Bugün düğünde dernekte, adaklarda, hayırlı işlerin evvelinde ahirinde ziyaret edilen evliyaların, erenlerin kabirlerinin olduğu Anadolu, bir zamanlar bu topraklara yerleşmek isteyen cengâver dervişlerin gözü pekliği ile hem madden hem manen fethedilmişti. Üzerinde yaşadığımız bu kültürel ve dini mirası Dede Garkın, Kızıl Deli, Yahşı Fakih, Evrenesoğlu, Otman Baba gibi ismini bildiğimiz veya bilmediğimiz nice alpler, erenler, gaziler, dervişler inşa etmişlerdi. Gül alıp, gül satan, gülü gülle tartan Anadolu’nun maddi ve manevi mimarlarının belli başlılarının ele alındığı Dervişler ve Sufi Çevreler isimli kitap, Kitap Yayınevi tarafından okurun beğenisine sunuldu.
Dervişler ve Sufi Çevreler, Sakarya Üniversitesi tarih bölümünde akademisyen olarak görev yapan Doç Dr. Haşim Şahin’in çeşitli tarihlerde yayımladığı makalelerinin bir araya getirilmesinden oluşuyor. Kitapta özellikle Anadolu’nun Türkleşme ve İslamlaşma sürecinde tarikatların, abdalların, dervişlerin bu sürece doğrudan ve dolaylı katkıları anlatılıyor.
İki bölümden oluşan kitabın ilk bölümünde tarihî bir kaynak olarak Menâkıbnâmeler ve Vilâyetnâmenlerin neden ve niçin kullanılması gerektiğinin altı çiziliyor. İkinci bölümde Vefailik, Nakişibendilik, Bayramilik ve Melamilik tarikatları ile bu tarikatların önemli aktörlerinin “Anadolu İslamı’nın” oluşum seyrindeki rolleri akademik bir üslupla ele alınıyor.
Dervişler ve Sufi Çevreler kitabında, gaza ve cihat anlayışıyla iç içe geçen derviş anlayışının temel dinamikleri, dervişlerin hayata bakışları, gündelik yaşamları, inançları ve dini ritüelleri inceleniyor. Kitapta, kurtlara koyun emanet etme, kış ayında ağaçtan meyve toplama, geyik veya şahin kılığına girme, havada uçma gibi olağanüstü durumların tarikatların niteliğinin anlaşılmasında önemli olduğu vurgulanıyor. Kaşı kirpiği yoluk kalender meşrep dervişlerden, ellerinde bir asa olduğu halde çobanlık yapan ve kendisini kurtarıcı olarak gören vefai şeyhine, ziraat ve esnaflığı överek halk içinde hakla olmayı şiar edinen Bayramiliğe kadar tarikat yapılanmalarının Anadolu’da dini zeminin inşasındaki etkisi açıklanıyor. Vahdet-i vücut, kutbiyyet, pir, ulûhiyet, cezbe gibi temel kavramların tarikat yapılanmalarındaki anlamları ile bu kavramlara verilen ehemmiyetin tarikatların birbirinden ayrışmasındaki belirleyici rolü konuya aşina olmayan okura rehberlik ediyor. Böylece okur tarikatlara göre farklılaşan uygulamaların dini, sosyal ve siyasal bağlamdaki simgesel karşılıklarını öğrenme şansını buluyor.
Şahin, Horasan, Dımaşk, Tebriz, Bağdat gibi şehirlerarasında dolaşarak seyr ü süluğunu tamamlayan dervişlerin Anadolu’da ve Balkanlar’daki fetih hareketlerine katılarak yeni İslam beldeleri açma teşebbüsleriyle gerçekleşen İslam’ın kültürlerarası yolculuğuna dikkat çekiyor. Bu yolculukta sınırların bugünkü gibi toplumları birbirinden ayırmadığı bir dünyada ilim öğrenmek adına diyar diyar gezen sonra da öğrendiği ilmi kurduğu bir dergâhla yayan dervişlerin birbirleriyle kurdukları temasın izlerini de takip etmek mümkün. Hacı Bayram Veli’nin, Şeyh Şücâeddin Veli’yi, Şeyh Bedrettin’in halk arasında Somuncu Baba olarak bilinen Şeyh Hamîdüddîn Aksarâyî’yi, Hacı Bektaş Veli’nin Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’yi ziyaretleri bu duruma örnek olarak gösterilebilir.
Kitap aynı zamanda tarikatların ve sufi çevrelerin siyasal iktidarla olan münasebetlerini de ortaya koyuyor. Örneğin Timur’un, Şeyh Şücâeddin Veli’ye gönderdiği hediyelerin Şeyh tarafından kabul edilmemesini veya Geyikli Baba’ya Orhan Gazi’nin iki yük şarap ve iki yük rakı göndermesi ve Geyikli Baba’nın “Bizim dergâhımızdan giren rakı bal, şarap yağ olur” diyerek bir kazana koydurup sultana geri göndermesinin dini ve siyasi iktidar mücadelesi bağlamında nasıl okunması gerektiğinin ipuçlarını içeriyor. Gerek Selçuklu gerekse Osmanlı’da siyasal iktidarla dönem dönem karşı karşıya gelen sufi çevrelerin, iktidara en yakın oldukları noktada bile her dem gözetim altında tutulmalarına karşın geliştirdikleri gizlenme-korunma refleksleri okura sosyolojik okuma imkânı tanıyor.
Köklerini Suriye, İran, Irak gibi topraklardan alan dallarıyla Anadolu ve Balkanlar’a uzanan tarikatların ve sufi çevrelerin serüvenini okuyacağınız bu kitap, bugünkü dini ve toplumsal dokumuzu anlamada referans olmayı vaat ediyor.
Nur Efşan Gür
nurnurefsan@gmail.com
19 Haziran 2017 Pazartesi
17 Haziran 2017 Cumartesi
“Beat”tim be abi!
“Hapiste olduğunu bilmeyen bir adam asla kaçamaz. Gezegenin ve bedeninizin neredeyse hiç kaçılmaz bir hapishane oluşturduğunun farkına vardığınız, hapishanede olduğunuzu fark ettiğiniz anda kaçış şansınız vardır.”
Böyle buyurmuş Beat akımının kült ismi. “The Invisible Man” müstearıyla da bilinen William S(eward) Burrroughs’nun (1914-1997) “Çıplak Şölen”ini (“The Naked Lunch”) sinemalaştıran David Cronenberg’in aynı adlı filmini seyretmediniz mi? Seyretmiş olsaydınız böcek ilaçlarıyla kafayı bulan adamımızın (Bill Lee, Peter Weller) hayal âlemindeki serüvenlerine, bilincinin altını üstüne getirişine, ağzı laf yapan dev böceklerle muhabbetine tanıklık edip akla ziyan grotesk vajinalardan dev penislere ve ne idüğü belirsiz nesnelere varana dek kafadan kopartan bir serüvene ortak olabilirdiniz.
Beat kuşağının ilk anda akla gelen isimlerini yazalım hemen: W. S. Burroughs, Jack Kerouac, Allen Ginsberg. Stüdyo İmge’li yıllarda tanışmıştım hazretle… “Mescalin”, uyuşturucu, The Doors (“Algının Kapıları” nasıl açılır?), Beat, bilinçdışı, “cut up” tekniği, cinsellik, tabular, sanrılar… Ve adamımız, maşallah epey sınırdadırlar! Pek çok genç için cazip mevzular.
Meraklıları için yazayım: W. Burroughs, ölümünden sekiz yıl önce Gus Van Sant’ın “Drugstore Cowboy” filminde Matt Dillon’ın canlandırdığı Bob karakterinin akıl hocası (Tom the Priest) olarak da boy göstermiştir beyazperdede. Meraklı turşucular için bir not daha: “Ve Hipopotamlar Tanklarında Haşlandılar” ile “Benim Eğitimim”e mim koyun. Beat denilen olguya vâkıf olabilmek için… “Bip” koyabilirler! Sel’den… Sütten çıkmış ak kaşık değildi W. Burroughs. Hepimiz gibi… Devam ediyor “Çıplak Şölen”, otuz iki kısım tekmili birden!
Adnan Algın
adnanalgin@gmail.com
Böyle buyurmuş Beat akımının kült ismi. “The Invisible Man” müstearıyla da bilinen William S(eward) Burrroughs’nun (1914-1997) “Çıplak Şölen”ini (“The Naked Lunch”) sinemalaştıran David Cronenberg’in aynı adlı filmini seyretmediniz mi? Seyretmiş olsaydınız böcek ilaçlarıyla kafayı bulan adamımızın (Bill Lee, Peter Weller) hayal âlemindeki serüvenlerine, bilincinin altını üstüne getirişine, ağzı laf yapan dev böceklerle muhabbetine tanıklık edip akla ziyan grotesk vajinalardan dev penislere ve ne idüğü belirsiz nesnelere varana dek kafadan kopartan bir serüvene ortak olabilirdiniz.
Beat kuşağının ilk anda akla gelen isimlerini yazalım hemen: W. S. Burroughs, Jack Kerouac, Allen Ginsberg. Stüdyo İmge’li yıllarda tanışmıştım hazretle… “Mescalin”, uyuşturucu, The Doors (“Algının Kapıları” nasıl açılır?), Beat, bilinçdışı, “cut up” tekniği, cinsellik, tabular, sanrılar… Ve adamımız, maşallah epey sınırdadırlar! Pek çok genç için cazip mevzular.
Meraklıları için yazayım: W. Burroughs, ölümünden sekiz yıl önce Gus Van Sant’ın “Drugstore Cowboy” filminde Matt Dillon’ın canlandırdığı Bob karakterinin akıl hocası (Tom the Priest) olarak da boy göstermiştir beyazperdede. Meraklı turşucular için bir not daha: “Ve Hipopotamlar Tanklarında Haşlandılar” ile “Benim Eğitimim”e mim koyun. Beat denilen olguya vâkıf olabilmek için… “Bip” koyabilirler! Sel’den… Sütten çıkmış ak kaşık değildi W. Burroughs. Hepimiz gibi… Devam ediyor “Çıplak Şölen”, otuz iki kısım tekmili birden!
Adnan Algın
adnanalgin@gmail.com
Ramazanın tesirini yükselten kitap
“Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz.”
- Bakara, (2) 183
“Ramazan ayı girdiği zaman cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları kapanır ve şeytanlar da zincire vurulur.”
- Hadis-i Şerif
"Bir yudumda içilir akşam ezanı
Sezer yolunu bir dua iç denizlerde:
‘Kabul et lütfen ilk oruçlar hatrına’
Bir yudumda içilir akşam ezanı."
- Ahmet Murat, İlk Oruç
Bazı kitaplar vardır, her an her zaman okunabilir. Her zamana hükmeder ve her zaman okunduğunda aynı tat, aynı şifa alınabilir. Bazı kitaplar ise muayyen vakitlerde okunduğunda ondan daha fazla feyz almak mümkün olur. Sezai Karakoç’un "Samanyolunda Ziyafet" adlı kitabı aslında bahsettiğim her iki durum için de geçerli. Fakat bir tercih yapacak olsam, yazıldığı konuyu baz alarak özel bir zamanda -yani Ramazan ayında- okunmasını tercih ederim. Samanyolunda Ziyafet kitabı, Ramazan ayında okunduğunda insana daha tesirli olacaktır kanaatindeyim.
Bir Ramazan ayı geldi ve bitiyor. İnananlar için ya da daha doğrusu inanıp oruç tutanlar için kalplerde yeri her zaman zirvede olan bu aydan bize katılan ruh doygunluğunu hissetmek için, belli bir fikir seviyesini geçmemiz lâzım diye düşünüyorum. Bunun ise ancak okumakla, soruşturmakla mümkün olacağı kanaatindeyim. Sezai Karakoç’un yazılarının, bu özel ayın manevi açıdan önemini hissettirip insanları tefekküre daldıracak cinsten olması, biz okurlar için büyük şans. Yaşadığımız çağda oruç ibadetini hakkıyla yerine getiren veya getirmeye uğraşan çok insan kaldı mı bilmiyorum. Fakat bir kişi dahi kalsa hatta hiç kimse kalmasa bile bu, bu ayın kutsallığından hiçbir şey götüremeyecek. Özellikle bu zamanlarda büyük şehirlerde Ramazanın gelip gelmediği neredeyse belli olmazken belli bir ruh ikliminden bahsetmek çok zor olsa da, Karakoç’un yazılarını okuyup o manevi iklime girmeye çalışmak faydalı olacaktır.
Samanyolunda Ziyafet, Sezai Karakoç’un Diriliş Yayınları’ndan neşredilen, nesir türünde (kitapta bir tane şiir bulunuyor) bir eseridir. Kitapta, şairin ilk yazısının tarihi 1964, son yazısının tarihi ise 2004’tür. Kitap, bu zaman aralığında yazılmış otuz beş adet oruç yazısından ve 139 sayfadan oluşuyor.
Karakoç, kitabına "Betonları Kıran Oruç" başlıklı yazısıyla başlıyor ve bu çarpıcı başlıkla bizlere orucun kapsayıcılığından söz ediyor: “Oruç, tek başına bellibaşlı ibadetlerden olduğu gibi, bir de öbür ibadetlerin yatağı olmak gibi bir özellik taşıyor. Kur’an en çok bu ay okunuyor, namaz en çok bu ay kılınıyor. Öbür ibadetleri çağıran, toplıyan ve sunan bir yanı var” derken aklıma İsmet Özel’in babasının dediği bir söz takılıyor: “Rahmetli babacığım Ramazan ayı geldiğinde ancak oruç tutan ve lâkin vakit namazı kılmayan nâdânları küçümser, ‘hayvanı da bağlasan aç durur’ derdi.”
Bu sözle birlikte düşünüldüğünde Sezai Karakoç’un bahsettiği şeyi anlamak daha mümkün hâle geliyor. Başta bahsettiğim gibi, Karakoç’un yazılarında da yer alan manevi iklimle alâkalı bir durum bu. Oruç, bütün güne yayılan bir ibadet olduğu için, diğer ibadetleri de içine alabiliyor. Hakkıyla oruç tutan bir insan, bütün gün sadece oruç tutmaktansa, en azından birkaç vakit namaz kılabiliyor, bir sayfa Kur’an okuyabiliyor. Tabiî ki bu durum herkes için geçerli değil; ancak Ramazan ayından önce günlük ibadetlerini gerçekleştirmediği hâlde, bu ayda daha hassas olan birçok kişi tanıyorum, herkes tanıyordur.
Namaz ibadetinden ayrılmadan önce, Sezai Karakoç’un oruç ve namaz üzerinden gerçekleştirdiği şu sosyolojik tespiti paylaşmak isterim. Karakoç, oruç ve namaz üzerinden doğu ve batı toplumlarını bir yönden harika bir şekilde tespit ediyor: “Oruç ve namaz; bülûğ çağından çıkarken, çocukluktaki babadan, normal babaya geçişinde, ‘metafizik’ bir planda tutarak, çocuğun büyük bir sarsıntı geçirmesini de önler. Batıda çocuk için baba her şeydir. Bir nev’i küçük tanrıdır; zaten hristiyanlıkta tanrının ‘baba’ oluşu, ister istemez çocuğun babayı tanrılaştırması için zihnî bir vasat hazırlıyacaktır. Çünkü çocuk en mücerretleri bile konkreleştirir.. Sonra, bülûğ çağını aşınca realist bir gözle babayı görür. Bu tanrı ‘baba’dan alelâde babaya geçiş birdenbire olur. Batı toplumunda, bir inkılâpla. Bu sebepledir ki çocuk, babasına âdeta taparken, genç, inkâr eder, reddeder. Batıda gençlik, babadan, aileden tam bir kopuştur. Âdeta genç, çocuklukta verdiği avansları geri almaya başlar. İslâm toplumunda ise, Namaz ve Oruçla, çocuk, kendisinden de, babasından da ölçülemiyecek kadar yüksekte, her şeyin üstünde, sonsuz bir gücün bulunduğunu, babanın da, kendisinin de onun önünde eğildiğini anlar. İki baba, yani çocukluktaki babayla gençlikteki baba arasındaki, bu en kritik köprü çağında çocuk, gerçeğin farkına varır.”
Günümüz Ramazanları
“Oruca gelince, en zayıf çağlarımızda bile, ramazan ayı geldi mi, islâm dünyasında esen uhrevî bir bâd-ı sabâ, onu, inkâr karanlığına gömülmüş ülkelerden bıçak kesimi ayırır. Bir Kâbe çevresi, bir Sultanahmet havası, bir Eyyüpsultan semti nasıl öbür yerlerden bir çırpıda ayrılıyor, insanı tâ yüreğinden kavrıyor, insanın özüne tesir ederek onu öbür insanlardan ayırıyorsa, ramazan ayında Müslüman ülkeler de böyle bir yücelikle dolup taşarak, Avrupa’dan, Çin’den, Rus ülkesinden, Amerika görünüşünden bir bakışta seçilir, farkedilir, ayrılır. Ramazan ayı bir mucize ayı olarak ruhun olağanüstülüğüyle dolup taşar. Gördüğümüz en mütevazi evde bile düşünülemeyecek ne harikalar oluşur. Çünkü: oruç, başlı başına bir melek ülkesinin dünyaya çağrıldığı ay olmanın dışında, hergünkü zamanda daha çok ve katmer katmer donanmıştır namazla da, Kur’an’la da. Oruç, topluma inen bir takva gibi gelmiştir. Her yıl gelen bir takva mucizesidir oruç. Sürekli bir mucizedir.”
Sezai Karakoç’un 1967 tarihinde yazdığı "Sürekli Mucizeler" adlı yazısını okurken, o zamanki Ramazanları sık sık günümüzle mukayese ettim. Demek istediğim "nerede o eski Ramazanlar?" klişesi değil, zaten bunu diyecek bir yaşa ya da düşünceye sahip değilim. Fakat Sezai Bey’in anlattığındaki bir Ramazan iklimiyle, o zamandan yaklaşık yarım asır sonra gelinen nokta müthiş bir tezat içeriyor. Artık Ramazana gelip gelmediğimizi veya Ramazan ayında olup olmadığımızı takvimlere bakarak anlıyoruz. Sokaklara çıktığımızda, lokantalara gittiğimizde, marketlere girdiğimizde ve insanlarla konuştuğumuzda karşımızda olan manzara, bir Ramazan ayında olduğumuzu bize göstermiyor. Hele hele son yıllarda başlayan ve insanlarda Ramazanı kültürel bir olaymış gibi sunma sevdasıyla birlikte, şairin bahsettiği manevi iklimin ölüyor olduğunu düşünüyorum. Bunlara bir de orucu diyete indirgeyen bakış açısındaki insanlar eklenince kültürel yozlaşmanın boyutu daha da artıyor. Televizyonlarda bas bas orucun vücuda faydalarından bahseden sözde bilim insanları, bir taraftan da, faydası olmasa tutmayız, mesajı vermiyor mu? Allah’ın verdiği bir emir için, illa ki aç gözlülükle bilimsel faydalar mı gözetmek zorundayız? Manevi yararlar kimseye yetmiyor mu?
Bir tarafta Ramazanla alay eden, oruç tutanları hor gören nâdânlar, diğer tarafta oruç tutan ancak niye oruç tuttuğundan habersiz, orucu ‘açların halinden anlamak’ gibi basit, yersiz, sığ bir düşünceye hapseden, sonra da beş yıldızlı otellerin zengin menülerinde iftar yapan insanlar ve bu iki topluluk arasına sıkışmış sayıca az ama bilinçli Müslümanlar… Dücane Cündioğlu, “Orucun açların ve yoksulların halini anlamakla ilgisi yoktur. Öyle olsaydı, oruç yoksullara da farz kılınmazdı” diyor ve yıllar önce katıldığı bir programdaki sunucunun, orucun bilimsel olarak zararlı olduğunu söylemesi üzerine, ona orucun şifa olduğunu belirtiyor. Sevgilinin penceresi altında yağmurda sırılsıklam ıslanan aşığa ‘zatürre olacaksın’ demek ne kadar boş ve faydasızsa, oruç tutana da ‘sağlıksız’ demek o derece faydasızdır, gereksizdir diyor.
İsmet Özel ise niçin oruç tuttuğumuzla ilgili olarak “Bizim Müslüman olarak oruç tutmamızın sebebi bizi yaratanın, bize hayat verenin Allah olduğunu bütün insanlığa göstermektir. Biz bir şeyler yiyip içtiğimiz için ayakta kalıyor değiliz. Yani açlığa tahammül imtihanı değildir oruç. Oruç şuurlu olarak bir Müslümanın kendisini Allah’ın yarattığını ve hayatta tuttuğunu göstermek üzere Allah’tan başka bir şeye hayatta bulunmak için ve hayatını idame ettirmek için muhtaç olmadığını göstermek üzere tuttuğudur” diyor. Çok karamsar bir tablo çiziyor olsam da, bundan elli yıl önce Sezi Bey’in bahsettiği Ramazanların maalesef kırıntısı bile kalmamış durumda. Üzüldüğüm konu ise, bu durumun sadece görünürde değil, bu manevi ayın ruh dünyamızda da dejenerasyona uğraması.
Sezai Karakoç, insanın ulvi ve süfli arasında gidip gelebilen bir yaratılmış olduğundan hareketle, ‘orucun insanı’ olmayı bize salık verir ve bu sayede melekler katında olabileceğimizi belirtir. Şeytan ve melek arasında, hatta şeytandan daha aşağıda bile olabilen insanoğlunun oruç sayesinde ayakta kalması, bize bu ibadetin ve bu ayın değerinin ölçülemeyecek derecede olduğunu gösterir.
Kadir Gecesi ve bayram
Sezai Karakoç, yazılarında sık sık Kadir Gecesi ve bayram hakkında da fikirlerini yazıyor ve Kadir Gecesi’ni “Bütün yılda gizli, belki daha çok oruç ayında saklanmış, belki en çok ramazanın son on gününün bir gece yaprağı, belki tek sayılı bir oruç gününün ikinci yarısı ve belki de 27. ramazan gecesi olan Kadir Gecesi” şeklinde tanımlıyor. Zaten Ramazan dediğimiz zaman akla ilk gelen iki şeydir bu ikisi: bin aydan hayırlı O gece ve kutlu bayram. Karakoç, bayram hakkında yazarken, daha yetmişli seksenli yıllarda Müslüman coğrafyanın çektiği acılara da değiniyor. Maalesef günümüze baktığımızda hâlâ birçok Müslüman ülkesi, bombalar altında Ramazanı geçirip bayrama ulaşmaya çalışıyor. Fakat Sezai Karakoç umutlu, dirilişin bir Ramazan gününde olacağını söylüyor bizlere: “Ölüme doğru koştuğu bu son çağlarda islâm toplumu tam ölmemişse ve hâlâ yaşıyorsa, bunu, gelip gelip dirilten ramazanlara borçludur geniş ölçüde. Ve bir gün tam dirilecekse, bu da, yine bir ramazanda başlayacaktır, ramazanlarla başlayacaktır.”
Şiir gibi bir kitap Samanyolunda Ziyafet. İnsanın tamamen maneviyatına yönelik şiirsel denemeler ve son yazıda şairin hayatından kısa kısa Ramazan anılarıyla bu ayda okunabilecek en değerli kitaplardan. Eğer ömrüm varsa bu yıldan sonra her Ramazan, bu kutlu aydan beş gün önce kitaba başlayıp, her gün bir yazı okuyarak arefe günü bitireceğim inşallah. Bu da benim kendime ödevim olsun.
Sezai Bey’in kitapta hem Müslüman dünyasına, hem de Ramazanlar için ettiği bütün dualara "Amin!" diyerek yazıyı bitiriyorum.
Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
- Bakara, (2) 183
“Ramazan ayı girdiği zaman cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları kapanır ve şeytanlar da zincire vurulur.”
- Hadis-i Şerif
"Bir yudumda içilir akşam ezanı
Sezer yolunu bir dua iç denizlerde:
‘Kabul et lütfen ilk oruçlar hatrına’
Bir yudumda içilir akşam ezanı."
- Ahmet Murat, İlk Oruç
Bazı kitaplar vardır, her an her zaman okunabilir. Her zamana hükmeder ve her zaman okunduğunda aynı tat, aynı şifa alınabilir. Bazı kitaplar ise muayyen vakitlerde okunduğunda ondan daha fazla feyz almak mümkün olur. Sezai Karakoç’un "Samanyolunda Ziyafet" adlı kitabı aslında bahsettiğim her iki durum için de geçerli. Fakat bir tercih yapacak olsam, yazıldığı konuyu baz alarak özel bir zamanda -yani Ramazan ayında- okunmasını tercih ederim. Samanyolunda Ziyafet kitabı, Ramazan ayında okunduğunda insana daha tesirli olacaktır kanaatindeyim.
Bir Ramazan ayı geldi ve bitiyor. İnananlar için ya da daha doğrusu inanıp oruç tutanlar için kalplerde yeri her zaman zirvede olan bu aydan bize katılan ruh doygunluğunu hissetmek için, belli bir fikir seviyesini geçmemiz lâzım diye düşünüyorum. Bunun ise ancak okumakla, soruşturmakla mümkün olacağı kanaatindeyim. Sezai Karakoç’un yazılarının, bu özel ayın manevi açıdan önemini hissettirip insanları tefekküre daldıracak cinsten olması, biz okurlar için büyük şans. Yaşadığımız çağda oruç ibadetini hakkıyla yerine getiren veya getirmeye uğraşan çok insan kaldı mı bilmiyorum. Fakat bir kişi dahi kalsa hatta hiç kimse kalmasa bile bu, bu ayın kutsallığından hiçbir şey götüremeyecek. Özellikle bu zamanlarda büyük şehirlerde Ramazanın gelip gelmediği neredeyse belli olmazken belli bir ruh ikliminden bahsetmek çok zor olsa da, Karakoç’un yazılarını okuyup o manevi iklime girmeye çalışmak faydalı olacaktır.
Samanyolunda Ziyafet, Sezai Karakoç’un Diriliş Yayınları’ndan neşredilen, nesir türünde (kitapta bir tane şiir bulunuyor) bir eseridir. Kitapta, şairin ilk yazısının tarihi 1964, son yazısının tarihi ise 2004’tür. Kitap, bu zaman aralığında yazılmış otuz beş adet oruç yazısından ve 139 sayfadan oluşuyor.
Karakoç, kitabına "Betonları Kıran Oruç" başlıklı yazısıyla başlıyor ve bu çarpıcı başlıkla bizlere orucun kapsayıcılığından söz ediyor: “Oruç, tek başına bellibaşlı ibadetlerden olduğu gibi, bir de öbür ibadetlerin yatağı olmak gibi bir özellik taşıyor. Kur’an en çok bu ay okunuyor, namaz en çok bu ay kılınıyor. Öbür ibadetleri çağıran, toplıyan ve sunan bir yanı var” derken aklıma İsmet Özel’in babasının dediği bir söz takılıyor: “Rahmetli babacığım Ramazan ayı geldiğinde ancak oruç tutan ve lâkin vakit namazı kılmayan nâdânları küçümser, ‘hayvanı da bağlasan aç durur’ derdi.”
Bu sözle birlikte düşünüldüğünde Sezai Karakoç’un bahsettiği şeyi anlamak daha mümkün hâle geliyor. Başta bahsettiğim gibi, Karakoç’un yazılarında da yer alan manevi iklimle alâkalı bir durum bu. Oruç, bütün güne yayılan bir ibadet olduğu için, diğer ibadetleri de içine alabiliyor. Hakkıyla oruç tutan bir insan, bütün gün sadece oruç tutmaktansa, en azından birkaç vakit namaz kılabiliyor, bir sayfa Kur’an okuyabiliyor. Tabiî ki bu durum herkes için geçerli değil; ancak Ramazan ayından önce günlük ibadetlerini gerçekleştirmediği hâlde, bu ayda daha hassas olan birçok kişi tanıyorum, herkes tanıyordur.
Namaz ibadetinden ayrılmadan önce, Sezai Karakoç’un oruç ve namaz üzerinden gerçekleştirdiği şu sosyolojik tespiti paylaşmak isterim. Karakoç, oruç ve namaz üzerinden doğu ve batı toplumlarını bir yönden harika bir şekilde tespit ediyor: “Oruç ve namaz; bülûğ çağından çıkarken, çocukluktaki babadan, normal babaya geçişinde, ‘metafizik’ bir planda tutarak, çocuğun büyük bir sarsıntı geçirmesini de önler. Batıda çocuk için baba her şeydir. Bir nev’i küçük tanrıdır; zaten hristiyanlıkta tanrının ‘baba’ oluşu, ister istemez çocuğun babayı tanrılaştırması için zihnî bir vasat hazırlıyacaktır. Çünkü çocuk en mücerretleri bile konkreleştirir.. Sonra, bülûğ çağını aşınca realist bir gözle babayı görür. Bu tanrı ‘baba’dan alelâde babaya geçiş birdenbire olur. Batı toplumunda, bir inkılâpla. Bu sebepledir ki çocuk, babasına âdeta taparken, genç, inkâr eder, reddeder. Batıda gençlik, babadan, aileden tam bir kopuştur. Âdeta genç, çocuklukta verdiği avansları geri almaya başlar. İslâm toplumunda ise, Namaz ve Oruçla, çocuk, kendisinden de, babasından da ölçülemiyecek kadar yüksekte, her şeyin üstünde, sonsuz bir gücün bulunduğunu, babanın da, kendisinin de onun önünde eğildiğini anlar. İki baba, yani çocukluktaki babayla gençlikteki baba arasındaki, bu en kritik köprü çağında çocuk, gerçeğin farkına varır.”
Günümüz Ramazanları
“Oruca gelince, en zayıf çağlarımızda bile, ramazan ayı geldi mi, islâm dünyasında esen uhrevî bir bâd-ı sabâ, onu, inkâr karanlığına gömülmüş ülkelerden bıçak kesimi ayırır. Bir Kâbe çevresi, bir Sultanahmet havası, bir Eyyüpsultan semti nasıl öbür yerlerden bir çırpıda ayrılıyor, insanı tâ yüreğinden kavrıyor, insanın özüne tesir ederek onu öbür insanlardan ayırıyorsa, ramazan ayında Müslüman ülkeler de böyle bir yücelikle dolup taşarak, Avrupa’dan, Çin’den, Rus ülkesinden, Amerika görünüşünden bir bakışta seçilir, farkedilir, ayrılır. Ramazan ayı bir mucize ayı olarak ruhun olağanüstülüğüyle dolup taşar. Gördüğümüz en mütevazi evde bile düşünülemeyecek ne harikalar oluşur. Çünkü: oruç, başlı başına bir melek ülkesinin dünyaya çağrıldığı ay olmanın dışında, hergünkü zamanda daha çok ve katmer katmer donanmıştır namazla da, Kur’an’la da. Oruç, topluma inen bir takva gibi gelmiştir. Her yıl gelen bir takva mucizesidir oruç. Sürekli bir mucizedir.”
Sezai Karakoç’un 1967 tarihinde yazdığı "Sürekli Mucizeler" adlı yazısını okurken, o zamanki Ramazanları sık sık günümüzle mukayese ettim. Demek istediğim "nerede o eski Ramazanlar?" klişesi değil, zaten bunu diyecek bir yaşa ya da düşünceye sahip değilim. Fakat Sezai Bey’in anlattığındaki bir Ramazan iklimiyle, o zamandan yaklaşık yarım asır sonra gelinen nokta müthiş bir tezat içeriyor. Artık Ramazana gelip gelmediğimizi veya Ramazan ayında olup olmadığımızı takvimlere bakarak anlıyoruz. Sokaklara çıktığımızda, lokantalara gittiğimizde, marketlere girdiğimizde ve insanlarla konuştuğumuzda karşımızda olan manzara, bir Ramazan ayında olduğumuzu bize göstermiyor. Hele hele son yıllarda başlayan ve insanlarda Ramazanı kültürel bir olaymış gibi sunma sevdasıyla birlikte, şairin bahsettiği manevi iklimin ölüyor olduğunu düşünüyorum. Bunlara bir de orucu diyete indirgeyen bakış açısındaki insanlar eklenince kültürel yozlaşmanın boyutu daha da artıyor. Televizyonlarda bas bas orucun vücuda faydalarından bahseden sözde bilim insanları, bir taraftan da, faydası olmasa tutmayız, mesajı vermiyor mu? Allah’ın verdiği bir emir için, illa ki aç gözlülükle bilimsel faydalar mı gözetmek zorundayız? Manevi yararlar kimseye yetmiyor mu?
Bir tarafta Ramazanla alay eden, oruç tutanları hor gören nâdânlar, diğer tarafta oruç tutan ancak niye oruç tuttuğundan habersiz, orucu ‘açların halinden anlamak’ gibi basit, yersiz, sığ bir düşünceye hapseden, sonra da beş yıldızlı otellerin zengin menülerinde iftar yapan insanlar ve bu iki topluluk arasına sıkışmış sayıca az ama bilinçli Müslümanlar… Dücane Cündioğlu, “Orucun açların ve yoksulların halini anlamakla ilgisi yoktur. Öyle olsaydı, oruç yoksullara da farz kılınmazdı” diyor ve yıllar önce katıldığı bir programdaki sunucunun, orucun bilimsel olarak zararlı olduğunu söylemesi üzerine, ona orucun şifa olduğunu belirtiyor. Sevgilinin penceresi altında yağmurda sırılsıklam ıslanan aşığa ‘zatürre olacaksın’ demek ne kadar boş ve faydasızsa, oruç tutana da ‘sağlıksız’ demek o derece faydasızdır, gereksizdir diyor.
İsmet Özel ise niçin oruç tuttuğumuzla ilgili olarak “Bizim Müslüman olarak oruç tutmamızın sebebi bizi yaratanın, bize hayat verenin Allah olduğunu bütün insanlığa göstermektir. Biz bir şeyler yiyip içtiğimiz için ayakta kalıyor değiliz. Yani açlığa tahammül imtihanı değildir oruç. Oruç şuurlu olarak bir Müslümanın kendisini Allah’ın yarattığını ve hayatta tuttuğunu göstermek üzere Allah’tan başka bir şeye hayatta bulunmak için ve hayatını idame ettirmek için muhtaç olmadığını göstermek üzere tuttuğudur” diyor. Çok karamsar bir tablo çiziyor olsam da, bundan elli yıl önce Sezi Bey’in bahsettiği Ramazanların maalesef kırıntısı bile kalmamış durumda. Üzüldüğüm konu ise, bu durumun sadece görünürde değil, bu manevi ayın ruh dünyamızda da dejenerasyona uğraması.
Sezai Karakoç, insanın ulvi ve süfli arasında gidip gelebilen bir yaratılmış olduğundan hareketle, ‘orucun insanı’ olmayı bize salık verir ve bu sayede melekler katında olabileceğimizi belirtir. Şeytan ve melek arasında, hatta şeytandan daha aşağıda bile olabilen insanoğlunun oruç sayesinde ayakta kalması, bize bu ibadetin ve bu ayın değerinin ölçülemeyecek derecede olduğunu gösterir.
Kadir Gecesi ve bayram
Sezai Karakoç, yazılarında sık sık Kadir Gecesi ve bayram hakkında da fikirlerini yazıyor ve Kadir Gecesi’ni “Bütün yılda gizli, belki daha çok oruç ayında saklanmış, belki en çok ramazanın son on gününün bir gece yaprağı, belki tek sayılı bir oruç gününün ikinci yarısı ve belki de 27. ramazan gecesi olan Kadir Gecesi” şeklinde tanımlıyor. Zaten Ramazan dediğimiz zaman akla ilk gelen iki şeydir bu ikisi: bin aydan hayırlı O gece ve kutlu bayram. Karakoç, bayram hakkında yazarken, daha yetmişli seksenli yıllarda Müslüman coğrafyanın çektiği acılara da değiniyor. Maalesef günümüze baktığımızda hâlâ birçok Müslüman ülkesi, bombalar altında Ramazanı geçirip bayrama ulaşmaya çalışıyor. Fakat Sezai Karakoç umutlu, dirilişin bir Ramazan gününde olacağını söylüyor bizlere: “Ölüme doğru koştuğu bu son çağlarda islâm toplumu tam ölmemişse ve hâlâ yaşıyorsa, bunu, gelip gelip dirilten ramazanlara borçludur geniş ölçüde. Ve bir gün tam dirilecekse, bu da, yine bir ramazanda başlayacaktır, ramazanlarla başlayacaktır.”
Şiir gibi bir kitap Samanyolunda Ziyafet. İnsanın tamamen maneviyatına yönelik şiirsel denemeler ve son yazıda şairin hayatından kısa kısa Ramazan anılarıyla bu ayda okunabilecek en değerli kitaplardan. Eğer ömrüm varsa bu yıldan sonra her Ramazan, bu kutlu aydan beş gün önce kitaba başlayıp, her gün bir yazı okuyarak arefe günü bitireceğim inşallah. Bu da benim kendime ödevim olsun.
Sezai Bey’in kitapta hem Müslüman dünyasına, hem de Ramazanlar için ettiği bütün dualara "Amin!" diyerek yazıyı bitiriyorum.
Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
16 Haziran 2017 Cuma
İnternet ölümcül bir hastalık değildir
"Sosyal medya bize diyalog kurmayı öğretmiyor çünkü anlaşmazlıktan kaçınmak çok kolay. İnsanların çoğu sosyal medyayı bir araya gelmek veya ufuklarını genişletmek için değil, kendi seslerinin yankıları olan sesleri duyacakları, kendi yüzlerinin yansıması olan yüzleri görecekleri bir konfor alanı yaratmak için kullanıyorlar. Sosyal medya çok kullanışlı ve keyifli bir tuzak."
- Zygmunt Bauman (El Pais, 25.01.2016)
Bilgiyle düzenli bir akış içinde karşılaştığımız zamanlar geride kaldı. Artık deprem olduğunda bile ilk yaptığımız iş, elimizi mouse'a uzatmak ve sosyal mecraları tıklamak. Geçtiğimiz günlerde yaşadığımız ve başta İzmir olmak üzere birçok şehrimizi etkileyen depremde bu durum net biçimde görüldü. Çalıştığım ofisteki hemen hemen herkes önce twitter'a bağlanıp depremin gerçekten olup olmadığını, etkileri-tepkileri ve hatta mümkünse şiddet derecesini öğrenip ondan sonra ailesini, eşini, dostunu aradı. Sosyal medyanın ve internetin, bedenimize yaptığı müdahale, ruhumuz söz konusu olduğunda bir taarruza dönüşüyor. Deprem mi oldu? Twitter'a bak!
Bu durum bekleme, dolayısıyla sabretme duygusunu yok etmiş durumda. Hemen, derhâl, acil bir beklenti içindeyiz. Meseleyi bir an evvel öğrenelim, olana bitene dair bir şeyler okuyalım da anksiyete, panikatak, taşikardi mühim değil. Nasıl olsa onların da belirtileri ve tedavi yöntemleri internette yazıyor! Kendimden misal: Yaklaşık 25 yıldır gözlük kullanıyorum ve 15 yıldır mide hastasıyım. Bu hastalıklar beni diplomasız bir göz ve gastroenteroloji mütehassısına çevirmiş durumda. Zaman zaman gittiğim doktorlarla şakalaşıyor, "yok hoca öyle değil o" diyorum, gülüşüyoruz. Hatta ne yalan söyleyeyim, bazı durumlarda içimden "Doktor daha yeni mezunmuş ya hu" diyor ve İbn-i Sînâ'nın "Tecrübe ilimden üstündür" sözünü hatırlıyorum.
Zygmunt Bauman için "Akışkan Modernite’de Zaman, Mekân, İnsan" değişti. Yeniden tanımlanıyor. Bu durumda duyguların da yeniden tanımlanıyor olmasından daha doğal bir şey yok. Tıpkı 'tecrübe' gibi. Tecrübenin de içi/dışı tamamen değişti. Onun yerine 'bildirimler' var artık, 'bildirim toplamak' var. Sürekli bildirimler geliyor. Yeni mail, yeni beğeni, yeni arkadaş, yeni paylaşım, yeni istek ve hatta oynadığımız oyunda bir üst kademeye (level) çıkabilmek için yeni bir sanal-para!
İnternet hiç şüphe yok ki bambaşka bir özgüven kavramı dayatıyor. Adeta özgüven tanımını değiştiriyor. Hani Goethe, “İnsanın başına gelebilecek en büyük kötülük kendi hakkındaki düşüncesinin kötü olmasıdır herhalde" diyor ya, zamanın internet insanı kendi hakkında düşünmek istemiyor, özeleştiriden çok uzak yaşıyor. Onun en çok sevdiği şey kıyaslama yapmak, kendini bir ürün hâline getirip daha fazla 'alıcı'ya ulaşmak. Dolayısıyla onu en çok mutlu eden şey de akıllı telefona gelen şu tip bildirimler: son paylaştığınız videoyu 5 dakikada 300'den fazla kişi izledi!
Erol Göka, ayağı 'evvela' kendi topraklarına bastığı için ülkesinin insanını gerçekçi biçimde tenkit edebiliyor. Zaten eleştiriyi ve sorgulamayı da muhakkak öneriyor. Özellikle günümüzde çığ gibi büyüyen 'felsefesizleşme' üzerine şu yorumu yapıyor: "Medya, bizatihi hakikat tasavvurlarımıza da karışıyor, etkiliyor, hatta onları karıştırıyor. Sunilik ve sanallık, otantik insan varoluşu üzerinde en büyük değişimi (isteyen bunu 'zararı' diye de okuyabilir) kavramların aracılık ettiği düşünce ve gerçeklik bağını haddinden fazla zayıflatarak yapıyor. Kavramlar, etkilerini giderek yitiriyor, imaj ve fantezi öne çıkıyor. Bir nevi 'felsefesizleşme' bu." [sf. 22]
'Teknomedyatik dünya' olarak tanımladığı yeni insan/yeni dünya hakkında özellikle biz Türklerin, yani duygu yoğunluğu yüksek karakterlerin belirli bir bilinç ve tartışma seviyesini mutlak surette sağlamamız gerek. Bundan sonra ise o seviyeyi hiç düşürmeden ve 'havf ile reca' arasında yaşamamız gerektiğinin farkında olarak sormamız, öğrenmemiz gerekiyor. Neyi? Teknomedyatik dünyanın önümüze sunduğu, gözümüze soktuğu her şeyi. Böylece Bauman'ın son derece haklı biçimde bir tuzak olarak gördüğü sosyal medyayı en az tehlike ile 'atlatma' imkânı doğabilir: "Tanımadığımız bir dünya çığ misali üzerimize gelirken algılarımızı açık tutma ve düşünme, şüphe ve eleştiriden daha güvenilir limanımız yok. Kaygıyı umuda dönüştürmek için en emin yol bu." [sf. 30]
Kapı Yayınları etiketiyle nisan 2017'de neşredilen İnternet ve Psikolojimiz, teknomedyatik dünyada insanı tartışmaya açıyor. Kitap altı bölüme ayrılıyor: Hunhar Yeni Dünya, İnternette Hayat Klonlanıyor, Gençlerimiz ve İnternet, Sosyal Medya ve Ahlâk, İnternet Bağımlılığı ve İki Söyleşi. Özellikle son sayfaları kapsayan iki söyleşi, ebeveynler için çok kritik çözümler öneriyor. Bu söyleşilerde Göka, internet bağımlılığı kavramı ve dijital medyada bireyin psikolojisi üzerine yöneltilen soruları cevaplandırıyor. Şu eleştiri hepimize geliyor: "Önceleri kuş uçuşundan bahsediyorduk; sonra ses, ardından da ışık hızından bahsetmeye başladık teknolojideki ilerlemeleri anlatabilmek için. Gittikçe hızımızı artırdık ya da hıza göre algılamalarımızı, düşünce ve değerlendirmelerimizi biçimlendirdik, biçimlendiriyoruz. Hakikat tasavvurlarımız da bu bağlamda değişiyor. Hızı o kadar önemsiyoruz ki teenninin ne demek olduğunu dahi unuttuk." [sf. 186]
Üzerimize bin bir türlü soruyu salıyor internet. Özellikle ailemiz ve çocuklarımız için korkuyoruz, endişeleniyoruz. Türlü yasaklarla onları koruma altına alabileceğimizi, daima iyiliklerini düşündüğümüz için katı davranışlarımızda haklı olduğumuzu düşünüyoruz. Erol Göka tam da burada şöyle bir tüyo veriyor kulağımıza, oldukça kritik ve belki de aile huzurunu, güvenliğini kurtarabilecek bir tüyo: "Teknomedyatik dünya, birebir dış dünyayı taklide doğru gidiyor. Buna karşı yapabileceğin tek şey, eleştirel bilinci yükseltmek. Tanılar koyarak bunu engellemeye çalışırsanız, komik duruma düşersiniz. Böylesine bir teknolojinin egemenliği altında yaşamayı uygun bulmuyorsan yapacağın şey, çocuğundan önce bu dünyayı öğrenmen ve ona rehberlik etmendir." [sf. 190]
Bizi endişelere gark edecek sorunlarla karşılaşmaktan yoruluyoruz, bıkıyoruz. Bu da ruhumuzu tahribata uğratıyor. Anormal ataklar gerçekleştiren internet, psikolojimizi bozuyor. Tüm bunların farkına ancak bir psikiyatrdan "evet ağır depresyondasınız siz aslında, 35 mg efexor ile başlayalım" sözlerini işitince varabiliyoruz. Göka hocanın gerçekçi bakış açısından ve önerilerinden bir baba olarak epey istifade ettiğimi ve hatta bir çoğu için derhâl uygulamaya geçtiğimi belirtmek isterim. Kitabı evvela ebeveynlere, sonra da 'internet delisi' olduğunu düşünen herkese, içtenlikle öneririm.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Zygmunt Bauman (El Pais, 25.01.2016)
Bilgiyle düzenli bir akış içinde karşılaştığımız zamanlar geride kaldı. Artık deprem olduğunda bile ilk yaptığımız iş, elimizi mouse'a uzatmak ve sosyal mecraları tıklamak. Geçtiğimiz günlerde yaşadığımız ve başta İzmir olmak üzere birçok şehrimizi etkileyen depremde bu durum net biçimde görüldü. Çalıştığım ofisteki hemen hemen herkes önce twitter'a bağlanıp depremin gerçekten olup olmadığını, etkileri-tepkileri ve hatta mümkünse şiddet derecesini öğrenip ondan sonra ailesini, eşini, dostunu aradı. Sosyal medyanın ve internetin, bedenimize yaptığı müdahale, ruhumuz söz konusu olduğunda bir taarruza dönüşüyor. Deprem mi oldu? Twitter'a bak!
Bu durum bekleme, dolayısıyla sabretme duygusunu yok etmiş durumda. Hemen, derhâl, acil bir beklenti içindeyiz. Meseleyi bir an evvel öğrenelim, olana bitene dair bir şeyler okuyalım da anksiyete, panikatak, taşikardi mühim değil. Nasıl olsa onların da belirtileri ve tedavi yöntemleri internette yazıyor! Kendimden misal: Yaklaşık 25 yıldır gözlük kullanıyorum ve 15 yıldır mide hastasıyım. Bu hastalıklar beni diplomasız bir göz ve gastroenteroloji mütehassısına çevirmiş durumda. Zaman zaman gittiğim doktorlarla şakalaşıyor, "yok hoca öyle değil o" diyorum, gülüşüyoruz. Hatta ne yalan söyleyeyim, bazı durumlarda içimden "Doktor daha yeni mezunmuş ya hu" diyor ve İbn-i Sînâ'nın "Tecrübe ilimden üstündür" sözünü hatırlıyorum.
Zygmunt Bauman için "Akışkan Modernite’de Zaman, Mekân, İnsan" değişti. Yeniden tanımlanıyor. Bu durumda duyguların da yeniden tanımlanıyor olmasından daha doğal bir şey yok. Tıpkı 'tecrübe' gibi. Tecrübenin de içi/dışı tamamen değişti. Onun yerine 'bildirimler' var artık, 'bildirim toplamak' var. Sürekli bildirimler geliyor. Yeni mail, yeni beğeni, yeni arkadaş, yeni paylaşım, yeni istek ve hatta oynadığımız oyunda bir üst kademeye (level) çıkabilmek için yeni bir sanal-para!
İnternet hiç şüphe yok ki bambaşka bir özgüven kavramı dayatıyor. Adeta özgüven tanımını değiştiriyor. Hani Goethe, “İnsanın başına gelebilecek en büyük kötülük kendi hakkındaki düşüncesinin kötü olmasıdır herhalde" diyor ya, zamanın internet insanı kendi hakkında düşünmek istemiyor, özeleştiriden çok uzak yaşıyor. Onun en çok sevdiği şey kıyaslama yapmak, kendini bir ürün hâline getirip daha fazla 'alıcı'ya ulaşmak. Dolayısıyla onu en çok mutlu eden şey de akıllı telefona gelen şu tip bildirimler: son paylaştığınız videoyu 5 dakikada 300'den fazla kişi izledi!
Erol Göka, ayağı 'evvela' kendi topraklarına bastığı için ülkesinin insanını gerçekçi biçimde tenkit edebiliyor. Zaten eleştiriyi ve sorgulamayı da muhakkak öneriyor. Özellikle günümüzde çığ gibi büyüyen 'felsefesizleşme' üzerine şu yorumu yapıyor: "Medya, bizatihi hakikat tasavvurlarımıza da karışıyor, etkiliyor, hatta onları karıştırıyor. Sunilik ve sanallık, otantik insan varoluşu üzerinde en büyük değişimi (isteyen bunu 'zararı' diye de okuyabilir) kavramların aracılık ettiği düşünce ve gerçeklik bağını haddinden fazla zayıflatarak yapıyor. Kavramlar, etkilerini giderek yitiriyor, imaj ve fantezi öne çıkıyor. Bir nevi 'felsefesizleşme' bu." [sf. 22]
'Teknomedyatik dünya' olarak tanımladığı yeni insan/yeni dünya hakkında özellikle biz Türklerin, yani duygu yoğunluğu yüksek karakterlerin belirli bir bilinç ve tartışma seviyesini mutlak surette sağlamamız gerek. Bundan sonra ise o seviyeyi hiç düşürmeden ve 'havf ile reca' arasında yaşamamız gerektiğinin farkında olarak sormamız, öğrenmemiz gerekiyor. Neyi? Teknomedyatik dünyanın önümüze sunduğu, gözümüze soktuğu her şeyi. Böylece Bauman'ın son derece haklı biçimde bir tuzak olarak gördüğü sosyal medyayı en az tehlike ile 'atlatma' imkânı doğabilir: "Tanımadığımız bir dünya çığ misali üzerimize gelirken algılarımızı açık tutma ve düşünme, şüphe ve eleştiriden daha güvenilir limanımız yok. Kaygıyı umuda dönüştürmek için en emin yol bu." [sf. 30]
Kapı Yayınları etiketiyle nisan 2017'de neşredilen İnternet ve Psikolojimiz, teknomedyatik dünyada insanı tartışmaya açıyor. Kitap altı bölüme ayrılıyor: Hunhar Yeni Dünya, İnternette Hayat Klonlanıyor, Gençlerimiz ve İnternet, Sosyal Medya ve Ahlâk, İnternet Bağımlılığı ve İki Söyleşi. Özellikle son sayfaları kapsayan iki söyleşi, ebeveynler için çok kritik çözümler öneriyor. Bu söyleşilerde Göka, internet bağımlılığı kavramı ve dijital medyada bireyin psikolojisi üzerine yöneltilen soruları cevaplandırıyor. Şu eleştiri hepimize geliyor: "Önceleri kuş uçuşundan bahsediyorduk; sonra ses, ardından da ışık hızından bahsetmeye başladık teknolojideki ilerlemeleri anlatabilmek için. Gittikçe hızımızı artırdık ya da hıza göre algılamalarımızı, düşünce ve değerlendirmelerimizi biçimlendirdik, biçimlendiriyoruz. Hakikat tasavvurlarımız da bu bağlamda değişiyor. Hızı o kadar önemsiyoruz ki teenninin ne demek olduğunu dahi unuttuk." [sf. 186]
Üzerimize bin bir türlü soruyu salıyor internet. Özellikle ailemiz ve çocuklarımız için korkuyoruz, endişeleniyoruz. Türlü yasaklarla onları koruma altına alabileceğimizi, daima iyiliklerini düşündüğümüz için katı davranışlarımızda haklı olduğumuzu düşünüyoruz. Erol Göka tam da burada şöyle bir tüyo veriyor kulağımıza, oldukça kritik ve belki de aile huzurunu, güvenliğini kurtarabilecek bir tüyo: "Teknomedyatik dünya, birebir dış dünyayı taklide doğru gidiyor. Buna karşı yapabileceğin tek şey, eleştirel bilinci yükseltmek. Tanılar koyarak bunu engellemeye çalışırsanız, komik duruma düşersiniz. Böylesine bir teknolojinin egemenliği altında yaşamayı uygun bulmuyorsan yapacağın şey, çocuğundan önce bu dünyayı öğrenmen ve ona rehberlik etmendir." [sf. 190]
Bizi endişelere gark edecek sorunlarla karşılaşmaktan yoruluyoruz, bıkıyoruz. Bu da ruhumuzu tahribata uğratıyor. Anormal ataklar gerçekleştiren internet, psikolojimizi bozuyor. Tüm bunların farkına ancak bir psikiyatrdan "evet ağır depresyondasınız siz aslında, 35 mg efexor ile başlayalım" sözlerini işitince varabiliyoruz. Göka hocanın gerçekçi bakış açısından ve önerilerinden bir baba olarak epey istifade ettiğimi ve hatta bir çoğu için derhâl uygulamaya geçtiğimi belirtmek isterim. Kitabı evvela ebeveynlere, sonra da 'internet delisi' olduğunu düşünen herkese, içtenlikle öneririm.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Büyük bir Siyer-i Nebi gayreti
Yaşamakta olduğumuz zamanın en güzel çözümlemesi geçmişi layıkıyla tanımak ve bilmekten geçer. Geçmiş, geçmiş değildir aslında. İnsanlığın, medeniyetin, kültürün bugünkü durumunu kavrayabilmek onun geçirdiği evreleri yani tarihi bilmekle mümkün olur. Tarihin içinde aynı zamanda millet olabilmenin, bir arada yaşayabilmenin kodları da gizlidir. O sebepten kim olursa olsun herkesin kendini bilmesi geçmişini, mazisini, tarihini bilmesiyle eş değerdir.
Hangi kavimden, ırktan, soydan soptan olursa olsun Müslümanların, İslam’ın etrafında oluşmuş ortak bir tarihleri var. Bu tarihi kavramak çok gerekli. Müslümanların bu tarihi de İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in öğretileriyle şekillenmiştir. Bütün Müslümanların İslam Peygamberini iyi tanımaları ve anlamaları gerekir. İşte Peygamberimizi ve Onun yaşam biçimini tanımak ve tanıtmak gayesiyle Siyer-i Nebi adıyla bir ilim dalı teşekkül edilmiş ve bu isimle kitaplar yazılmış. Siyer davranış, hal, gidişat, hayat hikâyesi gibi anlamları olan siret kelimesinin çoğuludur. Yukarıda da söylediğimiz gibi Siyer-i Nebi Peygamberimizin 63 yıllık hayatını, peygamberliğini ve mücadelesini her yönüyle ele alan ilim dalıdır. Siyer-i Nebi hepimiz için örneklik olan Peygamberimizin hayatının anlatılmasıdır.
“Peygamberimiz: İslâm Dini ve Aşere-i Mübeşşere” kitabının yazarı, önemli siyerci, siyer alanındaki çalışmalarıyla derin izler bırakan M. Zekai Konrapa kitabında şunları söylüyor: “İslam dünyasında tarih, Müslüman âlimleri tarafından önce Siyer ve Meğazî şeklinde başladı ve Fütuhat Tarihi, Tabakat, Umumi Tarih, Halîfeler Tarihi, Şehirler Tarihi gibi çeşitli isimler altında on türlü olarak yazıldı. Rasûl-i Ekremin hayatını öğreten tarih şekline “Siyreti Nebeviyye” veya “Siyeri Nebi” denildi. Hz. Muhammed (s.a.v) İlhî Peygamberlerin sonuncusudur. Bu sebepten Kur’an-ı Kerim Hatemül Enbiya (Nebilerin sonu) olarak vasıflandırılmıştır.”
Bolu Gündem Gazetesinde M. Zekai Konrapa hakkında şu bilgiler yer alıyor: “Mehmet Zekâi, 13.01.1888'de Bolu'da doğdu. Şeceresi, baba tarafından Azerbaycan'a uzanır. Büyük dedesi Hacı Ali Ağa, Büyük Bozgun da denilen 93 Harbi, (1877-78) Osmanlı-Rus Harbi esnasında, Azerbaycan'dan Van iline göç eder.(II. Abdülhamit döneminde yaşanan bu büyük facia sırasında, Balkanlar'da ve Kafkaslar'da milyonlara varan sayıdaki Osmanlı tebası, katliama ve soykırıma maruz kalır. Ve yine milyonlarca sivil ahali de, bin bir müşkülatla Anadolu topraklarına sığınır.) Büyük dede Hacı Ali Ağa'nın ailesi, 1914'de I. Cihan Harbi'nin başlaması üzerine, Çarlık ordularının ve Ermeni birliklerinin Trabzon'dan Van'a uzanan hattın doğusundaki Osmanlı vilayetlerini işgal etmesi ile yüz yüze kalır. Özellikle Ermeni birliklerinin, Çarlık Rusyası'nın kendilerine vaat ettiği Büyük Ermenistan Hayali ile, toplu Müslüman katliamına girişmeleri sebebiyle, bölgenin Müslüman ahalisi Orta ve Batı Anadolu'ya göçe başlar. M. Zekâi'nin dedesi Vanlı Mehmet Ağa, askerlik vazifesi sebebiyle Bolu'dadır. Ailesinin, Van'da kalan üyelerinin âkıbeti meçhuldür. Vanlı Mehmet Ağa, Bolu'da kalır ve Türkmenoğulları ailesinin kızı ile evlenir. Bu izdivaçtan doğan Vanlızâde Cemal Efendi, esnaflığa yönelir. Büyük Camii'n Güneyinde, büyükçe bir bakkaliye mağazası işletir. Vanlızâde Cemal Efendi'nin, Cebecioğulları ailesinden bir hanımla evliliğinden doğan ilk erkek çocuğa Mehmet Zekâi adı verilir. (1888) Ailenin ortanca oğlu Mustafa Sabri 1893'te, küçük oğul Ahmet Şerafettin ise 1898'de doğar.”
M. Zekai Konrapa'nın ortanca kardeşi Mustafa Sabri, Balkan Harbi’ne yedek subay olarak katılır. Irak Cephesine sevkedilir. Kutül Ammare savaşında yaralanır ve hastaneye kaldırılır. Hastanede şehit düşer. Küçük kardeş Ahmet Şerafeddin ise Suriye-Filistin cephesinde savaşırken İngilizlere esir düşer.
M. Zekai Konrapa yazımızın başında izah etmeye gayret ettiğimiz gibi Müslümanlar açısından çok önemli olan bir tarihi misyonu üstlenmiş güzel insanlardan. Müslümanların rehberi Hz. Muhammed’i hakkıyla tanıtmak için gayret etmiş, ter dökmüş. Bugün çok fazla bilinmese bile bir nesli yazdığı Siyer-i Nebi ile derinden etkilemiş. İlk eğitimini memleketi Bolu’da aldıktan sonra İstanbul Dârülfünunu Dârülmuallimîn-i Âliye Edebiyat Bölümü’nden mezun oluyor. Buradaki Salih Zeki, Ali Kemal, Mehmet Akif Ersoy, Rıza Tevfik ve Emrullah Efendi gibi hocalardan çok etkilenir. Mezun olduktan sonra ülkemizin birçok yerinde öğretmenlik yapıyor. Çankırı, Yozgat, Bolu, Düzce, Yalvaç, Denizli, Uşak, Konya, İstanbul… Emekli olunca İstanbul İmam-Hatip Okulu ve Yüksek İslâm Enstitüsü’nde ahlâk ve Siyer-i Nebî dersleri vermeye devam ediyor.
Konrapa, Şam’da da öğretmenlik yapmış. O zamanlar bugünkü gibi suni sınırlar, kalemle çizilmiş coğrafyalar söz konusu değil. Daha sonra Konrapa öğretmenlik yaptığı bir başka yerde: “Şam’da öğretmenlik yaptım” der. Öğrencinin biri bunu yadırgar. “Şam yabancı bir memleket” der. Konrapa: “Yanlış düşünüyorsunuz. 20-30 yıl evvel, bugün Konya, Adana nasılsa, Şam’da öyleydi. Memleketimizin şehirlerinden biriydi” diye cevap verir.
Konrapa çok titiz, işini layıkıyla yapmaya çalışan biri olarak karşımıza çıkar. Hazırlamış olduğu “Peygamberimiz: İslam Dini ve Aşere-i Mübeşşere” kitabına baktığımızda bunu gözlemleyebiliriz. Konuların üzerinden üstünkörü geçmiyor. İhtilaflı konularla çeşitli bakış açılarına yer veriyor. Ayrıca kitabı okuduğumuzda İslam Felsefesi, İslam Tarihi ve takvimler hakkında bilgi sahibi oluyoruz. Kitabın sonundaki kronoloji cetveli ise tarihteki önemli olayların derli toplu bir şekilde okuyucuya sunuyor. Yani yalnızca bir Siyer-i Nebi okumuş olmuyoruz. Peygamberimizi en güzel biçimiyle anlatan ve bunun yanında birçok konu hakkında bilgi veren bir kaynak eser okumuş oluyoruz. Konrapa yalan yanlış hikâyelere, efsanelere, gereksiz malumatlara prim vermiyor. Tevhidî düşünüşten ödün vermiyor. Malum olduğu üzere Peygamberimizin doğum tarihi hakkında birkaç rivayet var. 569 deniyor 577 deniyor ama 571 üzerinde genel bir kabul var. M. Zekai Hoca bu konuda şu değerlendirmede bulunuyor: “Hazreti Peygamberi anmak ve Onu tebcil etmek isteyen bir Müslümanın herhangi bir güne saplanmasına lüzum yoktur. Kıymet günde ve saatte değil, şahsiyettedir ve o şahsın örnek tanınmasındadır. O şahsiyete karşı gösterilecek hürmet, şu veya bu günde merasim yapılmakla ifa edilmiş olmaz. Belki, Ona, en samimi bağlarla bağlanmak ve Onun ruhunu yaşatmakla mümkün olabilir. Bu yüzden Asr-ı Saadet Müslümanları, mübarek tanıdığımız günlerden hiçbirinin tarihini tespit etmediler. Çünkü o mübarek günlerin hatıralarını belli bir zamana bağlamak istemediler. Belki, Müslümanların o hatıraları daima yaşamasını ve yaşatmasını öğrettiler.”
Konrapa ayrıca Peygamberimizin doğduğu gece olduğu iddia edilen mucizelerle ilgili İmam Buhari ve İmam Müslüm’de herhangi bir rivayetin olmadığını belirterek Mevlânâ Şîblî’nin şu sözlerine dikkat çeker: “Hakîkat şudur ki: Yıkılan Kisrâ’nın Sarayı değil, bütün İran’ın saltanatı, Bizans’ın satveti, Çin’in azametiydi. Sönen ateş, Mecusilerin ateşgedelerinde parlayan alev değil, bütün dünyada küfrün ateşiydi. Kuruyan Sava gölü değil, putperestliğin hâkimiyeti, zerdüştlüğün kuvveti, Hıristiyanların üstünlüğüydü.”
Özellikle Siyer-i Nebi alanındaki gayretleriyle büyük bir boşluğu doldurmuş olan, birçok öğrenci yetiştiren, birçok öğrencinin yetişmesine vesile olan Konrapa'ya selam olsun. Çok önemli bir gayretin sahibi olmasına rağmen gereği gibi gündemimizde yer almayan hocamızın bundan sonra daha çok hatırlanması en büyük duamız.
Muaz Ergü
muaz-01@hotmail.com
“Peygamberimiz: İslâm Dini ve Aşere-i Mübeşşere” kitabının yazarı, önemli siyerci, siyer alanındaki çalışmalarıyla derin izler bırakan M. Zekai Konrapa kitabında şunları söylüyor: “İslam dünyasında tarih, Müslüman âlimleri tarafından önce Siyer ve Meğazî şeklinde başladı ve Fütuhat Tarihi, Tabakat, Umumi Tarih, Halîfeler Tarihi, Şehirler Tarihi gibi çeşitli isimler altında on türlü olarak yazıldı. Rasûl-i Ekremin hayatını öğreten tarih şekline “Siyreti Nebeviyye” veya “Siyeri Nebi” denildi. Hz. Muhammed (s.a.v) İlhî Peygamberlerin sonuncusudur. Bu sebepten Kur’an-ı Kerim Hatemül Enbiya (Nebilerin sonu) olarak vasıflandırılmıştır.”
Bolu Gündem Gazetesinde M. Zekai Konrapa hakkında şu bilgiler yer alıyor: “Mehmet Zekâi, 13.01.1888'de Bolu'da doğdu. Şeceresi, baba tarafından Azerbaycan'a uzanır. Büyük dedesi Hacı Ali Ağa, Büyük Bozgun da denilen 93 Harbi, (1877-78) Osmanlı-Rus Harbi esnasında, Azerbaycan'dan Van iline göç eder.(II. Abdülhamit döneminde yaşanan bu büyük facia sırasında, Balkanlar'da ve Kafkaslar'da milyonlara varan sayıdaki Osmanlı tebası, katliama ve soykırıma maruz kalır. Ve yine milyonlarca sivil ahali de, bin bir müşkülatla Anadolu topraklarına sığınır.) Büyük dede Hacı Ali Ağa'nın ailesi, 1914'de I. Cihan Harbi'nin başlaması üzerine, Çarlık ordularının ve Ermeni birliklerinin Trabzon'dan Van'a uzanan hattın doğusundaki Osmanlı vilayetlerini işgal etmesi ile yüz yüze kalır. Özellikle Ermeni birliklerinin, Çarlık Rusyası'nın kendilerine vaat ettiği Büyük Ermenistan Hayali ile, toplu Müslüman katliamına girişmeleri sebebiyle, bölgenin Müslüman ahalisi Orta ve Batı Anadolu'ya göçe başlar. M. Zekâi'nin dedesi Vanlı Mehmet Ağa, askerlik vazifesi sebebiyle Bolu'dadır. Ailesinin, Van'da kalan üyelerinin âkıbeti meçhuldür. Vanlı Mehmet Ağa, Bolu'da kalır ve Türkmenoğulları ailesinin kızı ile evlenir. Bu izdivaçtan doğan Vanlızâde Cemal Efendi, esnaflığa yönelir. Büyük Camii'n Güneyinde, büyükçe bir bakkaliye mağazası işletir. Vanlızâde Cemal Efendi'nin, Cebecioğulları ailesinden bir hanımla evliliğinden doğan ilk erkek çocuğa Mehmet Zekâi adı verilir. (1888) Ailenin ortanca oğlu Mustafa Sabri 1893'te, küçük oğul Ahmet Şerafettin ise 1898'de doğar.”
M. Zekai Konrapa'nın ortanca kardeşi Mustafa Sabri, Balkan Harbi’ne yedek subay olarak katılır. Irak Cephesine sevkedilir. Kutül Ammare savaşında yaralanır ve hastaneye kaldırılır. Hastanede şehit düşer. Küçük kardeş Ahmet Şerafeddin ise Suriye-Filistin cephesinde savaşırken İngilizlere esir düşer.
M. Zekai Konrapa yazımızın başında izah etmeye gayret ettiğimiz gibi Müslümanlar açısından çok önemli olan bir tarihi misyonu üstlenmiş güzel insanlardan. Müslümanların rehberi Hz. Muhammed’i hakkıyla tanıtmak için gayret etmiş, ter dökmüş. Bugün çok fazla bilinmese bile bir nesli yazdığı Siyer-i Nebi ile derinden etkilemiş. İlk eğitimini memleketi Bolu’da aldıktan sonra İstanbul Dârülfünunu Dârülmuallimîn-i Âliye Edebiyat Bölümü’nden mezun oluyor. Buradaki Salih Zeki, Ali Kemal, Mehmet Akif Ersoy, Rıza Tevfik ve Emrullah Efendi gibi hocalardan çok etkilenir. Mezun olduktan sonra ülkemizin birçok yerinde öğretmenlik yapıyor. Çankırı, Yozgat, Bolu, Düzce, Yalvaç, Denizli, Uşak, Konya, İstanbul… Emekli olunca İstanbul İmam-Hatip Okulu ve Yüksek İslâm Enstitüsü’nde ahlâk ve Siyer-i Nebî dersleri vermeye devam ediyor.
Konrapa, Şam’da da öğretmenlik yapmış. O zamanlar bugünkü gibi suni sınırlar, kalemle çizilmiş coğrafyalar söz konusu değil. Daha sonra Konrapa öğretmenlik yaptığı bir başka yerde: “Şam’da öğretmenlik yaptım” der. Öğrencinin biri bunu yadırgar. “Şam yabancı bir memleket” der. Konrapa: “Yanlış düşünüyorsunuz. 20-30 yıl evvel, bugün Konya, Adana nasılsa, Şam’da öyleydi. Memleketimizin şehirlerinden biriydi” diye cevap verir.
Konrapa çok titiz, işini layıkıyla yapmaya çalışan biri olarak karşımıza çıkar. Hazırlamış olduğu “Peygamberimiz: İslam Dini ve Aşere-i Mübeşşere” kitabına baktığımızda bunu gözlemleyebiliriz. Konuların üzerinden üstünkörü geçmiyor. İhtilaflı konularla çeşitli bakış açılarına yer veriyor. Ayrıca kitabı okuduğumuzda İslam Felsefesi, İslam Tarihi ve takvimler hakkında bilgi sahibi oluyoruz. Kitabın sonundaki kronoloji cetveli ise tarihteki önemli olayların derli toplu bir şekilde okuyucuya sunuyor. Yani yalnızca bir Siyer-i Nebi okumuş olmuyoruz. Peygamberimizi en güzel biçimiyle anlatan ve bunun yanında birçok konu hakkında bilgi veren bir kaynak eser okumuş oluyoruz. Konrapa yalan yanlış hikâyelere, efsanelere, gereksiz malumatlara prim vermiyor. Tevhidî düşünüşten ödün vermiyor. Malum olduğu üzere Peygamberimizin doğum tarihi hakkında birkaç rivayet var. 569 deniyor 577 deniyor ama 571 üzerinde genel bir kabul var. M. Zekai Hoca bu konuda şu değerlendirmede bulunuyor: “Hazreti Peygamberi anmak ve Onu tebcil etmek isteyen bir Müslümanın herhangi bir güne saplanmasına lüzum yoktur. Kıymet günde ve saatte değil, şahsiyettedir ve o şahsın örnek tanınmasındadır. O şahsiyete karşı gösterilecek hürmet, şu veya bu günde merasim yapılmakla ifa edilmiş olmaz. Belki, Ona, en samimi bağlarla bağlanmak ve Onun ruhunu yaşatmakla mümkün olabilir. Bu yüzden Asr-ı Saadet Müslümanları, mübarek tanıdığımız günlerden hiçbirinin tarihini tespit etmediler. Çünkü o mübarek günlerin hatıralarını belli bir zamana bağlamak istemediler. Belki, Müslümanların o hatıraları daima yaşamasını ve yaşatmasını öğrettiler.”
Konrapa ayrıca Peygamberimizin doğduğu gece olduğu iddia edilen mucizelerle ilgili İmam Buhari ve İmam Müslüm’de herhangi bir rivayetin olmadığını belirterek Mevlânâ Şîblî’nin şu sözlerine dikkat çeker: “Hakîkat şudur ki: Yıkılan Kisrâ’nın Sarayı değil, bütün İran’ın saltanatı, Bizans’ın satveti, Çin’in azametiydi. Sönen ateş, Mecusilerin ateşgedelerinde parlayan alev değil, bütün dünyada küfrün ateşiydi. Kuruyan Sava gölü değil, putperestliğin hâkimiyeti, zerdüştlüğün kuvveti, Hıristiyanların üstünlüğüydü.”
Özellikle Siyer-i Nebi alanındaki gayretleriyle büyük bir boşluğu doldurmuş olan, birçok öğrenci yetiştiren, birçok öğrencinin yetişmesine vesile olan Konrapa'ya selam olsun. Çok önemli bir gayretin sahibi olmasına rağmen gereği gibi gündemimizde yer almayan hocamızın bundan sonra daha çok hatırlanması en büyük duamız.
Muaz Ergü
muaz-01@hotmail.com
13 Haziran 2017 Salı
Rüyalarla yeniden tanımlanan hayat
Yorumlanmamış bir rüyayı henüz okunmamış zarfı kapalı bir mektuba benzetir ya bilge kişiler, ne kadar doğrudur bilinmez. Gerçeğe çalımını atan ama dünya ile bağlantısını koparmamış kişilerin yoruma sığınmalarıdır bu, bir tebessümle. Bir tatil beldesinde, yorgun geçen günlerin ardından, yepyeni bir güne uyanırsınız. Sonra rüyanızı hatırlar ve gülümsersiniz. Güzel rüyadır ve gerçek olmasını her şeyden çok istersiniz. “Oysa Rüyaydı” diye bir hatırlatmada bulunur yazar. Rüyanın sarhoşluğunu atmak istemezsiniz. Yazar sizi rüyadan kitaba çağırır.
Öyküden öyküye geçerken rüyanızı çoğaltmak, renklendirmek, hatırasını canlı kılmak adına önemli bir okuma tecrübesi sunan yeni bir öykü kitabından, Oysa Rüyaydı’dan bahsediyorum. Ay, ada, kekik kokuları, şarkılar… Zihni tatlı bir mavi renk istilasıyla öykülere açıyor Merve Koçak Kurt: “Gördüğüm en uzun rüyaydın sen, diyerek başladı yazmaya. Denizin solgun loşluğu, orkidenin alacalı pembesi, meyden kalma mayhoşluğu ve küllükte biriken izmaritler de sabaha ulayamıyordu onu bir türlü. Günlerden neydi, mavi mi?”
Kitapta yer alan 22 öyküde Antakya, İstanbul’un, Ankara’nın, Çanakkale’nin izlerini sürebilirsiniz. Adadaki zaman, yokuş kenarındaki böğürtlenler, çiçek kokulu sabunlar, içilen kahveler, rüzgâr bu kitabın adeta ana karakterleri. İğde ağacının iç bayıltan kokularına teslim olmuş rüyalar ve eşlik eden şarkılarla, yazarın hayatı yeniden tanımlayışına şahit olursunuz.
“Eksik parçalarını tamamlamaya çalıştığımız yapbozun adıydı hayat”…
“Feyruz’un Sesinde” isimli öyküyü tanımlayan cümle, yine kendi içinde. Rima’nın annesi, komşu teyzeleri ve Ali’nin turunç kokuları arasında geçen hikayesi. Bayram günlerine, kavuşmalara dair bu öyküde bir değil birden fazla kadın silueti resmediliyor. Öykü yokluklara dair satırlar barındırıyor: “Saçlarımın lülesi, dişlerimin minesi ve yanaklarımın gamzesi bile yetmiyor geçmişi sana getirmeye…”
Annesini özleyen ve rüyalarda bile mahrum kalan kadının “Medusa bakışlı kadın” olup olmadığını araştırıyor bir başka kadın, “Kapında Kül Bulutu” adlı öyküde: “Tozu tozuna karışan, zerresi zerreme; kelimelerini kendine saklayan o bitimsiz yalnızlığın elleri yok şimdi. Varlığı yokluğuyla, yokluğu varlığıyla kaim kılan evrende bir noktayım sadece. Dönüyor dönüyor dönüyor ve büyüyorum.”
“Gördüğü neydi? Rüya mı?” diye soranlara, “Oysa Rüyaydı” ama hep inanmak gerekir diyor Merve Koçak Kurt. Hayatı geçmiş ve gelecek sarkacında sorgulatan öykülere tanıklık ediyoruz. Gençlik rüzgârlarına kapılmış, sonsuz ihtimallerin peşinde adres arayanları anlatan öyküleri keyifle okuyacaksınız.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
Öyküden öyküye geçerken rüyanızı çoğaltmak, renklendirmek, hatırasını canlı kılmak adına önemli bir okuma tecrübesi sunan yeni bir öykü kitabından, Oysa Rüyaydı’dan bahsediyorum. Ay, ada, kekik kokuları, şarkılar… Zihni tatlı bir mavi renk istilasıyla öykülere açıyor Merve Koçak Kurt: “Gördüğüm en uzun rüyaydın sen, diyerek başladı yazmaya. Denizin solgun loşluğu, orkidenin alacalı pembesi, meyden kalma mayhoşluğu ve küllükte biriken izmaritler de sabaha ulayamıyordu onu bir türlü. Günlerden neydi, mavi mi?”
Kitapta yer alan 22 öyküde Antakya, İstanbul’un, Ankara’nın, Çanakkale’nin izlerini sürebilirsiniz. Adadaki zaman, yokuş kenarındaki böğürtlenler, çiçek kokulu sabunlar, içilen kahveler, rüzgâr bu kitabın adeta ana karakterleri. İğde ağacının iç bayıltan kokularına teslim olmuş rüyalar ve eşlik eden şarkılarla, yazarın hayatı yeniden tanımlayışına şahit olursunuz.
“Eksik parçalarını tamamlamaya çalıştığımız yapbozun adıydı hayat”…
“Feyruz’un Sesinde” isimli öyküyü tanımlayan cümle, yine kendi içinde. Rima’nın annesi, komşu teyzeleri ve Ali’nin turunç kokuları arasında geçen hikayesi. Bayram günlerine, kavuşmalara dair bu öyküde bir değil birden fazla kadın silueti resmediliyor. Öykü yokluklara dair satırlar barındırıyor: “Saçlarımın lülesi, dişlerimin minesi ve yanaklarımın gamzesi bile yetmiyor geçmişi sana getirmeye…”
Annesini özleyen ve rüyalarda bile mahrum kalan kadının “Medusa bakışlı kadın” olup olmadığını araştırıyor bir başka kadın, “Kapında Kül Bulutu” adlı öyküde: “Tozu tozuna karışan, zerresi zerreme; kelimelerini kendine saklayan o bitimsiz yalnızlığın elleri yok şimdi. Varlığı yokluğuyla, yokluğu varlığıyla kaim kılan evrende bir noktayım sadece. Dönüyor dönüyor dönüyor ve büyüyorum.”
“Gördüğü neydi? Rüya mı?” diye soranlara, “Oysa Rüyaydı” ama hep inanmak gerekir diyor Merve Koçak Kurt. Hayatı geçmiş ve gelecek sarkacında sorgulatan öykülere tanıklık ediyoruz. Gençlik rüzgârlarına kapılmış, sonsuz ihtimallerin peşinde adres arayanları anlatan öyküleri keyifle okuyacaksınız.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
Kitaplarla sohbetin eşsiz dünyası
"Gönül ne kahve ister ne kahvehane,
Gönül sohbet ister kahve bahane."
Alberto Manguel, Geceleyin Kütüphane adlı yapıtının giriş bölümünde “Latifi adıyla bilinen Osmanlı şairi Abdüllatif Çelebi kütüphanesindeki her bir kitap için: bütün dertleri defeden hakiki ve müşfik dost." dediğini söyler. Akşit Göktürk, Okuma Uğraşı kitabında D.H. Lawrence’nin Kitaplar adlı denemesinden “Bir kitap, iki kapaklı bir yeraltı kovuğudur.” alıntısını yapar. Cemil Meriç ise, Bu Ülke kitabında “Kitap limandı benim için. Kitaplarda yaşadım. Ve kitaptaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim.” yazmıştır.
Her kitap okurun ayrı bir dünyası vardır. Bu farklılık içerisinde yaşayan okurun aykırı bir dünyası olması kaçınılmazdır. Dursun Gürlek'in, Çınaraltı Kitap Sohbetleri yapıtının her sayfasında başka bir dünyanın yolculuğuna çıkıyorsunuz. Gürlek “Medeniyet sahnesinde bize rol verilmiyorsa, kitaba yeniden dönmenin vakti gelmiştir” diyerek kültür hazinemizin zenginliğinden bahsetmiştir. 10. baskıya ulaşmış ve Timaş Yayınları tarafından neşredilen kitapla birlikte Nurullah Ataç’ın “Hepimizde geçmişin izi vardır; yüzyılların bıraktıkları, öğrendiklerimiz içimizde yer etmiş benliğimize işlemiştir” sözü gelecektir kulağınıza.
Üç bölümden oluşan kitabın ilk bölümünü “Kitap sohbetlerine” ikinci bölümünü “Düşünürken gülümsememiz için” ve son olarak üçüncü bölümü “Kitap adamlar kitap hakkında dediler ki” şeklindedir. Yapıtın içerisinde belli başlı bazı bölümlerinde doğuda kitap sevgisi başlığı altında “Yazma kitaplarımızın başlarına, ortalarına ve sonlarına kitap sevgisi hakkında kaydedilen Türkçe, Arapça ve Farsça hem mensur hem manzun olarak güzel sözlerin yazıldığı” (sf:18) belirtilirken, Hasan Sabbah’ın kütüphanesinden Ahmet Mithat Efendi'nin kitap sevgisine kadar hasbihal edebileceğiniz nice başlık mevcuttur. Dursun Gürlek, "Ayakkabısı Yamalı Edebiyatçı" başlığında "Toplumun seviyesi o toplumda yetişen bilginlere, sanat ve maharet erbabına gösterilen saygıyla doğru orantılıdır. Üzülerek belirtelim ki, bu ölçüyü kendi ülkemizin değerlerine uyguladığımız zaman, son derece vahim bir manzara ile karşılıyoruz” diyerek toplumsal bir eleştiride de bulunmuştur. (sf:23)
İkinci bölümde yer alan "Hafıza Şampiyonları" başlığında İkinci Mahmud’un bir yaşantısından, Yavuz Sultan Selim'den caize koparmak için kasideyi kendisinin yazdığını söyleyen şaire, “Bak bir kerede ben okuyayım” diyerek utandırdığını yakın tarihimizde ise Halil Yınanç, Ali Emiri Efendi, Muallim Cevdet ve İbnülemin Mahmut Kemal gibi zatlara dair bilgiler öğreniyoruz. Aynı bölümdeki “Bunlara Kitap Okuyucusu Denir mi?” başlığı altında medya pompasıyla, reklam kampanyalarıyla gündeme taşınan üçüncü sınıf kitaplara insanların mal bulmuş mağribi gibi saldırıları eleştirilirken devamında “çok satan, fakat az kitapların alıcıları da iyi okuyucu sınıfına giremezler ”der Gürlek.
Üçüncü bölümde yazar, kitaplar hakkında Ahmet Hamdi Tanpınar’dan, Cemil Meriç’e, Dr. Sigrid Hunke’den, Prof. Süheyl Ünver’e, Ahmet Rasim’den Muzaffer Gökman’ın yazılarına ve görüşlerine yer verirken, "Yayıncılar ne diyor?" başlığında da kitap neşreden emekçilerin görüşlerine başvurmuştur.
Kapanışı Cemil Meriç'in Bu Ülke kitabından bir paragrafla yapalım:
“Felaketimizin kaynağı kültür yokluğu. Hayatı anlamadan geçip gidiyoruz. Olgunlaşmak kalbin daha hassas, kanın daha sıcak, zekânın daha işlek, ruhun daha huzurlu olması demek. Harami mağaralarının kapılarını değil, hükümdar hazinelerinin kapılarını açan büyü, kitap."
Baturhan Ergin
twitter.com/erginbaturhan
Gönül sohbet ister kahve bahane."
Alberto Manguel, Geceleyin Kütüphane adlı yapıtının giriş bölümünde “Latifi adıyla bilinen Osmanlı şairi Abdüllatif Çelebi kütüphanesindeki her bir kitap için: bütün dertleri defeden hakiki ve müşfik dost." dediğini söyler. Akşit Göktürk, Okuma Uğraşı kitabında D.H. Lawrence’nin Kitaplar adlı denemesinden “Bir kitap, iki kapaklı bir yeraltı kovuğudur.” alıntısını yapar. Cemil Meriç ise, Bu Ülke kitabında “Kitap limandı benim için. Kitaplarda yaşadım. Ve kitaptaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim.” yazmıştır.
Her kitap okurun ayrı bir dünyası vardır. Bu farklılık içerisinde yaşayan okurun aykırı bir dünyası olması kaçınılmazdır. Dursun Gürlek'in, Çınaraltı Kitap Sohbetleri yapıtının her sayfasında başka bir dünyanın yolculuğuna çıkıyorsunuz. Gürlek “Medeniyet sahnesinde bize rol verilmiyorsa, kitaba yeniden dönmenin vakti gelmiştir” diyerek kültür hazinemizin zenginliğinden bahsetmiştir. 10. baskıya ulaşmış ve Timaş Yayınları tarafından neşredilen kitapla birlikte Nurullah Ataç’ın “Hepimizde geçmişin izi vardır; yüzyılların bıraktıkları, öğrendiklerimiz içimizde yer etmiş benliğimize işlemiştir” sözü gelecektir kulağınıza.
Üç bölümden oluşan kitabın ilk bölümünü “Kitap sohbetlerine” ikinci bölümünü “Düşünürken gülümsememiz için” ve son olarak üçüncü bölümü “Kitap adamlar kitap hakkında dediler ki” şeklindedir. Yapıtın içerisinde belli başlı bazı bölümlerinde doğuda kitap sevgisi başlığı altında “Yazma kitaplarımızın başlarına, ortalarına ve sonlarına kitap sevgisi hakkında kaydedilen Türkçe, Arapça ve Farsça hem mensur hem manzun olarak güzel sözlerin yazıldığı” (sf:18) belirtilirken, Hasan Sabbah’ın kütüphanesinden Ahmet Mithat Efendi'nin kitap sevgisine kadar hasbihal edebileceğiniz nice başlık mevcuttur. Dursun Gürlek, "Ayakkabısı Yamalı Edebiyatçı" başlığında "Toplumun seviyesi o toplumda yetişen bilginlere, sanat ve maharet erbabına gösterilen saygıyla doğru orantılıdır. Üzülerek belirtelim ki, bu ölçüyü kendi ülkemizin değerlerine uyguladığımız zaman, son derece vahim bir manzara ile karşılıyoruz” diyerek toplumsal bir eleştiride de bulunmuştur. (sf:23)
İkinci bölümde yer alan "Hafıza Şampiyonları" başlığında İkinci Mahmud’un bir yaşantısından, Yavuz Sultan Selim'den caize koparmak için kasideyi kendisinin yazdığını söyleyen şaire, “Bak bir kerede ben okuyayım” diyerek utandırdığını yakın tarihimizde ise Halil Yınanç, Ali Emiri Efendi, Muallim Cevdet ve İbnülemin Mahmut Kemal gibi zatlara dair bilgiler öğreniyoruz. Aynı bölümdeki “Bunlara Kitap Okuyucusu Denir mi?” başlığı altında medya pompasıyla, reklam kampanyalarıyla gündeme taşınan üçüncü sınıf kitaplara insanların mal bulmuş mağribi gibi saldırıları eleştirilirken devamında “çok satan, fakat az kitapların alıcıları da iyi okuyucu sınıfına giremezler ”der Gürlek.
Üçüncü bölümde yazar, kitaplar hakkında Ahmet Hamdi Tanpınar’dan, Cemil Meriç’e, Dr. Sigrid Hunke’den, Prof. Süheyl Ünver’e, Ahmet Rasim’den Muzaffer Gökman’ın yazılarına ve görüşlerine yer verirken, "Yayıncılar ne diyor?" başlığında da kitap neşreden emekçilerin görüşlerine başvurmuştur.
Kapanışı Cemil Meriç'in Bu Ülke kitabından bir paragrafla yapalım:
“Felaketimizin kaynağı kültür yokluğu. Hayatı anlamadan geçip gidiyoruz. Olgunlaşmak kalbin daha hassas, kanın daha sıcak, zekânın daha işlek, ruhun daha huzurlu olması demek. Harami mağaralarının kapılarını değil, hükümdar hazinelerinin kapılarını açan büyü, kitap."
Baturhan Ergin
twitter.com/erginbaturhan
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)