereden tahlil etmeyi sağlayabiliyor. "Öyle zamana yetiştim ki o zamanın sûfîleri şeytanla alay ederlerdi. Şimdi ise şeytan sûfîlerle alay ediyor" yorumunu yapan İbn Hafif'ten çok kısa bir süre sonra Kelâbâzî'nin "Mana gitti, isim kaldı. Hakikat kayboldu, şekil ortaya çıktı. Hakikatı aramak bir süs, onu tasdik bir zinet hâlini aldı. Tasavvuftan anlamayanlar sûfîlik iddia etti, sûfî olamayanlar onunla süslenmeye özendi." tenkidi oldukça dikkat çekici bir yer teşkil ediyor.
İkinci bölümde İbn Teymiye'nin yorumlarında İbn Arabî'nin nerede durduğunu okuyoruz. Kuşku yok ki İbn Teymiye'nin yorumları oldukça ağır ve sıklıkla tekfir edici. Mustafa Kara hoca metinlerin arasında önemli uyarılarda bulunmak zorunda kalabiliyor. Bilhassa konuya 'yeni' okuyucular için baştan 'etiketleme'ye imkân vermemek adına hocanın yorumları oldukça önemli. İbn Teymiye'nin İbn Arabî'ye bakışında siyasî ve fikrî durumların gözardı edilmemesi gerektiğini söyleyen Kara, tartışmanın sebepleri arasında şunları sıralıyor: Ailevî - meslekî, siyasî, fikrî, psikolojik.
İbn Teymiye'nin İbn Arabî'yi tenkit ettiği meselelerin başlıcaları; vahdet-i vücud, hatm-i velâyet, ricâlu'l-gayb, Firavun'un imânı, putlara ibadet, Hurûfîlik ve gaybdan haber verme olarak sıralanmış kitapta. Mustafa Kara hoca daha sonra bu meselelerin kısaca tahlilini ve değerlendirilmesini de yapıyor. Bu meseleler arasında asırlardır en çok ilgi gören elbette vahdet-i vücud meselesi. İbn Arabî'nin konuyla ilgili düşünceleri Fütûhât-ı Mekkiye ve özellikle Füsûsu'l-Hikem adlı eserlerinde yer aldığını belirtiyor Kara. Ve bunları şöyle özetliyor: "Bizler O'nun zâhiri suretleriyiz. O'nun tecellisiyiz. Alem ve kevn aslında hayal olduğu için biz O'yuz. Bir açıdan halk halktır ibret alınız. Hâlık ile mahluk tek şeydir. Arif her şeyde Hakk'ı gören kimsedir. Vakit olur kul Rab olur şüphesiz, vakit olur kul, kul olur şeksiz." [sf. 95-96]
İbn Teymiye'nin vahdet-i vücud konusundaki düşüncelerinden sonra Kara yine onun ifadeleriyle şöyle bir özet yapmış: "Bunların Müslümanlara yaptığı zararlar, zehir olduğunu bilmeden zehrin, içene verdiği zarardan daha büyüktür... Bunlar Allah'ın veli ve nebilerinin kablarında insanlara küfür ve sapıklı şarabını içiriyorlar. İnsanlara sözde mücâhede elbisesini giydiriyorlar, gerçekte ise Allah ve Resûlüne harb açıyorlar. Gerçek velilerin kelime kalıpları içinde münafıkların ve kafirlerin laflarını sunuyorlar. Mümin ve veli olabilmek için onların yanın gelenler, onlarla beraber olanlar sonuna münafık ve Allah düşmanı kesilmektedirler." [sf. 101]
İbn Teymiye'nin İbn Arabî hakkındaki görüşleri zaman zaman değil, neredeyse her zaman böylesine ağır. Tekfirden hiç kaçınmadan ve "küfür ehli" ithamları da okuyucuyu elbette şaşkına çeviriyor. Mustafa Kara, meselelerin tahlil ve değerlendirilmesine başlarken "Değerlendirmede taraflardan birini tutma gibi bir endişemiz olmayacaktır. Hüsnüzan ve tenkid anlayışımızı her iki taraf için de -bilgimiz çerçevesinde- eşit oranda kullanmanın en tabiî yol olduğunu düşünmekteyiz." uyarısını yapıyor ve tüm konuları çeşitli kaynaklara da başvurarak yorumluyor. Sonrasında tasavvufa tevcih edilen tenkidler bölümü geliyor. Evvela Kübreviye tarikatının Rükniye kolunun kurucusu Simnânî (1336) ve Nakşibendî tarikatının büyüklerinden İmâm Rabbânî gibi sufilerin, akabinde İbn Kayyim (1350), Şâtıbî (1388), Taftazânî (1389), büyük âlim İbn Haldûn (1405), Ali Kârî (1605), vehhâbîliğin kurucusu Muhammed b. Abdulvahhâb (1792), İmam Rabbânî mektebinin en güçlü temsilcilerinden Dehlevî (1762) ve Yemenli âlim Şevkânî (1834) gibi sufi olmayanların tenkidlerini kısaca öğrenmek mümkün. Son olarak muasır âlimlerin düşünceleri yer alıyor. Burada hocanın "Şu da bir realitedir ki son asır İslâm dünyasına tesir eden şahısların çoğunun düşünce dünyası İbn Ârabî'den çok İbn Teymiye'ye yakındır" yorumunun önemsenmesi ve üzerine düşünülmesi gerekir. Sırasıyla düşünceleri derlenen isimler şöyle: Muhammed Abduh (1905) - Reşid Rıza (1935), Mustafa Sabri (1954), Abbas Mahmud Akkad (1964), XX. yüzyılın en büyük müfessirlerinden Elmalı'lı Muhammed Hamdi Yazır (1942), Sa'îd Nursî (1960), Mevdûdî (1979).
Hamdi Yazır'a göre "felsefe-i ilâhiye ve vahdet-i vücûd namı altında gizlenen bir felsefe" yoluyla din ve ahlâk namına hem ilmî hem de hikemî büyük zararlar neşet etmiştir. Her nerede bir şirk varsa bu felsefeyle az-çok bir ilgisi vardır. Nursî ise Mustafa Kara hocaya göre görüşlerince İbn Teymiye'ye benziyor fakat İbn Arabî'ye olan derin saygısı (ulûm-ı İslâmiyenin bir mucizesi demiştir) onu ayırıyor. Nursî'ye göre "bu zamanda Muhyiddin İbn Arabî kitaplarını, hususen vahdetu'l-vücûda dair meseleleri okumak zararlı" bir konumdadır. Mevdûdî'ye göre "İbn Teymiye büyük bir mücadele vererek İslâm'a sızmış bidat ve tortuları süzdü".
"İbn Teymiye'ye Göre İbn Arabî" kitabının netice bölümü sadece beş sayfa. Burada okuyucu uzun uzun Mustafa Kara hocanın meseleyi nihayete erdirmesini bekleyebilir fakat bu bekleyiş hatalı bir bekleyiştir. Hoca eskiye kayıtsız-şartsız bağlılığın yeri geldiğinde kan akıtmaktan kaçınmadığını, yeni düşünce üreten her farklı tonun mutlaka sesinin kısıldığını, tasavvufî düşüncelerinden dolayı Hallâc'ın, Sühreverdî'nin, Şeyh Bedreddin'in idam edildiğini, Gazalî'nin İhyâ'sının henüz sağlığındayken Endülüs'te, İbn Arabî'nin Fusûs'unun Kafkasya'da protestoyla yakıldığını hatırlatıyor. Tezini ise şöyle bağlıyor: "İbn Arabî ile İbn Teymiye İslâm düşüncesinin iki mühim simasıdır. Asırları peşinden sürükleyen bir güçleri vardır. Bu kadar büyük hareketlerin yönlendiricisi olmak sıradan bir iş değildir. Dolayısıyla bazı konularda insan olmaları sebebiyle hata yapmışlardır. Bazı görüş ve tesbitlerinde hata ile iç içedirler. Fakat hiçbiri de kafir değildir. Hiçbiri hatasız değildir. Dolayısıyla "taassub çukuru" her iki kanat için de söz konusu olabilir... Herkese hakkını vermek gerekir." [sf. 166-167]
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Hemingway’i neden okumalıyız?
“Hepimiz kendi yolumuzu çizeriz” diyen yazar Clancy Sigal, nasıl bir yola talip olduğumuzu düşünmeye çağırır bizi. Patika mı, anayol mu? Hiçbiri ise cevabımız, bu yol, hayal gücümüzün eseri bir yol olabilir mi? Bütün bu sorulara cevap aramayı vaadeden yazar C. Sigal, Ernest Hemingway’i neden okumalıyız merakımızı gideriyor Ölümsüz Hemingway ile.
Hemingway’in yazdıklarına ve bunlara dayalı yorumlara göre onun hakkında varsayımlarda bulunabileceğimizi söyleyen Sigal, Hemingway’i okurken temkinli olmak gerektiğine dikkat çekiyor. Yazar, Hemingway’in satırlarında rastladığı dünya görüşünü şöylece resmediyor:
“Romanlarından hiç de aşağı olmayan hikâyelerinde de dünyaya bir bakış açısı vardır. Rahatsız edici özellikleri de vardır, çünkü cesaret maskesinin arkasında bitmek bilmeyen bir ölüm korkusu, maçoluk görüntüsü altında da erkekliğin kitabına sığmama korkusu yatar.”
Döneminde Ya Hep Ya Hiç adlı eseri, gerçekçi karakterlerine rağmen eleştirmenlerce kabul görmez. Marksist bakış açısı yüzünden ‘proleter’liğini sahiplenen sol çizgidekiler olur. Clancy Sigal yine de Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalınıyor’a hazırlık niteliğindeki bir geçiş eserini ‘macera romanı’ olarak tanımlamaktan kaçınmıyor.
“Ne kadar okursanız okuyun, iyi edebiyatın nasıl yapıldığını öğrenemezsiniz. Çünkü bütün büyük eserlerin bir gizemi vardır ve bu gizem eserlerden çıkarılıp alınamaz... Her okuduğunuzda yeni bir şey görür ya da öğrenirsiniz.”
Ernest Hemingway, Yazmak Üzerine bu cümlelerle katkıda bulunur. Heminway’in “Yazarın sağcısı solcusu olmaz, sadece iyi ve kötü yazarlar vardır,” diyerek, anti politik bir imaj çizmeyi başardığını söylemiş Sigal. Yirmi kadar eserinin filme uyarlandığını da belirtmiş kitabında, “film karesi”ni andıran paragrafların varlığını işaret etmiş, Ölümsüz Hemingway’de. Diğer yandan, Güneş de Doğar adlı ilk romanını antipolitik olarak gören Sigal’e göre Hemingway, Amerikan edebiyat dilini ‘aşırı duygusal ve gösterişli sözlerden temizleyerek’ farklı kılmış, sözcükleri dokunaklı üslup elde etmek için kullanmış.
Tutumlu bir üslup, uzun olmayan cümleler, gayet kısa paragraflar, yani sadelik, az ya da hiç kullanılmayan zarflar onun metinlerini eşsiz kılar. Daima keşif haliyle dolu okurun, hisleriyle yol almasını salık verir. Sigal, sembolizmi gözünde büyütmeyen Hemingway’in “Hiçbir iyi kitapta semboller öykünün önüne geçip zihne yerleşmez. Böyle bir sembol üzümlü kekin içindeki kuru üzüm parçaları gibi göze batar. Üzümlü kek yapmak iyidir ama sade ekmek yapmak çok daha iyidir.” cümleleriyle usta yazarın eserlerinde okuru “serbest çağrışım hakkını kullanmaya” davet ettiğinin altını çiziyor. Okurun muhayyilesini özgür bırakan ve tanımlardan sıkılmış bir Ernest gördüğünü ilave eden yazar tesbitini de şu alıntıyla destekliyor:
“Hemingway Yaşlı Adam ve Deniz’deki “sembolizm” ile ilgili sorulardan sıkılınca, “Deniz, denizdir. Yaşlı adam yaşlı bir adam, çocuk bir çocuk, balık da balık işte. Köpekbalıkları da köpekbalıklarıdır, ne bir eksik ne bir fazla. İnsanların bahsettiği sembolizm saçmalıktan ibaret,” diye kestirip atmıştı.”
Bugün bile popüler olan ‘hem Pulitzer hem de Nobel ödüllerini kazanan’ Yaşlı Adam ve Deniz (1952) Clancy Sigal’e göre en kötü romanıdır. Hemingway ise tersini düşünmektedir: ‘Yaşam ve edebiyat hakkında bildiği her şeyi kitaba yansıttığını’ hep gündemde kaldığını iddia etmiştir.
Ernest’in etrafı kadınlarla kuşatılmış, silik bir aile reisi. Alkol düşkünüdür. Yazara göre sık sık bunalıma girerek onlara karşı bir savunma mekanizması oluşturmuş. Sigal "Eserlerinde kullandığı kadın karakterlerin gerçek yaşamındaki arkadaşlarından ve eşlerinden daha olgun ve daha gerçek kişiler olduğunu" düşünmektedir.
“Zorba, kabadayı, kavgacı, çapkın ve böbürlenmeyi seven Hemingway aynı zamanda korumacı, şefkatli, cömert, fedakâr, sevgi dolu bir babaydı.”
Sigal yazarın ortanca oğlu trafik kazası geçirdiğinde onunla bizzat ilgilenmesinden bu çıkarımı yapmış.
Hemingway’in nasıl birisi olduğunu şu satırlardan öğrenmeye devam ediyoruz: “Hastalık hastalığı, hayat boyu süren uykusuzluk illeti ve sonu gelmez depresyonlarının yanı sıra kapı üstündeki pencerelerin kafasına düşmesi, ayağının takılması, birkaç kez ciddi biçimde yanmak, iki kez yanlışlıkla vurmak gibi ev kazaları konusunda da uzmandı. Dünyaca ünlü bu üstün-insan arkadaşlarına göre yatakta en uzun vakit geçiren kişiydi.”
Hemingway’in dert etmemek için acıyı dışladığını “Hayatta sana acı veren şeyleri yazılarında kullan.” diyen birisi olduğunu söyleyen Sigal ayrıca Ernest’in kendisine isabet eden bir şarapnel parçasını şans getirsin diye cüzdanında taşıdığını anlatıyor. Men at War adlı antolojiden alıntıladığı Hemingway’in şu sözleri de manidar:
“Çocuk yaşta savaşa gidince insan ölümsüzlüğün göz alıcı yanılsamasına kanıyor. Herkes ölür; sen hariç… İlk ciddi yarayı aldığınızda bu yanılsama kaybolur ve ölümün sizin de başınıza gelebileceğini anlarsınız.”
Yaşlı Adam ve Deniz peri masalı gibidir Sigal’in gözünde. Santiago karakterine düşüncelerini söyletmekten vazgeçmez Hemingway: “İnsan yenilgi için yaratılmadı. İnsanlık yıkılabilir ama asla mağlup olmaz,” der. Dünyanın yakın geçmişine baktığımda bu sözün bir gerçekten ziyade bir umut olduğunu düşünüyorum. Silahlara Veda adlı romanında Hemingway’in savaştan yılmış, barış sever mesajlarını öncelemiş C. Sigal:
“Hiçbir mantık ve vicdan tanımayan bu üniformalı kan banyosunda insan kendini kime ve neye karşı sorumlu hissedebilir ki? Kendi üniformasına mı, temsil ettiği değerlere mi, arkadaşlarına mı, kendine mi yoksa sevdiği kadına mı?”
Pek çok makaleden ilham alınarak, biyografiden yararlanılarak yazılmış bu eser, İthaki Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
Hemingway’in yazdıklarına ve bunlara dayalı yorumlara göre onun hakkında varsayımlarda bulunabileceğimizi söyleyen Sigal, Hemingway’i okurken temkinli olmak gerektiğine dikkat çekiyor. Yazar, Hemingway’in satırlarında rastladığı dünya görüşünü şöylece resmediyor:
“Romanlarından hiç de aşağı olmayan hikâyelerinde de dünyaya bir bakış açısı vardır. Rahatsız edici özellikleri de vardır, çünkü cesaret maskesinin arkasında bitmek bilmeyen bir ölüm korkusu, maçoluk görüntüsü altında da erkekliğin kitabına sığmama korkusu yatar.”
Döneminde Ya Hep Ya Hiç adlı eseri, gerçekçi karakterlerine rağmen eleştirmenlerce kabul görmez. Marksist bakış açısı yüzünden ‘proleter’liğini sahiplenen sol çizgidekiler olur. Clancy Sigal yine de Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalınıyor’a hazırlık niteliğindeki bir geçiş eserini ‘macera romanı’ olarak tanımlamaktan kaçınmıyor.
“Ne kadar okursanız okuyun, iyi edebiyatın nasıl yapıldığını öğrenemezsiniz. Çünkü bütün büyük eserlerin bir gizemi vardır ve bu gizem eserlerden çıkarılıp alınamaz... Her okuduğunuzda yeni bir şey görür ya da öğrenirsiniz.”
Ernest Hemingway, Yazmak Üzerine bu cümlelerle katkıda bulunur. Heminway’in “Yazarın sağcısı solcusu olmaz, sadece iyi ve kötü yazarlar vardır,” diyerek, anti politik bir imaj çizmeyi başardığını söylemiş Sigal. Yirmi kadar eserinin filme uyarlandığını da belirtmiş kitabında, “film karesi”ni andıran paragrafların varlığını işaret etmiş, Ölümsüz Hemingway’de. Diğer yandan, Güneş de Doğar adlı ilk romanını antipolitik olarak gören Sigal’e göre Hemingway, Amerikan edebiyat dilini ‘aşırı duygusal ve gösterişli sözlerden temizleyerek’ farklı kılmış, sözcükleri dokunaklı üslup elde etmek için kullanmış.
Tutumlu bir üslup, uzun olmayan cümleler, gayet kısa paragraflar, yani sadelik, az ya da hiç kullanılmayan zarflar onun metinlerini eşsiz kılar. Daima keşif haliyle dolu okurun, hisleriyle yol almasını salık verir. Sigal, sembolizmi gözünde büyütmeyen Hemingway’in “Hiçbir iyi kitapta semboller öykünün önüne geçip zihne yerleşmez. Böyle bir sembol üzümlü kekin içindeki kuru üzüm parçaları gibi göze batar. Üzümlü kek yapmak iyidir ama sade ekmek yapmak çok daha iyidir.” cümleleriyle usta yazarın eserlerinde okuru “serbest çağrışım hakkını kullanmaya” davet ettiğinin altını çiziyor. Okurun muhayyilesini özgür bırakan ve tanımlardan sıkılmış bir Ernest gördüğünü ilave eden yazar tesbitini de şu alıntıyla destekliyor:
“Hemingway Yaşlı Adam ve Deniz’deki “sembolizm” ile ilgili sorulardan sıkılınca, “Deniz, denizdir. Yaşlı adam yaşlı bir adam, çocuk bir çocuk, balık da balık işte. Köpekbalıkları da köpekbalıklarıdır, ne bir eksik ne bir fazla. İnsanların bahsettiği sembolizm saçmalıktan ibaret,” diye kestirip atmıştı.”
Bugün bile popüler olan ‘hem Pulitzer hem de Nobel ödüllerini kazanan’ Yaşlı Adam ve Deniz (1952) Clancy Sigal’e göre en kötü romanıdır. Hemingway ise tersini düşünmektedir: ‘Yaşam ve edebiyat hakkında bildiği her şeyi kitaba yansıttığını’ hep gündemde kaldığını iddia etmiştir.
Ernest’in etrafı kadınlarla kuşatılmış, silik bir aile reisi. Alkol düşkünüdür. Yazara göre sık sık bunalıma girerek onlara karşı bir savunma mekanizması oluşturmuş. Sigal "Eserlerinde kullandığı kadın karakterlerin gerçek yaşamındaki arkadaşlarından ve eşlerinden daha olgun ve daha gerçek kişiler olduğunu" düşünmektedir.
“Zorba, kabadayı, kavgacı, çapkın ve böbürlenmeyi seven Hemingway aynı zamanda korumacı, şefkatli, cömert, fedakâr, sevgi dolu bir babaydı.”
Sigal yazarın ortanca oğlu trafik kazası geçirdiğinde onunla bizzat ilgilenmesinden bu çıkarımı yapmış.
Hemingway’in nasıl birisi olduğunu şu satırlardan öğrenmeye devam ediyoruz: “Hastalık hastalığı, hayat boyu süren uykusuzluk illeti ve sonu gelmez depresyonlarının yanı sıra kapı üstündeki pencerelerin kafasına düşmesi, ayağının takılması, birkaç kez ciddi biçimde yanmak, iki kez yanlışlıkla vurmak gibi ev kazaları konusunda da uzmandı. Dünyaca ünlü bu üstün-insan arkadaşlarına göre yatakta en uzun vakit geçiren kişiydi.”
Hemingway’in dert etmemek için acıyı dışladığını “Hayatta sana acı veren şeyleri yazılarında kullan.” diyen birisi olduğunu söyleyen Sigal ayrıca Ernest’in kendisine isabet eden bir şarapnel parçasını şans getirsin diye cüzdanında taşıdığını anlatıyor. Men at War adlı antolojiden alıntıladığı Hemingway’in şu sözleri de manidar:
“Çocuk yaşta savaşa gidince insan ölümsüzlüğün göz alıcı yanılsamasına kanıyor. Herkes ölür; sen hariç… İlk ciddi yarayı aldığınızda bu yanılsama kaybolur ve ölümün sizin de başınıza gelebileceğini anlarsınız.”
Yaşlı Adam ve Deniz peri masalı gibidir Sigal’in gözünde. Santiago karakterine düşüncelerini söyletmekten vazgeçmez Hemingway: “İnsan yenilgi için yaratılmadı. İnsanlık yıkılabilir ama asla mağlup olmaz,” der. Dünyanın yakın geçmişine baktığımda bu sözün bir gerçekten ziyade bir umut olduğunu düşünüyorum. Silahlara Veda adlı romanında Hemingway’in savaştan yılmış, barış sever mesajlarını öncelemiş C. Sigal:
“Hiçbir mantık ve vicdan tanımayan bu üniformalı kan banyosunda insan kendini kime ve neye karşı sorumlu hissedebilir ki? Kendi üniformasına mı, temsil ettiği değerlere mi, arkadaşlarına mı, kendine mi yoksa sevdiği kadına mı?”
Pek çok makaleden ilham alınarak, biyografiden yararlanılarak yazılmış bu eser, İthaki Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
Kalbinin putlarını yıkma telaşındaki şair
Bir şiir ne kadar “yalınlaşabilir”, hatta şiir ne kadar azaltılabilir? Elif Nuray’ın ilk kitabı O Korkunç Mahâret’i okurken aklıma gelen ilk soru buydu. Elif Nuray için şiir “anlatımdan” ve kelimelerden kaçarak, onları mümkün olduğunca azaltarak yani bir anlamda dili, sözü tekrar tekrar damıtarak yazılan (yoksa söylenen mi deseydik?) bir sanat.
Elif Nuray, şiiri olabildiğince yoğunlaştırarak yazan şairlerden. İlk mısrası “yeni bir öfkeyle başladım” olan kitap; kırgınlıklarla, eleştirilerle yüklü. Sadece dışa dönerek “kahkahalar gördüm çocukları ağlatan” diyen bir kırgınlık değil “nasıl oluyor da bu gök hâlâ başıma devrilmiyor” diyebilecek kadar sert bir iç muhasebesi de var.
Bu kitaptaki şiirler dipten dibe bir uğultu ile birbirlerine bağlı gibiler. Anlam ve ses şiirden şiire o uğultu ile birleşiyor ve O Korkunç Mahâret büyük bir şiire dönüşüyor. Kimi zaman çeşnigâr, canefza gibi kelimelere yer verse de Elif Nuray, günlük hayattan el ayak çekmemiş kelimeleri tercih ediyor. Ancak hangi kelimeyi kullanmayı tercih ederse etsin, şiirinin bir parçası kılmayı başarıyor. O kelime sözlükteki bir madde olmaktan çıkıp bir ‘Elif Nuray şiiri kelimesine’ dönüşüyor şairinin elinde. Çünkü Elif Nuray, bir atmosfer kurmayı başarıyor şiirde.
Elif Nuray ile röportaj yapma imkânım olsaydı dergilerde yayınlanan, kimi şiir akşamlarında ve toplantılarda Elif Nuray tarafından okunduğunu bildiğim bazı şiirlerini bu kitabına niçin almadığını sormak isterdim. Madem bu imkânım yok. Ben de kendi adıma “okur” kimliğimle bir cevap üretmeyi deneyeyim. Bence kitaplarına almadığı şiirleri; beğenilmediği, reddedildiği için değil kitaba hâkim genel sesin dışında yer aldığı, bu dosyada yer alması halinde dosyanın hakim sesinin dışında bir kakafoni oluşturacağı için O Korkunç Mahâret’te yer almadı. Peki, sonraki kitaplarda yer alacak mı bu şiirler? Bilemem. Bilmeme de gerek yok bence...
Kendi adıma kitapta en sevdiğim şiirin “Beklenen” olduğunu söyleyebilirim. Necip Fazıl Kısakürek’in adaş şiiriyle arasındaki farkı zamanın ruhunun yahut ruhsuzluğunun değişimini okumak için bir fırsat olarak görebiliriz. Bir bölümünü alıntılamakta fayda var.
“beklemek tütünden beterdir, bıraktım
penceremin nûru ağaçları kestiler
diye kar, diye boşluk, diye ağladım
bu ıstırabın kulağına ezanı sen oku
dilsizse de geçmişin dillerini ben bağladım
affın büyüklüğünü geçince
acze sapan bir yol var
dünya safında durdukça, bildim
düştüğün yerde çiçek yok
sustuğun kadar yangın var.”
Elif Nuray’ın şiirinin bir derdi, bir kavgası var besbelli. Şair “geçmişin dillerini ben bağladım” diyor. Çünkü şiiriyle kendi sözünü, derdini açmayı amaçlıyor. Peki nedir bu söz, dert, dil? Bir yönüyle kalbinin putlarını yıkma telaşındadır şair ve ne zaman başardığını zannetse başarısızlığı ile yüzleşmektedir. “Rabbim ya geleyim sana/ya içimin taşını kaldır” diye niyaz eden bu seste O Korkunç Mahâret’in bütün ağırlığı ile hissedildiğini söyleyebiliriz.
Gündelik hayatın bütün parçalanmışlığının dışında bir bütünlük, bir yekparelik arayışı olarak görebiliriz Elif Nuray’ın şiirini. Trajik bir şekilde başarısızlığa mahkûm bir özlem bu bütünlük arayışı. Arayışın başarısızlığı, yanlışlığından değil dünyanın eğretiliğinden, faniliğinden kaynaklanıyor bence. Doğumdan önceki, ecelden sonraki bütünlüğe duyulan hasret bu dünyanın eğretiliğine tam oturmuyor ve “aksayan” yerden şiir doğuyor. En azından benim Elif Nuray şiirinden anladığım bu...
Bu noktada Fatih Yavuz Çiçek’in tespitine katılmamak mümkün değil. Ne diyor Çiçek? “O Korkunç Mahâret, ilk şiirden son şiire kadar modernitenin her şeyi imha edebilecek tehditkâr yapısına karşı durmanın, uyumsuzluğa direnişin kelâmla vücut bulmuş hâli, şairin gönlünü göğe yöneltip, kâh susarak, kâh sorgulayarak, umarak, üzülerek, kimi zaman hayret ederek, sabırla sürdürdüğü bir ferahlama arayışıdır. Bir tür terapi. Ve her şeye rağmen göğe inancını yitirmeyen, ‘gözlerim kovulmuş bir ümidin hayreti/nasıl oluyor da bu gök hâlâ başıma devrilmiyor’ diyen şairin yüzünü tanrı katına çevirmiş benliğidir.”
Elif Nuray için O Korkunç Mahâret’in varolma sancısı olduğunu söyleyebiliriz. Her ne kadar kitapla aynı isimdeki şiirin son iki mısrasında “o korkunç mahâretin/adı niçin sabır?” olsa da sabretmek varlık sancısını duymaktır diye anlıyorum o kritik soruyu. Ancak aksini de söylemek mümkün. Şiirden başka bir şey ile ifade edilemeyene talip bir şairin yazdıklarını şiirden başka bir türde ifade etmeye çalışmak böyle riskler içerir çünkü.
Belki de okurla şiir arasında çekilip susulması gereken noktaya ulaşmışımdır. Kim bilir?
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
Elif Nuray, şiiri olabildiğince yoğunlaştırarak yazan şairlerden. İlk mısrası “yeni bir öfkeyle başladım” olan kitap; kırgınlıklarla, eleştirilerle yüklü. Sadece dışa dönerek “kahkahalar gördüm çocukları ağlatan” diyen bir kırgınlık değil “nasıl oluyor da bu gök hâlâ başıma devrilmiyor” diyebilecek kadar sert bir iç muhasebesi de var.
Bu kitaptaki şiirler dipten dibe bir uğultu ile birbirlerine bağlı gibiler. Anlam ve ses şiirden şiire o uğultu ile birleşiyor ve O Korkunç Mahâret büyük bir şiire dönüşüyor. Kimi zaman çeşnigâr, canefza gibi kelimelere yer verse de Elif Nuray, günlük hayattan el ayak çekmemiş kelimeleri tercih ediyor. Ancak hangi kelimeyi kullanmayı tercih ederse etsin, şiirinin bir parçası kılmayı başarıyor. O kelime sözlükteki bir madde olmaktan çıkıp bir ‘Elif Nuray şiiri kelimesine’ dönüşüyor şairinin elinde. Çünkü Elif Nuray, bir atmosfer kurmayı başarıyor şiirde.
Elif Nuray ile röportaj yapma imkânım olsaydı dergilerde yayınlanan, kimi şiir akşamlarında ve toplantılarda Elif Nuray tarafından okunduğunu bildiğim bazı şiirlerini bu kitabına niçin almadığını sormak isterdim. Madem bu imkânım yok. Ben de kendi adıma “okur” kimliğimle bir cevap üretmeyi deneyeyim. Bence kitaplarına almadığı şiirleri; beğenilmediği, reddedildiği için değil kitaba hâkim genel sesin dışında yer aldığı, bu dosyada yer alması halinde dosyanın hakim sesinin dışında bir kakafoni oluşturacağı için O Korkunç Mahâret’te yer almadı. Peki, sonraki kitaplarda yer alacak mı bu şiirler? Bilemem. Bilmeme de gerek yok bence...
Kendi adıma kitapta en sevdiğim şiirin “Beklenen” olduğunu söyleyebilirim. Necip Fazıl Kısakürek’in adaş şiiriyle arasındaki farkı zamanın ruhunun yahut ruhsuzluğunun değişimini okumak için bir fırsat olarak görebiliriz. Bir bölümünü alıntılamakta fayda var.
“beklemek tütünden beterdir, bıraktım
penceremin nûru ağaçları kestiler
diye kar, diye boşluk, diye ağladım
bu ıstırabın kulağına ezanı sen oku
dilsizse de geçmişin dillerini ben bağladım
affın büyüklüğünü geçince
acze sapan bir yol var
dünya safında durdukça, bildim
düştüğün yerde çiçek yok
sustuğun kadar yangın var.”
Elif Nuray’ın şiirinin bir derdi, bir kavgası var besbelli. Şair “geçmişin dillerini ben bağladım” diyor. Çünkü şiiriyle kendi sözünü, derdini açmayı amaçlıyor. Peki nedir bu söz, dert, dil? Bir yönüyle kalbinin putlarını yıkma telaşındadır şair ve ne zaman başardığını zannetse başarısızlığı ile yüzleşmektedir. “Rabbim ya geleyim sana/ya içimin taşını kaldır” diye niyaz eden bu seste O Korkunç Mahâret’in bütün ağırlığı ile hissedildiğini söyleyebiliriz.
Gündelik hayatın bütün parçalanmışlığının dışında bir bütünlük, bir yekparelik arayışı olarak görebiliriz Elif Nuray’ın şiirini. Trajik bir şekilde başarısızlığa mahkûm bir özlem bu bütünlük arayışı. Arayışın başarısızlığı, yanlışlığından değil dünyanın eğretiliğinden, faniliğinden kaynaklanıyor bence. Doğumdan önceki, ecelden sonraki bütünlüğe duyulan hasret bu dünyanın eğretiliğine tam oturmuyor ve “aksayan” yerden şiir doğuyor. En azından benim Elif Nuray şiirinden anladığım bu...
Bu noktada Fatih Yavuz Çiçek’in tespitine katılmamak mümkün değil. Ne diyor Çiçek? “O Korkunç Mahâret, ilk şiirden son şiire kadar modernitenin her şeyi imha edebilecek tehditkâr yapısına karşı durmanın, uyumsuzluğa direnişin kelâmla vücut bulmuş hâli, şairin gönlünü göğe yöneltip, kâh susarak, kâh sorgulayarak, umarak, üzülerek, kimi zaman hayret ederek, sabırla sürdürdüğü bir ferahlama arayışıdır. Bir tür terapi. Ve her şeye rağmen göğe inancını yitirmeyen, ‘gözlerim kovulmuş bir ümidin hayreti/nasıl oluyor da bu gök hâlâ başıma devrilmiyor’ diyen şairin yüzünü tanrı katına çevirmiş benliğidir.”
Elif Nuray için O Korkunç Mahâret’in varolma sancısı olduğunu söyleyebiliriz. Her ne kadar kitapla aynı isimdeki şiirin son iki mısrasında “o korkunç mahâretin/adı niçin sabır?” olsa da sabretmek varlık sancısını duymaktır diye anlıyorum o kritik soruyu. Ancak aksini de söylemek mümkün. Şiirden başka bir şey ile ifade edilemeyene talip bir şairin yazdıklarını şiirden başka bir türde ifade etmeye çalışmak böyle riskler içerir çünkü.
Belki de okurla şiir arasında çekilip susulması gereken noktaya ulaşmışımdır. Kim bilir?
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
17 Ağustos 2017 Perşembe
Özgür iradenin romanı
Özgürlük değerlendirildiği vakit geniş bir ölçekte tanımlamalara sahip olan bir kavram. Kimileri için bir devrim sloganı, kimileri için ise hayatının yegâne anlamı olan -gerekirse uğrunda can verilecek- bir sözcük. Özgürlük bir tercihtir, esaret ile beraber seçenekler arasında olan yol ayrımında insanın kaderini belirleyen bir kıstastır. Bir görüşe göre ise vicdaniliktir. Aklın, gönüldeki hitabı olan vicdanın bir anlamda dışavurumu olan irade, tercihte bulunma gücüdür. Hür olmanın, olabilmenin; iyilik ve kötülük arasında tercih yapabilmenin gücüdür. Özgür olma isteği insanın fıtratında bulunan olağan bir durumdur, bir taraftan da insanı esareti altına alan bir ızdırabın baş sebebidir, hürlük. Hür olmaya ve kalmaya karşı duyulan doyumsuz arzu… Yaygın olarak istediğini yapma anlamı taşırken istemediğini yapmama gibi bir temel bir tanıma da sahip olan kısır döngüsel bir anlam zinciri içinde yerini alır özgürlük…
Libertatem…
Tercih etmek veya etmemek…
Özgürlük kavramıyla özdeşleşen tercih meselesini konu alan Borges’in “Evrenin gündelik ironilerinden biri olan gerçek faydasızlığı gösteren, üzücü ve gerçek bir kitap.” diyerek bahsettiği Melville’den bir başyapıt sayılan öykü: Kâtip Bartleby.
Bir yönüyle sarsılmaz bir iradenin, hayata olağanın dışından bir gözle bakmanın insanlığa göre ‘absürd’ fakat bu felsefeye göre ‘normal’ olanın kendinde hayat bulduğu bir düşüncedir, Bartleby düşüncesi ve bahsi geçen karakter Bartleby. İşte böyle bir süreci ele alan bir uzun hikâyedir, Bartleby; ‘tercih etmeme’ kavramının bedenle özdeşleştiği bir serüven. En iyi hayatın en kolay hayat olduğu inancına sahip, dünya mantığına uyan ılımlı bir avukatın bürosuna aldığı olağandışı bir yazıcının hikâyesi… Aslına hayata bir noktadan bakıp bütün insanlığa karşı bir meydan okumanın da bir anlatısıdır. Hayat mücadelesi verdiğimiz bu dünyada yaşanılanları absürd bulup bir nevi yaşıyor olmakla ölmek arasında ince bir çizgiyi taşıyan bir karakter. Görevi olan yazıcılığı gereğiyle yerine getirip fazlasını reddeden, belli bir vakit sonra ise “Bu kadarı yetmez mi?” anlayışıyla tamamen kendini dünyadan soyutlayan, gün boyu masasının yanındaki pencereden dışarıya boş duvara, aydınlığa bakarak düşünceler âlemine dalan birisi Bartleby. Dış çevreye göre anlaşılamayacak, garip bir adam.
“- Bakmamayı tercih ederim.
- Yani, gitmiyorsun?
- Tercih etmiyorum. ”
Varsayımların değil, tercihlerin adamıydı o. Net olmanın karşılığı olan bir yapıya sahipti. Modernliğin insana yüklediği ağır koşuşturmacaya karşı bir tepkiydi belki de Bartleby düşüncesi. Meslek geleneğine karşı bir anti-tez niteliği taşıyan bir düşünce. “Özgür” iradeyi konu alan bir eser.
Bazı işleri yapmayı “tercih” etmediğini söylemesiyle başlayan bu süreç, Bartleby’nin yaşamayı “tercih” etmemesi noktasına gelir.
Ve öylece ölümüne kucak açar cenin pozisyonunda…
“Şu halde hürriyet hakikate esaret oluyor. Hürriyet, en ulvi esarettir. Hakikate tabi olmanın esaretidir.”
Hasan Basri Yapıcı
twitter.com/hbasriyapici
Libertatem…
Tercih etmek veya etmemek…
Özgürlük kavramıyla özdeşleşen tercih meselesini konu alan Borges’in “Evrenin gündelik ironilerinden biri olan gerçek faydasızlığı gösteren, üzücü ve gerçek bir kitap.” diyerek bahsettiği Melville’den bir başyapıt sayılan öykü: Kâtip Bartleby.
Bir yönüyle sarsılmaz bir iradenin, hayata olağanın dışından bir gözle bakmanın insanlığa göre ‘absürd’ fakat bu felsefeye göre ‘normal’ olanın kendinde hayat bulduğu bir düşüncedir, Bartleby düşüncesi ve bahsi geçen karakter Bartleby. İşte böyle bir süreci ele alan bir uzun hikâyedir, Bartleby; ‘tercih etmeme’ kavramının bedenle özdeşleştiği bir serüven. En iyi hayatın en kolay hayat olduğu inancına sahip, dünya mantığına uyan ılımlı bir avukatın bürosuna aldığı olağandışı bir yazıcının hikâyesi… Aslına hayata bir noktadan bakıp bütün insanlığa karşı bir meydan okumanın da bir anlatısıdır. Hayat mücadelesi verdiğimiz bu dünyada yaşanılanları absürd bulup bir nevi yaşıyor olmakla ölmek arasında ince bir çizgiyi taşıyan bir karakter. Görevi olan yazıcılığı gereğiyle yerine getirip fazlasını reddeden, belli bir vakit sonra ise “Bu kadarı yetmez mi?” anlayışıyla tamamen kendini dünyadan soyutlayan, gün boyu masasının yanındaki pencereden dışarıya boş duvara, aydınlığa bakarak düşünceler âlemine dalan birisi Bartleby. Dış çevreye göre anlaşılamayacak, garip bir adam.
“- Bakmamayı tercih ederim.
- Yani, gitmiyorsun?
- Tercih etmiyorum. ”
Varsayımların değil, tercihlerin adamıydı o. Net olmanın karşılığı olan bir yapıya sahipti. Modernliğin insana yüklediği ağır koşuşturmacaya karşı bir tepkiydi belki de Bartleby düşüncesi. Meslek geleneğine karşı bir anti-tez niteliği taşıyan bir düşünce. “Özgür” iradeyi konu alan bir eser.
Bazı işleri yapmayı “tercih” etmediğini söylemesiyle başlayan bu süreç, Bartleby’nin yaşamayı “tercih” etmemesi noktasına gelir.
Ve öylece ölümüne kucak açar cenin pozisyonunda…
“Şu halde hürriyet hakikate esaret oluyor. Hürriyet, en ulvi esarettir. Hakikate tabi olmanın esaretidir.”
Hasan Basri Yapıcı
twitter.com/hbasriyapici
15 Ağustos 2017 Salı
Devletler çağının son bulmasına bir tepki
Şairin dediği gibi kapitalizmin bizi ulaştırdığı yerde, bir felaketin ortasındayız. İçinde bulunduğumuz dünya, takribi 15. yüzyılda Batı Avrupa’da kendine yaşam alanı bulan bu kapitalist felaketin handiyse tahakkümü altındadır. Sonsuz sermaye birikimine ve buna bağlı metalaşmaya dayalı, ileri doğru bir yapı biçiminde yayılan bu kapitalist felaket icat edildiği gibi sistemli bir şekilde genişlemiş ve bütün bir yerküreye yayılmıştır.
14. yüzyılda Moğol İmparatorluğu’nun çöküşü, Avrasya ticaret sisteminin çözülmesine sebebiyet verirken hemen hemen aynı dönemde Batı Avrupa’nın içtimai yapısını icra eden kilise, senyörler ve bunlara bağlı teşkilatlanma ağlarının çökmesi büyük bir boşluğu beraberinde getirmiştir. Sonuç, doğa boşluk kaldırmaz anlayışınca, bu çözülüş ve açığa çıkan boşluk, sermaye birikim merkezlerinin kapitalist bir şekilde kent-devletlerince yeniden yapılandırılarak Doğu’dan Batı’ya kaydırılması ile doldurulmuştur.
Bir şekilde Batı’da icat edilen bu sistemin zamanla bütün bir yerküreye yayılması hegemonik güçlerin de tarih sahnesine çıkmasını sağlamıştır. Hegemonyayı mümkün kılan niteliklerin başında dünyayı anlamlandıran kültürel dili düzenleyebilmesi gelirken arka planda üretim, ticaret ve finans alanlarındaki hâkimiyetini güçlü bir askeri güçle destekleyebilmesi ve dünyayı siyasi bakımdan istediği asgari düzeyde şekillendirebilme kabiliyetidir.
19. yüzyılın ortalarında İngiltere, 20. yüzyılın ortalarında da Amerika Birleşik Devletleri bu anlamda birer hegemonyacı model ortaya koydular ve bu hiç de kolay olmadı. İlkin İngiltere Napolyon Fransası’na karşı, sonrasında da Amerika Birleşik Devletleri Hitler Almanyası’na karşı hegemonya mücadelesini zaferle taçlandırdı. Mevcut hegemonya dışı rakip güçlerin başarıya ulaşamaması, dünya tarihine derin izler bıraksa da, onları en nihayetinde Anglo-Sakson dünyasının belirlediği çizgilere tabi kıldı; ama beraberinde eleştirel bir kavrayışı da miras bırakarak.
İşte Carl Schmitt’in “Partizan Teorisi”, bu anlam dünyası üzerine çakılı bir kazıktır. Bu önemli eser, geç de olsa Nika Yayınevi tarafından Hüseyin Etil’in Sunuş’u, Ertan Kardeş’in Sonsöz’ü ve Sibel Bekiroğlu’nun çevirisiyle Türkçe’ye kazandırıldı. Kitap, savaşın yasaklanarak egemen devletlerin temel aktör olmaktan çıkarılmasıyla çatışmaların dünyaya yayıldığı bir Amerikan düzenine karşı Schmitt’in yürüttüğü amansız mücadelenin imzasını taşır. Devletler çağının son bulmasına bir tepki mahiyetinde geliştirdiği “Partizan Teorisi”, mevcut paradigmanın dışında yeni bir düşünce ve politika arayışının da doruk noktasını temsil eder. Taslak halinde de olsa Schmitt’in bu serbest çalışması, “Siyasal Kavramı Üzerine Bir Arasöz” alt başlığı ile 1927 yılında geliştirmeye başladığı ve son halini 1963 yılında verdiği “Siyasal Kavramı”nın özel bir baskısı çerçevesinde, dost ve düşman arasındaki ayrımı da kaçınılmaz olarak konu edinmiştir.
Carl Schmitt’in geliştirdiği siyasal kavramının ölçütü dost-düşman ayrımına dayanır. Bu ayrıma dayanarak oluşturulan siyasal birlik, dostların düşmana karşı irade beyanıyla kurulur. Böylece Schmitt siyasal olanı devletle özdeşleştiren Weberci/devletçi görüşten ayrıldığı gibi sözleşmeci geleneğin de dışında durur. Onun için siyasal olan devletten önce gelir; çünkü modern anlamda egemen devlet de polis veya imparatorluk gibi siyasal birliğin kendini sunduğu bir biçimdir. Egemen devletlerle vücuda gelen düzenin temel unsurları ise açık ve net sınırlar çizebilme anlayışına dayanır: iç ve dış, savaş ve barış, tarafsızlık veya taraf olma gibi. İçeride birliğin ve karar tekelinin oluşturulmasıyla iç savaşa son veren devletler, bağımsızlığı temsil etmeleriyle de savaş açabilme hakkına da sahiptirler.
Dünya Savaşları sonrası ortaya çıkan fiili durum, klasik anlamda egemenliğe dayalı devletler çağını sona erdirmiştir. Evrenselci ve liberal ideolojilerin tahakkümünde küreselleşmeci bir anlayışla dünyaların birleşmesi, devletleri temel aktör olmaktan çıkararak içerisi ve dışarısı arasında yapılan ayrımı geçersizleştirmiş ve egemenliği de belirsizleştirmiştir. Modern egemen devletlerin karakterinde gözlemlenen bu dönüşüm, haliyle siyasal birliği de devlet odaklı olmaktan çıkarmıştır. Siyasal olanın yeni bir çehre kazanması karşısında Schmitt, siyasal birliği mekân odaklı bir şekilde yeniden konumlandırmıştır. Bu yeni durumun siyasal figürü de, 1808 İspanyası’nda henüz kraliyet ailesinin gerçek düşmanın kim olduğuna karar vermediği, aristokratından burjuvazisine desteklenen işgal güçlerine karşı kendi topraklarında savaşma riskini göze alan “Partizan”dı. Düzenli modern ordulardan oluşan işgal kuvvetlerine karşı düzensiz savaş açma cesaretini göstererek ateşlediği fitil, 20. yüzyılın ikinci yarısında dünyanın çehresini değiştiren düşmanlık teorisini üretmişti.
“Partizan”da gözetilen dört ana husus vardır: Düzensizlik, aktif savaşın artırılmış hareketliliği, yoğunluğu yükseltilmiş bir siyasi angajman ve belki de önemlisi toprağa bağlılık. Bu kriterler ile teknolojik gelişmelerin, endüstrileşmenin ve tarımsal çözülmenin muhtemel sonuçları, onun araştırmasının kavramsal çerçevesini oluşturur. Dolayısıyla Schmitt, “Partizan Teorisi”ni kapalı bir yapıda kurmaz, onu Clausewitz’den Lenin’e, Mao Zedong’dan Raoul Salan’a gelişim seyri üzerinden tanımlar.
Carl Schmitt’in her daim mevcut paradigmanın dışına taşma kaygısı, türdeşleştirici liberal ve evrenselci söyleme eleştirel bir kavrayış sunmaktadır. Bu minvalde “Partizan Teorisi”, tek kutuplu ve tek düze bir şekilde yürütülmeye çalışılan küreselleşmeye karşı öne çıkardığı bloklar-arası siyasal ve bölgesel birlik çağrısı halen güncelliğini korumaktadır. Aynı şekilde “Partizan” figürü üzerinden tekrar konumlandırılan siyasalın günümüz gelişmeleri eşliğinde güncellenmesi de neo-liberal çağın depolitizasyon baskısına karşı alternatif cephe açabilir.
Haydar Barış Aybakır
twitter.com/HaydarBrs
14. yüzyılda Moğol İmparatorluğu’nun çöküşü, Avrasya ticaret sisteminin çözülmesine sebebiyet verirken hemen hemen aynı dönemde Batı Avrupa’nın içtimai yapısını icra eden kilise, senyörler ve bunlara bağlı teşkilatlanma ağlarının çökmesi büyük bir boşluğu beraberinde getirmiştir. Sonuç, doğa boşluk kaldırmaz anlayışınca, bu çözülüş ve açığa çıkan boşluk, sermaye birikim merkezlerinin kapitalist bir şekilde kent-devletlerince yeniden yapılandırılarak Doğu’dan Batı’ya kaydırılması ile doldurulmuştur.
Bir şekilde Batı’da icat edilen bu sistemin zamanla bütün bir yerküreye yayılması hegemonik güçlerin de tarih sahnesine çıkmasını sağlamıştır. Hegemonyayı mümkün kılan niteliklerin başında dünyayı anlamlandıran kültürel dili düzenleyebilmesi gelirken arka planda üretim, ticaret ve finans alanlarındaki hâkimiyetini güçlü bir askeri güçle destekleyebilmesi ve dünyayı siyasi bakımdan istediği asgari düzeyde şekillendirebilme kabiliyetidir.
19. yüzyılın ortalarında İngiltere, 20. yüzyılın ortalarında da Amerika Birleşik Devletleri bu anlamda birer hegemonyacı model ortaya koydular ve bu hiç de kolay olmadı. İlkin İngiltere Napolyon Fransası’na karşı, sonrasında da Amerika Birleşik Devletleri Hitler Almanyası’na karşı hegemonya mücadelesini zaferle taçlandırdı. Mevcut hegemonya dışı rakip güçlerin başarıya ulaşamaması, dünya tarihine derin izler bıraksa da, onları en nihayetinde Anglo-Sakson dünyasının belirlediği çizgilere tabi kıldı; ama beraberinde eleştirel bir kavrayışı da miras bırakarak.
İşte Carl Schmitt’in “Partizan Teorisi”, bu anlam dünyası üzerine çakılı bir kazıktır. Bu önemli eser, geç de olsa Nika Yayınevi tarafından Hüseyin Etil’in Sunuş’u, Ertan Kardeş’in Sonsöz’ü ve Sibel Bekiroğlu’nun çevirisiyle Türkçe’ye kazandırıldı. Kitap, savaşın yasaklanarak egemen devletlerin temel aktör olmaktan çıkarılmasıyla çatışmaların dünyaya yayıldığı bir Amerikan düzenine karşı Schmitt’in yürüttüğü amansız mücadelenin imzasını taşır. Devletler çağının son bulmasına bir tepki mahiyetinde geliştirdiği “Partizan Teorisi”, mevcut paradigmanın dışında yeni bir düşünce ve politika arayışının da doruk noktasını temsil eder. Taslak halinde de olsa Schmitt’in bu serbest çalışması, “Siyasal Kavramı Üzerine Bir Arasöz” alt başlığı ile 1927 yılında geliştirmeye başladığı ve son halini 1963 yılında verdiği “Siyasal Kavramı”nın özel bir baskısı çerçevesinde, dost ve düşman arasındaki ayrımı da kaçınılmaz olarak konu edinmiştir.
Carl Schmitt’in geliştirdiği siyasal kavramının ölçütü dost-düşman ayrımına dayanır. Bu ayrıma dayanarak oluşturulan siyasal birlik, dostların düşmana karşı irade beyanıyla kurulur. Böylece Schmitt siyasal olanı devletle özdeşleştiren Weberci/devletçi görüşten ayrıldığı gibi sözleşmeci geleneğin de dışında durur. Onun için siyasal olan devletten önce gelir; çünkü modern anlamda egemen devlet de polis veya imparatorluk gibi siyasal birliğin kendini sunduğu bir biçimdir. Egemen devletlerle vücuda gelen düzenin temel unsurları ise açık ve net sınırlar çizebilme anlayışına dayanır: iç ve dış, savaş ve barış, tarafsızlık veya taraf olma gibi. İçeride birliğin ve karar tekelinin oluşturulmasıyla iç savaşa son veren devletler, bağımsızlığı temsil etmeleriyle de savaş açabilme hakkına da sahiptirler.
Dünya Savaşları sonrası ortaya çıkan fiili durum, klasik anlamda egemenliğe dayalı devletler çağını sona erdirmiştir. Evrenselci ve liberal ideolojilerin tahakkümünde küreselleşmeci bir anlayışla dünyaların birleşmesi, devletleri temel aktör olmaktan çıkararak içerisi ve dışarısı arasında yapılan ayrımı geçersizleştirmiş ve egemenliği de belirsizleştirmiştir. Modern egemen devletlerin karakterinde gözlemlenen bu dönüşüm, haliyle siyasal birliği de devlet odaklı olmaktan çıkarmıştır. Siyasal olanın yeni bir çehre kazanması karşısında Schmitt, siyasal birliği mekân odaklı bir şekilde yeniden konumlandırmıştır. Bu yeni durumun siyasal figürü de, 1808 İspanyası’nda henüz kraliyet ailesinin gerçek düşmanın kim olduğuna karar vermediği, aristokratından burjuvazisine desteklenen işgal güçlerine karşı kendi topraklarında savaşma riskini göze alan “Partizan”dı. Düzenli modern ordulardan oluşan işgal kuvvetlerine karşı düzensiz savaş açma cesaretini göstererek ateşlediği fitil, 20. yüzyılın ikinci yarısında dünyanın çehresini değiştiren düşmanlık teorisini üretmişti.
“Partizan”da gözetilen dört ana husus vardır: Düzensizlik, aktif savaşın artırılmış hareketliliği, yoğunluğu yükseltilmiş bir siyasi angajman ve belki de önemlisi toprağa bağlılık. Bu kriterler ile teknolojik gelişmelerin, endüstrileşmenin ve tarımsal çözülmenin muhtemel sonuçları, onun araştırmasının kavramsal çerçevesini oluşturur. Dolayısıyla Schmitt, “Partizan Teorisi”ni kapalı bir yapıda kurmaz, onu Clausewitz’den Lenin’e, Mao Zedong’dan Raoul Salan’a gelişim seyri üzerinden tanımlar.
Carl Schmitt’in her daim mevcut paradigmanın dışına taşma kaygısı, türdeşleştirici liberal ve evrenselci söyleme eleştirel bir kavrayış sunmaktadır. Bu minvalde “Partizan Teorisi”, tek kutuplu ve tek düze bir şekilde yürütülmeye çalışılan küreselleşmeye karşı öne çıkardığı bloklar-arası siyasal ve bölgesel birlik çağrısı halen güncelliğini korumaktadır. Aynı şekilde “Partizan” figürü üzerinden tekrar konumlandırılan siyasalın günümüz gelişmeleri eşliğinde güncellenmesi de neo-liberal çağın depolitizasyon baskısına karşı alternatif cephe açabilir.
Haydar Barış Aybakır
twitter.com/HaydarBrs
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)