23 Mayıs 2017 Salı

Sayılarla var olan bir aşk hikâyesi

Teknoloji hızla ilerliyor. Teknolojik aletler her geçen gün ufalıyor ve daha da fazla işlevi gerçekleştirme becerisine sahip oluyor. Bu değişimi ve hızı takip etmek çoğu zaman güçleşiyor. Geçmişte bilimkurgu romanlarında, distopyalarda okuduğumuz, hem şaşkınlık hem de tedirginlik hissettiren teknolojik ürünlerin birçoğunu bugün kullanır durumdayız.

Son birkaç yıldır gündemdeki en heyecan uyandıran teknolojik konulardan biri yapay zekâ. İnsanoğlunun uzaylı istilasından sonra en büyük kâbusu, yapay zekânın dünyayı ve insanları ele geçirmesi. Şimdilik uzak bir olası senaryo gibi görünse de teknolojideki hızlı ilerlemeye bağlı olarak, çeşitli iradi kararların sahibi olan yapay zekânın hayatımızda yer alması beklediğimizden de kısa sürebilir. Zekâyla birlikte duygular da işin içine karıştığında neler olacağını kestirebiliyor muyuz? İnternetteki sosyal medya uygulamalarından ve çöpçatanlık sitelerinden doğan aşklara ve hikâyeleri alıştık. Peki, bedeni olmayan bir algoritmayla duygusal ilişki geliştirme döneminin kıyısındaysak? Sahibinin ihtiyacı olan her şeyi (bilgi, ilgi, başarı vs.) sunan bir robotun platonik aşka düşmesinin hikâyesine de alışabilecek miyiz?

Eric Sadin, Yarının Aşkı isimli romanında, sahibi hakkında her türlü bilgiye erişebilen (duyguları, düşünceleri, gündelik işleri vb. birçok başlık sayabiliriz) bir robotu ana kahraman olarak karşımıza çıkarıyor ve 24 saatlik bir zaman dilimini bu robotun gözünden okuma fırsatına sahip oluyoruz. Fransız yazar ve filozof Eric Sadin, teknolojinin küresel sistemler üzerindeki etkileri ve gündelik yaşam üzerindeki etkileri üzerine yürüttüğü araştırmalarıyla da tanınıyor. Dolayısıyla, romanın satır aralarında, okuru araştırmaya ve konuyla ilgili derinleşmeye iten detaylar var.

Yarının Aşkı’nın konusundaki heyecanı, kitabın üslubunda yakalamak zaman zaman zor oluyor. Romanda, bir nano-robotun hizmetinde olduğu kişiye aşık olmasının sıra dışılığına vurgu yapan ve okuru sürükleyen akıştan koptuğumuz bölümler var. Bunun nedeninin, Sadin’in konu hakkındaki akademik ve profesyonel bilgisinin, yazara, kurgudan ziyade rasyonel bir zeminde ilerleme kararı aldırması olduğunu düşünüyorum.

Romanda dikkatimi çeken ve en vurucu olduğunu düşündüğüm şey, sahibine hizmetin sınırlarını zorlayan nano-robotun ufak bir hatası nedeniyle varlığının sonlandırılması, yani “güncellenmesi” detayıydı. Sahibine verdiği hizmetteki ufak bir hata, platonik aşka düşen nano-robotu “güncelleme” istemeye zorluyor. İşler planlandığı gibi gitmiyor, hata yapan bir robotun mükemmelleşmeye iman edilen bir dünyada varlığını sürdürebilmesi kabul edilir gibi değil.

"İnsan ömrüyle karşılaştırıldığında kısa olan yazgım ortalama olarak 6 ila 8 ay biçilen yaşam sürem her bir yeni sürüm ile birlikte sürekli eksiliyor." [sf. 73]

Kusurluluğuna rağmen hizmet verdiği kişiye aşık olduğu için dünyadaki varlık zamanı azalsa da beslediği aşkı bitkinlik içinde artıyor.

Günümüz dünyasındaki “mükemmele övgü” sevdasına bir eleştiri olarak okunabilecek bu detay, dünyanın artık bizi kusurlarımızla kabul edebilecek bir yer olmadığının altını çiziyor. Bu yeni dünyada tek hedef var: herkesin ve her şeyim mükemmel olması. Tesadüfe, hesapsızlığa, aniden başlayan yağmurun altında ıslanıp sırılsıklam olduktan sonra halimize gülebilmeye yer yok. Bunun yerine, “güne ışıldayan bir yüzle başlama operasyonunu başarıyla tamamlayan” teknolojilerin hayaliyle yaşıyoruz.

Sahi, bizim raf ömrümüz de hızlı tükenmeye başlamadı mı? Yaşlılık belirtilerimizi saklayamaz duruma geldiğimizde, sabahlara kadar süren mesailer sonrası hastanenin yolunu tutmaya başladığımızda, tüketme çılgınlığının anlamsızlığını keşfettiğimizde birileri bizi de “güncelleme”ye çalışmıyor mu? Daha iyisini yapamadığımız için (daha iyisi, sistemin belirlediği “daha iyi”yi işaret ediyor), daha mükemmel görünemediğimiz için, daha çok şeye sahip olamadığımız için şikâyet etmediğimiz günlerin sayısı ne kadar?

Okurları, teknolojinin hayatımızdaki işgaliyesi ve kanıksadığımız dünya sistemiyle ilgili sorular sorduracak ve ürkütücü cevaplar bulduracak çarpıcı bir okuma yolcuğunu bekliyor.

Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal

22 Mayıs 2017 Pazartesi

Bizim büyük milli romantizm sevdamız

"Milli tarih telâkkisinin romantik devrini, Türk nasyonalizmi de tabiatiyle görmüştür. Avrupa tarihçiliğinin Türkler hakkında hiçbir ilmî esasa dayanmıyan çok haksız menfî telâkkileri karşısında, bizim romantik tarihçiliğimizin aksülameli de ister istemez çok müfrit ve mübalağalı oldu."
- M. Fuad Köprülü, 1940

Tanzimat'tan itibaren hem siyasî hem de edebî olarak müthiş malzeme üretti Türk politik kültürü. El'an üretmeye de devam ediyor. Nâmık Kemal'den Cemil Meriç'e kadar çalışmaları yeniden incelenmesi gereken birçok isim, aynı zamanda romantizmin kalemlerini, seslerini oluşturuyor. Yalnız kitaplarda değil, halk masallarında, efsanelerde, fıkralarda ve elbette mitlerde derin bir romantizm tütüyor. Türk Muhafazakârlığı ile söylenmeyen gizemleri koca bir tepside okuyucuya sunan Hasan Aksakal, eylül 2015'te İletişim Yayınları tarafından neşredilen Türk Politik Kültüründe Romantizm'de; milliyetçi, muhafazakâr, İslâmî tarafı ağır basan bir yolculuğa çıkıyor. 312 sayfalık bu yolculuğun sol şeridinde Kemalist, halkçı, devrimci romantikleri de okumak mümkün.

Romantizm öyle büyük bir soru işareti ki Friedrich Schlegel, 1793 yılında kardeşi Wilhelm’e gönderdiği mektupta “Sana en az 125 sayfa tutacağı için romantik kelimesine dair açıklamamı gönderemiyorum” diye yazmış. Aksakal, kitabın girişinde romantizmi tanımlamanın "karmaşık doğası gereği, en başından itibaren daima sorun"lu olduğunu söylüyor ve kitabının tabiri caizse nasıl bir yükün altına girdiğini şöyle ifade ediyor: "Sistematik bir birlikten ziyade başına buyruk sanatçı ve düşünürlerin şekillendirdiği bir hareket, bir yaklaşım, bir felsefe, bir dünya görüşü olarak Romantizm, Kartezyen düşünce geleneğine karşı bir tepki olarak doğdu ve birkaç on yıl içinde tek bir tanıma sığdırılamayacak kadar farklı çehrelere sahip oldu. Bugün bile Romantizm, aradan geçen 250 yıla rağmen belirsiz sınırları ve çözümlenemez karmaşıklığı nedeniyle hâlâ bir “muamma”dır."

Aksakal, beş bölüme ayırdığı eserinin ilk bölümünde modernleşmenin çelişkileri içinde Türk romantiklerini masaya yatırıyor. Türk romantizminin ne olduğu, Nâmık Kemal kültü, romantiklerin sürgün hayatı, trajik acıları ve erken ölümlerini anlatıyor. Gençlik, ortaçağ, Rousseaucu toplumsal düzen tasavvuru, tercüme, melankoli, mâzi, rüya, antikapitalist tavır eksikliği; Türk romantizminin ana temaları olarak irdeleniyor. Yazara göre Türk düşüncesini romantikleştiren sorunlar da bu bölümde yer alıyor: Entelektüel pusulasızlık, aydınlanma eksikliği, çelişkili modernleşme. Bölümün sonunda ise şarkiyatçılığa karşı tutulan garbiyatçılık aynasının, yani batıya karşı tutturulmuş üstünlük türküsünün garabeti, tuhaflığı, anlaşılamaz inatçılığı yorumlanıyor: "Son yüz elli yıllık tarihe bakıldığında, Romantik akımın, belli ölçüde değişim ve dönüşüme uğramakla birlikte, dâhil olduğu Türk sanat ve fikir dünyasında kendisine merkezî bir yer bulduğu anlaşılıyor. Bu noktada Türk aydınlanmasının ne ölçüde Aydınlanma'nın temel değer ve ilkelerini sahiplendiğine  dair yapılacak bir değerlendirme, Türk Romantizminin de ne ölçüde Avrupa Romantizmine sadık kaldığını gösterecektir." [sf. 80]

İkinci bölüm, "Volksgeist: Herder'den Bu Ülke'nin Ruhuna" başlığını taşıyor. Kanaatimce kitabın en kritik bölümü. İlk defa Gottfried Herder'in kullandığı ve "halk ruhu", "milli karakter", "ortak kültürel doğa", "müşterek mensubiyet" gibi anlamları karşılayan volksgeist, Türk edebiyatında cumhuriyetin kuruluşundan Cemil Meriç'in Bu Ülke'sine kadar hiç vazgeçil(e)memiş bir kavram. Yazarlar, şairler, tarihçiler ve çoklukla yönetici sınıf sık sık 'muhteşem mazi'den bahsederken karşı tarafın başvurduğu kavramlar ise daha çok taşra romantizmi, folklor, köycülük ve pastoral değerler oluyor. Bu bölümde çok net biçimde görülen bir şey var ki romantizmin sağ kanadına forsa kazandıran ruh, elbete 'milli' ruh: "1772 tarihli "Dilin Kökeni Üzerine" başlıklı meşhur makalesinde Herder, "Bir şair çevresinde bir ulus yaratır, insanlara görülecek bir dünya verir ve onların ruhunu bu dünyaya yönlendirmek üzere elinde tutar" diye yazmıştı. Bu anlamda, İskoçların milli ruhunu şair Scott'un hikayelerinin, Almanların milli ruhunu şair Goethe'nin Faust'unun, Türklerin milli ruhunu Vatan şairi Nâmık Kemal'in üflediğinin sıkça söylenmesi, bu birikimde üzerinden yeniden yorumlandığında görüleceği gibi, tesadüf değildi. Kemal, ruh-u milli'yi bulmak adına, Celâleddin Harzemşah'ın önsözünde "konuların tarihten seçilmesi, milli hayatın köklerinin oradan çıkarılması, halka iniş, büyük kütlenin diliyle temas" gibi ifadelere başvurarak, Türk romantizminin 'beyanname'sini yazıyordu." [sf. 93]

Kitabın sol romantizm ağırlıklı bölümü, üçüncü bölüm; Romantizmin Taşrası: Folklor, Popülizm ve Köycülük. Burada masalsı bir anlatı olarak memleket romantizasyonu, Jön Türklerin folkloru keşfi, erken cumhuriyet dönemindeki folk kültür araştırmaları, Anadoluculuk ve memleketçilik, sol romantizm, büyülü gerçekçilik, popülizm, milli devletin temsilcisi olarak öğretmen, Demokrat Parti etkisi, devrimci romantizm, köyün ve çobanıl değerlerin görünürlüğü konuları irdeleniyor. Bu bölümde, "Bizim Köy" adlı, bir dönemin gizemli kitabı üzerine Aksakal'ın çok önemli değerlendirmeleri mevcut. Öte yandan yine Bizim Köy'le birlikte coşkulu bir biçimde artan köy romantizmi ve köy edebiyatı da önemli bir konu. Sabahattin Ali, Mehmet Başaran, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Talip Apaydın, Fakir Baykurt, Necati Cumalı gibi isimlerin özellikle belli eserleri üzerine Aksakal şu yorumda bulunuyor: "Tüm bunlar toplumcu-gerçekçi olarak nitelense de, esasen duygularıyla, duyarlılıklarıyla, geri kalmışlığın melankolisiyle, vicdanî bir sorumlulukla kaleme alınmış ve iyilerin hepten iyi kötülerin hepten kötü olduğu alışılageldik romantik kasvete boğulmuş eserlerdi. Hemen hepsi popülizme yakın bir kanalda ilerlemekte; hepsi mevcut toprak sorunundan kaynaklanan "bozuk düzen"e, isyankâr bir ses ve umutsuzca bir arayışla yaklaşmaktaydı." [sf. 160]

Tarihimizin romantik sayfaları oldukça ironik örneklerle dolu. Bunlardan bazılarını Hasan Aksakal'ın zengin dipnotlarından birinden çekip aktarıyorum: "1850'lerde, Kırım Savaşı'nda Osmanlı askerine destek olmak üzere İstanbul'da konuşlanan İngiliz, Fransız ve İtalyan askerlerinin kahramanlıkları, Şeyhülislâm fetvasında "şehitlik" payesiyle mükâfatlandırılmalarına dek varmış, Müslüman halk, kâfirlikten şehitliğe terfi eden Avrupalı Hıristiyan askerler için gıyabî cenaze namazları kılmıştır. İstiklâl Savaşı sırasında Bolşevik liderler, Anadolu'daki Kuva-yı Milliye birliklerine verdikleri destek sebebiyle Allah'ın rızasına kavuşmaları yönünde dualarla anılmış; 1990'larda bir çocuk olarak benim de katıldığım bir Cuma namazında, vaizin el açıp "Bosna'daki Amerikan askerlerine sen yardım eyle Allah'ım" dualarına bütün cemaat tarafından "âmin" diye karşılık verilmiştir. Dinin Makyavelci bir yaklaşımla ilişkilendirilmesi, politik iradenin elinde işte bu denli etkilidir." [sf. 181]

Romantik devlet ve vatan mitolojisi başlığı, dördüncü bölümün içeriğini tamamıyla karşılıyor. Burada mitolojisinin sihirli dünyası, politik mitoloji ve romantikler, devlet mitosu ve Türk politik mitolojisi, Türk devletine dair bazı mitolojik vasıflar gibi konular yer alıyor. Hem Çanakkale Savaşları'nı hem İstiklâl Harbi'ni kuşatan bir devirden bahsediyor Aksakal. 'Politik sözlüğümüz'de hâlâ sık sık vurgulanan "nizâm-ı âlem" mitinden Ziya Gökalp'e atfedilen "cumhuriyetin akıl hocası" olma durumu yeniden sorgulanıyor. Altını çizdiğim şu paragrafa dikkat: "Devlet mitolojisi zaman ve mekân mefhumlarını yırtıp atarak, insanları insan-üstü varlıklarla muhatap kılar. Ölüleri canlılarla sürekli olarak konuşturur; büstlerle, heykellerle, marşlarla ve şiirlerle sürekli bir ayin hâlindedir. Bu derece büyük bir teslimiyet isteyen dogmatik ilkeler bütünü olan Devlet'in modern zamanların Tanrısı olduğunu söyleyen genişçe bir literatürün varlığından söz edilebilir. Muhtemelen bu yüzden Devlet mitolojisi, alabildiğine ilahiyatçı bir dil kurgulayarak kendini ifade eder. Böylece, ona ilişkin yapılan her faaliyet, sarf edilen her söz, sevap ve günah gibi kavramlarla da açıklanabilir hâle gelir." [sf. 226]

Son bölümde romantik tarihyazımı ve Türkiye'de tarihi romantizm ele alınıyor yazar tarafından. Özellikle edebiyatçılar için harikulade bir metin zenginliği ve yeni yazılar yazdırabilecek materyaller var. Aksakal'ın dipnotları ve kitabın sonundaki kaynakça da bu yönde bir kullanım imkânı sunuyor. Bu bölüm aynı zamanda yazarın 'uzmanlık' alanını konuşturduğu bir bölüm. Batı'da ve Türkiye'de tarihyazımı, edebî romantizmde tarih merakının doğuşu ve yükselişi, Türkiye'de romantik tarih anlayışı ile Türk edebiyatında tarihin romantikleştirilmesi ve romantik tarih görüşünün edebileştirilmesi gibi alt başlıklar var. Özellikle Türkiye'de romantik tarih anlayışı bölümü, zenginliği itibariyle öne çıkıyor. Burada Nâmık Kemal ve döneminin romantik tarihçiliğini, Türkçülüğün yükselişi ve romantik tarihçiliği, erken cumhuriyet döneminde tarih ve romantizmi kronolojik boyuta yakın bir biçimde okumak mümkün. Ömer Seyfettin'den Ahmet Hamdi Tanpınar'a, Yahya Kemal'den Abdülhak Şinasi Hisar'a, Samiha Ayverdi'den Cemil Meriç'e Türk romantiklerinin inişli-çıkışlı metinlerini gözden geçirmek, okuyucuya yeniden sorgulama imkânı sağlıyor. "Tıpkı Abdülhak Şinasi Hisar'daki gibi Ayverdi'de de, Çamlıca romantizmi, Boğaz'ın güzelliği ve Bostancı'dan ötesiyle pek alâkadar olmayan -olması da gerekmeyen- eski İstanbulluluğun ayrıcalıklı günlerine duyulan eğreti bir nostalji göze çarpar. Bu da onu politik-ekonomik-toplumsal gerçeklik yönü bulunmayan bir tür estetik eleştiriyle sınırlandırır" diyen Aksakal, bir nesli 'yetiştiren' kitapları Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor ile Nihal Atsız'ın Jacop M. Landau'ya göre İskoç romantizminin kurucusu babası sayılan Walter Scott'un kahramanlık romanlarını anımsattığını ve onun Alman romantizminden etkilendiğini belirtiyor. Aksakal'ın bölüm sonu değerlendirmesinden bir paragraf ise şöyle: "Türkiye'deki romantik tarih anlayışının milliyetçiliğin doğuş, gelişim ve evriminde her daim başat unsur olduğu aşikârdır. Çok milletli ve çok sesli bir İmparatorluktan "kaynaşmış bir kitle" var etmeye çalışılacak olan ulus-devlete geçişe çoğu kez mübalağalı, yer yer irrasyonel, kimi zamansa fantastik tarihsel değerlendirmelerde bulunulduğu da kolayca görülebilir. Üstelik bu çarpıtmayı yapmakta herhangi bir beis görülmediği de bellidir." [sf. 280]

Netice-i kelam, Hasan Aksakal üç evreye ayırdığı Türk romantizmini (1860-1910, 1910-1960, 1960'lardan günümüze) Türk politik kültürü çerçevesinde analiz ederken, önemli bir yükün altına girse de bundan alnının akıyla çıkıyor. Birçok ismin ve eserin yeniden yorumlanmasının, hem onları daha anlaşılabilir kılacağı hem de bazı sayfaların artık kapatılması gerektiği bariz biçimde ortaya çıkıyor. Geriye, artarak devam eden bu romantizm rüzgârından sağ salim çıkabilmenin umudu kalıyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

17 Mayıs 2017 Çarşamba

Dili ve ruhu besleyen öyküler

"Yazmak, unutmak mı kendini?” diye soruyor Ayşe AldemirGeceyi Kaçıran Kuşlar” öyküsünde. Fonda Lena’nın sesi. Yağmur. Rüzgâr. Kış Tutulması’na dalıyorum.

Dergilerden aşina olduğum bir yazar Aldemir… Öykülerinin kitap hâline gelmesini epeydir bekliyordum. İncelikli bir dil, yetkin bir anlatım ve duyarlı bir atmosfer; “Maviye boyanmış pencerelerinde bir zamanlar yer çekimine yenik düşmüş hanımeli, begonya ve krizantemlerin şen şakrak uçuştuğu, Neclan’ın çocukluğunun geçtiği demhâne.

Kahramanları da bize öyle “uzak” ve “yabancı” değil hem. “Ritim” duygusu gelişmiş öyküler var kitapta. En güzel örneği de “Badem Çiçeğisin ve Eyvah” öyküsünde gizli sanki: “Badem çiçeğisin ve eyvah!/ Gölgen, sütten kesilmiş bir çocuk,/ Öyleyse,/ Beni, yontulmamış taşların karnına bırak,/ Öğreneyim orada, tenha nedir, ben kim, uzaksa uzak!

Yazar, ara ara yazı serüvenini de paylaşıyor kitabında: “Birden kendimi anlatıcının yerine koyup hikâyeler anlatmaya başladım ben de. Bu öyle bir tılsımdı ki kendimi alıkoyamadım. Yüzümde tutkuyla bağlandığım bir şeyi bulmanın parıltısını duyumsadım.

Kitabın “İçindekiler” kısmı üç bölüm hâlindeki öykülerden oluşuyor. Birinci Bölüm: Kış Tutulması, Kara Kışta Bir At Cenazesi, Ölü Balık Cenneti, Geceyi Kaçıran Kuşlar, Badem Çiçeğisin ve Eyvâh, Beni Sula; İkinci Bölüm: Sakız Ev Cinayeti, Galata Kulesi İbrahim ve Annem, Adı Leyal Olabilirdi, Sevgilim Nar, Azel’in Rüyası; Üçüncü Bölüm: Kuşbâz, Rüyadan El Alan, Sarı Kantaron...

Altı çizili birçok cümle kalıyor kitaptan geriye. “Geceyi Kaçıran Kuşlar”ın söylediği gibi, “Çünkü kimsenin nefesinin kimseye yetmediği zamanlardan geçiyordu insanlık. Senin Yusuf diye çağrılman hiçbir şeyi değiştirmiyor. Çünkü kış…

Ya da “Sevgilim Nar” öyküsünde olduğu gibi, “Herhalde bir kelebek bütün mesafelerin verdiği acıyı bir anda yok edebilir, gün ışığının türlü hâllerini, gerçekliğin buğusunu doldurmaya güç yetirebilirdi bir kalbe.

Kış Tutulması’nda bulacağınız öyküler hem dilinizi hem ruhunuzu besleyecek cinsten.

Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt

Siyer deyince akla ilk gelen eserlerden

Abdullah ölünce, melekler Allah’a dedi ki:
Ya Rab, Resulün öksüz kaldı.
Hitap:
Onun koruyucusu ve yardımcısı benim!

Gaye âlemlerin Rabbi Allah (c.c), istikamet hak din İslâm, rehber Kur’an Azimüşşan, öğretmen insanlığın medar-ı iftiharı, Yaratıcı’nın en sevdiği ve Habibi Resul-i Ekrem Muhammed Mustafa (s.a.v.).

Yaratıkların en üstünü olan insanlar dâhil bütün mahlûkatın, canlı ve cansız her şeyin, yüzü suyu hürmetine yaratıldığı âlemlerin nuru Hz. Muhammed için ne söylense az; bütün kelimeler kifayetsiz; methiyeler O’na olan hayranlığı tarif edebilmekten uzak. O’nun hakiki kıymetini anlatmak mümkün değil. Ruhumuzda gizli olan, aklımızın alamadığı sevgiyi anlatmakta sözlerimiz, samimi olduğu ölçüde yetersiz. O’nun halk edilişinin hikmetini bilmekten aciziz. O eşref-i mahlûkat, O Habibullah… Allah’ın Sevgilisi… Şereflerin daha üstünü var mı?

Evrenin Sahibi, en güzel eseri için şöyle diyor: “Sen olmasaydın, sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım!

Bu O’nun için ne büyük şereftir ve bize ne büyük bir lütuftur ki, O’nun ümmeti olarak yeryüzünün seçilmiş insanlarıyız. Bu şerefe lâyık olabilmektir müminin muradı.

Kuran’ın her fırsatta adını zikrettiği O güzel varlığın sevgilisi Allah, en yakın dostu meleklerin en büyüğü Cibril. O zatıyla bizim gibi bir insan, ruhaniyetiyle bir ulviyet, varlık sebebiyle aşk… Ah kelimeler aslında O’ndan ve O’na ne kadar uzak!

Bu, bin dört yüz küsur yıllık bir aşkın öyküsü. Bu, mümine ‘anam, babam sana feda olsun!’ dedirtecek kadar teslim olunmuş bir imanın öyküsü.

Ezelde diğer peygamberler Allah’a sordular:
Ya Rab, bizi kuşatan bu nur, kimin nurudur.
Allah dedi ki:
Sevgilimindir! O’na iman ederseniz peygamber olursunuz!
Ve Hz. Âdem sordu:
Allah’ım, beni niçin Muhammed’in babası diye künyeledin?
Hitap:
Eğer O olmasaydı, seni yaratmazdım!
O, peygamberlerin babası İbrahim (a.s.)’in duası, kardeşi Hz. İsa’nın müjdesi, annesi Âmine (r.a.)’nin rüyasıydı.

Ey mümin insan, şimdi düşün sen nesin? Sen bu evrende, Habibullah’ın, Resul-i Ekrem’in nurunun gölgesinin gölgesi, O’ndan sebeb-i vücut, esasında hiçten az bir mertebe yüksekte, deryalarda bir kum taneciği değil de nesin?

O’na doğru uzat elini ey mümin; O’nu biraz olsun anladıkça kıymetini bulursun. O’nu sev, anla ve örnek al; umulur ki şefaat olunursun.

Bizzat yaratılışı, hayatı ve şahsiyetiyle bir mucize olan Hz. Muhammed (s.a.v.)’i tanımak anlamında yayınlanmış olan birçok kitap arasında özel olan birinin ismini anmak istiyorum. Siyer deyince akla ilk gelen eserlerden biridir Necip Fazıl Kısakürek’in Çöle İnen Nur'u. Üstad Necip Fazıl, yıllar süren çalışmaları sonucunda kaleme alabildiği bu eserde, Efendimizi anlatmada büyük bir hüner göstermiştir. Üstâd, eserini, âlemlere sevgi ve rahmet elçisi olarak gönderilen Allah’ın Sevgilisi’ne büyük bir hasretle, büyük bir aşkla ve kendi ifadesiyle: “İzin ver; herkesin boyuna göre açıldığı bu ufuksuz denizde, sana yaklaşabilmek değil, fakat kıyılardan, gerilerden yani kendimden uzaklaşabilmek manasına bir kere de ben gücümü deneyeyim! Öyle ki, sahili kaybetsem, artık gerilere dönemesem ve sende boğulsam, işte o zaman aradığım hayatın eşiğine ayak basmış olurum,” şeklinde bir tevazu, bir teslimiyet ve O’nda yok olarak var olma şevkiyle kaleme almıştır.

Üstad, her cümlesinde, her kelimesinde, uğruna göklerde bir yıldız yaratılan, gökteki ismiyle Ahmed, yerdeki ismiyle Muhammed’e, yani kendisine pek çok hamd ü senalar olunmuşa, zatıyla bir Nur olana aşkını dile getiriyor. Ve O’nun yanında, ne kadar küçük, ne kadar önemsiz olduğumuzun sık sık altını çiziyor.

Çöle İnen Nur ismi, ezelden beri vaad olunan ve doğumundan ölümüne, ölümünden bugüne bizzat bir mucize olan Sevgililer Sevgilisi’ni tarifte kullanılabilecek en güzel sıfatlardan biri. O bizim çölleşmiş idrakimize ve maneviyatımıza gönderilen bir nurdu; dünyayı karanlıktan çekip kurtaran bir aydınlıktı O.

Üstâd, bütün müminler adına O’na olan bağlılığını ne de güzel ifade ediyor:
Keşke sahiden, topuğunu bir kere öpebilmiş bir kum tanesi olsaydım!

Çöle İnen Nur da mutlaka okunması gereken başlıca siyer eserlerinden biridir.

Üstâd’ın da dediği gibi:

O ki olmasaydı, topyekûn oluş olmayacaktı. İşte o…
O kadar evvel ve o kadar üstün…
Bir arada sebep ve netice…
O ki varlık o yüzden."

Ya Rab, bizden Habib’ine selam olsun!

Emre Miyasoğlu
twitter.com/emremiyasoglu

11 Mayıs 2017 Perşembe

İstikametten memnun olmayan, gidişata itirazı olan mısralar

"Minnet Eylemem", Yağız Gönüler’in "Kırılınca Klarnet"ten sonraki ikinci kitabı. İkinci şiir kitabı… Minnet Eylemem, dünyanın dehşet bir hızla yol aldığı istikametten memnun olmayan, gidişata itirazı olan genç bir şairin mısraları… Gidişata direnişin, suları tersine akıtmanın zorluğundan damıtılmış şiirler okuyucuyu düşünmeye, gidişatı sorgulamaya çağırıyor. Yeninin, modernin bizi içine çekerek tüketmesine yine bizim inancımızdan, geleneğimizden aldığı güçle direniyor. Bir direnişi örgütlüyor mısralarda en kavisinden. Önümüze sunulan her tavsiyeye, her tercihe kulak vermememiz gerektiğinden bahsediyor. Yalan dünyanın ziynetine aldanmış, kaderini harama ipotek etmiş Resulün ümmetine birer tokat gibi her mısra. Gönüler sızılı bir şair. Sızısı var, derdi… Çok asil, çok kadim bir yaradan sızan bir sızı… Mısraları bazen samimiyetten bir ırmak gibi çağıldıyor, bazen yatağını aşındıran bir sel gibi coşuyor, bazı bazı kırgın akıyor… Öfkeleniyor, üzülüyor, sinirleniyor. En sonunda inanmışlığın mutmainliğine uzanıyor bütün zamanların yorgunluğuyla.

Evet, gönlü yoran, aklı yoran bir çağda yaşıyoruz. Her şeyin aynileştiği, farklılıkların törpülendiği zamanlar. Samimiyetin kaybolduğu, aynı yerde ve zamanda yaşayanların aynı dili konuşmadığı, dillerden gerçekten çok yalanın sadır olduğu zamanlar. Gönüler işte bunlardan bahsediyor. “Leğen gibi göbeğiyle az yemeyi öğütleyenler/ Kim olduğu konusunda hiçbir şey bilmeyenler”den…

Minnet Eylemem, çok manidar bir isim olmuş kitaba. Biz Allah’tan başka kimseye minnet etmeyen bir dünyanın çocuklarıyız. Beklentisiz bir beklentideyiz aslında yeryüzünde. Yeryüzü maceramız baştan başa bir imtihanın izdüşümü aslında. Her ne kadar bu günlerde yeryüzünde çetin bir imtihanda olduğumuzu unutmuş olsak da… Yine şairin dediği gibi: “Yalan dünyayı gurbet bilmişiz/ Hakk’a kavuşmaya vuslat demişiz.

Yağız Gönüler hem şiirinde hem de şiir dışındaki yazılarında ekmek ve Mushaf’a fazla vurgu yapıyor. Zaten kitabın üç bölümünün isimleri de bu dediğimizi doğruluyor. Birinci bölüm ekmek, ikinci bölüm Mushaf, üçüncü bölüm ise ekmek ve Mushaf… Evet, helalinden, alın teriyle ekmeği kazanmak ve Mushaf’a koşulsuz bağlılık. Bizi tarih sahnesine çıkaran ve burada tutunmamızı sağlayan bu değerlere bağlılık olmuş. Ekmeğimize haram katmamak, dilimize yalanı almamak. Ve her zaman dünyalık için hiçbir kimseye minnet etmemek.

Minnet Eylemem'deki şiirler şiirsellik karmaşasına düşülmeden, söylenecekler imgeye boğulmadan söylenmiş şiirler. Artistik bir metin yok burada. Şairin ruhundan mısralara dökülen endişe var. Aynı zamanda var olana itiraz… Modern zamanlarda hayatımızın içinde ne varsa Gönüler’in şiirlerinde de onlar var. “Plaza Türküsü” adlı şiiri mesela… Yeni bir yaşam türünün mekânı, yeni insanlığın ikamet ettiği plazalar… Oralardaki yaşamları çok iyi gözlemlemiş şair ve çok da iyi yansıtmış mısralara.

Yağız Gönüler’in Minnet Eylemem adlı şiir kitabı önemli bir Anadolu âşığı Kul Nesimi’nin Minnet Eylemem türküsü eşliğinde okunmalı. Anadolu ruhunun devamlılığı… Kul Nesimi’nin 17. yüzyıldaki avazına Yağız Gönüler 21. yüzyılda karşılık veriyor.

Muaz Ergü
twitter.com/muazergu
*Bu yazı daha önce dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.

16. yüzyılın istihbarat dünyasına dair arşivlik bir çalışma

Türk tarihine "romantik dil" üzerinden bir bakış atacaksak, şüphe yok ki 16. yüzyıl diğer yüzyıllardan oldukça farklı bir yerde durmaktadır. İktisadî, siyasî, idarî, askerî, edebî; yani topyekûn bir medeniyet tasavvuruyla "muhteşem" olarak nitelendirilen bir yüzyıl... Saltanatın makamında II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim, Kanûnî Sultan Süleyman, II. Selim, III. Murad ve III. Mehmed gibi birbirine hem yakın hem uzak karakterlerin bulunmuş olması bile 16. yüzyılı ilginç kılmaya yetmiştir. Şiiriyle, mûsıkîsiyle, mimarîsiyle, toplumun değişen zevkleriyle; batı ve doğu ilişkileriyle oldukça zengin materyale ve inceleme alanlarına sahip bir Osmanlı'dan bahsetmek mümkün 16. yüzyıl boyunca.

Bu yüzyılda Osmanlı'nın batıyla ve doğuyla mücadele biçimlerinde bazı değişiklikler olmakla birlikte, bilgiye verilen önemin malumatın önüne geçtiği söylenebilir. Sınırları kimilerince haddinden fazla toprağı aşan, dolayısıyla tehlikenin de her an karşılaşılabilir olduğu bu zamanlarda istihbarat gelişmelerine dair tarihçilerimizin ortaya çok ciddi bir çalışma koymadığı malum. Oysa Feridun Emecen, henüz Bafeus Savaşı'nda (1302) ortaya çıkan bir "haber alma" misali verir: "Mouzolon kumandasındaki Bizans birliği Osman Bey’in faaliyetlerinden rahatsızlık duyan bölgedeki Bizans idarecilerine yardım etmek amacıyla Yalova tarafına geçtiğinde karşısında birden Osman Bey’in askerlerini bulmuştu. Bunun bir tesadüf olmadığında ve “haber alma” sistemiyle yahut istihbarat ağıyla alakalı olduğu konusunda şüphe etmemiz için bir sebep yoktur. Konar göçer dünyada hızlı hareket eden ve haber almak, toplamak üzere görevli olan habercilerin var olmasına da şaşırmamak gerekir. Bu durum onların “hayatta tutunmaları” açısından birinci derecede, belki de en başta gelen özelliğe işaret eder. Pastoral hayatın gerçekleriyle de örtüşür, böylesine bir ortamda “hayatta kalmak ve tutunmak” için temel bir ihtiyaç olarak görünür."

Emrah Safa Gürkan, istihbarat konusunda belki de en fazla materyal sağlayacak olan ama ne hikmetse hiçbir tarihçimizin "bulaşmayı" göze al(a)madığı 16. yüzyıl için kolları sıvamış, imrenerek bakılacak kaynakçasıyla ortaya çok önemli bir eser çıkarmış: Sultanın Casusları. 300 küsur sayfa, akademik bir çalışma olmasına rağmen okuyucuyu hiç yormuyor. Kronik Kitap'ın bir kez daha kapak tasarımından iç sayfalardaki görsel desteğine kadar arşivlik bir eser neşrettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Yeniçağda İstihbarat başlığıyla açılan Sultanın Casusları'nda önce okuyucuya Akdeniz coğrafyasında İslâm ve Hıristiyanlık arasında bir medeniyet çatışması olup olmadığı hem soruluyor hem anlatılıyor. Gürkan, kullandığı kaynakları anlattıktan sonra kitabını 6 bölüme ayırmış: 1) İki İmparatorluk, Bir Deniz:  Bahr-ı Sefid'de Osmanlı-Habsburg Mücadelesi. 2) Osmanlı Casusları ve İstihbarat Operasyonları. 3) Osmanlı İstihbaratının Kaynakları. 4) 16. Yüzyılda Osmanlı İstihbaratının Kurumsal Yapısı. 5) Osmanlı Karşı İstihbaratı (Kontrespiyonaj). 6) Hülasa.

Valladolid, Floransa, Ceneviz, Venedik, Madrid, Dubrovnik, Viyana, İstanbul arşivlerinden çok özel bilgilerin ve belgelerin bir araya geldiği Sultanın Casusları, magazinden uzak ama televizyona yahut beyazperdeye malzeme verebilecek birçok hikâye de anlatıyor. Languedoc'lu bir hokkabaz olan Baron  de la Fage, "tam bir baş belası" İspanyol Mehmed (Lope de Llanos), Messina'daki Osmanlı suikastçileri, Salerno'da Bursalı bir sipahi, Juan Pimentel ve Habsburg limanlarındaki Osmanlı işbirlikçileri, Kandiyeli Zorzi Cavala ve Gabriel Defrens bunlardan birkaçı. Tüccarların istihbarat konusunda nasıl kullanıldığını Gürkan şöyle yorumluyor: "Osmanlı Müslümanlarının ticareti Hıristiyanların eline bıraktığı şeklindeki yaygın kanaat, Avrupa söz konusu olduğunda dahi, yanlıştır. Her ne kadar Avrupalıların İslam toprakları üzerindeki ticari faaliyetleri kadar yoğun olmasa da, Venedik, Ankona ve Marsilya gibi Avrupa’nın belli başlı şehirlerinde Müslüman tüccarlar bulunmaktadır. Bunlara Osmanlı tebaası gayrımüslim tüccarları da eklersek, İstanbul’un elindeki bir başka haber kaynağının da tüccarlar olduğu anlaşılır. Örneğin, 1572 yılında Budin beylerbeyini Orta Avrupa’daki siyasi ve askeri gelişmelerden haberdar eden üç kaynaktan biri “rencber ta’ifesi” adıyla anılan tüccarlardır. Bazen bu tüccarların gemilerinde casus taşıdıkları bile olmaktadır. Mesela, hikâyesini İkinci Bölüm’de anlattığımız Osmanlı casusu Jeronimo Amiqui, Güney İtalya kıyılarını gezdikten sonra Ankona’da Muhammed adlı bir Türk ile buluşacak ve onun gemisiyle Avlonya’ya dönecektir."

Tüccarlardan daha verimli haber kaynağı olarak ise esirler ve köleler yer alır Osmanlı istihbaratında: "Hicri 979 (1571-1572) gibi kritik bir yılı kapsayan mühimme kayıtları, düşmanın elinden kurtulan esir ve kölelerin Hıristiyan donanmasının plan ve hazırlıkları hakkında güncel bilgi sağladıklarını bariz bir şekilde ortaya koymaktadır. Uluc Ali’nin adamlarından Yusuf esaretten kurtulup Trablusgarb’a gelince, efendisi olan bir kaptandan Hıristiyan donanması ile ilgili öğrendiklerini hemen beylerbeyine anlatacak, o da bu haberi İstanbul ile paylaşacaktı. Gene kaçıp gelen altı nefer esir ve Memi Şah adlı bir gemi odabaşısı Balkanlar’da serdar olarak bırakılan Vezir Hüseyin Paşa’ya Korfu’daki Venedik filosu hakkında güncel bilgiler vermiştir. İnebahtı hezimetinin ardından savunmasız kalan Osmanlı kıyılarında paniğin hakim olduğu günlerde, gene esirlikten “halâs” olan bir başkası düşman donanmasının Mora’ya saldırmayı planladığını vilayetin sancakbeyine bildirecekti."

Bu eserle birlikte, yazarının belirttiği gibi hâlâ Osmanlıların elde ettikleri bilgileri, istihbaratları ve malumatları nasıl kullandıkları, karar alma mekanizmasında bu 'türlü'nün nasıl raporlanarak analiz edildiği ve yönetimde ilgili tedbirleri geliştirdiği koca bir meçhul olarak duruyor. "Ne yazık ki elimizdeki belgeler buna izin vermemektedir" diyor Emrah Safa Gürkan ancak kitabı Sultanın Casusları, istihbarat mevzumuza meraklı olanlar için hem bir kılavuz hem de tarihçilere cesaret verebilecek bir rehber olarak raflarda yerini almış bulunuyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Yüzyıllar boyunca büyüyen, referans metin

Magna Carta Libertatum ya da Özgürlüklerin Büyük Sözleşmesi, Windsor yakınlarındaki Runnymede’de 15 Haziran 1215’te İngiltere Kralı Yurtsuz John ve onunla gergin ilişkiler içindeki baronlar tarafından imzalandı.

O gün orada bulunan hiç kimse, bu imzalanan metnin sonraki yüzyıllarda gittikçe büyüyen bir öneme sahip olabileceğini muhtemelen bir an bile düşünmemiştir. Zaten kilise haklarını güvence altına almak, meşru olmayan feodal vergilerin toplanmaması gibi vaatlerin üzerine kraliyet mührü basıldıktan hemen sonra tarafların sözleşmeye riayetsizliği ve patlak veren Birinci Baronlar Savaşı gibi gelişmeler, o günlerde, söz konusu belgeyi önemsizleştirmek için yeteri kadar sebepleri ortaya koyuyordu.

Ancak sevimsiz bir tiran olan Yurtsuz John’un 1216’daki ölümü, biraderi Aslan Yürekli Richard’dan borçlu devralıp daha da büyük bir borç içinde bıraktığı tahtın akıbetini zora soktu. John’un vârisi olarak taç giyen III. Henry başa geçerken aynı taahhütleri tekrarladı. Bu olaylar belgeyi diğer pek çok sözleşme gibi unutulmaya terk edecekken, tarihin eşik noktalarından birine dönüştüren yolu açtı. 13. yüzyılının Haçlı Seferleri yorgunu İngiliz kraliyetinin yerel ve günlük hayat sorunlarını çözmeye dönük vaatleri, zamanla bir zihniyet devriminin referansı oldu. Aslında keyfi idareye ve zorbalığa karşı yurttaşların hak ve özgürlüklerini dile getirmekte olan bu belge, “hukukun, kraldan daha üstün olduğu”nu ifade eden büyük bir anıt olarak yorumlandı. Her yeni monarkla tazelenen sözler, zamanla İngiltere’nin parlamentolarının temel prensiplerini belirledi. Habeas Corpus, birçok bakımdan, Assize of Clarendon ile beraber Magna Carta’nın dört yüzyıl sonraki görüntüsü, tadil edilmiş bir yansıması idi. 17. yüzyılda diğer tüm Hıristiyan ülkelerde neredeyse sorgusuz kabul gören “Kralın Kutsal Hakkı” teamülünü İngiltere’de tartışmaya açan referans da yüzlerce yıldır bir hukuk geleneği oluşturmuş olan Magna Carta’ydı. Görkemli Devrim’in (1688) de, kralın başını gövdesinden ayıran İngiliz aristokrasisinin iktidar ortaklığının da sebepleri arasında hukukun kraldan üstün olduğunu hatırlatan Magna Carta efsanesiydi…

Magna Carta, birkaç maddesi dışında neredeyse hiçbir şey söylemediği, hiçbir hak tanımadığı sıradan insanlar için bile mitolojik, ikonik bir değerler kümesi yarattı. En azından despotluğa, zalimliğe karşı savunulan temel değerler için bu böyleydi. Bu maddeler kabaca ifade edecek olursak miras bırakma hakkı, mülkiyet dokunulmazlığı ve güvenilir tanıklar olmadan adli muamele yapmama taahhüdüdür. “Bundan böyle” der taraflar,

herhangi bir Adliye Görevlisi güvenilir tanıklıklar sunmaksızın asılsız şikâyetlerine dayandırarak hiç kimse hakkında soruşturma açamaz. Özgür bir kimse, kendi zümresinin yasal kararı olmadan veya ülkenin ilgili yasalarına göre muhakeme edilmeden tutuklanamaz ya da hapse atılamaz; malına el konulamaz ya da yasal haklarından mahrum bırakılamaz; sürgün edilemez ya da herhangi bir şekilde zarara uğratılamaz (…) Hakkı ya da adaleti hiç kimseye satmayacağız, hiç kimseyi bundan mahrum etmeyeceğiz ya da bunu sağlamakta gecikmeyeceğiz." (Madde 38-40)

Tekrara belki lüzum vardır diyerek belirtelim; bu sözler 2015’lerin değil, 1215’lerin dünyasına aittir.

Aslında ağır bir Latinceyle ve tek parça halinde yazılmış olan Magna Carta sonraki zamanlarda 63 madde olarak düzenlenmiştir. 61. madde de bütün bu 63 içindeki en önemli beyan olarak kabul edilir. Zira kraliyetin keyfi idaresi, hükümetin iktidarını kötüye kullanımı ve askeri yahut hukuki herhangi bir kamu görevlisinin yapacağı hukuksuzluk, barış ve güvenliği bozacak herhangi eylem veya işlem karşısında kraliyet, tüm ülke halklarının temsilcileri olarak baronlara ve onların oluşturacağı Yirmi Beşler Meclisi’ne, kraliyet ailesi dahil haksızlığa, hukuksuzluğa yol açan herkesi yargılama ve hakça karşılığını verme imkânı tanımıştır.

Sözü Türkiye’ye bağlayarak toparlayalım: Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de anayasal gelişmelere dair bir milat olarak atıf yapılan Magna Carta’yı hemen hemen hiçbirimiz okumadık. Ankara Siyasal’dan Prof. Dr. Sina Akşin ve İstanbul Hukuk’tan Bülent Tanör’ün 1808’deki Sened-i İttifak’ın Türk anayasacılığına etkisini ortaya koymak adına yaptığı Magna Carta kıyaslamalarına rağmen, Özgürlükler Sözleşmesi’nin Türkçeleştirilmesine hiçbir dönemde nedense gerek duyulmadı. Ta ki Humanitas-Veritas çeviri dizisini yaklaşık on yıldır büyük bir sabır ve titizlikle sürdüren Prof. Dr. Çiğdem Dürüşken’in metni Türkçeye kazandırmasına kadar… Çiğdem Hanımın diğer birçok klasik metin gibi Latince orijinaliyle birlikte yayımladığı bu hacimce küçücük ama içerik itibarıyla abidevi büyüklükteki eser, Dürüşken’in genç meslektaşı Dr. Eyüp Çoraklı’nın da açıklayıcı notlarla zenginleştirdiği iyi bir editörlükten sonra Alfa Yayınları’nca okurların ilgisine sunulmuş bulunuyor.

Bu hâliyle Magna Carta çevirisi, Çiğdem Dürüşken’in iyi bir çerçeve oluşturan sunuş yazısıyla birlikte her nitelikli okurun kütüphanesinde yer almayı hak ettiği gibi, her Siyasal Bilgiler, her Hukuk öğrencisinin de okuması gereken bir referans metin. Sadece 2015’lerden 1215’lere değil, 1215’lerden de 2015’lere bakarak temel hak ve özgürlüklere, hukukun üstünlüğüne ve yöneten-yönetilen ilişkilerine dair çokça düşünmek için...

Hasan Aksakal
twitter.com/haksakal34
* Bu yazı daha evvel mesele121.org'da yayınlanmıştır.