Magna Carta Libertatum ya da Özgürlüklerin Büyük Sözleşmesi, Windsor yakınlarındaki Runnymede’de 15 Haziran 1215’te İngiltere Kralı Yurtsuz John ve onunla gergin ilişkiler içindeki baronlar tarafından imzalandı.
O gün orada bulunan hiç kimse, bu imzalanan metnin sonraki yüzyıllarda gittikçe büyüyen bir öneme sahip olabileceğini muhtemelen bir an bile düşünmemiştir. Zaten kilise haklarını güvence altına almak, meşru olmayan feodal vergilerin toplanmaması gibi vaatlerin üzerine kraliyet mührü basıldıktan hemen sonra tarafların sözleşmeye riayetsizliği ve patlak veren Birinci Baronlar Savaşı gibi gelişmeler, o günlerde, söz konusu belgeyi önemsizleştirmek için yeteri kadar sebepleri ortaya koyuyordu.
Ancak sevimsiz bir tiran olan Yurtsuz John’un 1216’daki ölümü, biraderi Aslan Yürekli Richard’dan borçlu devralıp daha da büyük bir borç içinde bıraktığı tahtın akıbetini zora soktu. John’un vârisi olarak taç giyen III. Henry başa geçerken aynı taahhütleri tekrarladı. Bu olaylar belgeyi diğer pek çok sözleşme gibi unutulmaya terk edecekken, tarihin eşik noktalarından birine dönüştüren yolu açtı. 13. yüzyılının Haçlı Seferleri yorgunu İngiliz kraliyetinin yerel ve günlük hayat sorunlarını çözmeye dönük vaatleri, zamanla bir zihniyet devriminin referansı oldu. Aslında keyfi idareye ve zorbalığa karşı yurttaşların hak ve özgürlüklerini dile getirmekte olan bu belge, “hukukun, kraldan daha üstün olduğu”nu ifade eden büyük bir anıt olarak yorumlandı. Her yeni monarkla tazelenen sözler, zamanla İngiltere’nin parlamentolarının temel prensiplerini belirledi. Habeas Corpus, birçok bakımdan, Assize of Clarendon ile beraber Magna Carta’nın dört yüzyıl sonraki görüntüsü, tadil edilmiş bir yansıması idi. 17. yüzyılda diğer tüm Hıristiyan ülkelerde neredeyse sorgusuz kabul gören “Kralın Kutsal Hakkı” teamülünü İngiltere’de tartışmaya açan referans da yüzlerce yıldır bir hukuk geleneği oluşturmuş olan Magna Carta’ydı. Görkemli Devrim’in (1688) de, kralın başını gövdesinden ayıran İngiliz aristokrasisinin iktidar ortaklığının da sebepleri arasında hukukun kraldan üstün olduğunu hatırlatan Magna Carta efsanesiydi…
Magna Carta, birkaç maddesi dışında neredeyse hiçbir şey söylemediği, hiçbir hak tanımadığı sıradan insanlar için bile mitolojik, ikonik bir değerler kümesi yarattı. En azından despotluğa, zalimliğe karşı savunulan temel değerler için bu böyleydi. Bu maddeler kabaca ifade edecek olursak miras bırakma hakkı, mülkiyet dokunulmazlığı ve güvenilir tanıklar olmadan adli muamele yapmama taahhüdüdür. “Bundan böyle” der taraflar,
“herhangi bir Adliye Görevlisi güvenilir tanıklıklar sunmaksızın asılsız şikâyetlerine dayandırarak hiç kimse hakkında soruşturma açamaz. Özgür bir kimse, kendi zümresinin yasal kararı olmadan veya ülkenin ilgili yasalarına göre muhakeme edilmeden tutuklanamaz ya da hapse atılamaz; malına el konulamaz ya da yasal haklarından mahrum bırakılamaz; sürgün edilemez ya da herhangi bir şekilde zarara uğratılamaz (…) Hakkı ya da adaleti hiç kimseye satmayacağız, hiç kimseyi bundan mahrum etmeyeceğiz ya da bunu sağlamakta gecikmeyeceğiz." (Madde 38-40)
Tekrara belki lüzum vardır diyerek belirtelim; bu sözler 2015’lerin değil, 1215’lerin dünyasına aittir.
Aslında ağır bir Latinceyle ve tek parça halinde yazılmış olan Magna Carta sonraki zamanlarda 63 madde olarak düzenlenmiştir. 61. madde de bütün bu 63 içindeki en önemli beyan olarak kabul edilir. Zira kraliyetin keyfi idaresi, hükümetin iktidarını kötüye kullanımı ve askeri yahut hukuki herhangi bir kamu görevlisinin yapacağı hukuksuzluk, barış ve güvenliği bozacak herhangi eylem veya işlem karşısında kraliyet, tüm ülke halklarının temsilcileri olarak baronlara ve onların oluşturacağı Yirmi Beşler Meclisi’ne, kraliyet ailesi dahil haksızlığa, hukuksuzluğa yol açan herkesi yargılama ve hakça karşılığını verme imkânı tanımıştır.
Sözü Türkiye’ye bağlayarak toparlayalım: Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de anayasal gelişmelere dair bir milat olarak atıf yapılan Magna Carta’yı hemen hemen hiçbirimiz okumadık. Ankara Siyasal’dan Prof. Dr. Sina Akşin ve İstanbul Hukuk’tan Bülent Tanör’ün 1808’deki Sened-i İttifak’ın Türk anayasacılığına etkisini ortaya koymak adına yaptığı Magna Carta kıyaslamalarına rağmen, Özgürlükler Sözleşmesi’nin Türkçeleştirilmesine hiçbir dönemde nedense gerek duyulmadı. Ta ki Humanitas-Veritas çeviri dizisini yaklaşık on yıldır büyük bir sabır ve titizlikle sürdüren Prof. Dr. Çiğdem Dürüşken’in metni Türkçeye kazandırmasına kadar… Çiğdem Hanımın diğer birçok klasik metin gibi Latince orijinaliyle birlikte yayımladığı bu hacimce küçücük ama içerik itibarıyla abidevi büyüklükteki eser, Dürüşken’in genç meslektaşı Dr. Eyüp Çoraklı’nın da açıklayıcı notlarla zenginleştirdiği iyi bir editörlükten sonra Alfa Yayınları’nca okurların ilgisine sunulmuş bulunuyor.
Bu hâliyle Magna Carta çevirisi, Çiğdem Dürüşken’in iyi bir çerçeve oluşturan sunuş yazısıyla birlikte her nitelikli okurun kütüphanesinde yer almayı hak ettiği gibi, her Siyasal Bilgiler, her Hukuk öğrencisinin de okuması gereken bir referans metin. Sadece 2015’lerden 1215’lere değil, 1215’lerden de 2015’lere bakarak temel hak ve özgürlüklere, hukukun üstünlüğüne ve yöneten-yönetilen ilişkilerine dair çokça düşünmek için...
Hasan Aksakal
twitter.com/haksakal34
* Bu yazı daha evvel mesele121.org'da yayınlanmıştır.
11 Mayıs 2017 Perşembe
8 Mayıs 2017 Pazartesi
Arsız baharları unutturan kuzineli kışlar
"İşini iyi yapan kendi şarkısını söyler."
- Mustafa Miyasoğlu
1980'li yıllarda doğan nesilden edebiyat meşgalesini ciddi bir dertmişcesine yüklenenler arasında, kelamını Hakk'tan ve hakikatten ayrı tutmayan, sivil bir direnişe sahip isimler var. Emre Miyasoğlu, sözüyle ve şiiriyle bu direnişin hakkını veren isimlerden biri. Olmaz Hayal (Hikâye, 2006) ve Yalnızlık Rüyâsı (Roman, 2006) dışında tercüme kitapları da var. Özellikle Mahatma Gandi'nin Otobiyografisi (2009) ve Müslümanların Rönesans'a Katkısı (2012) oldukça önemli eserler. Millî Gazete'de dış haberler editörlüğünü yürüten Miyasoğlu'nun Hece, Yedi İklim, Edebiyat Ortamı, Birnokta, Ay Vakti ve Temmuz dergilerinde şiirleri yayınlandı. Çeşitli okullarda ve kültür salonlarında mesele edindiği konuları paylaşmaya devam ediyor.
Mart 2017'de Temmuz Kitap tarafından neşredilen Bir Yetim Türküsü'nde 32 şiir var. Varlık Manifestosu, Naat ve Dinle Oğul isimli şiirlerle başlayan kitap; Darmadağın, Bayat Kentler ve Soğuk Şiir ile bitiyor. Şiirlerin isimlerinden ve sıralamalarından Miyasoğlu'nun oldukça titiz davrandığı anlaşılıyor. Tıpkı kitaba verdiği isim gibi, yol boyunca bir türkü tutturmuş şair. Türküsünde hem yetimliğini hem de ruhundaki içtenliği dışarıya taşırmak, yani anlatmak için taşıdığı yetinmezliği kuvvetli biçimde hissettiriyor. Özellikle bazı dizeleri, babası merhum Mustafa Miyasoğlu'nun yarım kalan dizelerini tamamlıyor gibi. Aslında buna tamamlamaktan çok, şerh etmek daha doğru olabilir. Misal, "Şiir bir şah at olmuş şair dilinde / savaş meydanlarında söz tufanı" der Mustafa Miyasoğlu. Oğlu ise şöyle demiş bir şiirinde: "Bana da söyleme derler, öleyim mi böyle / insana dil ne gerektir, hak söylemeyince."
Şairlerin röportajlarını okumayı çok severim. Sanki şiirlerini detaylandırır, daha bir anlam kazandırırlar soruları cevaplandırırken. Onların, yani gerçek şairlerin cevaplarında magazin yoktur. Doğrudan sorunları çözmeye, meseleleri göstermeye, dertlere derman sunmaya yani şifa olmaya çalışırlar. Okuduğum tüm şair röportajlarından mutlaka birer ikişer paragraf not alırım. Rahmetli Mustafa Miyasoğlu, bir röportajında "Bazı sanatçılar orijinal olayım derken marjinal duruma düşüyorlar. Bu türden yanlışlıklardan kurtulmak için bu toplumun sözcüsü olacak sanatçıların geçmişin kültür mirası üzerinde kafa yorması, kendine göre bir devlet ve medeniyet tasavvuru geliştirmesi gerektiği kanaatindeyim. Ben bunları denemelerimde ortaya koymaya, Bir Gönül Medeniyeti rüyasını ifade etmeye çalıştım." der. Bu sözlerin pratiğe geçmiş hâlini sık sık gördüm, okudum Emre Miyasoğlu şiirinde. "Herkes birbirinin baltası, gönüller yıkıyor / Hak'tan değil, yoktan yere tarih yazılıyor" diyor şair. Fikirsiz beyinlerin slogan kustuğu bir çağda, derdini hakça söyleyen şair sayısı gittikçe azalırken bu dizeler elbette umut oluyor.
Başta belirttiğim gibi biz, 80'lerin çocukları eskiyle yeninin arasında sıkışıp kalmamıza rağmen tavrımızı eskiden, yani güzelden yana koymuş bir garip insanlarız. Sayımız çok gibi gözükse de oldukça azınlığız. Belki de bunun bilinci bizi daha çok yazmaya götürüyor. Daha çok yazarak da daha fazla çalışmış oluyoruz. Emre Miyasoğlu birçok şiirinde farklı biçimler kullanarak 'çalışkan şair'liğini ortaya koyuyor. Bazen uzun dizeler yazıyor, bazen kısa dizelerine kafiyeler serpiştiriyor. Sade konuştuğu da oluyor, sesini yükselttiği de. Bu da okuyana, dalgalı şiirlerin farklılığını tattırıyor.
"Hâlâ âşık olabilenlere" derken şair, Manolyam şiirinde, "Güçlüyüm, ihtiyarların dilinde kalan türkünün / sılayı sızlatan sazın / şehirleri göğe taşıyan akın akın ruhların / ve antika bir gürzün anıları kadar / öyle kan revan..." dizeleriyle, gözlerimizle görebildiğimiz güç tutkusuna bir darbe vuruyor. Arsızlığın ve hırsın artık maharet sayıldığı şu günlerde, birçok dizesiyle eski şehirlerin ve sokakların türküsünü söylüyor:
"Etekleri beton tutmuş sahillerin
Sizdiniz sessiz sakini
Delik deşik gökleri siz beklerdiniz."
"Toplar sekiyor araba camlarında, demir perdeler çınlıyor
Anne sesi, yarım ekmek, balkon ve sepet...
Ellerim kirli, ellerim boş."
"Müsait aralıklarda yaşamak dediğiniz uymuyor bana
Gelmeyin ne olur şu temiz pınarların başına
Bırakın seyredeyim güzel ölümlerde
Ucunu kıvırmayın yalnız yolculuklarımın."
Emre Miyasoğlu, şiirleriyle gönül kapısını ardına kadar açmış, kendisini anlayacak, böylece hayatı anlamlandıracak gönülleri bekliyor. Şiir kapısıdır bu. Esas duruşların, kravatların, pantolonların, kartvizitlerin ve makam arabalarının geçersiz olduğu bir kapı. Bu kapıda yalnız sivil sözün kıymeti, kalıcılığı var. Kitaptan, kendime en yakın bulduğum dizelerle bu yazımı nihayete erdiriyor, şairi gönülden tebrik ediyorum.
"Arsız baharlar kiminse kimin, ben kuzineli kışlar alırım
Soğuk gülüşler yerine içli mi içli bir nakış
Eskiler alırım bayım, eskici geldi hanım."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Mustafa Miyasoğlu
1980'li yıllarda doğan nesilden edebiyat meşgalesini ciddi bir dertmişcesine yüklenenler arasında, kelamını Hakk'tan ve hakikatten ayrı tutmayan, sivil bir direnişe sahip isimler var. Emre Miyasoğlu, sözüyle ve şiiriyle bu direnişin hakkını veren isimlerden biri. Olmaz Hayal (Hikâye, 2006) ve Yalnızlık Rüyâsı (Roman, 2006) dışında tercüme kitapları da var. Özellikle Mahatma Gandi'nin Otobiyografisi (2009) ve Müslümanların Rönesans'a Katkısı (2012) oldukça önemli eserler. Millî Gazete'de dış haberler editörlüğünü yürüten Miyasoğlu'nun Hece, Yedi İklim, Edebiyat Ortamı, Birnokta, Ay Vakti ve Temmuz dergilerinde şiirleri yayınlandı. Çeşitli okullarda ve kültür salonlarında mesele edindiği konuları paylaşmaya devam ediyor.
Mart 2017'de Temmuz Kitap tarafından neşredilen Bir Yetim Türküsü'nde 32 şiir var. Varlık Manifestosu, Naat ve Dinle Oğul isimli şiirlerle başlayan kitap; Darmadağın, Bayat Kentler ve Soğuk Şiir ile bitiyor. Şiirlerin isimlerinden ve sıralamalarından Miyasoğlu'nun oldukça titiz davrandığı anlaşılıyor. Tıpkı kitaba verdiği isim gibi, yol boyunca bir türkü tutturmuş şair. Türküsünde hem yetimliğini hem de ruhundaki içtenliği dışarıya taşırmak, yani anlatmak için taşıdığı yetinmezliği kuvvetli biçimde hissettiriyor. Özellikle bazı dizeleri, babası merhum Mustafa Miyasoğlu'nun yarım kalan dizelerini tamamlıyor gibi. Aslında buna tamamlamaktan çok, şerh etmek daha doğru olabilir. Misal, "Şiir bir şah at olmuş şair dilinde / savaş meydanlarında söz tufanı" der Mustafa Miyasoğlu. Oğlu ise şöyle demiş bir şiirinde: "Bana da söyleme derler, öleyim mi böyle / insana dil ne gerektir, hak söylemeyince."
Şairlerin röportajlarını okumayı çok severim. Sanki şiirlerini detaylandırır, daha bir anlam kazandırırlar soruları cevaplandırırken. Onların, yani gerçek şairlerin cevaplarında magazin yoktur. Doğrudan sorunları çözmeye, meseleleri göstermeye, dertlere derman sunmaya yani şifa olmaya çalışırlar. Okuduğum tüm şair röportajlarından mutlaka birer ikişer paragraf not alırım. Rahmetli Mustafa Miyasoğlu, bir röportajında "Bazı sanatçılar orijinal olayım derken marjinal duruma düşüyorlar. Bu türden yanlışlıklardan kurtulmak için bu toplumun sözcüsü olacak sanatçıların geçmişin kültür mirası üzerinde kafa yorması, kendine göre bir devlet ve medeniyet tasavvuru geliştirmesi gerektiği kanaatindeyim. Ben bunları denemelerimde ortaya koymaya, Bir Gönül Medeniyeti rüyasını ifade etmeye çalıştım." der. Bu sözlerin pratiğe geçmiş hâlini sık sık gördüm, okudum Emre Miyasoğlu şiirinde. "Herkes birbirinin baltası, gönüller yıkıyor / Hak'tan değil, yoktan yere tarih yazılıyor" diyor şair. Fikirsiz beyinlerin slogan kustuğu bir çağda, derdini hakça söyleyen şair sayısı gittikçe azalırken bu dizeler elbette umut oluyor.
Başta belirttiğim gibi biz, 80'lerin çocukları eskiyle yeninin arasında sıkışıp kalmamıza rağmen tavrımızı eskiden, yani güzelden yana koymuş bir garip insanlarız. Sayımız çok gibi gözükse de oldukça azınlığız. Belki de bunun bilinci bizi daha çok yazmaya götürüyor. Daha çok yazarak da daha fazla çalışmış oluyoruz. Emre Miyasoğlu birçok şiirinde farklı biçimler kullanarak 'çalışkan şair'liğini ortaya koyuyor. Bazen uzun dizeler yazıyor, bazen kısa dizelerine kafiyeler serpiştiriyor. Sade konuştuğu da oluyor, sesini yükselttiği de. Bu da okuyana, dalgalı şiirlerin farklılığını tattırıyor.
"Hâlâ âşık olabilenlere" derken şair, Manolyam şiirinde, "Güçlüyüm, ihtiyarların dilinde kalan türkünün / sılayı sızlatan sazın / şehirleri göğe taşıyan akın akın ruhların / ve antika bir gürzün anıları kadar / öyle kan revan..." dizeleriyle, gözlerimizle görebildiğimiz güç tutkusuna bir darbe vuruyor. Arsızlığın ve hırsın artık maharet sayıldığı şu günlerde, birçok dizesiyle eski şehirlerin ve sokakların türküsünü söylüyor:
"Etekleri beton tutmuş sahillerin
Sizdiniz sessiz sakini
Delik deşik gökleri siz beklerdiniz."
"Toplar sekiyor araba camlarında, demir perdeler çınlıyor
Anne sesi, yarım ekmek, balkon ve sepet...
Ellerim kirli, ellerim boş."
"Müsait aralıklarda yaşamak dediğiniz uymuyor bana
Gelmeyin ne olur şu temiz pınarların başına
Bırakın seyredeyim güzel ölümlerde
Ucunu kıvırmayın yalnız yolculuklarımın."
Emre Miyasoğlu, şiirleriyle gönül kapısını ardına kadar açmış, kendisini anlayacak, böylece hayatı anlamlandıracak gönülleri bekliyor. Şiir kapısıdır bu. Esas duruşların, kravatların, pantolonların, kartvizitlerin ve makam arabalarının geçersiz olduğu bir kapı. Bu kapıda yalnız sivil sözün kıymeti, kalıcılığı var. Kitaptan, kendime en yakın bulduğum dizelerle bu yazımı nihayete erdiriyor, şairi gönülden tebrik ediyorum.
"Arsız baharlar kiminse kimin, ben kuzineli kışlar alırım
Soğuk gülüşler yerine içli mi içli bir nakış
Eskiler alırım bayım, eskici geldi hanım."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
4 Mayıs 2017 Perşembe
Bir futbol kitabından çok daha gollüsü
"Savaştan sonra ülkeyi toparlayan odur. Altmışlı yılları gerçekten anlayan tek kişi Cruyff'tu."
- Louis van Gaal
"Tarzınız yüzünden takdir görmek kadar güzel bir ödül yoktur."
- Johan Cruyff
Biz 'gökdelen çalışanları'nı bu ruhsuz ve çetrefilli yaşamın kendine has dünyasından kurtaran yegane tutku; futbol. Yer bulup da kahvaltı etmek için kurulduğunuz masada dijital dünyanın yenilikleri ve kuaför ücretleri arasından sizi kurtaracak bir futbol tutkunu bulursanız çok şanslısınız... 4 Mayıs 2017 sabahı, yaş ortalaması olağanüstü derecede küçük olan Ajax'ın Lyon'u 4-1'lik skorla nasıl ezdiği üzerine konuşurken, Hollanda futbolundaki altyapı, vizyon ve planlama meselelerine değinmemek olmazdı.
İster 70'lerde, ister 80'lerde, ister 90'larda doğmuş olun; bir Hollandalı futbolcu muhakkak kalbinizde diğerlerinden daha fazla yer kaplamıştır. Gözlüklü olduğum için mi bilmiyorum; Edgar Davids'le başlamıştı portakalların futboluna olan merakım. Daha sonra Milan, Barcelona, Arsenal gibi takımlarda yer alan Hollandalı oyuncuklarla derinleşmişti. Şimdilerde ülkemizde ne yapacağı belli olmayan üç topçu saymaya kalksam, üçü de Hollandalı mesela: Wesley Sneijder, Ryan Babel, Robin van Persie. Sahi neydi Hollandalıları ve onların futbolunu bu kadar sıra dışı yapan şey(ler)?
Total futbol ruhuyla, bölümlerin sıralı değil forma gibi düşünerek numaralandırıldığı acayip bir kitap: Harika Portakal. Mesela kitabın 97. sayfasında başlayan Demokrasi bölümüne 1 numara verilmiş. Ondan önceki Kavisler bölümünün numarası 10. Bir Aspirin Al bölümüne 9 numara uygun görülmüş. 6 üzerinden 5 verilen bölümün adı aslında içeriği bağırıyor: Frank, Patrick, Frank, Jaap, Patrick, Paul...
İthaki Yayınları'nın Futbol Kültürü kitapları arasında çıkan Harika Portakal: Hollanda Futbolunun Nevrotik Dehası, bir David Winner eseri. Yazar, nezaketi bol bir abi olsa gerek ki Türkçe baskı için özel bir önsöz yazmış. Uğur Vardan'ın sunuş yazısı da bu turuncu kitabı daha sevimli yapmış. 320 sayfa boyunca tüm entelektüel altyapısı, estetik tarafı ve özgünlüğüyle, Hollanda futbolu avucunuzda. İster baştan başlayıp okuyun, ister rastgele. Neticede futbol da öyledir, her şey ansızın gelir.
1960'larda Hollanda'da Provo adıyla yeni bir hareket ortaya çıkar. Sistemden rahatsızlık duyan birkaç hippi, mizah dolu çalışmalarla uyuduğunu söyledikleri toplumlarını uyandırmaya çalıştılar. Kendilerini "kapitalizme, komünizme, faşizme, bürokrasiye, militarizme, profesyonelliğe, dogmacılığa ve otoriteye karşı" olarak nitelendiren Provoların yapmaya çalıştığı -belki de yaptığı- bu kültürel devrim, futbola da yansıdı. Karel Gabrel anlatıyor: "Cruyff bizler için, John Lennon İngiltere'de nasılsa öyle bir örnekti. Bizim neslimize özgü bir mantıkla konuşuyordu. Çok para kazanabileceğinin, fakat aynı zamanda kariyerinin de sona erebileceğinin farkındaydı. İnsanların para vererek izlemek isteyeceği ve mütemadiyen tartışmayı sevdiği birçok yeteneği olduğunu biliyordu. Şöyle meşhur sözleri vardı: Kariyerim sona erdiğinde fırıncıya gidip merhaba, ben Johan Cruyff, bana ekmek versene, diyemem!.. Cruyff her türlü kavgayı veriyordu çünkü bütün bir neslin sorduğu soruyu sormaya başlamıştı: Bu düzen neden böyle?"
David Winner, uzun süren ve oldukça keyifli sayfalar boyunca bir kültürel devrimle futbol devrimi arasında bağlantı var mı yok mu sorgulamış. Aynı yerde ve zamanda gerçekleşmesi dışında hiçbir bağlantısı olmayan bu devrimlerarası iletişim için Hollanda balesinden Rudi van Dantzig, herkesten farklı olarak şu yorumu yapmış: "Altmışlardan önce insanlar tiyatroyla, müzikle, edebiyatla ilgilenirdi ama dansla ilgilenmezdi. Sonra birden bedensel ustalık gerektiren sanatlara karşı yoğun bir ilgi baş gösterdi: Futbola ve baleye. Salonlar bir anda dolup taşar oldu ve dansa müthiş meraklı bir takipçi kitlesi ortaya çıktı. Genç nesil artık kasavetli bir toplum istemiyordu. Deli dolu bir yaşam sürmeye yönelik bu patlamayı hissedebiliyordunuz. Yeni dünyaya ayak uydurmaya, eski kısıtlamalardan kurtulmaya yönelik arzuyu..."
Anlaşıldığı kadarıyla Johan Cruyff, futbolun sanatsal yönlerini keşfetmiş ve bu keşfini de herkese göstermek istemiş, göstermiş de. Diğerlerinin aksine ve yazarın deyimiyle baby boom jenerasyonuna üye olmasına rağmen saç uzatarak, pop dinleyerek ve çok fazla içki içerek düzene başkaldırmaktan çok uzakmış. Ailesine düşkün ve dindarmış. Yani eğlencesine değil, düzeni gerçekten eleştiren ve ciddi bir değişimin destekçisi olan Provoların başında geliyormuş Cruyff. Bir örnek: KNVB (Koninklijke Nederlandse Voetbalbond, Kraliyet Hollanda Futbol Federasyonu) ile Adidas'ın yaptığı anlaşmaya göre, Hollanda milli takımı futbolcuları sadece Adidas'ın verdiği kramponları giyebilirken, Cruyff bu anlaşmayı hiçe sayarak Puma kramponlarıyla sahaya çıkmış. Hatta 1974 Dünya Kupası'nda Adidas'ın o dönemin klişesi üç çizgili formaları yerine iki çizgisi olan bir forma giyip sahaya çıkmış. Kimse de bir şey diyememiş, yapamamış. Sebebi belli. Hollanda'nın sahadaki en önemli sanatçıymış Cruyff ve uzun yıllara damgasını vurmuş, nice gence örnek teşkil etmiş. Louis van Gaal, onun hakkında şöyle demiş: "Hollandalılar sistemle bireysel yaratıcılığı harmanlayabildikleri anda en üst seviyeye çıkar. Johan Cruyff ise bunun baş temsilcisidir. Savaştan sonra bu ülkeyi toparlayan odur. Bence altmışlı yılları gerçekten anlayan tek kişi Cruyff'tu."
1174 tarihinde Papa III. Alexander tarafından aziz ilan edilen, Fransız başkeşiş Clairvauxlu Bernard, "Tanrı nedir? Tanrı uzunluktur, yüksekliktir, genişliktir, derinliktir" demiş. David Winner, Hollanda futbolunun en belirleyici unsurunun alan kavramı olduğunu belirtiyor. "Hiçbir takım futbolunu Hollandalılar gibi soyut, mimari ve ölçülü bir üslupla tahayyül etmemiş veya yapılandırmamıştır" derken aslında 19. yüzyılın Amsterdamlı inşaat mühendisi Cornelis Lely ile Rinus Michels'li ve Johan Cruyff'lu Hollanda futbolunun atılımını vurguluyor. Lely nasıl denizden olağanüstü boyutta toprak kazma sistemini meydana getirdiyse, Michels-Cruyff ikilisi de futbol sahasını enine-boyuna kullanma noktasında harikalar yaratmıştı. Ne alaka demeyin. İngiliz antropolog Mark Turin, Britanya ile Hollanda'yı havadan görüntülerle karşılaştırmış ve Hollanda'yı "şekillerin mozaik gibi dizildiği, parçaların birbirine muntazam bir şekilde geçtiği bir düzen ve sükûn, akıl ve muhakeme âlemi" olarak yorumlamıştır. Hollanda'da yolların, arazi ve çiftlik içlerinden geçmediğini, toprağın denize karşı biteviye bir mücadele verdiğini, "düzene ve zapturapta dayalı Protestan ahlâkıyla bir şekilde iç içe geçmiş bir çukuristan (nether-land)" olarak değerlendirmiştir. Akıllıca tasarımların, pratik çözümlerin ve sahiden insanın zamanına değer katan planlamaların güçlendiği Hollanda toplumunda, tüm bu anlatılardan Dennis Bergkamp'ı ne kadar uzak tutabiliriz? Cruyff'un pas mucizesinin belki de son temsilcilerinden biri olan Bergkamp'ın Anelka'ya oynadığı yılları hatırlatıyor Winner. Gözünüzde canlandırın: Orta sahasının biraz gerisinden, rakip yarı alanın çapraz köşesine doğru falsolu atılan bir Bergkamp pası, olduğu yerden şimşek gibi 'çıkan' Anelka. Evet, pas ve gol. İşte Hollanda'nın toprak sistemi zihninin yeşil sahaya yansıyan bilinci. Düşünce dünyanızı neler zenginleştiriyorsa yalnız sahada değil, bal mumu heykeli inşa ederken de orkestra şefliği yaparken de aynı zenginliği gösterirseniz. Bergkamp da tıpkı Cruyff gibi sanatçıydı. Bana inanmıyorsanız eski matematikçi, Amsterdam Üniversitesi Sanat Tarihi Enstitüsü'nden Dr. Rob Ruurs'u dinleyin: "Meslektaşlarımın çoğu arasında Dennis Bergkamp gibi birinin kesinlikle büyük bir sanatçı olduğuna dair bir kanaat var. Bu durum Bergkamp'ın alanı kullanış biçiminden kaynaklanıyor."
İçinde Van Hanegem'den Marco van Basten'e, Ruud Gullit'ten Johan Neeskens'e, Frank Rijkaard'dan Jaap Stam'a, Ronald Koeman'dan Frank de Boer'a, Edwin van der Sar'dan Ruud van Nistelrooy'a mucizevi, entelektüel, sanatsal bir futbol tarihinden bahsediyoruz. İçinde sadece futbol olmaması kadar doğal bir şey yok bu kitabın. Dolayısıyla Ajax ve Feyenoord tribünlerine yansıyan İsrail-Filistin meselesi de var metinler arasında, sömürge ülkesi olup Hollanda futboluna nice yıldızlar kazandırmış Surinam da var, II. Dünya Savaşı da, Kennedy'nin ölümü de... Kanaatimce, kitabın sadece %20'si doğrudan futbol. Geri kalanı o kadar lezzetli alıntılarla, hatıralarla ve bilgilerle dolu ki roman, şiir yahut bir tarih kitabı ancak bu kadar keyifle okunabilirdi diyorum. İthaki Yayınları'na, azılı bir futbol tutkunu olarak bu kitabı dilimize kazandırdıkları için hususi teşekkür ediyorum.
"1975 yılının sıcak bir yaz gününde Wim van Hanegem'e sevgili Feyenoord'undan ayrılıp yüksek bir ücret karşılığında Fransız kulübü Marsilya'ya geçmesi için teklifte bulundu. Van Hanegem ne yapacağını bilemiyordu, bu yüzden karısı Truus'la, en iyi arkadaşı (ve eski orta saha oyuncusu) Wim Jansen'le ve Jansen'in karısıyla konuşmak için Zeeland'daki bir adaya gitti. Dörtlü piknik malzemelerini alıp sahile gitti ve dört saat boyunca konuyu enine boyuna tartıştı. Sonunda Van Hanegem oylama teklif etti: İki kişi gitmesi, iki kişi kalması için oy kullandı. Bu yüzden Van Hanegem köpeğine döndü: "Karar veremiyoruz. İş sana kaldı. Marsilya'ya gitmek istiyorsan havla." Köpek ve Van Hanegem birkaç dakika birbirine baktı. Köpek hareket etmedi. "Tamam," dedi Wim, "gitmek istemiyor. Kalıyoruz."
Harika Portakal'ın Demokrasi adlı bölümün tamamıydı okuduğunuz. Bir paragraf, bir bölüm ve oldukça güzel, yeterli bir anekdot...
Bu kitabın bir futbol kitabından çok daha fazlası olduğunu düşünüyorum. Okuyucuda bir süre sonra "unutulmaz bir derbiyi yeniden izleme" heyecanı uyandırıp, kendini yeniden okutabileceğine inanıyorum. Yeniden ayağa kaldıracağını ve yaşam için yeni mücadele cepheleri açacağını. Çünkü total futbolun mucidi Rinus Michels haklı: Futbol savaştır.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Louis van Gaal
"Tarzınız yüzünden takdir görmek kadar güzel bir ödül yoktur."
- Johan Cruyff
Biz 'gökdelen çalışanları'nı bu ruhsuz ve çetrefilli yaşamın kendine has dünyasından kurtaran yegane tutku; futbol. Yer bulup da kahvaltı etmek için kurulduğunuz masada dijital dünyanın yenilikleri ve kuaför ücretleri arasından sizi kurtaracak bir futbol tutkunu bulursanız çok şanslısınız... 4 Mayıs 2017 sabahı, yaş ortalaması olağanüstü derecede küçük olan Ajax'ın Lyon'u 4-1'lik skorla nasıl ezdiği üzerine konuşurken, Hollanda futbolundaki altyapı, vizyon ve planlama meselelerine değinmemek olmazdı.
İster 70'lerde, ister 80'lerde, ister 90'larda doğmuş olun; bir Hollandalı futbolcu muhakkak kalbinizde diğerlerinden daha fazla yer kaplamıştır. Gözlüklü olduğum için mi bilmiyorum; Edgar Davids'le başlamıştı portakalların futboluna olan merakım. Daha sonra Milan, Barcelona, Arsenal gibi takımlarda yer alan Hollandalı oyuncuklarla derinleşmişti. Şimdilerde ülkemizde ne yapacağı belli olmayan üç topçu saymaya kalksam, üçü de Hollandalı mesela: Wesley Sneijder, Ryan Babel, Robin van Persie. Sahi neydi Hollandalıları ve onların futbolunu bu kadar sıra dışı yapan şey(ler)?
Total futbol ruhuyla, bölümlerin sıralı değil forma gibi düşünerek numaralandırıldığı acayip bir kitap: Harika Portakal. Mesela kitabın 97. sayfasında başlayan Demokrasi bölümüne 1 numara verilmiş. Ondan önceki Kavisler bölümünün numarası 10. Bir Aspirin Al bölümüne 9 numara uygun görülmüş. 6 üzerinden 5 verilen bölümün adı aslında içeriği bağırıyor: Frank, Patrick, Frank, Jaap, Patrick, Paul...
İthaki Yayınları'nın Futbol Kültürü kitapları arasında çıkan Harika Portakal: Hollanda Futbolunun Nevrotik Dehası, bir David Winner eseri. Yazar, nezaketi bol bir abi olsa gerek ki Türkçe baskı için özel bir önsöz yazmış. Uğur Vardan'ın sunuş yazısı da bu turuncu kitabı daha sevimli yapmış. 320 sayfa boyunca tüm entelektüel altyapısı, estetik tarafı ve özgünlüğüyle, Hollanda futbolu avucunuzda. İster baştan başlayıp okuyun, ister rastgele. Neticede futbol da öyledir, her şey ansızın gelir.
1960'larda Hollanda'da Provo adıyla yeni bir hareket ortaya çıkar. Sistemden rahatsızlık duyan birkaç hippi, mizah dolu çalışmalarla uyuduğunu söyledikleri toplumlarını uyandırmaya çalıştılar. Kendilerini "kapitalizme, komünizme, faşizme, bürokrasiye, militarizme, profesyonelliğe, dogmacılığa ve otoriteye karşı" olarak nitelendiren Provoların yapmaya çalıştığı -belki de yaptığı- bu kültürel devrim, futbola da yansıdı. Karel Gabrel anlatıyor: "Cruyff bizler için, John Lennon İngiltere'de nasılsa öyle bir örnekti. Bizim neslimize özgü bir mantıkla konuşuyordu. Çok para kazanabileceğinin, fakat aynı zamanda kariyerinin de sona erebileceğinin farkındaydı. İnsanların para vererek izlemek isteyeceği ve mütemadiyen tartışmayı sevdiği birçok yeteneği olduğunu biliyordu. Şöyle meşhur sözleri vardı: Kariyerim sona erdiğinde fırıncıya gidip merhaba, ben Johan Cruyff, bana ekmek versene, diyemem!.. Cruyff her türlü kavgayı veriyordu çünkü bütün bir neslin sorduğu soruyu sormaya başlamıştı: Bu düzen neden böyle?"
David Winner, uzun süren ve oldukça keyifli sayfalar boyunca bir kültürel devrimle futbol devrimi arasında bağlantı var mı yok mu sorgulamış. Aynı yerde ve zamanda gerçekleşmesi dışında hiçbir bağlantısı olmayan bu devrimlerarası iletişim için Hollanda balesinden Rudi van Dantzig, herkesten farklı olarak şu yorumu yapmış: "Altmışlardan önce insanlar tiyatroyla, müzikle, edebiyatla ilgilenirdi ama dansla ilgilenmezdi. Sonra birden bedensel ustalık gerektiren sanatlara karşı yoğun bir ilgi baş gösterdi: Futbola ve baleye. Salonlar bir anda dolup taşar oldu ve dansa müthiş meraklı bir takipçi kitlesi ortaya çıktı. Genç nesil artık kasavetli bir toplum istemiyordu. Deli dolu bir yaşam sürmeye yönelik bu patlamayı hissedebiliyordunuz. Yeni dünyaya ayak uydurmaya, eski kısıtlamalardan kurtulmaya yönelik arzuyu..."
Anlaşıldığı kadarıyla Johan Cruyff, futbolun sanatsal yönlerini keşfetmiş ve bu keşfini de herkese göstermek istemiş, göstermiş de. Diğerlerinin aksine ve yazarın deyimiyle baby boom jenerasyonuna üye olmasına rağmen saç uzatarak, pop dinleyerek ve çok fazla içki içerek düzene başkaldırmaktan çok uzakmış. Ailesine düşkün ve dindarmış. Yani eğlencesine değil, düzeni gerçekten eleştiren ve ciddi bir değişimin destekçisi olan Provoların başında geliyormuş Cruyff. Bir örnek: KNVB (Koninklijke Nederlandse Voetbalbond, Kraliyet Hollanda Futbol Federasyonu) ile Adidas'ın yaptığı anlaşmaya göre, Hollanda milli takımı futbolcuları sadece Adidas'ın verdiği kramponları giyebilirken, Cruyff bu anlaşmayı hiçe sayarak Puma kramponlarıyla sahaya çıkmış. Hatta 1974 Dünya Kupası'nda Adidas'ın o dönemin klişesi üç çizgili formaları yerine iki çizgisi olan bir forma giyip sahaya çıkmış. Kimse de bir şey diyememiş, yapamamış. Sebebi belli. Hollanda'nın sahadaki en önemli sanatçıymış Cruyff ve uzun yıllara damgasını vurmuş, nice gence örnek teşkil etmiş. Louis van Gaal, onun hakkında şöyle demiş: "Hollandalılar sistemle bireysel yaratıcılığı harmanlayabildikleri anda en üst seviyeye çıkar. Johan Cruyff ise bunun baş temsilcisidir. Savaştan sonra bu ülkeyi toparlayan odur. Bence altmışlı yılları gerçekten anlayan tek kişi Cruyff'tu."
1174 tarihinde Papa III. Alexander tarafından aziz ilan edilen, Fransız başkeşiş Clairvauxlu Bernard, "Tanrı nedir? Tanrı uzunluktur, yüksekliktir, genişliktir, derinliktir" demiş. David Winner, Hollanda futbolunun en belirleyici unsurunun alan kavramı olduğunu belirtiyor. "Hiçbir takım futbolunu Hollandalılar gibi soyut, mimari ve ölçülü bir üslupla tahayyül etmemiş veya yapılandırmamıştır" derken aslında 19. yüzyılın Amsterdamlı inşaat mühendisi Cornelis Lely ile Rinus Michels'li ve Johan Cruyff'lu Hollanda futbolunun atılımını vurguluyor. Lely nasıl denizden olağanüstü boyutta toprak kazma sistemini meydana getirdiyse, Michels-Cruyff ikilisi de futbol sahasını enine-boyuna kullanma noktasında harikalar yaratmıştı. Ne alaka demeyin. İngiliz antropolog Mark Turin, Britanya ile Hollanda'yı havadan görüntülerle karşılaştırmış ve Hollanda'yı "şekillerin mozaik gibi dizildiği, parçaların birbirine muntazam bir şekilde geçtiği bir düzen ve sükûn, akıl ve muhakeme âlemi" olarak yorumlamıştır. Hollanda'da yolların, arazi ve çiftlik içlerinden geçmediğini, toprağın denize karşı biteviye bir mücadele verdiğini, "düzene ve zapturapta dayalı Protestan ahlâkıyla bir şekilde iç içe geçmiş bir çukuristan (nether-land)" olarak değerlendirmiştir. Akıllıca tasarımların, pratik çözümlerin ve sahiden insanın zamanına değer katan planlamaların güçlendiği Hollanda toplumunda, tüm bu anlatılardan Dennis Bergkamp'ı ne kadar uzak tutabiliriz? Cruyff'un pas mucizesinin belki de son temsilcilerinden biri olan Bergkamp'ın Anelka'ya oynadığı yılları hatırlatıyor Winner. Gözünüzde canlandırın: Orta sahasının biraz gerisinden, rakip yarı alanın çapraz köşesine doğru falsolu atılan bir Bergkamp pası, olduğu yerden şimşek gibi 'çıkan' Anelka. Evet, pas ve gol. İşte Hollanda'nın toprak sistemi zihninin yeşil sahaya yansıyan bilinci. Düşünce dünyanızı neler zenginleştiriyorsa yalnız sahada değil, bal mumu heykeli inşa ederken de orkestra şefliği yaparken de aynı zenginliği gösterirseniz. Bergkamp da tıpkı Cruyff gibi sanatçıydı. Bana inanmıyorsanız eski matematikçi, Amsterdam Üniversitesi Sanat Tarihi Enstitüsü'nden Dr. Rob Ruurs'u dinleyin: "Meslektaşlarımın çoğu arasında Dennis Bergkamp gibi birinin kesinlikle büyük bir sanatçı olduğuna dair bir kanaat var. Bu durum Bergkamp'ın alanı kullanış biçiminden kaynaklanıyor."
İçinde Van Hanegem'den Marco van Basten'e, Ruud Gullit'ten Johan Neeskens'e, Frank Rijkaard'dan Jaap Stam'a, Ronald Koeman'dan Frank de Boer'a, Edwin van der Sar'dan Ruud van Nistelrooy'a mucizevi, entelektüel, sanatsal bir futbol tarihinden bahsediyoruz. İçinde sadece futbol olmaması kadar doğal bir şey yok bu kitabın. Dolayısıyla Ajax ve Feyenoord tribünlerine yansıyan İsrail-Filistin meselesi de var metinler arasında, sömürge ülkesi olup Hollanda futboluna nice yıldızlar kazandırmış Surinam da var, II. Dünya Savaşı da, Kennedy'nin ölümü de... Kanaatimce, kitabın sadece %20'si doğrudan futbol. Geri kalanı o kadar lezzetli alıntılarla, hatıralarla ve bilgilerle dolu ki roman, şiir yahut bir tarih kitabı ancak bu kadar keyifle okunabilirdi diyorum. İthaki Yayınları'na, azılı bir futbol tutkunu olarak bu kitabı dilimize kazandırdıkları için hususi teşekkür ediyorum.
"1975 yılının sıcak bir yaz gününde Wim van Hanegem'e sevgili Feyenoord'undan ayrılıp yüksek bir ücret karşılığında Fransız kulübü Marsilya'ya geçmesi için teklifte bulundu. Van Hanegem ne yapacağını bilemiyordu, bu yüzden karısı Truus'la, en iyi arkadaşı (ve eski orta saha oyuncusu) Wim Jansen'le ve Jansen'in karısıyla konuşmak için Zeeland'daki bir adaya gitti. Dörtlü piknik malzemelerini alıp sahile gitti ve dört saat boyunca konuyu enine boyuna tartıştı. Sonunda Van Hanegem oylama teklif etti: İki kişi gitmesi, iki kişi kalması için oy kullandı. Bu yüzden Van Hanegem köpeğine döndü: "Karar veremiyoruz. İş sana kaldı. Marsilya'ya gitmek istiyorsan havla." Köpek ve Van Hanegem birkaç dakika birbirine baktı. Köpek hareket etmedi. "Tamam," dedi Wim, "gitmek istemiyor. Kalıyoruz."
Harika Portakal'ın Demokrasi adlı bölümün tamamıydı okuduğunuz. Bir paragraf, bir bölüm ve oldukça güzel, yeterli bir anekdot...
Bu kitabın bir futbol kitabından çok daha fazlası olduğunu düşünüyorum. Okuyucuda bir süre sonra "unutulmaz bir derbiyi yeniden izleme" heyecanı uyandırıp, kendini yeniden okutabileceğine inanıyorum. Yeniden ayağa kaldıracağını ve yaşam için yeni mücadele cepheleri açacağını. Çünkü total futbolun mucidi Rinus Michels haklı: Futbol savaştır.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kış hikâyeleriyle baharı karşılamak ya da "ne çok acı var"
Baharın gelmeye başladığı şu günlerde bir Tarık Tufan kitabı okumak, insanda, hanımeli kokularını içine çekmenin verdiği hissi değil, acı badem yemenin verdiği tadı hissettiriyor. Öylesine acı, sert, insanın ‘genzini yakan’, ağlatan; önce tebessüm ettiren sonra gene ağlatan…
"Beni Onlara Verme," Profil Kitap’tan yayımlanmış Tarık Tufan’ın son kitabı. Yazar, bu kez hikâye türünde okurların karşısına çıkıyor. 245 sayfadan oluşan bu kitap, yazarın en hacimli kitaplarından ve toplam 41 hikâye barındırıyor. Daha önce yazarın herhangi bir kitabını okuyan okurlar bu kitabın da içine hemen girecektir ancak yazarı tanımayanlar (varsa?) ‘ne çok acı var’mış cümlesini kuracaklardır kitabı okuduğu her an. Beni Onlara Verme'nin girizgâhında yazar niye ve ne hakkında yazdığını açıklayarak okuru kitaba hazırlıyor ve okur bu pasajdan sonra Fırtına Cemal’in, Şoför Cesur’un, Hayırsız Yasin’in, 15 Temmuz’da şehit olan Erkan Abi’nin ve daha birçok kişinin o çetrefilli, bazen duygusal, bazen kriminal, çoğu zaman acılı dünyasına adım atıyor: “Kendimi bilmeye başladığım yaşlarda, içinde yaşamak zorunda kaldığım hayatın bende baş edilmesi güç bir nefes darlığı ve kopkoyu bir iç sıkıntısı yarattığını derin bir acıyla fark ettim. Hayatımı her yanından kuşatan gerçekliğin kalın ve aşılmaz duvarlarını güçsüz ellerimle yıkayacağımı zamanla öğrenmiştim. Bu nefes darlığından, bu iç sıkıntısından kurtulabilmek için kendi kendime hikâyeler anlatmaya başladım. Gerçekliği bozarak, ruhumu ayakta tutmaya çalışıyordum. Bu durumla başka türlü yüzleşmeyi göze alacak kadar cesur bir adam olmak isterdim. Mahallemizi, insanları, yaşadıklarımı hayallerimi katarak anlatıyordum. Beni yaralayan ne varsa, anlattıkça anlam ve duygu değişikliğine uğruyordu. Nefes darlığı ve iç sıkıntısı yaratan bir gerçeklik tahammül edilebilir bir hâle dönüşüyordu.”
Tarık Tufan’ın, kitaplarında dili kullanma meziyeti bu kitapta da gözümüze çarpıyor. Cümlelerdeki sadelik okumayı kolaylaştırsa da, manada oluşan ağırlık okuru zaman zaman yorabiliyor. Bir de bunlara yazarın yoğun betimlemeleri eklenince okur daha da çok yorulabilir. Fakat başka bir yazarda olumsuz bir özellik oluşturacak bu durum, Tarık Tufan’ın her kitapta tarzı oldu. Yazar bu sayede sözcüklerle, sahneyi okurun gözünün önüne çiziyor ve sinematografik bir anlatım sağlıyor. Kitap, otobiyografik hikâyeleri bol içerse de Tufan bazen kendi bakış açısından, bazen de üçüncü tekil kişi açısından yazılarını oluşturmuş. Ancak her zaman, bazen duygusal olarak çok etkilendiği, bazen onu az etkileyen olayları ve kendisine değip geçen veya kendisini delip geçen olayları anlatmış. İmkansız aşklar, kendi imkansızlığını oluşturan insanlar, İstanbul’un kenar semtinde dünyayı hiç ilgilendirmeyen ama o semtin çocuklarını ta derinden etkileyen yaşamları, aşkları her zamanki gözlem ve yazı gücüyle okura aktarıyor yazar: “Aşık olduğu kadın ölünce, aramızda olduğu halde gerçekte ölmüş olan erkekler vardır; kalbi atar, nefes alır, siz onları hayatta, bir biçimde yaşıyor sanırsınız ama kadın giderken erkeğinin en hayat dolu yanını da alıp gittiğinden birlikte ölmüşlerdir. Aynı tabuta, aynı mezara sığamadıklarından, biri toprakta diğeri aramızda kalmıştır.”
Aşk teması etrafında detaylı bir şekilde dolanan yazar, ölüm ve ayrılığı da buna katarak hikâyelerini daha da dramatikleştiriyor. Kitap, sanki bütün imkânsız aşk hikâyelerinin toplamı gibi. Bunlara bir de toplumsal acıları da ekleyen yazar okurların kalbine kalbine vuruyor. Birçok hikayeden sonra, bir diğer hikayeye geçmek için bir süre duraklayacaktır okur: “Ülkenin hangi yanına dokunsak altından ağlayacak bir yara çıkıyor, farkında mısın? Hangi fotoğrafa baksak içimizi sızlatan bir yüz var. Umran’ın fotoğrafını gördün değil mi? İlginç olan nedir biliyor musun? Bakıyoruz ve ölmüyoruz. O fotoğraflara bakıyoruz, Umran’a, Aylan’a, Ceylan’a, Yasin’e bakıyoruz ve hayatta kalmayı başarıyoruz. Yaşamak hırsı, hayata karşı duyduğumuz o sınırsız şehvet, kredi kartlarımız, ev taksitlerimiz, büyük ekran televizyonlar, indirimli alışveriş günleri, erken rezervasyonlar, özlü sözler, ömrümüzce biriktirdiğimiz para puanlar ve uçuş milleri, feysbuk hesaplarımız, vatsap gruplarımız, telefona yüklediğimiz oyunlar ölmemize mani oluyor. O fotoğraflardan birine bakarken ölüversek hiçbir şeyimiz kalmayacak. Bütün ağırlıklardan kurtulacağız. Ölmeden önce bir kere öleceğiz. Risaletpenah Efendimiz’in dudaklarından dökülen o hakikate mazhar olma şerefine ereceğiz ve ölmeden önce öleceğiz. Bir fotoğrafa bakarken. Bir çocuğun yüzüne bakarken. Bir coğrafyaya bakarken. Aynaya bakarken.”
Tufan’ın bu kitabında bazı yerlerde özellikle Mustafa Kutlu’nun anlatım tarzı hissediliyor. Büyük hikâyeciye bir öykünme diyebiliriz bu bölümlere. Üstelik kişilerin tasvirini gerçekleştirirken Kutlu’nun tarzının hissedilmesi kitaba olumsuz bir etki değil, tam tersi artı bir değer katmış.
Öykülerde bazen imgesel ve soyut anlamın görülmesi Tarık Tufan’ın dilini şiirselleştiriyor ve hikâyelerin etki gücünü artırıyor. Bunlara ek olarak toplumsal olayları da öykülerin arasına etkili bir şekilde yerleştirmesiyle yazarın başarısı daha da artırıyor. 90’lı yılların politik düzeninden ipuçları verdiği kısım bunun en önemli kanıtlarındandır: “1990. Eğer bir takım politik tercihler içinde örgütlü bir yaşam sürüyorsanız ya da örgütü filan bırakın mesela dilini, kimliğini yaşamak arzusunda bir Kürtseniz, ne bileyim adamakıllı bir Müslüman olayım deyip dinî inançlarınızı özel veya kamusal alanlarda özgürce yaşamak istiyorsanız, başınızda bir örtü varsa mesela, 90’lı yıllar diye başlayan hikâyeler çok iç açıcı olmaz. Başında veya sonunda, en hafifinden sebepsiz ve uzun süreli bir gözaltı, gözaltında işkence, öyle dövme sövme değil ağır işkence, uzun tutukluluk, hukuksuz hükümler, faili meçhul cinayetler, öyle böyle değil binlerce faili meçhul hikâyenin içine dahil olabilir insan.”
Halkın içinden yazdığı hikâyelerdeki aşkı, fakirliği, imkânsızlığı ve acıyı çok iyi bir şekilde okurların kalbine kazıyan yazar, Beni Onlara Verme'de en iyi işlerinden birini çıkarmış.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
"Beni Onlara Verme," Profil Kitap’tan yayımlanmış Tarık Tufan’ın son kitabı. Yazar, bu kez hikâye türünde okurların karşısına çıkıyor. 245 sayfadan oluşan bu kitap, yazarın en hacimli kitaplarından ve toplam 41 hikâye barındırıyor. Daha önce yazarın herhangi bir kitabını okuyan okurlar bu kitabın da içine hemen girecektir ancak yazarı tanımayanlar (varsa?) ‘ne çok acı var’mış cümlesini kuracaklardır kitabı okuduğu her an. Beni Onlara Verme'nin girizgâhında yazar niye ve ne hakkında yazdığını açıklayarak okuru kitaba hazırlıyor ve okur bu pasajdan sonra Fırtına Cemal’in, Şoför Cesur’un, Hayırsız Yasin’in, 15 Temmuz’da şehit olan Erkan Abi’nin ve daha birçok kişinin o çetrefilli, bazen duygusal, bazen kriminal, çoğu zaman acılı dünyasına adım atıyor: “Kendimi bilmeye başladığım yaşlarda, içinde yaşamak zorunda kaldığım hayatın bende baş edilmesi güç bir nefes darlığı ve kopkoyu bir iç sıkıntısı yarattığını derin bir acıyla fark ettim. Hayatımı her yanından kuşatan gerçekliğin kalın ve aşılmaz duvarlarını güçsüz ellerimle yıkayacağımı zamanla öğrenmiştim. Bu nefes darlığından, bu iç sıkıntısından kurtulabilmek için kendi kendime hikâyeler anlatmaya başladım. Gerçekliği bozarak, ruhumu ayakta tutmaya çalışıyordum. Bu durumla başka türlü yüzleşmeyi göze alacak kadar cesur bir adam olmak isterdim. Mahallemizi, insanları, yaşadıklarımı hayallerimi katarak anlatıyordum. Beni yaralayan ne varsa, anlattıkça anlam ve duygu değişikliğine uğruyordu. Nefes darlığı ve iç sıkıntısı yaratan bir gerçeklik tahammül edilebilir bir hâle dönüşüyordu.”
Tarık Tufan’ın, kitaplarında dili kullanma meziyeti bu kitapta da gözümüze çarpıyor. Cümlelerdeki sadelik okumayı kolaylaştırsa da, manada oluşan ağırlık okuru zaman zaman yorabiliyor. Bir de bunlara yazarın yoğun betimlemeleri eklenince okur daha da çok yorulabilir. Fakat başka bir yazarda olumsuz bir özellik oluşturacak bu durum, Tarık Tufan’ın her kitapta tarzı oldu. Yazar bu sayede sözcüklerle, sahneyi okurun gözünün önüne çiziyor ve sinematografik bir anlatım sağlıyor. Kitap, otobiyografik hikâyeleri bol içerse de Tufan bazen kendi bakış açısından, bazen de üçüncü tekil kişi açısından yazılarını oluşturmuş. Ancak her zaman, bazen duygusal olarak çok etkilendiği, bazen onu az etkileyen olayları ve kendisine değip geçen veya kendisini delip geçen olayları anlatmış. İmkansız aşklar, kendi imkansızlığını oluşturan insanlar, İstanbul’un kenar semtinde dünyayı hiç ilgilendirmeyen ama o semtin çocuklarını ta derinden etkileyen yaşamları, aşkları her zamanki gözlem ve yazı gücüyle okura aktarıyor yazar: “Aşık olduğu kadın ölünce, aramızda olduğu halde gerçekte ölmüş olan erkekler vardır; kalbi atar, nefes alır, siz onları hayatta, bir biçimde yaşıyor sanırsınız ama kadın giderken erkeğinin en hayat dolu yanını da alıp gittiğinden birlikte ölmüşlerdir. Aynı tabuta, aynı mezara sığamadıklarından, biri toprakta diğeri aramızda kalmıştır.”
Aşk teması etrafında detaylı bir şekilde dolanan yazar, ölüm ve ayrılığı da buna katarak hikâyelerini daha da dramatikleştiriyor. Kitap, sanki bütün imkânsız aşk hikâyelerinin toplamı gibi. Bunlara bir de toplumsal acıları da ekleyen yazar okurların kalbine kalbine vuruyor. Birçok hikayeden sonra, bir diğer hikayeye geçmek için bir süre duraklayacaktır okur: “Ülkenin hangi yanına dokunsak altından ağlayacak bir yara çıkıyor, farkında mısın? Hangi fotoğrafa baksak içimizi sızlatan bir yüz var. Umran’ın fotoğrafını gördün değil mi? İlginç olan nedir biliyor musun? Bakıyoruz ve ölmüyoruz. O fotoğraflara bakıyoruz, Umran’a, Aylan’a, Ceylan’a, Yasin’e bakıyoruz ve hayatta kalmayı başarıyoruz. Yaşamak hırsı, hayata karşı duyduğumuz o sınırsız şehvet, kredi kartlarımız, ev taksitlerimiz, büyük ekran televizyonlar, indirimli alışveriş günleri, erken rezervasyonlar, özlü sözler, ömrümüzce biriktirdiğimiz para puanlar ve uçuş milleri, feysbuk hesaplarımız, vatsap gruplarımız, telefona yüklediğimiz oyunlar ölmemize mani oluyor. O fotoğraflardan birine bakarken ölüversek hiçbir şeyimiz kalmayacak. Bütün ağırlıklardan kurtulacağız. Ölmeden önce bir kere öleceğiz. Risaletpenah Efendimiz’in dudaklarından dökülen o hakikate mazhar olma şerefine ereceğiz ve ölmeden önce öleceğiz. Bir fotoğrafa bakarken. Bir çocuğun yüzüne bakarken. Bir coğrafyaya bakarken. Aynaya bakarken.”
Tufan’ın bu kitabında bazı yerlerde özellikle Mustafa Kutlu’nun anlatım tarzı hissediliyor. Büyük hikâyeciye bir öykünme diyebiliriz bu bölümlere. Üstelik kişilerin tasvirini gerçekleştirirken Kutlu’nun tarzının hissedilmesi kitaba olumsuz bir etki değil, tam tersi artı bir değer katmış.
Öykülerde bazen imgesel ve soyut anlamın görülmesi Tarık Tufan’ın dilini şiirselleştiriyor ve hikâyelerin etki gücünü artırıyor. Bunlara ek olarak toplumsal olayları da öykülerin arasına etkili bir şekilde yerleştirmesiyle yazarın başarısı daha da artırıyor. 90’lı yılların politik düzeninden ipuçları verdiği kısım bunun en önemli kanıtlarındandır: “1990. Eğer bir takım politik tercihler içinde örgütlü bir yaşam sürüyorsanız ya da örgütü filan bırakın mesela dilini, kimliğini yaşamak arzusunda bir Kürtseniz, ne bileyim adamakıllı bir Müslüman olayım deyip dinî inançlarınızı özel veya kamusal alanlarda özgürce yaşamak istiyorsanız, başınızda bir örtü varsa mesela, 90’lı yıllar diye başlayan hikâyeler çok iç açıcı olmaz. Başında veya sonunda, en hafifinden sebepsiz ve uzun süreli bir gözaltı, gözaltında işkence, öyle dövme sövme değil ağır işkence, uzun tutukluluk, hukuksuz hükümler, faili meçhul cinayetler, öyle böyle değil binlerce faili meçhul hikâyenin içine dahil olabilir insan.”
Halkın içinden yazdığı hikâyelerdeki aşkı, fakirliği, imkânsızlığı ve acıyı çok iyi bir şekilde okurların kalbine kazıyan yazar, Beni Onlara Verme'de en iyi işlerinden birini çıkarmış.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
2 Mayıs 2017 Salı
Unutulan irfan dilini hatırlatan bir roman
“Âlem bir kâmilin rüyasıdır. Onun tabirini yapabilseydin, bir bakmışsın ırmağın karşı kıyısındasın.” diyor Leylâ İpekçi "Dem Yüzü" romanında. Evet, âlemi bir rüya olarak görmekten uzaklaştığımızdan, rüyayı yoracak kâmilleri yitirdiğimizden beri dünya hepimiz için cehenneme dönmüş bir durumda. Irmağın beri yüzünde çırpınıp durmadayız. Olgunluğu, yetkinliği, yoğunluğu kaybedeli beri ne yaşadığımız zamanın bir anlamı var ne sohbetin bir tadı… Bir makineye dönüşmüş gibiyiz ve yapıp ettiklerimiz de mekanik ritüellerden ibaret. Derinlik yok, düş yok, irfan yok, ârif yok… Kuru aklın tıkır tıkır işleyen bir tekniğin, hep aynı yeknesaklıkla devam eden birbirinin benzeri günlerin esiriyiz. Öteleri işaret eden, tepenin öbür tarafından haberler getiren ulaklar yitip gitmiş. Malumat çöplüğüne dönüşmüş hafızalarımızın iyiyi kötüyü birbirinden ayıracak mecali de yok. Önümüze düşüp bize öncü olacak, karanlıklara kandil tutacak bilgelerden, velilerden, kâmillerden, dervişlerden de kalmadı. Kalanlarsa bizi dünyanın kirine pasına biraz daha batırma derdinde. Duçar oldukları dünya sevicilikten sıyrılıp da öteleri işaret etme cehdinden fersah fersah uzaklar, uzaktalar…
Dem zaman, an anlamına gelir. Özü, saflığı da ifade eder. Aynı zamanda mürşidin sözü demektir de… Evrendeki tekliği, birliği, âlem ile âdemin ayniliğini söyler. “Âlemden maksat âdemdir, âdemden maksat o demdir” demiş eskiler. Dem Yüzü, bu kadim anlayışın ışığında, modern zamanlarda çıkılan aşk ve irfan yolculuğunu heceliyor. Kalabalıkta, gürültüde kesrette kaybolup giden modern zihne çıkış kapılarını gösteriyor.
Dem Yüzü bir arayışın, bir kendini yitirmenin ve kendini yeniden bulmanın satırlardaki izdüşümü. Kelimelerin gönlün derin koyaklarından ağır aksak yürüyerek gün yüzüne çıkışı… Bir yola çıkışın romanı Dem Yüzü… Kalabalıklarda, kitlelerde herkes bir hayat yaşadığını zanneder ama evrensele teslim olup ferdiyeti, bireysel arayışı yok etmek aslında gerçekten yaşıyor olmak anlamına gelmez. Asıl hayat ya da gerçeğin farkına varmak rutini parçalamakta, insanın kendini özünü, benliğini fark etmesiyle yani yola çıkmasıyla başlar. İman da inancın inşaası da ferdi tecrübeyi gerektirir. Başkalarının yaşadığı tecrübeler de işte bu yolculukta yola çıkanlara rehberlik eder, öncülük yapar.
Dem Yüzü romanındaki kahramanımız Arzu’nun yola çıkış esnasındaki rehberi Niyâzi Mısrî’dir. Mısrî, 17. yüzyılda yaşamış, etkileri günümüze kadar azalmadan devam eden bir mutasavvıf, şair… Malatya’da doğuyor. Eğitimini Bağdat ve Mısır’da tamamlar. Mısri ismi de Mısır’da eğitim görmesinden gelir. Daha sonra Elmalı’ya gelir. Burada Ümmi Sinan Hazretlerine bağlanır. Şeyhi tarafından Uşak’a gönderilir. İstanbul’a gider. Binlerce seveni vardır. O dönemlerde fıkıhçılar ve kelamcılar tasavvufçulara savaş açarlar. Mısrî, tasavvuf safında destansı mücadele verir. Müridlerinin çokluğu ve aşırı sevilmesi padişahı da rahatsız eder. Bursa’ya yerleşmek zorunda kalır. Söylediğimiz gibi yaşadığı dönemde çok geniş bir etki alanı var. Kaideleri bozan istisnalardan. Söyledikleri, eyledikleri sıradan insanlar tarafından kolay kolay sindirilecek bir kıvamda değil. Bütün dengeleri sarsabilecek bir karizması var. İşte bu karizması ve ana akıma zıt düşünceleri dolayısıyla yaşadığı dönemdeki yöneticiler tarafından rahat bırakılmaz. Bir sürgünden bir sürgüne… En son sefere çıkacak Padişaha eşlik etmek ister. Bu isteği kabul edilmez. Cins kafalar, seçkin insanlar yayından fırlamış ok gibidirler kader güzergâhında… Bütün uyarılara rağmen Edirne’ye gelir. Camide vaaz verdiği esnada askerler tarafından alınarak Limni’ye ikinci kez sürgüne gönderilir. Çok zorluklar yaşar, zehirlenir, hakarete uğrar, aç kalır, ihvanlarıyla görüşmesi engellenir. Sonunda bu meşakkatli hayatı biter. O, aşkın belalı yollarında son demine kadar cefa çekmiş bir seçkin. Varlığını sevda yolunda yağmaya vermiş, efkâr yağmurlarında ıslanmış mürşitlerden.
Dem Yüzü işte böyle bir mürşidin izinde çıkıyor yola. Sekiz bölümden oluşan roman Mısrî’nin izinde, Mısri’nin ömrünü geçirdiği durakları takip eder. Malatya, Elmalı, Bursa, Limni… Bir iç yolculuğu işleyen roman dış dünyaya da bigane kalmaz. Hem dünyayı hem memleketimizi etkileyen olaylar da anlatıda yer bulur. İnsanlığa rahmet olarak indirilen bir dini kafa kovarma, adam öldürme psikopatlığına dönüştüren Ortadoğu’da cemaat görünümlü terör örgütleri, şefkatten ve merhametten uzak insanların elinde stratejik mevzulara malzeme kadim hikmet… Dünyevi iktidar için güç devşirilen kaynak haline getirilen tasavvufi öğretiler… Yazar bunlrdan bahsediyor. Özellikle de memleketimizi bir cinnet uçurumuna getiren ve uçurumdan yuvarlamaya ant içmiş 15 Temmuz Darbe Girişimi. Bir cemaatin cinneti… çok şükür ki bu millet bu imtihandan yüzünün akıyla çıktı. İmanla… Şehitleriyle, gazileriyle… Hatta romanımızın kahramanı Arzu’nun eşi de o gece şehit olanlardan. O gece bütün teorileri, stratejileri halkın basireti, irfanı geçersiz kıldı.
Bütün bu hengâmenin içinde Arzu “Bir”iyle tanışır. Kesretten vahdete, oyundan hakikate yürüyüşü gerçekleştirir. Kendini arama serüveninin çetinliğini, sertliğini bu “bir” ve Niyâzi Mısrî yumuşatır. Bir yanda dünyanın zorluğu, cemaat ve camiaların eleştirisi ve iç yolculuğu var. Romanın kimi bölümlerinde şiirsel anlatımın en güzel örneklerine rastlarız. Kimi bölümlerde psikolojik çözümlemeler, kimi bölümler de ise hayat kurtaran diyaloglar…
Yaşadığımız bu zamanlarda vakıaların genellikle rasyonel değerlendirmelerini görüyoruz. Kitaplarda, gazetelerde, televizyonlarda olaylar maddi açılar gözetilerek anlatılıyor. Hikmetten, bilgelikten, irfandan uzak bir dilin hükümranlığı söz konusu. Her şeye stratejilerin, planların, projelerin penceresinden bakılıyor. En Müslümanlarımız bile Sünnetullah’ı dışarıda bırakarak yaşama derdinde. Aşk ve irfan dilini konuşan neredeyse yok. Hep bizi maddenin, realitenin katı dünyasına çiviliyorlar. Dem Yüzü romanı böyle bir ortamda bize unuttuğumuz irfan dilini hatırlatıyor. Olayları değerlendirebilecek bir başka bakışın ve dilin olduğunu da gösteriyor.
Muaz Ergü
twitter.com/muazergu
Dem zaman, an anlamına gelir. Özü, saflığı da ifade eder. Aynı zamanda mürşidin sözü demektir de… Evrendeki tekliği, birliği, âlem ile âdemin ayniliğini söyler. “Âlemden maksat âdemdir, âdemden maksat o demdir” demiş eskiler. Dem Yüzü, bu kadim anlayışın ışığında, modern zamanlarda çıkılan aşk ve irfan yolculuğunu heceliyor. Kalabalıkta, gürültüde kesrette kaybolup giden modern zihne çıkış kapılarını gösteriyor.
Dem Yüzü bir arayışın, bir kendini yitirmenin ve kendini yeniden bulmanın satırlardaki izdüşümü. Kelimelerin gönlün derin koyaklarından ağır aksak yürüyerek gün yüzüne çıkışı… Bir yola çıkışın romanı Dem Yüzü… Kalabalıklarda, kitlelerde herkes bir hayat yaşadığını zanneder ama evrensele teslim olup ferdiyeti, bireysel arayışı yok etmek aslında gerçekten yaşıyor olmak anlamına gelmez. Asıl hayat ya da gerçeğin farkına varmak rutini parçalamakta, insanın kendini özünü, benliğini fark etmesiyle yani yola çıkmasıyla başlar. İman da inancın inşaası da ferdi tecrübeyi gerektirir. Başkalarının yaşadığı tecrübeler de işte bu yolculukta yola çıkanlara rehberlik eder, öncülük yapar.
Dem Yüzü romanındaki kahramanımız Arzu’nun yola çıkış esnasındaki rehberi Niyâzi Mısrî’dir. Mısrî, 17. yüzyılda yaşamış, etkileri günümüze kadar azalmadan devam eden bir mutasavvıf, şair… Malatya’da doğuyor. Eğitimini Bağdat ve Mısır’da tamamlar. Mısri ismi de Mısır’da eğitim görmesinden gelir. Daha sonra Elmalı’ya gelir. Burada Ümmi Sinan Hazretlerine bağlanır. Şeyhi tarafından Uşak’a gönderilir. İstanbul’a gider. Binlerce seveni vardır. O dönemlerde fıkıhçılar ve kelamcılar tasavvufçulara savaş açarlar. Mısrî, tasavvuf safında destansı mücadele verir. Müridlerinin çokluğu ve aşırı sevilmesi padişahı da rahatsız eder. Bursa’ya yerleşmek zorunda kalır. Söylediğimiz gibi yaşadığı dönemde çok geniş bir etki alanı var. Kaideleri bozan istisnalardan. Söyledikleri, eyledikleri sıradan insanlar tarafından kolay kolay sindirilecek bir kıvamda değil. Bütün dengeleri sarsabilecek bir karizması var. İşte bu karizması ve ana akıma zıt düşünceleri dolayısıyla yaşadığı dönemdeki yöneticiler tarafından rahat bırakılmaz. Bir sürgünden bir sürgüne… En son sefere çıkacak Padişaha eşlik etmek ister. Bu isteği kabul edilmez. Cins kafalar, seçkin insanlar yayından fırlamış ok gibidirler kader güzergâhında… Bütün uyarılara rağmen Edirne’ye gelir. Camide vaaz verdiği esnada askerler tarafından alınarak Limni’ye ikinci kez sürgüne gönderilir. Çok zorluklar yaşar, zehirlenir, hakarete uğrar, aç kalır, ihvanlarıyla görüşmesi engellenir. Sonunda bu meşakkatli hayatı biter. O, aşkın belalı yollarında son demine kadar cefa çekmiş bir seçkin. Varlığını sevda yolunda yağmaya vermiş, efkâr yağmurlarında ıslanmış mürşitlerden.
Dem Yüzü işte böyle bir mürşidin izinde çıkıyor yola. Sekiz bölümden oluşan roman Mısrî’nin izinde, Mısri’nin ömrünü geçirdiği durakları takip eder. Malatya, Elmalı, Bursa, Limni… Bir iç yolculuğu işleyen roman dış dünyaya da bigane kalmaz. Hem dünyayı hem memleketimizi etkileyen olaylar da anlatıda yer bulur. İnsanlığa rahmet olarak indirilen bir dini kafa kovarma, adam öldürme psikopatlığına dönüştüren Ortadoğu’da cemaat görünümlü terör örgütleri, şefkatten ve merhametten uzak insanların elinde stratejik mevzulara malzeme kadim hikmet… Dünyevi iktidar için güç devşirilen kaynak haline getirilen tasavvufi öğretiler… Yazar bunlrdan bahsediyor. Özellikle de memleketimizi bir cinnet uçurumuna getiren ve uçurumdan yuvarlamaya ant içmiş 15 Temmuz Darbe Girişimi. Bir cemaatin cinneti… çok şükür ki bu millet bu imtihandan yüzünün akıyla çıktı. İmanla… Şehitleriyle, gazileriyle… Hatta romanımızın kahramanı Arzu’nun eşi de o gece şehit olanlardan. O gece bütün teorileri, stratejileri halkın basireti, irfanı geçersiz kıldı.
Bütün bu hengâmenin içinde Arzu “Bir”iyle tanışır. Kesretten vahdete, oyundan hakikate yürüyüşü gerçekleştirir. Kendini arama serüveninin çetinliğini, sertliğini bu “bir” ve Niyâzi Mısrî yumuşatır. Bir yanda dünyanın zorluğu, cemaat ve camiaların eleştirisi ve iç yolculuğu var. Romanın kimi bölümlerinde şiirsel anlatımın en güzel örneklerine rastlarız. Kimi bölümlerde psikolojik çözümlemeler, kimi bölümler de ise hayat kurtaran diyaloglar…
Yaşadığımız bu zamanlarda vakıaların genellikle rasyonel değerlendirmelerini görüyoruz. Kitaplarda, gazetelerde, televizyonlarda olaylar maddi açılar gözetilerek anlatılıyor. Hikmetten, bilgelikten, irfandan uzak bir dilin hükümranlığı söz konusu. Her şeye stratejilerin, planların, projelerin penceresinden bakılıyor. En Müslümanlarımız bile Sünnetullah’ı dışarıda bırakarak yaşama derdinde. Aşk ve irfan dilini konuşan neredeyse yok. Hep bizi maddenin, realitenin katı dünyasına çiviliyorlar. Dem Yüzü romanı böyle bir ortamda bize unuttuğumuz irfan dilini hatırlatıyor. Olayları değerlendirebilecek bir başka bakışın ve dilin olduğunu da gösteriyor.
Muaz Ergü
twitter.com/muazergu
1 Mayıs 2017 Pazartesi
Sadelik imandandır
Uyanmak Üzere Olan Bir Adam, Hasan Harmancı’nın ilk öykü kitabı. Kitap, öyküleri daha önce Mahalle Mektebi, Hece, Hece Öykü ve Post Öykü dergilerinde yayınlanan yazarın on iki öyküsünü barındırıyor. Daha önce muhtelif dergilerde öyküleri yayınlanmış olmasına rağmen ben kendisiyle, Büyüyen Ay Yayınları tarafından neşredilen, mezkûr kitap sayesinde tanıştım. Kitaptaki öykülerin tamamına, kaderin hayatı anlamlı kılışına teslim olanın, modern hayatın yozluğuna yaptığı eleştiriler diyebiliriz. Başka öykülerde “ana fikir”in bu kadar açık ve seçik işlenmesi rahatsız edici olabilecekken, Hasan Harmancı’nın öykülerinde “mesaj” öyle samimi ki, aleniliği itici olmaktan çok uzak. Bu noktada buna alenilik değil de sadelik demek gerekir belki. Lafı eğip bükmeyen, doğrudan ama bu doğrudanlığın edebiyatı tahrip etmediği bir anlatım.
Yazarın Ahmet Sarı’ya ithaf ettiği Hafta İçi Öğleden Sonraları Ahmet Babayla adlı öyküsünden yapacağım şu alıntı, bu anlatımın güzel örneklerinden: “Boş ver ne varsa pilavda var. Pilavdan sonra bi şükrederiz Allah’a, Allah günahlarımızı affeder, Allah bizden hoşnut olur inşallah. Nasıl olsa yazgımız Allah’ın elinde. Şehrin ucundan bir adamın gelme ihtimali var nasıl olsa; yıllar geçtikten, binalar dikildikten sonra Muammer Ağabeyin gelme ihtimali var. Onun gelişini kim engelleyebilir?” (sf. 17)
Kitapta yer alan öykülerin ekserisi, dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu bilenlerin, bunu bilmeyenlerle yaşamasının doğurduğu ızdırabı yansıtıyor. Modern hayatın yozluğunu eleştiri derken de kastettiğim budur. Ama bu acıdaki teslimiyet, hatta bizatihi acının kendisi bilenlerle bilmeyenlerin bir olmayışının ilanı mesabesinde. Bu noktada Acz İfadesi adlı öyküden yapacağım şu alıntının yerinde olacağını düşünüyorum: “Bana, sabah yetişilmesi gereken belediye otobüslerinden, geçilmesi gereken vizelerden finallerden, tek ders sınavlarından, hocaların tavırlarından, alelacele kılınan ikindi namazlarından, fakültedeki kızların yapmacık jest ve mimiklerinden, apartmandaki sıhhi tesisat sorunlarından, pazartesi sendromlarından, gelecek kaygısından, vırttan zırttan bahsetmeyin; sadelik imandandır, dedim. Verdiğimiz nefesi almama ihtimalimizin olduğu o anı yaşarız her an, gelecek’in geleceğini nereden çıkardınız, dedim.” (sf. 70)
Yazar, kitabın son bölümü olan “Okura:” başlıklı kısımda öykülerde geçen bazı veciz ifadelerin ve alegorilerin şerhini yapmış. Bu tavrı başta doğru bulmadım çünkü bunların anlamlandırılışının okura bırakılmasının doğru olacağı kanaatindeydim. Fakat bu bölümü okuduktan sonra yazarın şerhlerinde de imâlı bir yol izlemiş olması ve yer yer gülümseten göndermeleri fikrimi değiştirdi. Başta kızsam da şimdi bu bölümün de okunmadan kitabın kapatılmaması gerektiğini düşünüyorum.
Tek gayesi güzel olanı yok edip çirkini istihdam etmek olan modern çağda Hasan Harmancı’nın güzelliğine işaret etme cüretinde bulunuyor ve yazıyı aşağıdaki alıntıyla kapatıyorum:
“Yunus ile Mevlana bugün yaşasa ne yazar! Biri pasif direnişçi öbürü klasik kaderci diye yok sayılıp, görmezden gelinir; olup olacağı bu.” (sf. 57)
Zeynep Koyuncu
twitter.com/zeynebaybuke
Yazarın Ahmet Sarı’ya ithaf ettiği Hafta İçi Öğleden Sonraları Ahmet Babayla adlı öyküsünden yapacağım şu alıntı, bu anlatımın güzel örneklerinden: “Boş ver ne varsa pilavda var. Pilavdan sonra bi şükrederiz Allah’a, Allah günahlarımızı affeder, Allah bizden hoşnut olur inşallah. Nasıl olsa yazgımız Allah’ın elinde. Şehrin ucundan bir adamın gelme ihtimali var nasıl olsa; yıllar geçtikten, binalar dikildikten sonra Muammer Ağabeyin gelme ihtimali var. Onun gelişini kim engelleyebilir?” (sf. 17)
Kitapta yer alan öykülerin ekserisi, dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu bilenlerin, bunu bilmeyenlerle yaşamasının doğurduğu ızdırabı yansıtıyor. Modern hayatın yozluğunu eleştiri derken de kastettiğim budur. Ama bu acıdaki teslimiyet, hatta bizatihi acının kendisi bilenlerle bilmeyenlerin bir olmayışının ilanı mesabesinde. Bu noktada Acz İfadesi adlı öyküden yapacağım şu alıntının yerinde olacağını düşünüyorum: “Bana, sabah yetişilmesi gereken belediye otobüslerinden, geçilmesi gereken vizelerden finallerden, tek ders sınavlarından, hocaların tavırlarından, alelacele kılınan ikindi namazlarından, fakültedeki kızların yapmacık jest ve mimiklerinden, apartmandaki sıhhi tesisat sorunlarından, pazartesi sendromlarından, gelecek kaygısından, vırttan zırttan bahsetmeyin; sadelik imandandır, dedim. Verdiğimiz nefesi almama ihtimalimizin olduğu o anı yaşarız her an, gelecek’in geleceğini nereden çıkardınız, dedim.” (sf. 70)
Yazar, kitabın son bölümü olan “Okura:” başlıklı kısımda öykülerde geçen bazı veciz ifadelerin ve alegorilerin şerhini yapmış. Bu tavrı başta doğru bulmadım çünkü bunların anlamlandırılışının okura bırakılmasının doğru olacağı kanaatindeydim. Fakat bu bölümü okuduktan sonra yazarın şerhlerinde de imâlı bir yol izlemiş olması ve yer yer gülümseten göndermeleri fikrimi değiştirdi. Başta kızsam da şimdi bu bölümün de okunmadan kitabın kapatılmaması gerektiğini düşünüyorum.
Tek gayesi güzel olanı yok edip çirkini istihdam etmek olan modern çağda Hasan Harmancı’nın güzelliğine işaret etme cüretinde bulunuyor ve yazıyı aşağıdaki alıntıyla kapatıyorum:
“Yunus ile Mevlana bugün yaşasa ne yazar! Biri pasif direnişçi öbürü klasik kaderci diye yok sayılıp, görmezden gelinir; olup olacağı bu.” (sf. 57)
Zeynep Koyuncu
twitter.com/zeynebaybuke
28 Nisan 2017 Cuma
Dönüp dolaşıp babada duran hikâyeler
"Baba bana yürüdüğün
O yolları göster
Baba bana dünyanın
Yüreğine inen geçidi."
- Ahmet Erhan, Bir Baba İçin
Baba, çok derin bir mevzu. İsmi cisminde. "Baba" bir mevzu. Öyle ki insanın kemali belirli bir olgunluğa eriştiğinde anlattığı şeylerin içinde muhakkak bir baba figürü yer alıyor. Bu bazen öğretmen, hoca, lider, şeyh yahut yoldan geçen herhangi bir kimse oluyor. Sanki hep aranan ama hep de bulunamayan bir anahtar baba. Sanki her kapıyı açacak, eşsiz bir anahtar.
Ercan Kesal'ın daha evvel Cin Aynası kitabını okumuş ve hikâye anlatım gücünü çok beğenmiştim. Hikâye derken yanlış anlaşılmasın, hiçbiri kurgu değil. Yaşanmış ve acısı kalmış, bir yas sürecine dönüşmüş ve mümkündür ki yaşayanını da o süreç boyunca olgunlaştırmış hikâyeler. Teknik manada bildiğimiz hikâye yeteneğini ise Nasipse Adayız kitabında göstermişti. Peri Gazozu, ilk baskısını 2014 yılında yapmış, iki yıl içinde 10. baskısına ulaşmış bir kitap. Tüm kitapları gibi İletişim Yayınları tarafından neşredildi.
İçinde yüzlerce özne olsa da Peri Gazozu'nun tüm metinleri babada duruyor. Böylece okuyan için tek bir özne kalıyor geriye: Baba. Kesal, kitabını "Babam gazozcu Mevlüt'ün aziz hatırasına" diyerek açıyor. Sunuş yazısının hemen başında Tarkovski'nin "...bütün sanat eserleri belleğe dayanır" cümlesiyle başlayan bir paragrafı var. Dipnotta yazar "Bergman ve ona göre sinema yönetmenlerinin en büyüğü olan Tarkovski, felsefi anlamda en çok etkilendiğim iki yönetmendir." diyor. Böylece okuyucu, belleğin sanatlı direnişine şahit olacağı sayfaların beklentisiyle başlıyor hikâyelere. Bu beklenti hiç de boşa çıkmıyor. "Kurban"dan kitabın son yazısı olan "Kestaneden Duduk olur mu?"ya kadar okuyanı, yazarın hafızasına ve yaşadıklarına hayret ettiren bir bütünlük var Peri Gazozu'nda.
"Son bayram ziyaretinde, seveceği türden şık bir ceket almıştım. Sabah erkenden giydi ceketi ve titreyerek aynanın karşısında durdu bir süre. Parkinsonun iyice küçülttüğü vücudu, ceketin içinde kaybolup gitmişti sanki. "Ölçünü unutmamışım bak, tam oturdu vücudun," dedim utanmadan! Eve gelen tüm misafirleri, küçücük gövdesinden sarkan o ceketle karşıladı, oturdu, sohbet etti. İstanbul'a döneceğim güne kadar da çıkarmadı sırtından. Son gün vedalaşmak için yanına gittiğimde "Oğlum, bu ceket çok güzel de, bana biraz ağır geliyor. Taşıyamıyorum artık. Al onu sırtımdan," dedi. Evet, doksan yıllık bir ömrü taşıyamıyordu artık babam. Aldım ceketini sırtından. Bir daha da giyinemedi." [sf. 43]
Hikâyelerle birlikte dönemin yönetim anlayışının toplum üzerindeki gölgesi de ağır biçimde hissediliyor. Bu gölge ne yazık ki sarıcı, kuşatıcı, güven verici bir gölge değil. Aksine gulyabani gibi çöken, korkutucu ve zalim bir gölge. Öte tarafta "İster kurtçu, isterse Ecevitçi, benim için fark etmez. Biz ekmeğin peşindeyiz." diyenler de var elbette. Ancak gençlerin hem yürekleri hem de bedenleri yangın yeri...
"Ben öldükten sonra, gömmeden önce battaniyeye sarar mısın oğlum," demişti bir gün babam.
"Niye baba?"
"Soğuktur şimdi oğlum, toprağın altı sonuçta. Üşürüm... Sonra, börtü böcek."
"Ne fark eder öldükten sonra," diyemedim tabi ki.
"Olur baba. Bunları düşünme Allah aşkına," dedim yavaşça.
Lakin, içimde bir battaniye haberinin sızısı kalmıştı. Babamın insanı şaşırtan bir saflıkla istediği battaniyeyi 19 Aralık 2000 günü, Bayrampaşa Cezaevi'nin koğuşunda günlerdir ölüme yatan genç insanlara attılar. Bakın ne anlatıyor yıllar sonra, o katliama katılan askerlerden biri:
"Koğuşta yangın çıktıktan sonra yardım isteyenlere 'sizi kurtarmak için yaş battaniyeler atıyoruz, bunlara sarılın ve kendinizi koruyun,' diyerek battaniye attık. Fakat battaniyelere su değil, benzin ve tiner dökülmüştü. Battaniyeye sarılanlar daha çabuk yanıyordu." [sf.103]
Bu vaziyet Ercan Kesal'ın diline öfke, nefret olarak yansımıyor. Kesal "her şeye rağmen" umudundan bir şey kaybetmiyor. Elbette lanetini de esirgemiyor.
"Ölülerimiz nerede? Bir karga bile değilsiniz. Kabil'in kargayı görüp de utanan kalbi yok sizlerde, anladık. Ama, yorulmadınız mı, ağzınızda cesetlerle yıllar yılı tepemizde akbaba gibi dolaşmaktan? Bir karga gibi yapın hiç olmazsa. İnin yere ve bırakın ölülerimizi. Kalplerimiz onlara mezar yeridir." [sf. 115-116]
Bir hekim Ercan Kesal. Anadolu'nun ücra köylerinde, kasabalarında, türkü imkânsızlıklarla görevini aksatmadan yerine getirmeye çabalamış. Çok zor şartlar da görmüş, kan ter içinde bırakacak imtihanlar da. Hiçbiri onu mesleğinden soğutmamış. Çünkü insanı, halkı, toprağı sevmektir gönlü dik tutan. Bazen 'şansı' yaver gitmiş, hem kendi hem hastası ölümden dönmüş. Bazen de 'talih' kısa bir süreliğine gülmemiş, hastası ahirete göçmüş, kendisi üzülmüş. Bu üzüntüsünü kelimelere dökmüş. Belleğin acı hatıraları arasına yerleştirmiş, Peri Gazozu'nun birçok sayfasında da okuyucuya sunmuş.
"Baba, ağzında külü yarılanmış bir sigara, acıdan donmuş bir halde, yerde yatan oğluna bakıyor. Traktörün şoförü biraz ötede, jandarmaların arasında savcıya bir şeyler anlatıyor.
Yorulur, oradaki bir taşa çökersiniz. Ayağında Adana şalvarı, esmer yanık yüzündeki derin acıyla suskunca bekleyen baba bir ara, kafasında yaptığı konuşmayı bitirmiş de bir sorunun cevabını veriyormuş gibi konuşur: "Adana'dakiler soruyordu bu sene kurban kesecek miyiz, diye, arayıp söyleyeyim bari. Kurbanı kestik. Allah kabul etsin." [sf. 165]
Sadece acı değil, Anadolu insanın türlü türlü karakterleri, ilginç huyları, geleneklerin modern tıbba meydan okuduğu anlar ve zamanlar, daha neler neler. Yazının başında söylediğime yakın, hem bir deneme hem de hikâye kitabı gibi Peri Gazozu. Kanaatim şudur ki bu kitap psikoloji alanında da özellikle değerlendirilebilir. İçindeki teknik tespitler, anekdotlar, vakalar ve analizler yok ama nice travmalar, yaslar, melankoliler, hüzünler ve yaralar var. Sadece biri çıkıp "depresyondasın, bir antidepresan kullanman lâzım" demiyor, o kadar. En güzeli de bu. Çünkü depresyon, şu çağın insanının ayakta durduğunun, hâlâ ayakta durabildiğinin bir göstergesi. Gücünün, yüreğinin genişliğinin, robotlaşmadığının, insanî vasıflarını kaybetmemek konusundaki direncinin ve nicesinin. Bu yüzden koca bir yas süreci işleniyor Peri Gazozu'nda.
Erdoğan Özmen, o güzel kitabı Vazgeçemediklerinin Toplamıdır İnsan'da "Keder üstüne tefekküre dalmaktır yas. Kayıp içinden ve kayıp aracılığıyla düşünmektir." der ve şöyle devam eder: "Yas bir armağandır insana. En derine dalmaktır; hiç bilmeden üstelik."
Babada her şey vardır. Keder, tefekkür, yas, kayıp... Ve ne olursa olsun, kahkaha yerine tebessümü tercih eder babalar. Çünkü kahkaha geçicidir, tebessüm geçmez. O hep kalır gönüllerde, hikâyelerde...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
O yolları göster
Baba bana dünyanın
Yüreğine inen geçidi."
- Ahmet Erhan, Bir Baba İçin
Baba, çok derin bir mevzu. İsmi cisminde. "Baba" bir mevzu. Öyle ki insanın kemali belirli bir olgunluğa eriştiğinde anlattığı şeylerin içinde muhakkak bir baba figürü yer alıyor. Bu bazen öğretmen, hoca, lider, şeyh yahut yoldan geçen herhangi bir kimse oluyor. Sanki hep aranan ama hep de bulunamayan bir anahtar baba. Sanki her kapıyı açacak, eşsiz bir anahtar.
Ercan Kesal'ın daha evvel Cin Aynası kitabını okumuş ve hikâye anlatım gücünü çok beğenmiştim. Hikâye derken yanlış anlaşılmasın, hiçbiri kurgu değil. Yaşanmış ve acısı kalmış, bir yas sürecine dönüşmüş ve mümkündür ki yaşayanını da o süreç boyunca olgunlaştırmış hikâyeler. Teknik manada bildiğimiz hikâye yeteneğini ise Nasipse Adayız kitabında göstermişti. Peri Gazozu, ilk baskısını 2014 yılında yapmış, iki yıl içinde 10. baskısına ulaşmış bir kitap. Tüm kitapları gibi İletişim Yayınları tarafından neşredildi.
İçinde yüzlerce özne olsa da Peri Gazozu'nun tüm metinleri babada duruyor. Böylece okuyan için tek bir özne kalıyor geriye: Baba. Kesal, kitabını "Babam gazozcu Mevlüt'ün aziz hatırasına" diyerek açıyor. Sunuş yazısının hemen başında Tarkovski'nin "...bütün sanat eserleri belleğe dayanır" cümlesiyle başlayan bir paragrafı var. Dipnotta yazar "Bergman ve ona göre sinema yönetmenlerinin en büyüğü olan Tarkovski, felsefi anlamda en çok etkilendiğim iki yönetmendir." diyor. Böylece okuyucu, belleğin sanatlı direnişine şahit olacağı sayfaların beklentisiyle başlıyor hikâyelere. Bu beklenti hiç de boşa çıkmıyor. "Kurban"dan kitabın son yazısı olan "Kestaneden Duduk olur mu?"ya kadar okuyanı, yazarın hafızasına ve yaşadıklarına hayret ettiren bir bütünlük var Peri Gazozu'nda.
"Son bayram ziyaretinde, seveceği türden şık bir ceket almıştım. Sabah erkenden giydi ceketi ve titreyerek aynanın karşısında durdu bir süre. Parkinsonun iyice küçülttüğü vücudu, ceketin içinde kaybolup gitmişti sanki. "Ölçünü unutmamışım bak, tam oturdu vücudun," dedim utanmadan! Eve gelen tüm misafirleri, küçücük gövdesinden sarkan o ceketle karşıladı, oturdu, sohbet etti. İstanbul'a döneceğim güne kadar da çıkarmadı sırtından. Son gün vedalaşmak için yanına gittiğimde "Oğlum, bu ceket çok güzel de, bana biraz ağır geliyor. Taşıyamıyorum artık. Al onu sırtımdan," dedi. Evet, doksan yıllık bir ömrü taşıyamıyordu artık babam. Aldım ceketini sırtından. Bir daha da giyinemedi." [sf. 43]
Hikâyelerle birlikte dönemin yönetim anlayışının toplum üzerindeki gölgesi de ağır biçimde hissediliyor. Bu gölge ne yazık ki sarıcı, kuşatıcı, güven verici bir gölge değil. Aksine gulyabani gibi çöken, korkutucu ve zalim bir gölge. Öte tarafta "İster kurtçu, isterse Ecevitçi, benim için fark etmez. Biz ekmeğin peşindeyiz." diyenler de var elbette. Ancak gençlerin hem yürekleri hem de bedenleri yangın yeri...
"Ben öldükten sonra, gömmeden önce battaniyeye sarar mısın oğlum," demişti bir gün babam.
"Niye baba?"
"Soğuktur şimdi oğlum, toprağın altı sonuçta. Üşürüm... Sonra, börtü böcek."
"Ne fark eder öldükten sonra," diyemedim tabi ki.
"Olur baba. Bunları düşünme Allah aşkına," dedim yavaşça.
Lakin, içimde bir battaniye haberinin sızısı kalmıştı. Babamın insanı şaşırtan bir saflıkla istediği battaniyeyi 19 Aralık 2000 günü, Bayrampaşa Cezaevi'nin koğuşunda günlerdir ölüme yatan genç insanlara attılar. Bakın ne anlatıyor yıllar sonra, o katliama katılan askerlerden biri:
"Koğuşta yangın çıktıktan sonra yardım isteyenlere 'sizi kurtarmak için yaş battaniyeler atıyoruz, bunlara sarılın ve kendinizi koruyun,' diyerek battaniye attık. Fakat battaniyelere su değil, benzin ve tiner dökülmüştü. Battaniyeye sarılanlar daha çabuk yanıyordu." [sf.103]
Bu vaziyet Ercan Kesal'ın diline öfke, nefret olarak yansımıyor. Kesal "her şeye rağmen" umudundan bir şey kaybetmiyor. Elbette lanetini de esirgemiyor.
"Ölülerimiz nerede? Bir karga bile değilsiniz. Kabil'in kargayı görüp de utanan kalbi yok sizlerde, anladık. Ama, yorulmadınız mı, ağzınızda cesetlerle yıllar yılı tepemizde akbaba gibi dolaşmaktan? Bir karga gibi yapın hiç olmazsa. İnin yere ve bırakın ölülerimizi. Kalplerimiz onlara mezar yeridir." [sf. 115-116]
Bir hekim Ercan Kesal. Anadolu'nun ücra köylerinde, kasabalarında, türkü imkânsızlıklarla görevini aksatmadan yerine getirmeye çabalamış. Çok zor şartlar da görmüş, kan ter içinde bırakacak imtihanlar da. Hiçbiri onu mesleğinden soğutmamış. Çünkü insanı, halkı, toprağı sevmektir gönlü dik tutan. Bazen 'şansı' yaver gitmiş, hem kendi hem hastası ölümden dönmüş. Bazen de 'talih' kısa bir süreliğine gülmemiş, hastası ahirete göçmüş, kendisi üzülmüş. Bu üzüntüsünü kelimelere dökmüş. Belleğin acı hatıraları arasına yerleştirmiş, Peri Gazozu'nun birçok sayfasında da okuyucuya sunmuş.
"Baba, ağzında külü yarılanmış bir sigara, acıdan donmuş bir halde, yerde yatan oğluna bakıyor. Traktörün şoförü biraz ötede, jandarmaların arasında savcıya bir şeyler anlatıyor.
Yorulur, oradaki bir taşa çökersiniz. Ayağında Adana şalvarı, esmer yanık yüzündeki derin acıyla suskunca bekleyen baba bir ara, kafasında yaptığı konuşmayı bitirmiş de bir sorunun cevabını veriyormuş gibi konuşur: "Adana'dakiler soruyordu bu sene kurban kesecek miyiz, diye, arayıp söyleyeyim bari. Kurbanı kestik. Allah kabul etsin." [sf. 165]
Sadece acı değil, Anadolu insanın türlü türlü karakterleri, ilginç huyları, geleneklerin modern tıbba meydan okuduğu anlar ve zamanlar, daha neler neler. Yazının başında söylediğime yakın, hem bir deneme hem de hikâye kitabı gibi Peri Gazozu. Kanaatim şudur ki bu kitap psikoloji alanında da özellikle değerlendirilebilir. İçindeki teknik tespitler, anekdotlar, vakalar ve analizler yok ama nice travmalar, yaslar, melankoliler, hüzünler ve yaralar var. Sadece biri çıkıp "depresyondasın, bir antidepresan kullanman lâzım" demiyor, o kadar. En güzeli de bu. Çünkü depresyon, şu çağın insanının ayakta durduğunun, hâlâ ayakta durabildiğinin bir göstergesi. Gücünün, yüreğinin genişliğinin, robotlaşmadığının, insanî vasıflarını kaybetmemek konusundaki direncinin ve nicesinin. Bu yüzden koca bir yas süreci işleniyor Peri Gazozu'nda.
Erdoğan Özmen, o güzel kitabı Vazgeçemediklerinin Toplamıdır İnsan'da "Keder üstüne tefekküre dalmaktır yas. Kayıp içinden ve kayıp aracılığıyla düşünmektir." der ve şöyle devam eder: "Yas bir armağandır insana. En derine dalmaktır; hiç bilmeden üstelik."
Babada her şey vardır. Keder, tefekkür, yas, kayıp... Ve ne olursa olsun, kahkaha yerine tebessümü tercih eder babalar. Çünkü kahkaha geçicidir, tebessüm geçmez. O hep kalır gönüllerde, hikâyelerde...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)