Her daim konularını akademik bir ciddiyet ve entelektüel titizlik ile kültürüne, mahallesine, içinden geldiği topluma yabancılaşmadan ele almış olan Necdet Subaşı, gezi, anı, öykü, hikâye ve denemelerinden harmanladığı son kitabı “Söz Uçar Sızı Kalır” ile yaşadıklarını içtenlikle aktarmaya, tanıklıklarını samimiyetle dile getirmeye devam ediyor.
“Söz Uçar Sızı Kalır”, bilindik sosyal bilimlerin dilinden değil de daha çok güçlü bir edebiyat damarından beslenen bütüncül bir perspektif ile 17 Ocak 2014’ten 17 Haziran 2016’ya değin aralıklarla kaleme alınan 71 fragman metinden oluşuyor.
“Yaz Dediler Ânı” ile başlayan sürecin son basamağını teşkil eden “Söz Uçar Sızı Kalır”da Subaşı, olağanüstü bir çaba ve dikkatle geldiği yolları, mecra ve güzergâhları gözden geçirmekte. Kendi ifadesiyle mahallesinde apartmanların, sokakların görünürde dile getirdiğinden daha farklı, derinlikli bakışın gözden kaçırmayacağı bir şeyin peşindedir. Yol, yoldaşsız yürünmez anlayışınca muhatabını bu arayıştan mahrum bırakmamayı, hatta bizzat onu bu arayışa ortak etmeyi arzular. Herkesin birbirinden farklı olmak için birbirine benzediği bir ortamda aynada kendini görme cesareti bulanlara seslenir: “Biz orada şenlik şamata senin gelmeni bekliyoruz. Bağırmamız sana kendimi duyurmak istediğimizden. Kaybolduğumuzdan değil, korktuğumuzdan hiç değil. Hem öyle olsaydık ıslık çalardık. Ordayız bekliyoruz.”
Subaşı, kitabını edebiyatta kendine yer açmak için, kritikçilerin insafına teslim olmak ya da can sıkıntısından ne dediği belli olmayan karalamalarla milletin tadını tuzunu kaçırmak için yazmamıştır. Kendi kontratıdır “Söz Uçar Sızı Kalır”. Bundan sonraki yaşamında kişiliğini rehin vermemek, kimseye gereksiz yere “eyvallah” dememek için aklı başında, kalbi temiz, vicdan sahibi dostlarına, rehin bıraktığı kaporadır. Mesleği gereği dünyası hiçbir artistliğe meydan vermeyecek şekilde kitapla ve onun etrafında yer alan farklı okumalarla ilgili olduğundan, bu alanda sahtekârlıkların da geçer akçesinin kitaplı oluşunun gayet farkındadır. Ceketinin bir cebinde ajandası, öbür cebinde Kutsal Kitab’ı, astarında Kur’an’ı eksik olmayanların; ceketinden de, içindekilerden de vazgeçemeyenlerin durduğu yeri gayya kuyusu görür Subaşı, oralardan beri durmaya çalışır, Allah’a sığınır. Onun kaporası ki, işlerin ahbap - çavuş ilişki ağlarıyla örülerek yürütüldüğü bir dünyada ayağının kaymaması, kalbinin kararmaması, ruhunun daralmaması, aklının devre dışı kalmaması, burnunun bir karış havada olmaması duasına denk düşer.
Gördükleriyle, duyduklarıyla, hissettikleriyle başı dertte olan Subaşı, Gülten Akın’dan mülhem, itip onu, balına dadanan bu çağı sevmemiştir. Dertli kekliğin dertsizlere dert açması gibi muhatab bildiğine sormadan edemez: “İnsan varlığından emin olmadığı bir dünyada nasıl kendisi olarak kalabilir?”
Bünyamin gibi elinde bir kitap, sırtında büyük bir yükle evine yüz çevirip de sözü düşürmez. Çünkü bilir söz düşerse dünya düşer. Durup düşünmek, etrafı kolaçan etmek için sözün bıraktığı sızıya ihtiyacımız vardır, onu da bilir. Felsefe okumuş, sosyoloji ile ilgilenmiş, antropolojiyi ihmal etmemiştir. Psikolojide derinleşmeyi çok istemiş, siyasete bulaşmamış; ama neyin siyaset olduğunu anlayacak kadar hakikatle temas aralığı hep olmuştur. Bütün bu ilgilerini sürdürürken dinden ve imandan da bir haber olmamıştır. Başkaları ne düzeyde kendilerine sahip çıkar bilinmez; ama o, koskocaman bir maziyi ardına almıştır. Mazisi olmayanın ufku olmaz, ufku olmayanın da nazarı olmaz.
“Söz Uçar Sızı Kalır”, içeridekilerin sustuğu dışarıdakilerin de haksız ithamlarla üzerine yürüdüğü mahalleye bizzat mahalleden birisi olarak içeriden bir göz atma telaşesinin ürünüdür. En makbulü de içeriden bakabilmekte ya zaten. Yoksa nasıl bahsedebileceğiz aidiyetten, samimiyetten, iyi niyetten. Subaşı, mahallesine indikçe dünyayı konuşmayı devam eder. İnsanda fiziki olduğu kadar entelektüel anlamda da eski mekânlara yer var mıdır, sorgular. Eski evlere, eski yaylaklara olduğu kadar eski düşünsel mecralara ve duraklara nostaljik bir gezi yapar. Yeni dünyanın değer ve iklimleriyle karşılaşınca yüzleşmek yerine kendi havzalarında yaşamaya ikna edilmişcesine herkesi yerli yerinde bulur. Eski usulde işleyen bir dil, inançlar, teminatlar, sadakatler… Her şeyin aynı olduğunu yerinde müşahede eder. Müşterisi olduktan sonra değiştirmenin hiçbir anlamı ve kadir kıymeti olmadığına kanaat getirir. Feuerbach’ın dediği gibi biz biraz da yediklerimiziz. Dolayısıyla ağzı kelimelerle tıka basa dolu olmaktan konuşamayan elçilerden ziyade mahallesine doymuştur Subaşı. Tok bir şekilde konuşur. Sözü yere düşürmez; ama kıymet bilene sızısını bırakır.
Haydar Barış Aybakır
18 Nisan 2017 Salı
Gönüllerde taht kurmuş bir hikâye
Tıpçı ve felsefeci İbn-i Sina, türlü esrarlara vakıf bir sima olarak bilinir tüm dünyada. Bilinmeyen birçok başka yönü de vardır. Halk tarafından efsaneleştirilmiş biri olarak dilden dile aktarıldığı görülür ele geçen nüshalarda. Hayatı birçok hikâyeye konu olmuştur. Bunların en yetkini Seyyid Ziyaeddin Yahya’nın Ebû Ali Sînâ’sıdır. Eser, Hasan bin Abdullah İbn-i Sînâ yani halk arasında bilinen adıyla Ebû Ali Sinâ ile kardeşi Ebû’l-Hâris’in (ikiz kardeşler olduğu varsayılıyor) başından geçenleri konu alır; “besmele” ile başlar, birbirinden kıymetli dizelerle nihayete erer. “Başkasına değil ey gönül, sen Allah’a bak, eğer yorulacaksan Allah için olsun bırak. Nihayet mükâfatını Allah’tan umarız, bu kadar çekilen boşa gitmesin” diyerek doğru yola çağrılan insanın hikâyesidir anlatılan.
Kâğıtları aharlı, adî halk neshi ile yazılan hikâyenin tek el yazma nüshası İstanbul’da Topkapı Sarayı müzesinde Revan Köşkü Kütüphanesi’nde bulunduğu bilinmektedir. İsmi “Gencîne-i Hikmet” olarak anılır. Yüzyıllardır halk anlatısı olarak çok sevildiğinden farklı dillerde tercümelere, nüshalara da rastlamak mümkün. 10. yüzyıldan bu yana Mısır, İstanbul, Kazan’da defalarca basılır.
Günümüze ulaşan Ali Sîna Hikâyesi uzmanlara göre, edebiyat tarihi açısından fazla bir önem arz etmiyor. Fakat halk tarafından çok sevilmiş, gönüllerde taht kurmuş bir hikâye olduğuna dair herkes hem fikir. Fantastik ve etkileyici olaylar birbiri ardına sıralanır kitapta. İçeriği, hayli hareketli ve eğlencelidir: “İbn-î Sinâ, fakirlere kötü muamele edenleri, haksız hüküm veren kadıları, rüşvet alan mahkeme memurlarını, zorbalık yapan inzibat memurlarını gülünç hallere sokar ve şiddetle cezalandırır.”
Akılları hayrete düşüren türlü işler olur bu kitapta. Nasihatler dizeler halinde sıralanır…
“Simya ilmi bir şey ki sihir gibi, dikkatle incelesen hep boş gibi. Anlamsız sanki alışverişi bile, ip oyunu, hayal ve gölge.”
Ölüyü diriltmeye kalkışma, görünmez olma, Sultan’ın kızını helvacının oğluna kavuşturma sahneleri, göz boyama gibi haller bol bol yer almış bu hikâyede: “Ey âşık gönül, bu ancak bir düş evidir, son noktası ancak yerin dibidir.”
Büyüyenay Yayınları arasında çıkan bu çeviri eser, ilgili makaleler taranarak, iki yıl süren titiz bir çalışma sonucu okuyucuyla buluşmuş. Meraklısı için, not düşelim: Bilgilendirme amacıyla yer verilen eser hakkındaki önemli iki makaleyi, önsözde bulabilirsiniz. Ayrıca ilgilisi için, kitabın son kısmında Osmanlıca nüshaların eklendiği bir özel bölüm de yer almakta.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
Kâğıtları aharlı, adî halk neshi ile yazılan hikâyenin tek el yazma nüshası İstanbul’da Topkapı Sarayı müzesinde Revan Köşkü Kütüphanesi’nde bulunduğu bilinmektedir. İsmi “Gencîne-i Hikmet” olarak anılır. Yüzyıllardır halk anlatısı olarak çok sevildiğinden farklı dillerde tercümelere, nüshalara da rastlamak mümkün. 10. yüzyıldan bu yana Mısır, İstanbul, Kazan’da defalarca basılır.
Günümüze ulaşan Ali Sîna Hikâyesi uzmanlara göre, edebiyat tarihi açısından fazla bir önem arz etmiyor. Fakat halk tarafından çok sevilmiş, gönüllerde taht kurmuş bir hikâye olduğuna dair herkes hem fikir. Fantastik ve etkileyici olaylar birbiri ardına sıralanır kitapta. İçeriği, hayli hareketli ve eğlencelidir: “İbn-î Sinâ, fakirlere kötü muamele edenleri, haksız hüküm veren kadıları, rüşvet alan mahkeme memurlarını, zorbalık yapan inzibat memurlarını gülünç hallere sokar ve şiddetle cezalandırır.”
Akılları hayrete düşüren türlü işler olur bu kitapta. Nasihatler dizeler halinde sıralanır…
“Simya ilmi bir şey ki sihir gibi, dikkatle incelesen hep boş gibi. Anlamsız sanki alışverişi bile, ip oyunu, hayal ve gölge.”
Ölüyü diriltmeye kalkışma, görünmez olma, Sultan’ın kızını helvacının oğluna kavuşturma sahneleri, göz boyama gibi haller bol bol yer almış bu hikâyede: “Ey âşık gönül, bu ancak bir düş evidir, son noktası ancak yerin dibidir.”
Büyüyenay Yayınları arasında çıkan bu çeviri eser, ilgili makaleler taranarak, iki yıl süren titiz bir çalışma sonucu okuyucuyla buluşmuş. Meraklısı için, not düşelim: Bilgilendirme amacıyla yer verilen eser hakkındaki önemli iki makaleyi, önsözde bulabilirsiniz. Ayrıca ilgilisi için, kitabın son kısmında Osmanlıca nüshaların eklendiği bir özel bölüm de yer almakta.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
14 Nisan 2017 Cuma
Kalbe dönüş için son çağrı
Bir yer var,
İyiliğin ve kötülüğün ötesinde
Seninle orada buluşacağız!
Huzursuzluk romanı, Zülfü Livaneli'nin üzerinde yoğun bilgi ve duygu mesaisi harcadığı son kitabıdır. Konu itibariyle Mardin coğrafyasının müzmin kaderi, Ortadoğu’daki terörün acı getirileri, Işid ile Yezidiler arasındaki makûs çatışmalar ele alınmıştır. Bu yönüyle edebi alanda yazılan, son dönemin güncel bir eseridir diyebiliriz.
Maalesef ki, dünyanın en kötü çıkmazlarından biri olan terör dalgası, bunun için kanayan her kalbi gün geçtikçe daha da yaralamakta. Bizler, “elimizden bir şey gelmiyor” klişesinin ardına saklanarak her gün yeni bir şeyi kaybediyoruz; yeni bir insanı, yeni bir aşkı ve yine bir kaderi toprağa gömüyoruz.
Romana girizgâh, belki de tüm okurların ilk dikkatini çekip, okudukça paylaşabileceği şu alıntı üzerinden yapılıyor: “Harese nedir, bilir misiniz? Develerin çölde çok sevdiği bir diken var. Deve, dikeni yedikçe ağzı kanar. Tuzlu kanın tadı dikeniyle karışınca bu, devenin daha çok hoşuna gider. Kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz... Ortadoğu’nun âdeti budur! Tarih boyunca birbirini öldürür; ama aslında kendini öldürüldüğünü anlamaz. Kendi kanının tadından sarhoş olur.”
Livaneli, tam da bu gerçeklikten hareketle okurlarına dokunmayı amaçlamış. Bilfiil o yerleri gezip, bilgi toplayarak açık bir dille o acıları temellendirerek haykırmış. Okurken, bir duygu yükümlülüğü altına girmekle birlikte birçok konu hakkında da yaşanmış bilgileri öğrenebilme imkânımız var. Mesela, ilk önce herkesin sıkça kullandığı yanlıştan bahsedilmiş; Yezidi değil Ezidiler’in isminden de anlaşıldığı üzere onlar hakkında birçok yanlış bilgiyle hareket ettiğimiz noktasında bir giriş yapılmış. Hz. Hüseyin’i katleden Yezid ile bir ilişkilerinin olmadığını, dini yanlış işiten bir güruhun Ezidiler’i nasıl yok etmeye çalıştıklarını, onların da kendi inanışlarını ve kimliklerini nasıl korumaya çabaladıklarını tadımlık bir şekilde sunulmuş.
Altı bin yıllık geçmişleri olan Ezidiler’in kökenleri Hindistan’a dayanır. Kutsal kitapları “Mushaf-ı Reş”tir. Mavi renge özel bir anlam yüklerler ve gündelik şeylerde kullanmamaya özen gösterirler. Melek Taus, yani Tavus Kuşu en büyük melektir, o inanca göre. Işid’den zulüm çeken Ezidiler, şeytana taptıkları için, Işid’in nazarında Ezidi kanı helal olup, onları öldürenler cennetle ödüllendirilir. Tüm bu bilgileri bize yazar, toplumda imkânı pek de mümkün olmayan bir aşk hikâyesi üzerinden anlatır. Mardinli Müslüman Hüseyin ile Ezidi kızı Meleknaz…
Bu hikâyeden de önce, başka bir karakteri tanıtır; romanın asıl kahramanını: İbrahim’i. Mardin doğumlu, fakat yaşamının büyük bir çoğunluğunu İstanbul’da geçirmiş bir gazeteciden bahseder. Doğasında Doğu tohumları bulunan, ama onu bir metropol şehrinde yetiştirememiş, geçmişinden kopuk yaşayan, geleceğini idame ettirme noktasında kendine ve topluma yabancılaşan bir birey.
İbrahim, çalıştığı gazetedeki üçüncü sayfa haberini görünce, tarumar olur. Cinayet olayında adından söz edilen kişi Mardin’deki çocukluğunu paylaştığı arkadaşı Hüseyin’dir. Bu olayı detaylıca incelemek için yollara düşer. Uzun yıllar sonra memleketine, arkadaşının cenazesine katılmak için gider. Olaya dair ürettiği merak silsilesi, kendisini artık araştırma meydanında bulmak ister. Cinayete kurban giden arkadaşının hatrı için ondan geriye kalan en yakınındakilerle görüşmeye başlar. İlk önce Hüseyin’in annesiyle, kız kardeşi Aysel’le, yine ortak çocukluk arkadaşı Mehmet ve onun babasıyla, bir de terk edilmiş eski nişanlısıyla konuşur İbrahim. Daha sonra, zihninde olayları birleştirerek, çevrede bulunan birkaç Ezidi’yle de görüşür. Bu olaya vakıf olan herkesten bir tutam bilgi koparmaya çalışır. Mevzuyu bütün halinde topladığında kendisini çok farklı bir yerde bulur. Çünkü o olayı çözmeye çalışırken, aynı zamanda farkında olmadan kendisini de tanımaya başlamış ve işin içinden çıkamamıştır. İbrahim’in zaten evvelinde de mevcut olan kimlik karmaşası sorunu onu bir bunalıma sürüklemiş o da beraberinde psikolojik ve felsefi yönden bir yabancılaşma sürecini getirmiştir. Mardin’in etnik çeşitliliğinden ve mitolojisinden sıyrılıp, kendisini daha da kozmopolit bir yapıda bulurken, dağılan kimliğiyle vatanından ırak; gurbette bir nevi yurdunu aramaya çalışmıştır. O yüzden İbrahim’le Albert Camus’nün kitaplarında, Zeki Demirkubuz’un filmlerinde ve “gerçek olmayan varoluş, topluluklarda ortaya çıkar” diyen Heidegger’in düşüncesinde, başrol olarak karşılaşabiliriz.
“Kendini tanı!” der Sokrates. İbrahim, kendisinin farkında olan, benliğinin bilincine ulaşmış biri aslında. Onu şu cümlesinden anlayabiliyoruz: “-Mehmet için- o kök salmıştı, ben rüzgârda savruluyordum. Büyük şehrin yüzünü silerek birbirine benzettiği kimliksiz kalmış milyonlarca insandan biriydim.”. Yine başka bir konuşmada İbrahim, “keşke kendimi Batılı yerine koyarak yıllarımı harcamasaydım… Doğulular’ın Batılı, Batılılar’ın ise kendi halkına yabancılaşmış bir Doğulu olarak görüldüğü kimliksizlikten kurtulurdum!” diyerek bir serzenişte bulunur.
Yazar, tüm bu ruhsal derinlikleri ifrat ve tefritten uzak bir biçimde, orta kararında bizlere sunmuştur. Yine Livaneli’nin kendine has olan o sıcak üslubuyla, her sayfayı çevirdiğimizde o durumun getirdiği hale bürünmemizi sağlayan o güzel tasvir edası okuru daha memnun etmektedir. Bir yerde telkâri yapan insanları izliyor, bir yerde Mardin’in izbe, karanlık bir sokağında Süryani şarabının keskin kokusunu hissedebiliyoruz. Bir de arka fonda Zülfü Livaneli’nin sesinden Sevda Değil parçasını dinliyorsak, fevkalade bir ahenkle okumamızı tamamlayabiliriz. Ayrıca tekdüze bir anlatımı kıran diyaloglarla da yazar, okuruna zihinsel faaliyetlerle konuşmalardaki boşlukları doldurmaya yöneltiyor. Olaya geçiş süsü veren anlatıları bizzat aktarmayıp, ahizenin bir ucundan dinleyen mevzuya bizler müdahil oluyormuşuz da İbrahim soru sormuyormuş gibi algılayabiliyoruz.
Hüseyin…Dini bütün, halim selim, efendi, herkes tarafından sevilen biri. Ezidiler’in sığınarak kamp kurduğu alana gider ve orada yardıma muhtaç olan kişilere sınır tanımadan elinden geleni yapar. Annesi Adviye Hanım’ın tabiriyle kara kuru bir kadına, Meleknaz’a vurulur. Ama o sırada Safiye ile de nişanlıdır. Meleknaz, zulümlerden kaçabilmek için türlü cefalar çekmiş, kör körpesiyle ortalıkta kalmış çileli bir kadındır. Küçücük yaşta olan Nergis, Zilan’la birlikte türlü tecavüzlere maruz kalır. Şu ayrıntıyı da belirtmek faydalı olacaktır; kitapta çok baskın bir biçimde karşılaştığımız “kadın” olgusu mevcut. Yani doğudaki kadınla, batıdaki kadın arasındaki fark. İbrahim’in eski eşi çalışan, zevkine düşkün, asla altta kalmayan, istediği kişiyle ilişki yaşayan bir plaza kadını deyim yerindeyse. Ama Meleknaz…Namusuna halel getirmemek için çırpınan, direnen ve sonunda lekelenen bir kadın.. Öfkesiyle dağları aşan, doğumunu o çölde yapan, yeryüzünün daimi mültecisi..
En son Hüseyin’le karşılaştığı yere sığınır Meleknaz. Hüseyin, bebeğin gözlerinin tedavisi için uğraşır. Sonra bir gün Meleknaz’ı oralardan alıp kurtarır, evlenir, evine götürür. Toplum tarafından reddedilen bu evlilik, pek tabii hoş karşılanmaz; günahtır yapma derler. Aldırmaz bu söylenenlere Hüseyin, onda ne bulduğunu kendisi de bilmez; ama öyle de onları bırakamaz. Çevredeki Işid militanları yasak olan bu evliliği duyunca Hüseyin’i rahat bırakmazlar. O da yakınlarının ısrarı üzerine Amerika’ya abilerinin yanına gider. Meleknaz’a da vize işlemlerini halledip en kısa zamanda yanına aldıracağına söz verir. Ama giderken de şu sözü kazır belleklere : “Beni alıp tekrar karnına soksan bile koruyamazsın anne!”. Neticede, yanlış fikirlerin doğurduğu genellemelerden uzaklaşıp, İslam’ı doğru anlamayan ahkâm kesen kesimden kaçarken; daha da beteriyle, İslam karşıtı bir grupla karşılaşır. Bu da onun canına mal olur. Abisinin pizza dükkânında o, yerleri temizlerken bir yerde onu temizlemeye gelirler. Bu kıyım, belki de öze yönelik yapılan nefretlerin en hırpalayıcısıdır. İbrahim’in bu olayı çözümlemesi üzerine verdiği ilk tepki şu şekilde cereyan etmiştir: “İki kurşun yarasına rağmen nasıl oldu da ölümü Amerika’ya kadar ertelendi?”. Sonra İbrahim’in Meleknaz’ın izini sürmesi üzerine de yeni bir serüven başlar ve o da başlı başına bir öyküyü beraberinde getirir. Huzursuzluk noktasında kusursuz bir hikaye, acı bir ölüm. “Zaten hayatta normal olan huzursuzluk durumudur, huzur ise çok ender yakalanan geçici anlardır olsa olsa.”
Kitabı okurken aklıma, olay örgüsünün benzer ögeleri barındırdığı başka bir aşk öyküsü olan Heiran filmi geldi. Başroller farklı, coğrafya farklı, fakat aşk ikliminin aynı olduğu bir film. İranlılar’ın Afgan sığınmacılarıyla evlenmesinin hoş karşılanmadığı radikal bir red; aşkın meşru kılınmayan hali. Tüm önyargılara meydan okuyan ama başarılı olamayan iki küçük genç. Her iki olayda da görülen bir gerçek: İnsan, kıyamadığının peşine perişan olmaz mı, zaten?
“…Bazı acıları ölüm bile unutturamıyor, bazı davranışlar ölümden sonra bile bağışlanmıyor diye düşünüyorum.”
Belki de bunların hepsi yüreklerdeki merhamet eksikliğinden kaynaklıdır. Öyle diyor ya Livaneli kitabın bir bölümünde; “merhamet, zulmün merhemi olamaz!” diye. Merhametten yoksun, vicdan muhasebesini yapamayan insan, her acıya bir sorumlu bularak rahatlama yolunu seçer. Zulüm, merhameti inhibe eden bir faktör olup, onun antitezi konumundadır.
“Soluduğumuz havayı zehirleyen ve bizi birbirimize düşman kılmak isteyen zalimlere inat, merhamet!” der Kemal Sayar. Ve sonra devam eder; çünkü zalimlik ötekini utandırarak, aşağılayarak, onun saygınlığını ayaklar altına alarak, haklarını değersizleştirerek zulmünü icra eder. Merhamet insanın onur ve saygınlığının çiğnenmesine karşı durmaktır; o insan bizden olmasa da. Adalet de ancak merhametle kaimdir (Bkz: Merhamet, s.51).
Bahsi geçen insanlık ağacının kırılmış dalının onarılabilme ihtimali için, bir daha bunları yaşamamak, izlememek ve okumamak için biraz merhamet! Salt insanlık adına, Hüseyin’in şu son sözleri hatırına kalbine ve vicdanına dön!..
“İnsanları pençesine almış, çöl hecirleri gibi hepimizin ağzını kan içinde bırakan "harese"den kurtulmak için yazıyorum ve zaman zaman kendimi şu sözü tekrarlarken yakalıyorum: 'Ben bir insandım! Ben sadece kendimi tedavi etmek için yazıyorum, insan denilen yaratıkların arasında yaşama gücünü tekrar bulabilmek için “ben bir insandım!”
Betül Uludoğan
twitter.com/_naze_nin
İyiliğin ve kötülüğün ötesinde
Seninle orada buluşacağız!
Huzursuzluk romanı, Zülfü Livaneli'nin üzerinde yoğun bilgi ve duygu mesaisi harcadığı son kitabıdır. Konu itibariyle Mardin coğrafyasının müzmin kaderi, Ortadoğu’daki terörün acı getirileri, Işid ile Yezidiler arasındaki makûs çatışmalar ele alınmıştır. Bu yönüyle edebi alanda yazılan, son dönemin güncel bir eseridir diyebiliriz.
Maalesef ki, dünyanın en kötü çıkmazlarından biri olan terör dalgası, bunun için kanayan her kalbi gün geçtikçe daha da yaralamakta. Bizler, “elimizden bir şey gelmiyor” klişesinin ardına saklanarak her gün yeni bir şeyi kaybediyoruz; yeni bir insanı, yeni bir aşkı ve yine bir kaderi toprağa gömüyoruz.
Romana girizgâh, belki de tüm okurların ilk dikkatini çekip, okudukça paylaşabileceği şu alıntı üzerinden yapılıyor: “Harese nedir, bilir misiniz? Develerin çölde çok sevdiği bir diken var. Deve, dikeni yedikçe ağzı kanar. Tuzlu kanın tadı dikeniyle karışınca bu, devenin daha çok hoşuna gider. Kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz... Ortadoğu’nun âdeti budur! Tarih boyunca birbirini öldürür; ama aslında kendini öldürüldüğünü anlamaz. Kendi kanının tadından sarhoş olur.”
Livaneli, tam da bu gerçeklikten hareketle okurlarına dokunmayı amaçlamış. Bilfiil o yerleri gezip, bilgi toplayarak açık bir dille o acıları temellendirerek haykırmış. Okurken, bir duygu yükümlülüğü altına girmekle birlikte birçok konu hakkında da yaşanmış bilgileri öğrenebilme imkânımız var. Mesela, ilk önce herkesin sıkça kullandığı yanlıştan bahsedilmiş; Yezidi değil Ezidiler’in isminden de anlaşıldığı üzere onlar hakkında birçok yanlış bilgiyle hareket ettiğimiz noktasında bir giriş yapılmış. Hz. Hüseyin’i katleden Yezid ile bir ilişkilerinin olmadığını, dini yanlış işiten bir güruhun Ezidiler’i nasıl yok etmeye çalıştıklarını, onların da kendi inanışlarını ve kimliklerini nasıl korumaya çabaladıklarını tadımlık bir şekilde sunulmuş.
Altı bin yıllık geçmişleri olan Ezidiler’in kökenleri Hindistan’a dayanır. Kutsal kitapları “Mushaf-ı Reş”tir. Mavi renge özel bir anlam yüklerler ve gündelik şeylerde kullanmamaya özen gösterirler. Melek Taus, yani Tavus Kuşu en büyük melektir, o inanca göre. Işid’den zulüm çeken Ezidiler, şeytana taptıkları için, Işid’in nazarında Ezidi kanı helal olup, onları öldürenler cennetle ödüllendirilir. Tüm bu bilgileri bize yazar, toplumda imkânı pek de mümkün olmayan bir aşk hikâyesi üzerinden anlatır. Mardinli Müslüman Hüseyin ile Ezidi kızı Meleknaz…
Bu hikâyeden de önce, başka bir karakteri tanıtır; romanın asıl kahramanını: İbrahim’i. Mardin doğumlu, fakat yaşamının büyük bir çoğunluğunu İstanbul’da geçirmiş bir gazeteciden bahseder. Doğasında Doğu tohumları bulunan, ama onu bir metropol şehrinde yetiştirememiş, geçmişinden kopuk yaşayan, geleceğini idame ettirme noktasında kendine ve topluma yabancılaşan bir birey.
İbrahim, çalıştığı gazetedeki üçüncü sayfa haberini görünce, tarumar olur. Cinayet olayında adından söz edilen kişi Mardin’deki çocukluğunu paylaştığı arkadaşı Hüseyin’dir. Bu olayı detaylıca incelemek için yollara düşer. Uzun yıllar sonra memleketine, arkadaşının cenazesine katılmak için gider. Olaya dair ürettiği merak silsilesi, kendisini artık araştırma meydanında bulmak ister. Cinayete kurban giden arkadaşının hatrı için ondan geriye kalan en yakınındakilerle görüşmeye başlar. İlk önce Hüseyin’in annesiyle, kız kardeşi Aysel’le, yine ortak çocukluk arkadaşı Mehmet ve onun babasıyla, bir de terk edilmiş eski nişanlısıyla konuşur İbrahim. Daha sonra, zihninde olayları birleştirerek, çevrede bulunan birkaç Ezidi’yle de görüşür. Bu olaya vakıf olan herkesten bir tutam bilgi koparmaya çalışır. Mevzuyu bütün halinde topladığında kendisini çok farklı bir yerde bulur. Çünkü o olayı çözmeye çalışırken, aynı zamanda farkında olmadan kendisini de tanımaya başlamış ve işin içinden çıkamamıştır. İbrahim’in zaten evvelinde de mevcut olan kimlik karmaşası sorunu onu bir bunalıma sürüklemiş o da beraberinde psikolojik ve felsefi yönden bir yabancılaşma sürecini getirmiştir. Mardin’in etnik çeşitliliğinden ve mitolojisinden sıyrılıp, kendisini daha da kozmopolit bir yapıda bulurken, dağılan kimliğiyle vatanından ırak; gurbette bir nevi yurdunu aramaya çalışmıştır. O yüzden İbrahim’le Albert Camus’nün kitaplarında, Zeki Demirkubuz’un filmlerinde ve “gerçek olmayan varoluş, topluluklarda ortaya çıkar” diyen Heidegger’in düşüncesinde, başrol olarak karşılaşabiliriz.
“Kendini tanı!” der Sokrates. İbrahim, kendisinin farkında olan, benliğinin bilincine ulaşmış biri aslında. Onu şu cümlesinden anlayabiliyoruz: “-Mehmet için- o kök salmıştı, ben rüzgârda savruluyordum. Büyük şehrin yüzünü silerek birbirine benzettiği kimliksiz kalmış milyonlarca insandan biriydim.”. Yine başka bir konuşmada İbrahim, “keşke kendimi Batılı yerine koyarak yıllarımı harcamasaydım… Doğulular’ın Batılı, Batılılar’ın ise kendi halkına yabancılaşmış bir Doğulu olarak görüldüğü kimliksizlikten kurtulurdum!” diyerek bir serzenişte bulunur.
Yazar, tüm bu ruhsal derinlikleri ifrat ve tefritten uzak bir biçimde, orta kararında bizlere sunmuştur. Yine Livaneli’nin kendine has olan o sıcak üslubuyla, her sayfayı çevirdiğimizde o durumun getirdiği hale bürünmemizi sağlayan o güzel tasvir edası okuru daha memnun etmektedir. Bir yerde telkâri yapan insanları izliyor, bir yerde Mardin’in izbe, karanlık bir sokağında Süryani şarabının keskin kokusunu hissedebiliyoruz. Bir de arka fonda Zülfü Livaneli’nin sesinden Sevda Değil parçasını dinliyorsak, fevkalade bir ahenkle okumamızı tamamlayabiliriz. Ayrıca tekdüze bir anlatımı kıran diyaloglarla da yazar, okuruna zihinsel faaliyetlerle konuşmalardaki boşlukları doldurmaya yöneltiyor. Olaya geçiş süsü veren anlatıları bizzat aktarmayıp, ahizenin bir ucundan dinleyen mevzuya bizler müdahil oluyormuşuz da İbrahim soru sormuyormuş gibi algılayabiliyoruz.
Hüseyin…Dini bütün, halim selim, efendi, herkes tarafından sevilen biri. Ezidiler’in sığınarak kamp kurduğu alana gider ve orada yardıma muhtaç olan kişilere sınır tanımadan elinden geleni yapar. Annesi Adviye Hanım’ın tabiriyle kara kuru bir kadına, Meleknaz’a vurulur. Ama o sırada Safiye ile de nişanlıdır. Meleknaz, zulümlerden kaçabilmek için türlü cefalar çekmiş, kör körpesiyle ortalıkta kalmış çileli bir kadındır. Küçücük yaşta olan Nergis, Zilan’la birlikte türlü tecavüzlere maruz kalır. Şu ayrıntıyı da belirtmek faydalı olacaktır; kitapta çok baskın bir biçimde karşılaştığımız “kadın” olgusu mevcut. Yani doğudaki kadınla, batıdaki kadın arasındaki fark. İbrahim’in eski eşi çalışan, zevkine düşkün, asla altta kalmayan, istediği kişiyle ilişki yaşayan bir plaza kadını deyim yerindeyse. Ama Meleknaz…Namusuna halel getirmemek için çırpınan, direnen ve sonunda lekelenen bir kadın.. Öfkesiyle dağları aşan, doğumunu o çölde yapan, yeryüzünün daimi mültecisi..
En son Hüseyin’le karşılaştığı yere sığınır Meleknaz. Hüseyin, bebeğin gözlerinin tedavisi için uğraşır. Sonra bir gün Meleknaz’ı oralardan alıp kurtarır, evlenir, evine götürür. Toplum tarafından reddedilen bu evlilik, pek tabii hoş karşılanmaz; günahtır yapma derler. Aldırmaz bu söylenenlere Hüseyin, onda ne bulduğunu kendisi de bilmez; ama öyle de onları bırakamaz. Çevredeki Işid militanları yasak olan bu evliliği duyunca Hüseyin’i rahat bırakmazlar. O da yakınlarının ısrarı üzerine Amerika’ya abilerinin yanına gider. Meleknaz’a da vize işlemlerini halledip en kısa zamanda yanına aldıracağına söz verir. Ama giderken de şu sözü kazır belleklere : “Beni alıp tekrar karnına soksan bile koruyamazsın anne!”. Neticede, yanlış fikirlerin doğurduğu genellemelerden uzaklaşıp, İslam’ı doğru anlamayan ahkâm kesen kesimden kaçarken; daha da beteriyle, İslam karşıtı bir grupla karşılaşır. Bu da onun canına mal olur. Abisinin pizza dükkânında o, yerleri temizlerken bir yerde onu temizlemeye gelirler. Bu kıyım, belki de öze yönelik yapılan nefretlerin en hırpalayıcısıdır. İbrahim’in bu olayı çözümlemesi üzerine verdiği ilk tepki şu şekilde cereyan etmiştir: “İki kurşun yarasına rağmen nasıl oldu da ölümü Amerika’ya kadar ertelendi?”. Sonra İbrahim’in Meleknaz’ın izini sürmesi üzerine de yeni bir serüven başlar ve o da başlı başına bir öyküyü beraberinde getirir. Huzursuzluk noktasında kusursuz bir hikaye, acı bir ölüm. “Zaten hayatta normal olan huzursuzluk durumudur, huzur ise çok ender yakalanan geçici anlardır olsa olsa.”
Kitabı okurken aklıma, olay örgüsünün benzer ögeleri barındırdığı başka bir aşk öyküsü olan Heiran filmi geldi. Başroller farklı, coğrafya farklı, fakat aşk ikliminin aynı olduğu bir film. İranlılar’ın Afgan sığınmacılarıyla evlenmesinin hoş karşılanmadığı radikal bir red; aşkın meşru kılınmayan hali. Tüm önyargılara meydan okuyan ama başarılı olamayan iki küçük genç. Her iki olayda da görülen bir gerçek: İnsan, kıyamadığının peşine perişan olmaz mı, zaten?
“…Bazı acıları ölüm bile unutturamıyor, bazı davranışlar ölümden sonra bile bağışlanmıyor diye düşünüyorum.”
Belki de bunların hepsi yüreklerdeki merhamet eksikliğinden kaynaklıdır. Öyle diyor ya Livaneli kitabın bir bölümünde; “merhamet, zulmün merhemi olamaz!” diye. Merhametten yoksun, vicdan muhasebesini yapamayan insan, her acıya bir sorumlu bularak rahatlama yolunu seçer. Zulüm, merhameti inhibe eden bir faktör olup, onun antitezi konumundadır.
“Soluduğumuz havayı zehirleyen ve bizi birbirimize düşman kılmak isteyen zalimlere inat, merhamet!” der Kemal Sayar. Ve sonra devam eder; çünkü zalimlik ötekini utandırarak, aşağılayarak, onun saygınlığını ayaklar altına alarak, haklarını değersizleştirerek zulmünü icra eder. Merhamet insanın onur ve saygınlığının çiğnenmesine karşı durmaktır; o insan bizden olmasa da. Adalet de ancak merhametle kaimdir (Bkz: Merhamet, s.51).
Bahsi geçen insanlık ağacının kırılmış dalının onarılabilme ihtimali için, bir daha bunları yaşamamak, izlememek ve okumamak için biraz merhamet! Salt insanlık adına, Hüseyin’in şu son sözleri hatırına kalbine ve vicdanına dön!..
“İnsanları pençesine almış, çöl hecirleri gibi hepimizin ağzını kan içinde bırakan "harese"den kurtulmak için yazıyorum ve zaman zaman kendimi şu sözü tekrarlarken yakalıyorum: 'Ben bir insandım! Ben sadece kendimi tedavi etmek için yazıyorum, insan denilen yaratıkların arasında yaşama gücünü tekrar bulabilmek için “ben bir insandım!”
Betül Uludoğan
twitter.com/_naze_nin
Turgut Cansever mimarsa şimdikiler ne? Şimdikiler mimarsa Turgut Cansever ne?
Modernliğin ülkemize ve tüm dünyaya getirdiği en büyük felaketlerin başında, beton yığınlarına hapsettiği evlerimiz ve ruhlarımız geliyor. Bu öyle bir şey ki, sadece evlerimizle veya şehir hayatıyla sınırlı kalmıyor, bireylerin halet-i ruhiyelerini de kökünden sarsıyor. Betonlaşmanın, yanlış şehirleşmenin getirdiği çarpıklaşma, insanın dünyaya bakış açısını da tümden sarsıyor, köreltiyor, yüzeye indirgiyor. Modern şehir adı altında bize öğretilen yüksek binalar, plazalar, gökdelenlerle bize öğretilmeyenler arasında neler döndüğünü Turgut Cansever’den öğrenmek isteyenler için bu kitap biçilmiş kaftan. Beşir Ayvazoğlu tarafından Cansever’le muhtelif zamanlarda yapılan beş tane mülakatı içeren bu kitap, Türkiye’nin çok daha düzenli bir şehir olabilecekken nasıl bu hallere geldiğini yüzümüze çarpıyor.
Timaş Yayınları’ndan ilk baskısını 2012’de, ikinci baskısını 2016’da yapan kitap, aslında bundan çok daha fazla baskıyı hak ediyor. Mimariyle alakası olsun olmasın her Türk vatandaşının okumasının elzem olduğunu düşünüyorum bu konuşmaların. Çünkü Cansever’in konuşmalarında sadece bina, yapı, ev, yol gibi mimari-mühendislik terimleri değil; ahlak, vicdan, liyakat vb. gibi birçok konuda herkesin ilgilenmesi gereken kavramlar bolca geçiyor.
Eser, kaynakça ve indeks hariç 162 sayfadan oluşuyor. Bunun 125 sayfası, bilge mimarla yapılan konuşmalardan oluşurken geri kalan kısmı Beşir Ayvazoğlu’nun Turgut Cansever’in sanat felsefesi ve babası Hasan Ferit Cansever hakkında yazdığı yazılardan oluşuyor. Beşir Ayvazoğlu önsözde bilge mimar için “Güzel, sağlıklı ve kullanışlı bir mimarî çevrenin oluşumu için, o çevrede yaşayacak olan insanların katılımını temel prensiplerden biri olarak gören Cansever Hoca, çevreyi koruma sorumluluk ve şuurunun ancak böyle doğabileceğine inanmıştı. Derdi ki: İnsan, çevrenin oluşumuna katılabilirse, onu daha fazla güzelleştirmek ister, böylece zaman içinde mimarîyi fark ederek anlamaya ve tadına varmaya başlar, onunla yaşar, onu geliştirir. Hatta birlikte gelişir. Batı’da mimarî başta Katolik kilisesi olmak üzere çeşitli güçler tarafından bir güç gösterisine dönüştürülmüş, devâsâ yapılar sadece Ziya Paşa gibi yabancıları değil, o ülkelerdeki insanları bile ürkütmüş ve yönlendirmiştir. Bunu fark eden totaliter rejimler de devâsâ yapılarla insanları ezmenin, ufalamanın yollarını aramışlardır. Dev şehirlerin dev ölçekli yolları ve binaları arasında küçülüp yok olan insanın, çevrenin oluşumundaki sorumluluğunu unutması kaçınılmazdır” diyor. Yazarın, bilge hoca hakkındaki bu sözleri, aslında Cansever’in, mimarînin merkezine neden insanı yerleştirdiğini ve neden her şeyi insan için düşündüğünü bize özetliyor.
Kitabın birinci bölümünde Turgut Cansever’in çocukluğu ve gençlik yılları hakkında malumat sahibi oluyoruz. Ayvazoğlu, yönelttiği sorularla bilge mimarın kendini açmasını sağlamış ve geçmiş yıllardan bilgileri okurun önüne sermiştir. Bu bölüm Turgut Hoca’yı tanıtan önemli bir bölümdür. Çünkü Turgut Cansever ülkemizde çok bilinen ve maalesef hak ettiği değeri verilen biri değildir. Hele genç nesil, bu değerli şahsiyetten tamamen bihaberdir. Ancak eline şu veya bu sebeple bu kitap geçmiş biri için ilk bölüm Turgut Cansever’i tanımak için doyurucu bilgiyi okura veriyor. Nerede doğduğu, yaşadığı yerler, ilk gençlik yılları vb. Örneğin bilge mimarın resme meraklı olduğunu, 15-16 yaşlarında daha çok resimle iştigal ettiğini ve ilk resim sergisini bu yaşlarda açtığını bu bölümde görüyoruz. Aynı zamanda bu bölümdeki bilgiler sayesinde, Cansever’in yaşadığı yerler hakkında, o yıllara özgü bilgilere de ulaşabiliyoruz. Özellikle şuurumun burada teşekkül ettiğini, yaşanacak bir şehrin nasıl olması gerektiğine dair ilk fotoğraflarını zihnime Hisar sokaklarında koşup oynarken yerleştiğini söyleyebilirim dediği o zamanki Bursa’yı tarif etmesi, bende derin bir hayıflanmaya ve üzüntüye sebep oldu. Eski dokusundan neredeyse hiçbir şey kalmayan, yüksek yüksek binalara boğulan bu güzel, bu yeşil(!) şehri Cansever Hoca “…Tipik bir Bursa evinde oturuyorduk. Dört beş odanın yan yana dizildiği uzun bir hayat, bir bahçe… Bursa o zaman şiir gibi bir şehirdi. Buna rağmen babam ‘Bursa’yı ne hale getirmişler!’ diye isyan etmişti. Çünkü onun eski Bursa’sı bizim eski Bursa’mızdan daha güzeldi. Sokaklarında su kanalları vardı, bu kanallarda şelâleler oluşur, etraf su sesleriyle dolardı. Yeşilin her tonunun köpürdüğü bir şehirdi Bursa, bir şehircilik hârikasıydı. Aydın Germen’in Amerikalı bir arkadaşı Bursa’yı görünce, ‘Dünyada şehir denebilecek iki şehir vardır; biri Floransa diğeri Bursa… Floransa bile, Bursa’nın yanında iç karartıcı, karanlık, pis bir şehir!’ demiş.” şeklinde anlatıyor.
Kitabın ikinci bölümünde İstanbul’u görüyoruz. "Dünden Bugüne İstanbul" adlı bu söyleşide İstanbul’un geçmişteki; Romalılar’daki, Bizans’taki ve en çok Osmanlı’daki ve elbette ki Cumhuriyet dönemindeki durumundan bahsediliyor. Yapılan yanlış tercihlerden, kullanılan malzemelerin kalitesizliğinden, İstanbul’un bir sanat şehriyken nasıl ticaret şehrine dönmesinden, İstanbul’luğunu kaybetmesinden ve birçok konudan bahsediliyor. Cansever Hoca, merkeze her zaman insanı koyduğu için bu bölümün en ilginç kısmı, halkın ve mimarların o zamanlarda istemedikleri bir yapı için muktedirlere nasıl karşı durduklarını anlattığı bölümdür. Şu anda, insanlarda olan bıkkınlık ve estetik zevksizliğin yerinde o zamanlar nasıl bir estetik görüş olduğunu hoca şu şekilde açıklıyor: “… Yeni Camii’nin inşasından hemen sonra Sultanahmet Çeşmesi’nin inşa edilmesi üzerine, İstanbul mimarları ve yapı esnafı iki üç gün saray etrafında nümâyiş yaptılar. Hünkârın bu zevksizliği İstanbul halkına reva görmeye hakkı yoktur diyorlardı. Takriben, altmış sene sonra, III. Selim, Kanunî’nin Sinan’a inşa ettirdiği Üsküdar (Kavak) Saray’ını yıktırıp yerine Selimiye Kışlası’nı inşa ettirmeye karar verdiği zaman İstanbul halkı yine ayaklanmıştır. … Ancak tabiî ayaklananlar gerici addediliyor, Selimiye Kışlası’nın yapılması ise ilericilik…”
Bu bölümde Menderes hakkında da bazı bilgilere ulaştırıyor bizi Cansever. O zamanki politik ortamı da bize tanıtıyor kısaca. Menderes’in de mimarî açıdan birçok hatası olduğunu söylüyor; fakat bazen iyi niyetinden kaybettiğini bazen de çevresindeki kişiler tarafından kandırıldığını belirtiyor. Tarihî eserlerin göz göre göre sırf rant için, daha çok bina için, daha çok kötülük için yıkılmasına kimsenin ses çıkarmamasına, beş yüz yıllık ağaçların sırf yol geçecek diye kesilmesine siyasilerin olur vermesine karşın halkın nasıl karşı çıktığını, direndiğini belirtiyor. Bu bölümde aklıma Doğu Karadeniz’deki ve ülkenin muhtelif birçok yerindeki ‘yeşili katletmeler’ geldi. Daha çok rant için, para için insanoğlunun, daha doğrusu politikacıların her şeyi göze almaları demek ki o zamanlarda da aynıymış.
Kitabın üçüncü konuşması, "Tutumlu Kent’ Üzerine". Cansever Hoca, mimarîye sadece bina, taş, yol üzerinden bakmıyor. Her açıdan düşünüyor. Bu her açının içinde de ekonominin olması kaçınılmaz. Evlerin nasıl daha ekonomik yapılacağını ve kullanacağını bize harika tespitleriyle veriyor. Kitabın her sayfasını okurken Cansever Hoca’ya niye bilge dendiğini anlıyoruz. Elbette bu bilge mimarın, bu düşüncelerle dikey mimariyi savunması da beklenemez. Vatandaşların, daha insani ölçülerde, bahçeli, tek veya iki katlı evlerde yaşayabileceğini, üstelik herkese fazla fazla yer olduğunu kitabın her anından hissedebiliyoruz. Tabi ki bunun için devlete çok önemli işlerin düştüğünü de Turgut Cansever bolca belirtiyor. Konuşmalarında, dünyanın önde gelen çoğu mimarıyla etkileşim halinde olduğunu bildiren ve onlara atıfta bulunan Hoca, önce ülkemizin, daha sonra da dünyanın kurtarılabileceğini ve umudun hiçbir zaman bitmemesi gerektiğini belirtiyor: “Aslında, bakın, dünya sathı çok büyüktür. Biz bu hesabı yaptık. Frank Lloyd Wright’ın yaklaşımı çok daha insanîdir; 1940’larda gündeme getirdiği bir proje var: Broad Acre C,ty (Geniş Akrlı şehir); aşağı yukarı üç beş dönümlük arazi içinde evler. Düşünce şu: Ulaşım artık önemli bir problem olmaktan çıktı; o halde insanları üç-beş dönümlük araziler içerisinde evlere yerleştirebiliriz. Bu kadar arazi, bir ailenin geçinmesine imkân verecek tarım faaliyetini gerçekleştirmeye yeter. Sonra fark ettik ki Alanya tam böyleymiş. 1960’larda Alanya için bir proje müsabakası açıldı. Bu müsabaka sonunda kale Alanya’sıyla ufkî Alanya’nın böyle beş dönümlük arsalarda narenciye geliriyle çok müreffeh yaşayan bir küçük şehir olduğu keşfedildi. Frank Lloyd Wright diyor ki: ‘Bütün dünya nüfusunu rahatlıkla arz üzerine yerleştirmek mümkündür.’ Aydın Germen’le bir gün oturup bir hesap yaptık: Ankara civarında kuzey-güney istikametinden bir çizgi çekiniz ve Ege Denizi’yle bu çizgi arasındaki dağları da ova farz ediniz; her evin beş dönüm bahçesi olması kuralını da uygulamak suretiyle bütün dünya nüfusunu bu alana yerleştirmek mümkündür.”
“İnsanı kurban etmemek için koyunu kurban etmek nasıl çok önemli bir genel davranışı ortaya koyuyorsa, bugün de insanı kurban etmemek için yeri geldiğinde otomobili kurban etmeyi düşünmek gerekir tutumlu kent için” diyebilecek kadar insanı merkeze alan, bugünün insanlarından, mimarlarından (ya da mühendis mi demeliyim) tamamen farklı bir bakış açısından dünyaya bakan, amacı para değil daha güzel, estetik ve herkesin insanî koşullarda yaşadığı bir ülke olan Cansever Hoca’yı anlamamak için elimizden geleni yapıyoruz, maalesef ki daha da yapacağız gibi görünüyor. Turgut Cansever’in anlattığı o güzel ülke, çok gerilerde kalmadı aslında. Fakat bu kadar kısa süre içinde nasıl bu hale geldik, nasıl bu kadar barbarlaşıp canavarlaştık, nasıl bu kadar para hırsına büründük, insanın aklı almıyor. Ülkemizi sevmiyoruz. Herkes sevdiğini söylüyor; ancak kimse sahip çıkmıyor. Bahsettiğim 15 Temmuz gibi ekstrem durumlar değil. Biz bir yerden sahip çıkıyoruz ama beş yerden ülkemize gedik açıyoruz. Bu hale gelince de geri dönüşü çok zor olan yollara giriyoruz. İnsan varsa her zaman umut da vardır; ama ‘insan’ kalabilen kaç kişi var: “Avrupa’daki korumacılık şuurunu çok iyi anlatan bir örnek vermek isterim. Varşova şehrinin imar planını hazırlayan Prof. Skibniewsky anlatmıştı. Almanlar çekilip Ruslar’ın Varşova’yı istila ettikleri sırada, enkaz içinde, mağaramsı yerlerde yaşayan otuz bin insan varmış, üç ayda bu otuz bin kişi üç yüz bin kişi olmuş. Kışın bu insanlar birkaç kilometre yürüyerek donmuş nehrin buzunu kırıp kovalarla su taşıyorlarmış. İki sene hiçbir şey yapılmamış. Yalnızca bir şey yapılmış: Varşova Kalesi’nde ahşap bir mahalle var. Almanlar kaleyi bombalayınca bu mahalle de yanmış. Yanan binaların parçalarını söndürmek için bütün güç kullanılmış; söndürülemeyenleri Varşovalı gençler üzerlerine yatarak vücutlarıyla söndürmüş ve bu parçaları Varşova’nın sığınaklarında muhafaza etmişler. İnsanlara yer kalmamış, ama bu parçaları sığınaklarda muhafaza etmişler. İki sene sonra bu parçalar taşınarak Varşova Kalesi yeniden inşa edilmiş. Bir insanın yaşadığı şehri, yaşadığı ülkeyi sevmesi budur.”
Kitapta ilgimi en çok çeken mülakat son ikisi olan "Mevcut Yapı Stoku" ve "Çözüm, Türk Evinde"dir. Cansever’in özellikle bu konular hakkında konuştukları, olayın vahametini bize gösteriyor. Müthiş bilgili biri Turgut Cansever Hoca. Zaman zaman dediklerini anlayamayabilir okurlar. Çünkü üst perdeden konuştuğu olabiliyor. Zaten bunu kitabın önsözünde Beşir Ayvazoğlu da belirtiyor.
Kitabın sonunda Ayvazoğlu’nun Turgut Cansever ve babası Hasan Ferit Cansever hakkında yazdığı yazılar bize Cansever ailesini, görüşlerini ve yaptıklarını doyurucu bir şekilde tanıtıyor. Yoğun bir bilgi içeren bu okumadan sonra diyebilirim ki, kitapta bir tane bile boş satır yok.
Turgut Cansever mimarsa şimdikiler ne? Şimdikiler mimarsa Turgut Cansever ne?
Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Timaş Yayınları’ndan ilk baskısını 2012’de, ikinci baskısını 2016’da yapan kitap, aslında bundan çok daha fazla baskıyı hak ediyor. Mimariyle alakası olsun olmasın her Türk vatandaşının okumasının elzem olduğunu düşünüyorum bu konuşmaların. Çünkü Cansever’in konuşmalarında sadece bina, yapı, ev, yol gibi mimari-mühendislik terimleri değil; ahlak, vicdan, liyakat vb. gibi birçok konuda herkesin ilgilenmesi gereken kavramlar bolca geçiyor.
Eser, kaynakça ve indeks hariç 162 sayfadan oluşuyor. Bunun 125 sayfası, bilge mimarla yapılan konuşmalardan oluşurken geri kalan kısmı Beşir Ayvazoğlu’nun Turgut Cansever’in sanat felsefesi ve babası Hasan Ferit Cansever hakkında yazdığı yazılardan oluşuyor. Beşir Ayvazoğlu önsözde bilge mimar için “Güzel, sağlıklı ve kullanışlı bir mimarî çevrenin oluşumu için, o çevrede yaşayacak olan insanların katılımını temel prensiplerden biri olarak gören Cansever Hoca, çevreyi koruma sorumluluk ve şuurunun ancak böyle doğabileceğine inanmıştı. Derdi ki: İnsan, çevrenin oluşumuna katılabilirse, onu daha fazla güzelleştirmek ister, böylece zaman içinde mimarîyi fark ederek anlamaya ve tadına varmaya başlar, onunla yaşar, onu geliştirir. Hatta birlikte gelişir. Batı’da mimarî başta Katolik kilisesi olmak üzere çeşitli güçler tarafından bir güç gösterisine dönüştürülmüş, devâsâ yapılar sadece Ziya Paşa gibi yabancıları değil, o ülkelerdeki insanları bile ürkütmüş ve yönlendirmiştir. Bunu fark eden totaliter rejimler de devâsâ yapılarla insanları ezmenin, ufalamanın yollarını aramışlardır. Dev şehirlerin dev ölçekli yolları ve binaları arasında küçülüp yok olan insanın, çevrenin oluşumundaki sorumluluğunu unutması kaçınılmazdır” diyor. Yazarın, bilge hoca hakkındaki bu sözleri, aslında Cansever’in, mimarînin merkezine neden insanı yerleştirdiğini ve neden her şeyi insan için düşündüğünü bize özetliyor.
Kitabın birinci bölümünde Turgut Cansever’in çocukluğu ve gençlik yılları hakkında malumat sahibi oluyoruz. Ayvazoğlu, yönelttiği sorularla bilge mimarın kendini açmasını sağlamış ve geçmiş yıllardan bilgileri okurun önüne sermiştir. Bu bölüm Turgut Hoca’yı tanıtan önemli bir bölümdür. Çünkü Turgut Cansever ülkemizde çok bilinen ve maalesef hak ettiği değeri verilen biri değildir. Hele genç nesil, bu değerli şahsiyetten tamamen bihaberdir. Ancak eline şu veya bu sebeple bu kitap geçmiş biri için ilk bölüm Turgut Cansever’i tanımak için doyurucu bilgiyi okura veriyor. Nerede doğduğu, yaşadığı yerler, ilk gençlik yılları vb. Örneğin bilge mimarın resme meraklı olduğunu, 15-16 yaşlarında daha çok resimle iştigal ettiğini ve ilk resim sergisini bu yaşlarda açtığını bu bölümde görüyoruz. Aynı zamanda bu bölümdeki bilgiler sayesinde, Cansever’in yaşadığı yerler hakkında, o yıllara özgü bilgilere de ulaşabiliyoruz. Özellikle şuurumun burada teşekkül ettiğini, yaşanacak bir şehrin nasıl olması gerektiğine dair ilk fotoğraflarını zihnime Hisar sokaklarında koşup oynarken yerleştiğini söyleyebilirim dediği o zamanki Bursa’yı tarif etmesi, bende derin bir hayıflanmaya ve üzüntüye sebep oldu. Eski dokusundan neredeyse hiçbir şey kalmayan, yüksek yüksek binalara boğulan bu güzel, bu yeşil(!) şehri Cansever Hoca “…Tipik bir Bursa evinde oturuyorduk. Dört beş odanın yan yana dizildiği uzun bir hayat, bir bahçe… Bursa o zaman şiir gibi bir şehirdi. Buna rağmen babam ‘Bursa’yı ne hale getirmişler!’ diye isyan etmişti. Çünkü onun eski Bursa’sı bizim eski Bursa’mızdan daha güzeldi. Sokaklarında su kanalları vardı, bu kanallarda şelâleler oluşur, etraf su sesleriyle dolardı. Yeşilin her tonunun köpürdüğü bir şehirdi Bursa, bir şehircilik hârikasıydı. Aydın Germen’in Amerikalı bir arkadaşı Bursa’yı görünce, ‘Dünyada şehir denebilecek iki şehir vardır; biri Floransa diğeri Bursa… Floransa bile, Bursa’nın yanında iç karartıcı, karanlık, pis bir şehir!’ demiş.” şeklinde anlatıyor.
Kitabın ikinci bölümünde İstanbul’u görüyoruz. "Dünden Bugüne İstanbul" adlı bu söyleşide İstanbul’un geçmişteki; Romalılar’daki, Bizans’taki ve en çok Osmanlı’daki ve elbette ki Cumhuriyet dönemindeki durumundan bahsediliyor. Yapılan yanlış tercihlerden, kullanılan malzemelerin kalitesizliğinden, İstanbul’un bir sanat şehriyken nasıl ticaret şehrine dönmesinden, İstanbul’luğunu kaybetmesinden ve birçok konudan bahsediliyor. Cansever Hoca, merkeze her zaman insanı koyduğu için bu bölümün en ilginç kısmı, halkın ve mimarların o zamanlarda istemedikleri bir yapı için muktedirlere nasıl karşı durduklarını anlattığı bölümdür. Şu anda, insanlarda olan bıkkınlık ve estetik zevksizliğin yerinde o zamanlar nasıl bir estetik görüş olduğunu hoca şu şekilde açıklıyor: “… Yeni Camii’nin inşasından hemen sonra Sultanahmet Çeşmesi’nin inşa edilmesi üzerine, İstanbul mimarları ve yapı esnafı iki üç gün saray etrafında nümâyiş yaptılar. Hünkârın bu zevksizliği İstanbul halkına reva görmeye hakkı yoktur diyorlardı. Takriben, altmış sene sonra, III. Selim, Kanunî’nin Sinan’a inşa ettirdiği Üsküdar (Kavak) Saray’ını yıktırıp yerine Selimiye Kışlası’nı inşa ettirmeye karar verdiği zaman İstanbul halkı yine ayaklanmıştır. … Ancak tabiî ayaklananlar gerici addediliyor, Selimiye Kışlası’nın yapılması ise ilericilik…”
Bu bölümde Menderes hakkında da bazı bilgilere ulaştırıyor bizi Cansever. O zamanki politik ortamı da bize tanıtıyor kısaca. Menderes’in de mimarî açıdan birçok hatası olduğunu söylüyor; fakat bazen iyi niyetinden kaybettiğini bazen de çevresindeki kişiler tarafından kandırıldığını belirtiyor. Tarihî eserlerin göz göre göre sırf rant için, daha çok bina için, daha çok kötülük için yıkılmasına kimsenin ses çıkarmamasına, beş yüz yıllık ağaçların sırf yol geçecek diye kesilmesine siyasilerin olur vermesine karşın halkın nasıl karşı çıktığını, direndiğini belirtiyor. Bu bölümde aklıma Doğu Karadeniz’deki ve ülkenin muhtelif birçok yerindeki ‘yeşili katletmeler’ geldi. Daha çok rant için, para için insanoğlunun, daha doğrusu politikacıların her şeyi göze almaları demek ki o zamanlarda da aynıymış.
Kitabın üçüncü konuşması, "Tutumlu Kent’ Üzerine". Cansever Hoca, mimarîye sadece bina, taş, yol üzerinden bakmıyor. Her açıdan düşünüyor. Bu her açının içinde de ekonominin olması kaçınılmaz. Evlerin nasıl daha ekonomik yapılacağını ve kullanacağını bize harika tespitleriyle veriyor. Kitabın her sayfasını okurken Cansever Hoca’ya niye bilge dendiğini anlıyoruz. Elbette bu bilge mimarın, bu düşüncelerle dikey mimariyi savunması da beklenemez. Vatandaşların, daha insani ölçülerde, bahçeli, tek veya iki katlı evlerde yaşayabileceğini, üstelik herkese fazla fazla yer olduğunu kitabın her anından hissedebiliyoruz. Tabi ki bunun için devlete çok önemli işlerin düştüğünü de Turgut Cansever bolca belirtiyor. Konuşmalarında, dünyanın önde gelen çoğu mimarıyla etkileşim halinde olduğunu bildiren ve onlara atıfta bulunan Hoca, önce ülkemizin, daha sonra da dünyanın kurtarılabileceğini ve umudun hiçbir zaman bitmemesi gerektiğini belirtiyor: “Aslında, bakın, dünya sathı çok büyüktür. Biz bu hesabı yaptık. Frank Lloyd Wright’ın yaklaşımı çok daha insanîdir; 1940’larda gündeme getirdiği bir proje var: Broad Acre C,ty (Geniş Akrlı şehir); aşağı yukarı üç beş dönümlük arazi içinde evler. Düşünce şu: Ulaşım artık önemli bir problem olmaktan çıktı; o halde insanları üç-beş dönümlük araziler içerisinde evlere yerleştirebiliriz. Bu kadar arazi, bir ailenin geçinmesine imkân verecek tarım faaliyetini gerçekleştirmeye yeter. Sonra fark ettik ki Alanya tam böyleymiş. 1960’larda Alanya için bir proje müsabakası açıldı. Bu müsabaka sonunda kale Alanya’sıyla ufkî Alanya’nın böyle beş dönümlük arsalarda narenciye geliriyle çok müreffeh yaşayan bir küçük şehir olduğu keşfedildi. Frank Lloyd Wright diyor ki: ‘Bütün dünya nüfusunu rahatlıkla arz üzerine yerleştirmek mümkündür.’ Aydın Germen’le bir gün oturup bir hesap yaptık: Ankara civarında kuzey-güney istikametinden bir çizgi çekiniz ve Ege Denizi’yle bu çizgi arasındaki dağları da ova farz ediniz; her evin beş dönüm bahçesi olması kuralını da uygulamak suretiyle bütün dünya nüfusunu bu alana yerleştirmek mümkündür.”
“İnsanı kurban etmemek için koyunu kurban etmek nasıl çok önemli bir genel davranışı ortaya koyuyorsa, bugün de insanı kurban etmemek için yeri geldiğinde otomobili kurban etmeyi düşünmek gerekir tutumlu kent için” diyebilecek kadar insanı merkeze alan, bugünün insanlarından, mimarlarından (ya da mühendis mi demeliyim) tamamen farklı bir bakış açısından dünyaya bakan, amacı para değil daha güzel, estetik ve herkesin insanî koşullarda yaşadığı bir ülke olan Cansever Hoca’yı anlamamak için elimizden geleni yapıyoruz, maalesef ki daha da yapacağız gibi görünüyor. Turgut Cansever’in anlattığı o güzel ülke, çok gerilerde kalmadı aslında. Fakat bu kadar kısa süre içinde nasıl bu hale geldik, nasıl bu kadar barbarlaşıp canavarlaştık, nasıl bu kadar para hırsına büründük, insanın aklı almıyor. Ülkemizi sevmiyoruz. Herkes sevdiğini söylüyor; ancak kimse sahip çıkmıyor. Bahsettiğim 15 Temmuz gibi ekstrem durumlar değil. Biz bir yerden sahip çıkıyoruz ama beş yerden ülkemize gedik açıyoruz. Bu hale gelince de geri dönüşü çok zor olan yollara giriyoruz. İnsan varsa her zaman umut da vardır; ama ‘insan’ kalabilen kaç kişi var: “Avrupa’daki korumacılık şuurunu çok iyi anlatan bir örnek vermek isterim. Varşova şehrinin imar planını hazırlayan Prof. Skibniewsky anlatmıştı. Almanlar çekilip Ruslar’ın Varşova’yı istila ettikleri sırada, enkaz içinde, mağaramsı yerlerde yaşayan otuz bin insan varmış, üç ayda bu otuz bin kişi üç yüz bin kişi olmuş. Kışın bu insanlar birkaç kilometre yürüyerek donmuş nehrin buzunu kırıp kovalarla su taşıyorlarmış. İki sene hiçbir şey yapılmamış. Yalnızca bir şey yapılmış: Varşova Kalesi’nde ahşap bir mahalle var. Almanlar kaleyi bombalayınca bu mahalle de yanmış. Yanan binaların parçalarını söndürmek için bütün güç kullanılmış; söndürülemeyenleri Varşovalı gençler üzerlerine yatarak vücutlarıyla söndürmüş ve bu parçaları Varşova’nın sığınaklarında muhafaza etmişler. İnsanlara yer kalmamış, ama bu parçaları sığınaklarda muhafaza etmişler. İki sene sonra bu parçalar taşınarak Varşova Kalesi yeniden inşa edilmiş. Bir insanın yaşadığı şehri, yaşadığı ülkeyi sevmesi budur.”
Kitapta ilgimi en çok çeken mülakat son ikisi olan "Mevcut Yapı Stoku" ve "Çözüm, Türk Evinde"dir. Cansever’in özellikle bu konular hakkında konuştukları, olayın vahametini bize gösteriyor. Müthiş bilgili biri Turgut Cansever Hoca. Zaman zaman dediklerini anlayamayabilir okurlar. Çünkü üst perdeden konuştuğu olabiliyor. Zaten bunu kitabın önsözünde Beşir Ayvazoğlu da belirtiyor.
Kitabın sonunda Ayvazoğlu’nun Turgut Cansever ve babası Hasan Ferit Cansever hakkında yazdığı yazılar bize Cansever ailesini, görüşlerini ve yaptıklarını doyurucu bir şekilde tanıtıyor. Yoğun bir bilgi içeren bu okumadan sonra diyebilirim ki, kitapta bir tane bile boş satır yok.
Turgut Cansever mimarsa şimdikiler ne? Şimdikiler mimarsa Turgut Cansever ne?
Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
7 Nisan 2017 Cuma
Çelişkileriyle ve dile gel(e)meyenleriyle Türk muhafazakârlığının bir çözümlemesi
"Türkiye'de yıkım, şehirlerin yıkımı Demokrat Parti ile başlamıştı. Dolayısıyla muhafazakâr kesim kendisinin bu haliyle ne kadar yıkıcı bir etki yaptığını, yani ne kadar da çok Amerika öyle olmadığı halde Amerikanvari düşündüğünün bence artık farkına varmalıdır."
- Abdurrahman Arslan, Kıbleyi Kaybettiren Dönüşüm
Kendine sürekli geçmişten yeni tarihî argümanlar çıkaran, karşıt siyasî görüşlerle hesaplaşan, karşılaştırmalar yapan ve maçı daima 'kazanan', din dilini kullanarak aslı astarı belli olmayan bir adalet anlayışıyla ahlâkı göz göre göre perde arkasına saklayan, STK'lar vasıtasıyla toplum mühendisliğinden, yazılı/görsel/sosyal medya vasıtasıyla da algı yönetiminden oldukça kuvvetli biçimde yararlanan ve hatta bu hizmet için maaşlı elemanlar çalıştıran, özellikle kalabalık cemaatlerle çok sıkı ilişkiler kuran, ciple teravihe giden, havuzlu/güvenlikli sitelerde oturmayı kendine "bunca yıllık mazlumluktan sonra" hak olarak gören ve daha bir çok tuhaf stratejiyle yolunu (her iki anlamda da) bulan bir muhafazakârlıkla karşı karşıyayız son 15 yıldır. Bunca tuhaflığa rağmen doğru düzgün eleştiri ve düşünce kitabının raflarda olmaması ayrı bir fecaat. Abdurrahman Arslan, Fırat Mollaer ve Hasan Aksakal kanaatimce en gerçekçi yorumları yapan isimler. Bu isimlerin dışında sayılması gerekenler de vardır muhakkak ama hak geçmesinden imtina ederek kitabın içine dönmeyi daha münasip buluyorum.
2011'de "Aydınlanma" Çağından "Karanlık" Yüzyıla: Politik Romantizm ve Modernite Eleştirileri, 2013'te Türk Cogitosu ve Modern Türkiye’de Politik Yaşam, 2015'te Türk Politik Kültüründe Romantizm isimleriyle neşredilen kitaplarında, politika - romantizm - modernizm üçgeninin iç ve dış açılarını bana kalırsa doğru bir dille ve en önemlisi de doğru kavramlarla irdelemiş bir isim Aksakal. Şubat 2017'de Alfa Kitap etiketiyle Türk Muhafazakârlığı: Terennüm, Tereddüt, Tahakküm kitabı raflara çıktı, akabinde meraklısından 'uzmanına' okundu, sevildi, önerildi. Kitabın kapağında yer alan 'asla dokunulmaz' muhafazakârlar, mevzuya ilgisi olmayanlar için bile 'call to action' oldu. Çivi gibi bir giriş yazısıyla başlıyor kitap. Durumun vahametini ortaya seriyor Aksakal: "2007 Cumhurbaşkanlığı seçiminin arifesinden bu yana yaşadığımız şu uzun on yıl zarfında muhafazakâr okur-yazar çevreler için günlük politik gelişmelere ilişkin köşe yazıları Osmanlı'da bir vezirin başına gelenlere değinmeden, günlük hadiseler Ahmet Hamdi Tanpınar'ın roman karakterlerine atıf yapılmadan, bayramlar Yahya Kemal Beyatlı'nın bir şiir okunmadan konuşulamaz oldu. Siyasetçiler olur olmaz yerlerde Necip Fazıl ve Mehmet Âkif'ten mısralar okuyup Mevlânâ'nın büsbütün turistikleşen Şeb-i Aruz merasiminde saf tutmakta yarış ediyor. Diyanet çocuklara tecavüzü, kadınlara sistematik şiddeti, doğa katliamlarını, kul hakkını, iş ve işçi güvenliğini konuşamaz hâle ge(tiri)lirken, her cuma camiler Alp Arslan'dan, Yavuz Selim'den tarih dersleri vaaz etmekte. Son birkaç yılda Milli Eğitim Bakanlığı'nın ders kitapları Steinbeck'i, Pir Sultan Abdal'ı, Yunus Emre'yi sansürlerken, ortalık ebru ve ney kurslarıyla doldu. Tiyatro sahnelerinden Hamlet, Faust, Sefiller gibi en temel klasikler dahi çıkarılırken, tartışmaların seviyesi, Shakespeare'in aslında Müslüman olup olmadığına kadar indi(rildi)."
Aksakal, kitapta neden daha evvel yayımlanmış yazılarını bir araya getirdiğini açıklama nezaketi göstermiş. Yazarın samimiyeti okuyucu için önemlidir. Özellikle eleştiri türü kitaplarda yazar safını türlü sebeplerle pek belli etmez. Üst bir dil kurarak meseleleri ve değerlendirmeleri o dil doğrultusunda inşa eder ve anlatır. Bu durum kavram izahını zorlaştırır oysa. Aksakal, günümüz entelektüellerini kendince iki grup misali vererek ayırıyor. Bir tarafta Süleyman Seyfi Öğün, Nuray Mert, Tanıl Bora, Ahmet Çiğdem ve Nâzım İrem yer alıyor. Diğer tarafta ise Beşir Ayvazoğlu, İskender Pala, Dücane Cündioğlu, Mustafa Armağan ve Yusuf Kaplan. Şöyle diyor yazar: "Hemen hepsine aşina olmakla ve yer yer atıf yapma gereği duymakla birlikte safımın birincilerden yana olduğunu, ancak mümkün olduğunca kendi sesimle konuşmaya gayret ettiğimi de belirtmek isterim."
"Giriş: Eleştirel Bir Çerçeve" başlıklı yazıdan sonra Avrupa-Merkezcilik ve Türk-Merkezcilik hakkında bir değerlendirmesi var yazarın. Burada özellikle kendi tarih, toplum ve sanat anlayışımızdaki bilgi eksikliğinin, şehir efsanelerinin ve klişelerin etkisini kıyaslamalı olarak okura sunuyor. Nâmık Kemal Üzerinden karşı-aydınlanma ve Osmanlı düşüncesi üzerine bir değerlendirme yaptığı yazısında, Kemal'in dayanaklarını masaya seriyor: "Toplumsal bir hareketlenme için büyük, inandırıcı bir güce gerek duyulduğunu söylerken, tutunulabilecek çok az somut gerçeği vardı ve bu yüzden aradığını enerjiyi geçmişten, maneviyattan, kahramanlardan ve halkın gücünden çıkarmaya çalıştı."
İbrahim Şinasi ile Cemil Meriç'in medeniyet anlayışları üzerine ele aldığı yazı, özellikle yüz yıl öncesi ve yüz yıl sonrası bağlamında oldukça derinlikli bir metin. Medeniyet kavramına dair "ilk sözü söyleyen Türk aydını" Şinasi Efendi ile "aynı kavrama dair en bilinen sözü söyleyen Türk aydını" Cemil Meriç'in oldukça zıt fikirlere sahip olmalarına rağmen "Avrupa'yı çağdaşları arasında en iyi tahlil edebilen serazat akıllar" olarak değerlendiriyor.
Yahya Kemal'in muhafazakâr dünyadaki itibarı üzerine ele aldığı yazıda Hasan Aksakal özellikle Müslüman camianın hiç üzerinde durmadığı yahut durmak istemediği meseleleri kendi süzgecinden geçiriyor. Bu yazıda oldukça ilginç yorumlar var, üzerine yeniden ve yeniden yazılar kaleme alınabilir, yeni değerlendirmeler yapılabilir ve en önemlisi de yeni araştırma malzemeleri için kollar sıvanabilir. Burada kanaatimce genç araştırmacılara çok iş düşüyor. Şöyle diyor Aksakal: "Türklüğü, Tanpınar'ın yazdıklarına bakılırsa hiç de gönüllü olmadan, İslamla sentezleyen yolun yapıcılarından biri olması, Yahya Kemal'i Tek Parti-sonrası dönemin kahraman kültür adamlarından biri olarak yeniden üretmiştir. Gerçeğin bu olduğu yönündeki kendinden emin tavrı benimseyenlere, "Beyatlı, çeyrek yüzyıllık Tek Parti iktidarının inkılâpçılık adına yaptıklarına, kamuoyunda pek çok tartışma yaşanırken, üstelik 'içeriden', hatta kendisine sunulan bürokratik ve edebi pozisyonlar itibarıyla bir o kadar da 'yukarıdan' tek bir yüksek sesli eleştiri getirmiş midir?" diye sorulabilir."
Kitabın tadını kaçırmamak için bundan sonraki bölümlerdeki Peyami Safa ve Necip Fazıl incelemelerinin ve eleştirilerinin oldukça yerinde olduğunu düşünerek geçiyorum. Bu iki isimin hemen peşinden gelen "1945-1950 Arası Dönemin Panoraması: Tek Parti Yönetimi Sonrasında Türk Muhafazakârlığının Yükselişi" başlıklı yazı, tamamlayıcı nitelikte. Hasan Aksakal'ın ayrıca Fuad Köprülü'nün "Türk Edebiyatı Ders Notları" ve Mehmet Efe'nin "Mızraksız İlmihal" adlı cemaat eleştirisi üzerine de 'görüntüyü netleştiren' metinleri de yine önemli. Özellikle Efe'nin kitabının yeniden basıldığını ve tekrar tekrar okunması gerektiğini, günümüzün 'atmosferini' demir leblebi kıvamında yaşanmış öykülerle idrak edebilmeyi sağladığını söylemem gerekiyor. Kitabın son yazısında nihilizm gölgesinde muhafazakârlık yanılsamaları üzerinde duruyor yazar.
Hasan Aksakal'ın sorduğu gibi; bakalım tünelin sonundan gelen ışık çıkışın habercisi mi yoksa karşıdan hızla gelen trenin mi? 'Toplumsal bir berzah' dönemi yaşadığımız bir gerçek, yazarın dediği gibi. Onun kadar karamsarım fakat iyimser hiç değilim. Son olarak, yazarın sosyalbilimler.org'da verdiği mülakatta yer alan, çok basit ve etkili bir çözüm önerisiyle bitirmek isterim: "Zaten asıl mesele Türk yeni-muhafazakârlığının artık böyle şehirli suretlere, ağırbaşlı düşünce insanlarına değil de, nevzuhur tiplere, ganimet avcılarına teveccüh göstermesinde değil mi? Hepimiz gayet iyi biliyoruz ki, bugün siyasi irade sözde tarihçi, güya filozof, iliştirilmiş köşe yazarı, saldırgan Twitter fenomeni tiplerden o en bilindik on tanesini vitrinden kaldırsa Türkiye’nin gerilimi yarı yarıya azalacak. Küfürler ederek naralar atanların yerine biraz da kadim bilgelikten konuşanların sesi duyulacak. Türk muhafazakârlığının saplandığı yerden çıkabilmek için buna gerçekten ihtiyacı var."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Abdurrahman Arslan, Kıbleyi Kaybettiren Dönüşüm
Kendine sürekli geçmişten yeni tarihî argümanlar çıkaran, karşıt siyasî görüşlerle hesaplaşan, karşılaştırmalar yapan ve maçı daima 'kazanan', din dilini kullanarak aslı astarı belli olmayan bir adalet anlayışıyla ahlâkı göz göre göre perde arkasına saklayan, STK'lar vasıtasıyla toplum mühendisliğinden, yazılı/görsel/sosyal medya vasıtasıyla da algı yönetiminden oldukça kuvvetli biçimde yararlanan ve hatta bu hizmet için maaşlı elemanlar çalıştıran, özellikle kalabalık cemaatlerle çok sıkı ilişkiler kuran, ciple teravihe giden, havuzlu/güvenlikli sitelerde oturmayı kendine "bunca yıllık mazlumluktan sonra" hak olarak gören ve daha bir çok tuhaf stratejiyle yolunu (her iki anlamda da) bulan bir muhafazakârlıkla karşı karşıyayız son 15 yıldır. Bunca tuhaflığa rağmen doğru düzgün eleştiri ve düşünce kitabının raflarda olmaması ayrı bir fecaat. Abdurrahman Arslan, Fırat Mollaer ve Hasan Aksakal kanaatimce en gerçekçi yorumları yapan isimler. Bu isimlerin dışında sayılması gerekenler de vardır muhakkak ama hak geçmesinden imtina ederek kitabın içine dönmeyi daha münasip buluyorum.
2011'de "Aydınlanma" Çağından "Karanlık" Yüzyıla: Politik Romantizm ve Modernite Eleştirileri, 2013'te Türk Cogitosu ve Modern Türkiye’de Politik Yaşam, 2015'te Türk Politik Kültüründe Romantizm isimleriyle neşredilen kitaplarında, politika - romantizm - modernizm üçgeninin iç ve dış açılarını bana kalırsa doğru bir dille ve en önemlisi de doğru kavramlarla irdelemiş bir isim Aksakal. Şubat 2017'de Alfa Kitap etiketiyle Türk Muhafazakârlığı: Terennüm, Tereddüt, Tahakküm kitabı raflara çıktı, akabinde meraklısından 'uzmanına' okundu, sevildi, önerildi. Kitabın kapağında yer alan 'asla dokunulmaz' muhafazakârlar, mevzuya ilgisi olmayanlar için bile 'call to action' oldu. Çivi gibi bir giriş yazısıyla başlıyor kitap. Durumun vahametini ortaya seriyor Aksakal: "2007 Cumhurbaşkanlığı seçiminin arifesinden bu yana yaşadığımız şu uzun on yıl zarfında muhafazakâr okur-yazar çevreler için günlük politik gelişmelere ilişkin köşe yazıları Osmanlı'da bir vezirin başına gelenlere değinmeden, günlük hadiseler Ahmet Hamdi Tanpınar'ın roman karakterlerine atıf yapılmadan, bayramlar Yahya Kemal Beyatlı'nın bir şiir okunmadan konuşulamaz oldu. Siyasetçiler olur olmaz yerlerde Necip Fazıl ve Mehmet Âkif'ten mısralar okuyup Mevlânâ'nın büsbütün turistikleşen Şeb-i Aruz merasiminde saf tutmakta yarış ediyor. Diyanet çocuklara tecavüzü, kadınlara sistematik şiddeti, doğa katliamlarını, kul hakkını, iş ve işçi güvenliğini konuşamaz hâle ge(tiri)lirken, her cuma camiler Alp Arslan'dan, Yavuz Selim'den tarih dersleri vaaz etmekte. Son birkaç yılda Milli Eğitim Bakanlığı'nın ders kitapları Steinbeck'i, Pir Sultan Abdal'ı, Yunus Emre'yi sansürlerken, ortalık ebru ve ney kurslarıyla doldu. Tiyatro sahnelerinden Hamlet, Faust, Sefiller gibi en temel klasikler dahi çıkarılırken, tartışmaların seviyesi, Shakespeare'in aslında Müslüman olup olmadığına kadar indi(rildi)."
Aksakal, kitapta neden daha evvel yayımlanmış yazılarını bir araya getirdiğini açıklama nezaketi göstermiş. Yazarın samimiyeti okuyucu için önemlidir. Özellikle eleştiri türü kitaplarda yazar safını türlü sebeplerle pek belli etmez. Üst bir dil kurarak meseleleri ve değerlendirmeleri o dil doğrultusunda inşa eder ve anlatır. Bu durum kavram izahını zorlaştırır oysa. Aksakal, günümüz entelektüellerini kendince iki grup misali vererek ayırıyor. Bir tarafta Süleyman Seyfi Öğün, Nuray Mert, Tanıl Bora, Ahmet Çiğdem ve Nâzım İrem yer alıyor. Diğer tarafta ise Beşir Ayvazoğlu, İskender Pala, Dücane Cündioğlu, Mustafa Armağan ve Yusuf Kaplan. Şöyle diyor yazar: "Hemen hepsine aşina olmakla ve yer yer atıf yapma gereği duymakla birlikte safımın birincilerden yana olduğunu, ancak mümkün olduğunca kendi sesimle konuşmaya gayret ettiğimi de belirtmek isterim."
"Giriş: Eleştirel Bir Çerçeve" başlıklı yazıdan sonra Avrupa-Merkezcilik ve Türk-Merkezcilik hakkında bir değerlendirmesi var yazarın. Burada özellikle kendi tarih, toplum ve sanat anlayışımızdaki bilgi eksikliğinin, şehir efsanelerinin ve klişelerin etkisini kıyaslamalı olarak okura sunuyor. Nâmık Kemal Üzerinden karşı-aydınlanma ve Osmanlı düşüncesi üzerine bir değerlendirme yaptığı yazısında, Kemal'in dayanaklarını masaya seriyor: "Toplumsal bir hareketlenme için büyük, inandırıcı bir güce gerek duyulduğunu söylerken, tutunulabilecek çok az somut gerçeği vardı ve bu yüzden aradığını enerjiyi geçmişten, maneviyattan, kahramanlardan ve halkın gücünden çıkarmaya çalıştı."
İbrahim Şinasi ile Cemil Meriç'in medeniyet anlayışları üzerine ele aldığı yazı, özellikle yüz yıl öncesi ve yüz yıl sonrası bağlamında oldukça derinlikli bir metin. Medeniyet kavramına dair "ilk sözü söyleyen Türk aydını" Şinasi Efendi ile "aynı kavrama dair en bilinen sözü söyleyen Türk aydını" Cemil Meriç'in oldukça zıt fikirlere sahip olmalarına rağmen "Avrupa'yı çağdaşları arasında en iyi tahlil edebilen serazat akıllar" olarak değerlendiriyor.
Yahya Kemal'in muhafazakâr dünyadaki itibarı üzerine ele aldığı yazıda Hasan Aksakal özellikle Müslüman camianın hiç üzerinde durmadığı yahut durmak istemediği meseleleri kendi süzgecinden geçiriyor. Bu yazıda oldukça ilginç yorumlar var, üzerine yeniden ve yeniden yazılar kaleme alınabilir, yeni değerlendirmeler yapılabilir ve en önemlisi de yeni araştırma malzemeleri için kollar sıvanabilir. Burada kanaatimce genç araştırmacılara çok iş düşüyor. Şöyle diyor Aksakal: "Türklüğü, Tanpınar'ın yazdıklarına bakılırsa hiç de gönüllü olmadan, İslamla sentezleyen yolun yapıcılarından biri olması, Yahya Kemal'i Tek Parti-sonrası dönemin kahraman kültür adamlarından biri olarak yeniden üretmiştir. Gerçeğin bu olduğu yönündeki kendinden emin tavrı benimseyenlere, "Beyatlı, çeyrek yüzyıllık Tek Parti iktidarının inkılâpçılık adına yaptıklarına, kamuoyunda pek çok tartışma yaşanırken, üstelik 'içeriden', hatta kendisine sunulan bürokratik ve edebi pozisyonlar itibarıyla bir o kadar da 'yukarıdan' tek bir yüksek sesli eleştiri getirmiş midir?" diye sorulabilir."
Kitabın tadını kaçırmamak için bundan sonraki bölümlerdeki Peyami Safa ve Necip Fazıl incelemelerinin ve eleştirilerinin oldukça yerinde olduğunu düşünerek geçiyorum. Bu iki isimin hemen peşinden gelen "1945-1950 Arası Dönemin Panoraması: Tek Parti Yönetimi Sonrasında Türk Muhafazakârlığının Yükselişi" başlıklı yazı, tamamlayıcı nitelikte. Hasan Aksakal'ın ayrıca Fuad Köprülü'nün "Türk Edebiyatı Ders Notları" ve Mehmet Efe'nin "Mızraksız İlmihal" adlı cemaat eleştirisi üzerine de 'görüntüyü netleştiren' metinleri de yine önemli. Özellikle Efe'nin kitabının yeniden basıldığını ve tekrar tekrar okunması gerektiğini, günümüzün 'atmosferini' demir leblebi kıvamında yaşanmış öykülerle idrak edebilmeyi sağladığını söylemem gerekiyor. Kitabın son yazısında nihilizm gölgesinde muhafazakârlık yanılsamaları üzerinde duruyor yazar.
Hasan Aksakal'ın sorduğu gibi; bakalım tünelin sonundan gelen ışık çıkışın habercisi mi yoksa karşıdan hızla gelen trenin mi? 'Toplumsal bir berzah' dönemi yaşadığımız bir gerçek, yazarın dediği gibi. Onun kadar karamsarım fakat iyimser hiç değilim. Son olarak, yazarın sosyalbilimler.org'da verdiği mülakatta yer alan, çok basit ve etkili bir çözüm önerisiyle bitirmek isterim: "Zaten asıl mesele Türk yeni-muhafazakârlığının artık böyle şehirli suretlere, ağırbaşlı düşünce insanlarına değil de, nevzuhur tiplere, ganimet avcılarına teveccüh göstermesinde değil mi? Hepimiz gayet iyi biliyoruz ki, bugün siyasi irade sözde tarihçi, güya filozof, iliştirilmiş köşe yazarı, saldırgan Twitter fenomeni tiplerden o en bilindik on tanesini vitrinden kaldırsa Türkiye’nin gerilimi yarı yarıya azalacak. Küfürler ederek naralar atanların yerine biraz da kadim bilgelikten konuşanların sesi duyulacak. Türk muhafazakârlığının saplandığı yerden çıkabilmek için buna gerçekten ihtiyacı var."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Ruhu ağrıyan bir adamın portresi
"Hepimiz bir şey bekleriz. Mesela ben, hayatım boyunca bir şeyler bekleyip durdum, bütün hayatım boyunca sanki tren istasyonunda bekler gibiydim, bütün zaman boyunca sanki yaşadığım hayat gerçek değildi de bir tür bekleyişti."
- Andrei Tarkovsky
Umutla umutsuzluğun birleştiği anlarda hayat, birçok kez manik-depresif bir hal alabilir. Yaşanan olaylara duygu-durum bozukluğuyla bakmanın zorluğu, tam olarak umutla veya tam olarak umutsuzlukla bakmaktan daha zordur. Her an değişen ruh durumları, insanda mengeneye sıkışmış bir ruh ortaya çıkarır. Ruhsuzluğun getirdiği dinçlik veya hassaslığın getirdiği kırılganlıktan daha zordur bu tür durumları yaşamak. Hayatının büyük bir bölümünü bu şekilde geçiren bir insanın yaşama bakışı, elbette ki böyle olmayan bireylerden farklı olacaktır. İnsanı bu duruma getiren birçok sebep sayılabilir; terk eden bir baba, iki çocuğuyla ne yapacağını bilmeyen ve yüzü bundan sonra çok az gülecek bir anne, mülkiyetin ve eşyanın vermiş olduğu sıkışmışlık hissi, hayatın içinde tüm realistliğiyle duran “gündelik sözlerimiz arasında geçecek kadar kaba” ölüm, bekleyişler, arayışlar arayışlar ama bulamayışlar... Tarık Tufan “Ve sen Kuş Olur Gidersin”de bunların kitabını, hikayesini yazıyor. Temelde olan bir hikaye ve yer yer denemelerle birleştirdiği yazılarıyla bir insanın yaşadığı ‘halleri’, duyguları veya hissizliği kalbinden hissederek kelimeleri sayfalara gönderiyor. Bir Tarık Tufan kitabı okurken gözümün önüne, elinde sigarasıyla uzaklara bakan, aklından bütün yenilgileri atmış ama ruhu ağrıyan bir adamın portresi geliyor. Bütün yenilgileri tatmış, acıları duymuş ama artık köze dönen ruhunun içinde yaşayan bir kaybetmiş (ya da kazanmış).
Ve Sen Kuş Olur Gidersin, Profil Kitap’tan yayımlanan bir roman. Ancak romandan yer yer farklı özellikler de gösterebiliyor. Özellikle başlarda sık sık, sonralarda ise daha az yer almakla beraber bazı bölümler yazarın bakış açısından ve asıl olaydan kopmadan bir deneme gibi sunulmuş okura. 125 sayfadan, 1 önsöz ve 25 bölümden oluşuyor. Okur, okumaya ilk başladığında bir deneme kitabı okuyor sanabilir kendini fakat sonrasında başkarakterin annesinin ölümüyle başlayan asıl olay, roman kısmını bize aktarıyor. 25 bölümün çok büyük kısmı başkarakterin bakış açısından anlatılıyor ancak 17. bölüm karakterin sevdiği kızın bakış açısıyla (Lola); 18. bölüm kardeşinin bakış açısıyla; 19. bölüm babasının bakış açısıyla ve 24. bölüm de kitabın sonlarında yanında işe girdiği kafesçi Muzaffer Amca’nın bakış açısıyla yazılmış. Bu şekildeki anlatım tarzı kitaba bir tempo katmış. Hatta yazar, kitabın ortasından sonra değil de, başlarda da bu yöntemi denese daha iyi olabilirdi. Annesinin bakış açısından da bir bölüm eklenebilirdi. Tarık Tufan, roman türünde yazdığı kitaplarında karakterlerinin psikolojik durumlarını başarılı bir şekilde detaylandıran bir yazar. “Hayal Meyal” kitabında da, “Şanzelize Düğün Salonu”nda da bu durumu görebiliyoruz. Bu kitapta da, babasının evi terk etmesiyle beraber başlayıp, annesinin ölümüyle devam eden süreçte karakterin yaşadığı psikolojik durumu ve yalnızlığı başarılı bir şekilde betimliyor yazar: “İnsanların yüz ifadelerine biraz dikkatli bakınca birçok şeyi gizlemenin, ya da en azından bir şey yokmuş gibi davranmanın zorunlu olduğunu düşündüm. Birçoğu ‘Bu herife nerden yakalandım?’ der gibi bakıyordu. Kimi, sıkılgan bir şekilde etrafına bakmayı tercih ederken kimisi de, ilgili görünmek için ben konuşurken başını sallayıp üzgün bir hal takınıyordu. Hiçbiri de ‘Bunları dinlemeye tahammülüm yok. Başının çaresine bak. Ne halin varsa gör’ türünden şeyler söyleme cesareti gösteremedi. Böyle düşündüklerini adım gibi biliyordum. Neden durup dinliyormuş gibi yapıyorlardı o zaman? Sanırım bana ihtiyaçları vardı o zamanlar. Henüz düşmemiştim ve tutunduğum yerde olmak için sahip olduğum birçok şeyi feda edebilecek insanlar tanıyordum.”
Tarık Tufan’ın romanlarında her zaman gözümüze çarpan bir şey vardır: umutsuzluk ve daha da önemlisi bu umutsuzluğun içinde çırpınan bireyler. Mutlu insanlar, işleri yolunda giden karakterler pek bulunmaz yazarın kitaplarında. Arayışlar ve bulamayışlar, insanın içinde kopan fırtınalar, kavuşamamalar her zaman bolca bulunur. İnsanların iki yüzlülüğünü, kokuşmuşluğunu, sahte sevgilerin içinde kendini birilerine beğendirme çabalarındaki insanların zavallılığını, toplumda hiç konuşulmuyor gibi yapılan ama en çok konuşulan konuların insanlara verdiği hazzı yazar sanki otobiyografisini anlatır gibi aktarıyor okura. Bir bilgim yok ama ben bu kitabın tamamen olmasa bile kısmen otobiyografik ögeler barındırdığını düşünüyorum: “Düşüş hikayeleri gizliden gizliye hoşumuza gider. İflas etmiş iş adamları, geneleve düşmüş kadınlar, evden kaçmış gençler, terk edilmiş çocuklar, intihar etmiş adamlar sohbetlerimizin gizli keyifleridir. Herkes bildiği en hazin düşüş öyküsünü anlatmakla geniş sohbet ortamlarında ayrı bir statü elde eder. En acı hikayeyi biliyor olmak ayrıcalığıyla, ufak ayrıntılara girerek anlatır durur. Başkalarının düşüşleri, anlatılması en kolay hikayelerdir nasılsa. Gazeteleri okumaya üçüncü sayfadan başlamayı alışkanlık edinmiş bir toplumun bu gizli zevki, acıları her geçen gün biraz daha sömürüyor, kendileri için eğlenceye dönüştürüyor. Yeter ki başkalarının başından geçmiş olsun. Yeter ki kendi evlerine uğramamış olsun.”
İnsan Tamamlanmamış Bir Cümledir
Yazarın her kitabında olduğu gibi bu kitabın dili de okuru kitabın içine çekiyor. Anlaşılır cümlelerle kitabını oluşturan yazar, süslü tasvirlerden genelde kaçınsa da bazen betimlemelerin yoğunluğu okumayı ağırlaştırıyor. Bunu Tufan’ın her kitabında gördüğümüz için yazarın tarzı olarak kabul edebiliriz; ancak benzetmeleri biraz daha az kullanması, kitabın akıcılığını daha da artırırdı. Öyküleyici anlatımın betimleyici anlatımla harmanlanmış hali de okur için artı bir özellik. Konu olarak da çok bilinen, toplumda her zaman karşılaştığımız bir olayı işleyen yazar bunu kendi tarzıyla ortaya koyunca okuması keyifli, ancak düşündürücü, insanın kalbine tesir eden bir kitap çıkmış ortaya. Özellikle babasının evi terk ettiği bölümü sanki yaşamış gibi işlemiş satırlarına. Kitapta tempo özellikle 31. sayfadan sonra artmaya başlıyor. Yukarıda da yazdığım gibi, o sayfaya kadar genellikle deneme tarzında giden kitap bundan sonra daha çok romana evriliyor.
Tarık Tufan yazar olmasaymış iyi bir sosyolog veya psikolog olabilirmiş. Bu ikisi farklı alanlar olsa da Tufan, ikisinden de ne kadar iyi anladığını bu kitabında net bir şekilde göstermiş. Zaten sosyoloji ve psikolojiden anlamadan roman yazılmaz ama Tufan’ın tespitleri bunları iyi bir şekilde bildiğini gösteriyor. İnsanın kendini tamamlama isteğiyle ilgili yazdığı şu satırların bunun kanıtı olduğu kanaatindeyim: “Hevesleri, beklentileri, erteledikleri, kursağında kalmış kelimeleri, kaçırılmış bakışları, gizledikleri, bitirilmemiş mektupları, susuşları ve istemsiz veda edişleriyle tamamlanmamış bir cümledir insan. Son anda binmekten vazgeçtiği bir otobüs, suskun kalınmış bir telefon araması, sinemada yanında duran boş koltuğa bakış… Tamamlanmamış bir cümledir insan. Yalnızlığıyla bile bir araya gelemeyecek kadar ıssız… Bütün bunlara rağmen hayat, yine de anlamlı bir cümle kurabilme isteğidir. İnsanın kendini tamamlayabilme isteği… Zaman içinde aşınmış, her şeye kırgın bir ruhun kendini onarabilme çabasıdır.”
İnsan Hep Yarındır
Tarık Tufan’ın karakterleri kitaplarında bazen ya da her zaman bir bunalım halinde. Düşünceli, dalgın, her an kötü bir şey olabilecek korkusu ya da sorunlardan kaçmaya çabalayan bireylerin çıkmazları birçok kez karşımıza çıkıyor. Bu durumun ortaya çıkardığı ‘erteleme’, karakterlerde kendini gösteriyor. Fakat bu erteleme, tembellikten ziyade sorunları karşılama güçlerini kendilerinde bulamadıklarından kaynaklanıyor. Oldukça duyarlı olan bu bireylerin halini Tufan, kitabın sonlarında açıkça ortaya koyuyor. "İnsan Hep Yarındır" başlığıyla sunduğu bölümde karakterin ve kitapta esen havanın bir özetini çıkarıyor okura: “Yarın kelimesi bende büyülü çağrışımlar uyandırdı hayatım boyunca. Yaşadığım her günün acısını ve umudunu yarına erteledim. Ertesi gün olduğunda her şeyin yerli yerine oturacağına ilişkin bitimsiz beklentiler büyüttüm içimde. Nefes aldığım ölçüde yarınlar bitmiyordu. Bu kadar geniş bir yarının hiçbir zaman gelmeyeceğini elbette biliyordum. Buna rağmen bu duygu hiç eksilmedi dünyamdan. Yaralarım yarın iyileşecek! Oyuncağım yarın alınacak. … Yarın bugünden iyi olacak. Yarın bugünden iyi olabilir. Yarın ya da bugün… Bitimsiz yarınlar sayesinde gün boyu sırtımda taşıdığım yükleri bir kenara bırakıp uyuyabiliyordum.”
Karakterin psikolojisinin sağlam bir şekilde okura aktarıldığı, olay örgüsünün düzgün verildiği iyi bir kitap Ve Sen Kuş Olur Gidersin. Tek eksiği, biraz kısa kalmış. 30-40 sayfa daha bu kalitede yazılabilseydi tam bir tamamlanmışlık olabilirdi.
Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
- Andrei Tarkovsky
Umutla umutsuzluğun birleştiği anlarda hayat, birçok kez manik-depresif bir hal alabilir. Yaşanan olaylara duygu-durum bozukluğuyla bakmanın zorluğu, tam olarak umutla veya tam olarak umutsuzlukla bakmaktan daha zordur. Her an değişen ruh durumları, insanda mengeneye sıkışmış bir ruh ortaya çıkarır. Ruhsuzluğun getirdiği dinçlik veya hassaslığın getirdiği kırılganlıktan daha zordur bu tür durumları yaşamak. Hayatının büyük bir bölümünü bu şekilde geçiren bir insanın yaşama bakışı, elbette ki böyle olmayan bireylerden farklı olacaktır. İnsanı bu duruma getiren birçok sebep sayılabilir; terk eden bir baba, iki çocuğuyla ne yapacağını bilmeyen ve yüzü bundan sonra çok az gülecek bir anne, mülkiyetin ve eşyanın vermiş olduğu sıkışmışlık hissi, hayatın içinde tüm realistliğiyle duran “gündelik sözlerimiz arasında geçecek kadar kaba” ölüm, bekleyişler, arayışlar arayışlar ama bulamayışlar... Tarık Tufan “Ve sen Kuş Olur Gidersin”de bunların kitabını, hikayesini yazıyor. Temelde olan bir hikaye ve yer yer denemelerle birleştirdiği yazılarıyla bir insanın yaşadığı ‘halleri’, duyguları veya hissizliği kalbinden hissederek kelimeleri sayfalara gönderiyor. Bir Tarık Tufan kitabı okurken gözümün önüne, elinde sigarasıyla uzaklara bakan, aklından bütün yenilgileri atmış ama ruhu ağrıyan bir adamın portresi geliyor. Bütün yenilgileri tatmış, acıları duymuş ama artık köze dönen ruhunun içinde yaşayan bir kaybetmiş (ya da kazanmış).
Ve Sen Kuş Olur Gidersin, Profil Kitap’tan yayımlanan bir roman. Ancak romandan yer yer farklı özellikler de gösterebiliyor. Özellikle başlarda sık sık, sonralarda ise daha az yer almakla beraber bazı bölümler yazarın bakış açısından ve asıl olaydan kopmadan bir deneme gibi sunulmuş okura. 125 sayfadan, 1 önsöz ve 25 bölümden oluşuyor. Okur, okumaya ilk başladığında bir deneme kitabı okuyor sanabilir kendini fakat sonrasında başkarakterin annesinin ölümüyle başlayan asıl olay, roman kısmını bize aktarıyor. 25 bölümün çok büyük kısmı başkarakterin bakış açısından anlatılıyor ancak 17. bölüm karakterin sevdiği kızın bakış açısıyla (Lola); 18. bölüm kardeşinin bakış açısıyla; 19. bölüm babasının bakış açısıyla ve 24. bölüm de kitabın sonlarında yanında işe girdiği kafesçi Muzaffer Amca’nın bakış açısıyla yazılmış. Bu şekildeki anlatım tarzı kitaba bir tempo katmış. Hatta yazar, kitabın ortasından sonra değil de, başlarda da bu yöntemi denese daha iyi olabilirdi. Annesinin bakış açısından da bir bölüm eklenebilirdi. Tarık Tufan, roman türünde yazdığı kitaplarında karakterlerinin psikolojik durumlarını başarılı bir şekilde detaylandıran bir yazar. “Hayal Meyal” kitabında da, “Şanzelize Düğün Salonu”nda da bu durumu görebiliyoruz. Bu kitapta da, babasının evi terk etmesiyle beraber başlayıp, annesinin ölümüyle devam eden süreçte karakterin yaşadığı psikolojik durumu ve yalnızlığı başarılı bir şekilde betimliyor yazar: “İnsanların yüz ifadelerine biraz dikkatli bakınca birçok şeyi gizlemenin, ya da en azından bir şey yokmuş gibi davranmanın zorunlu olduğunu düşündüm. Birçoğu ‘Bu herife nerden yakalandım?’ der gibi bakıyordu. Kimi, sıkılgan bir şekilde etrafına bakmayı tercih ederken kimisi de, ilgili görünmek için ben konuşurken başını sallayıp üzgün bir hal takınıyordu. Hiçbiri de ‘Bunları dinlemeye tahammülüm yok. Başının çaresine bak. Ne halin varsa gör’ türünden şeyler söyleme cesareti gösteremedi. Böyle düşündüklerini adım gibi biliyordum. Neden durup dinliyormuş gibi yapıyorlardı o zaman? Sanırım bana ihtiyaçları vardı o zamanlar. Henüz düşmemiştim ve tutunduğum yerde olmak için sahip olduğum birçok şeyi feda edebilecek insanlar tanıyordum.”
Tarık Tufan’ın romanlarında her zaman gözümüze çarpan bir şey vardır: umutsuzluk ve daha da önemlisi bu umutsuzluğun içinde çırpınan bireyler. Mutlu insanlar, işleri yolunda giden karakterler pek bulunmaz yazarın kitaplarında. Arayışlar ve bulamayışlar, insanın içinde kopan fırtınalar, kavuşamamalar her zaman bolca bulunur. İnsanların iki yüzlülüğünü, kokuşmuşluğunu, sahte sevgilerin içinde kendini birilerine beğendirme çabalarındaki insanların zavallılığını, toplumda hiç konuşulmuyor gibi yapılan ama en çok konuşulan konuların insanlara verdiği hazzı yazar sanki otobiyografisini anlatır gibi aktarıyor okura. Bir bilgim yok ama ben bu kitabın tamamen olmasa bile kısmen otobiyografik ögeler barındırdığını düşünüyorum: “Düşüş hikayeleri gizliden gizliye hoşumuza gider. İflas etmiş iş adamları, geneleve düşmüş kadınlar, evden kaçmış gençler, terk edilmiş çocuklar, intihar etmiş adamlar sohbetlerimizin gizli keyifleridir. Herkes bildiği en hazin düşüş öyküsünü anlatmakla geniş sohbet ortamlarında ayrı bir statü elde eder. En acı hikayeyi biliyor olmak ayrıcalığıyla, ufak ayrıntılara girerek anlatır durur. Başkalarının düşüşleri, anlatılması en kolay hikayelerdir nasılsa. Gazeteleri okumaya üçüncü sayfadan başlamayı alışkanlık edinmiş bir toplumun bu gizli zevki, acıları her geçen gün biraz daha sömürüyor, kendileri için eğlenceye dönüştürüyor. Yeter ki başkalarının başından geçmiş olsun. Yeter ki kendi evlerine uğramamış olsun.”
İnsan Tamamlanmamış Bir Cümledir
Yazarın her kitabında olduğu gibi bu kitabın dili de okuru kitabın içine çekiyor. Anlaşılır cümlelerle kitabını oluşturan yazar, süslü tasvirlerden genelde kaçınsa da bazen betimlemelerin yoğunluğu okumayı ağırlaştırıyor. Bunu Tufan’ın her kitabında gördüğümüz için yazarın tarzı olarak kabul edebiliriz; ancak benzetmeleri biraz daha az kullanması, kitabın akıcılığını daha da artırırdı. Öyküleyici anlatımın betimleyici anlatımla harmanlanmış hali de okur için artı bir özellik. Konu olarak da çok bilinen, toplumda her zaman karşılaştığımız bir olayı işleyen yazar bunu kendi tarzıyla ortaya koyunca okuması keyifli, ancak düşündürücü, insanın kalbine tesir eden bir kitap çıkmış ortaya. Özellikle babasının evi terk ettiği bölümü sanki yaşamış gibi işlemiş satırlarına. Kitapta tempo özellikle 31. sayfadan sonra artmaya başlıyor. Yukarıda da yazdığım gibi, o sayfaya kadar genellikle deneme tarzında giden kitap bundan sonra daha çok romana evriliyor.
Tarık Tufan yazar olmasaymış iyi bir sosyolog veya psikolog olabilirmiş. Bu ikisi farklı alanlar olsa da Tufan, ikisinden de ne kadar iyi anladığını bu kitabında net bir şekilde göstermiş. Zaten sosyoloji ve psikolojiden anlamadan roman yazılmaz ama Tufan’ın tespitleri bunları iyi bir şekilde bildiğini gösteriyor. İnsanın kendini tamamlama isteğiyle ilgili yazdığı şu satırların bunun kanıtı olduğu kanaatindeyim: “Hevesleri, beklentileri, erteledikleri, kursağında kalmış kelimeleri, kaçırılmış bakışları, gizledikleri, bitirilmemiş mektupları, susuşları ve istemsiz veda edişleriyle tamamlanmamış bir cümledir insan. Son anda binmekten vazgeçtiği bir otobüs, suskun kalınmış bir telefon araması, sinemada yanında duran boş koltuğa bakış… Tamamlanmamış bir cümledir insan. Yalnızlığıyla bile bir araya gelemeyecek kadar ıssız… Bütün bunlara rağmen hayat, yine de anlamlı bir cümle kurabilme isteğidir. İnsanın kendini tamamlayabilme isteği… Zaman içinde aşınmış, her şeye kırgın bir ruhun kendini onarabilme çabasıdır.”
İnsan Hep Yarındır
Tarık Tufan’ın karakterleri kitaplarında bazen ya da her zaman bir bunalım halinde. Düşünceli, dalgın, her an kötü bir şey olabilecek korkusu ya da sorunlardan kaçmaya çabalayan bireylerin çıkmazları birçok kez karşımıza çıkıyor. Bu durumun ortaya çıkardığı ‘erteleme’, karakterlerde kendini gösteriyor. Fakat bu erteleme, tembellikten ziyade sorunları karşılama güçlerini kendilerinde bulamadıklarından kaynaklanıyor. Oldukça duyarlı olan bu bireylerin halini Tufan, kitabın sonlarında açıkça ortaya koyuyor. "İnsan Hep Yarındır" başlığıyla sunduğu bölümde karakterin ve kitapta esen havanın bir özetini çıkarıyor okura: “Yarın kelimesi bende büyülü çağrışımlar uyandırdı hayatım boyunca. Yaşadığım her günün acısını ve umudunu yarına erteledim. Ertesi gün olduğunda her şeyin yerli yerine oturacağına ilişkin bitimsiz beklentiler büyüttüm içimde. Nefes aldığım ölçüde yarınlar bitmiyordu. Bu kadar geniş bir yarının hiçbir zaman gelmeyeceğini elbette biliyordum. Buna rağmen bu duygu hiç eksilmedi dünyamdan. Yaralarım yarın iyileşecek! Oyuncağım yarın alınacak. … Yarın bugünden iyi olacak. Yarın bugünden iyi olabilir. Yarın ya da bugün… Bitimsiz yarınlar sayesinde gün boyu sırtımda taşıdığım yükleri bir kenara bırakıp uyuyabiliyordum.”
Karakterin psikolojisinin sağlam bir şekilde okura aktarıldığı, olay örgüsünün düzgün verildiği iyi bir kitap Ve Sen Kuş Olur Gidersin. Tek eksiği, biraz kısa kalmış. 30-40 sayfa daha bu kalitede yazılabilseydi tam bir tamamlanmışlık olabilirdi.
Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
5 Nisan 2017 Çarşamba
Türk'ün nefreti Hakk'tan olur
Yılmaz Özakpınar hocanın "Kültür ve Medeniyet Üzerine Denemeler" kitabını (Ötüken Neşriyat) okuyorum. Neredeyse 20 yıl önce yazılmış bu kitapta ahiret yurduna kavuşmuş Mümtaz Turhan, Erol Güngör, Osman Turan gibi nice büyük ismin emekleri ve düşünce dünyalarıyla birlikte Türk milliyetçiliğinin coğrafyalar ve gönüller ötesi bir duruş, tavır olduğuna yine kani oldum. Üstelik bu görüşü sağlamlaştıran ispatlar ve fikir sistemleri, yeni pencereler, şüphe yok ki okuyanın farklı alanlarda araştırma yapmasına ve yeni fikirler geliştirmesine sebep oluyor. Sürekli büyüklerden bahsetmek veya onların özlü sözlerini paylaşmak bize hiçbir şey katmıyor. Bize, bilhassa da gençlere düşen onların fikirleri üzerinden yeni fikirler ve en önemlisi de çözümler üretmektir. Aksi halde o büyük isimler birer fani olarak tarihin tozlu raflarında kalıyor ki bu hepimizin üzerinde vebaldir ve hatta vefasızlıktır. Onları yâd ederken kurdukları temel üzerine inşa faaliyetinde bulunmazsak varlığımızı ne ile geliştirebiliriz?
İşte İskender Öksüz hoca da böyle mühim bir şahsiyet. Zaman zaman gazetelerin görüş sayfalarında meselelere tamamen Türkiye menfaatleri doğrultusunda ve geniş bakış açısıyla yazılar kaleme alıyor. Bu yazıların en güzel tarafları kolay okunabilir olması. Hoca bir profesör, lakin akademik dilin ağırlığından sıklıkla uzak fakat oldukça derinlikli bir şekilde yazıyor. Ağustos 2016'da Panama Yayıncılık tarafından neşredilen Türk'üm Özür Dilerim de bu tip yazılarından oluşuyor. 260 küsur sayfalık kitap, beş bölümden oluşuyor: 1) Millet: Bizim gözümüzle biz. 2) Türk'üm özür dilerim: Onların gözüyle biz. 3) Fikir savaşları - GONGO'lar: Onların gözüyle dünya. 4) Tek yol! Sapıtma rotası. 5) Kültür... ve çeşitleri.
Kitabının girişinde İskender Öksüz çok net bir biçimde yazdıklarının tarafsız olmadığını şu şekilde söylüyor: "Ben bir Türk milliyetçisiyim ve bu kimliğimle daima Türkiye'nin lehine olanları bulup çıkarmak, aleyhine olanları da teşhir etmek gayretinde oldum. İsterseniz son cümledeki "Türkiye" yerine "Türklük" de diyebilirsiniz ama birincinin yararına olan zaten ikincinin de yararınadır ve bunun tersi de doğrudur."
Adından da anlaşılacağı gibi, hocanın sık sık ironik dil kullandığı bir kitap Türk'üm Özür Dilerim. Mesela "Türkleri Türkiye'den kovmanın faydaları" başlıklı yazı, mizahın nasıl zekice ve hakikice kullanılacağına çok kuvvetli bir örnek. Hoca "Türkleri bu topraklardan sürüvermenin yolları"ndan bahsederken 'kazanılacakları' da şöyle anlatıyor: "Böylelikle o kadar problem birden çözülür ki... Kıbrıs diye bir mesele kalmaz; dünya da biz de rahat ederiz. Avrupa Birliği'ne girmek de bir hamlede hallolur. Hatta bakarsınız Avrupa Birliği bize girer. Ermenistan sınırı açıldıydı, kapandıydı da biter. Karabağ umurumuzda olmaz. Sahi belki "ben Türk'üm" diyenleri Azerbaycan'a yollarız. Oradakiler kendilerine Türk diyor ya. Biz de birkaç yıl sonra topuna birden "Azeri" deriz. Bu fantezi tabii. (İnşallah öyledir.) Fakat o kadar fantezi olmayan bir yol daha var. Eğer Türkiye'de yaşayanların aslında otuz kırk etnik gruptan ibaret olduğuna, bir milletten bahsedilemeyeceğine, etnik grupların üstünde, millet değil, olsa olsa "vatandaşlık", yani bir pasaport bürokrasisi bulunduğuna insanları ikna etmek. Böylelikle millet gider, kavga biter. Türkiye ulus devlet değil, bir etnik mozaik olur. Dubai Havaalanı'nın transit salonu gibi bir şey.". Son olarak bu yazının son derece saçmalık kokan ve büyük bir tehlike içeren epigrafını da belirtmemiz gerekiyor: "Farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizden kovulldu. Bu aslında faşizan bir yaklaşımın neticesiydi." (Recep Tayyip Erdoğan, AKP Düzce İl Kongresi, 23 Mayıs 2009)
Seneler geçti ve "her türlü milliyetçiliği ayaklar altına alan" AKP iktidarı Türk adını tarihin tozlu raflarına gömmek için soda şişelerinden bakanlık tabelalarına kadar, hatta köy isimlerine kadar birçok 'revizyona' girişti. Çünkü adı çözüm olan fakat çözülüşten farkı olmayan süreç bunları gerektiriyordu. Seneler geçti ve Türkiye demek yerine Anadolu, Türk demek yerine Türkiyeli gibi rezaletin daniskası öneriler de yapıldı. Filistinlileri katletmekten bir an için vazgeçmeyen İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres, TBMM'de konuşma yaptı ve alkışlandı. Tarihe geçen günler yaşandı. Seneler geçti ve millet olmanın faydaları ve kıymeti üzerine hiçbir ciddiyetli çalışma yapılmadı. Hatta "internet çağında ne milleti kardeşim" diyen insanoğulları türedi. Bu konuyla ilgili İskender Öksüz'ün son derece önemli, bilimin farklı alanlarından örneklerle kuvvetlendirilmiş önemli yazıları da yine kitapta yer alıyor. Millet kavramanın yok olma yolunda gittiğini, zaten bu kavrama pek de ihtiyacın olmadığını 'kanıtlamaya çalışan' batılı yazarlara "Siz önden buyurun" diyor İskender Öksüz ve şöyle devam ediyor:
"Şimdi onların tek raylı tarihi, milletlerin ve millet devletlerinin yok olacağını göstermektedir. Daha önce diyalektik maddecilik de bunu gösteriyordu. O sizlere ömür oldu ama milletin yok olacağında ısrarları sağ ve sağlıklıdır. Heyecanlandıklarında şu "itibarlı işim tek raylı tarih" akıl yürütüşleri şöyledir:
Tamam! Edison ampulü buldu. Siz daha milliyetçilik yapın bakalım!
İnsanoğlu aya çıktı siz hâlâ millet devleti diyorsunuz!
Ohooo, İnternet ortalığı sardı, siz daha millet diye ısrar edin...
Henüz rastlamadım, fakat muhakkak şöyle bir karşı konulmaz akıl yürütme daha vardır: Kuantum çağında ne milleti kardeşim!
Nedense milletten ve millet devletinden ilk vazgeçmesi gereken de bizizdir. Ne diyelim? Rahmetli üstat Ahmet Kabaklı'nın sıkça söylediği gibi: Allah selamet versin."
Eline geçen her fırsatta Necip Fazıl şiirleri okuyup Mehmet Âkif edebiyatı yaparken İstanbul'un kadim siluetini paramparça eden muhafazakârlar yahut hocanın deyimiyle siyasî ümmetçiler, eğitimi, daha doğrusu müfredatı da parçalarken İskender Öksüz kısa mesaj nesline de uyarılar yapıyor. Paragraf sorusu görünce topukları üstünde kaçan nesli doğru anlamanın ve onlara doğru anlatmanın formüllerini de veriyor. Kanaatimce şu soruyu da hem eğitimcilere hem öğrencilere ve hem de -belki de- müzik üzerinden önüne gelen herkesi tekfir eden sözde âlimlere soruyor: "Itrî'yi, Yahya Kemal'i, mübarek Rumeli'nin kaybını, Milli Mücadele'yi nasıl çoktan seçmeli hâle getirebilirsiniz? Siz getirdiğinizi sanıyorsunuz, değil mi?"
Güzel ülkemiz, kötü entelektüelleriyle de meşhur. İşin garibi o entelektüeller de sürekli Cemil Meriç'in "aydın tarafsız olmaz, tarafsızlık namussuzluktur" sözünü paylaşıp duruyor. Gerçi çoğunun tarafı belli. Belediye kültürcülüğü, festival rantçılığı neredeyse o taraf. İskender hocanın 'entelektüel namusu' üzerine yorumları çok önemli: "Entelektüel namusu, popüler bazı lafların tekellüm ve tekrarı değildir. Entelektüel namusu, ülkeniz aleyhinde konuşmak da değildir. Entelektüel namusu, kucağınıza bırakılan iddiaların her biri için, kökten, "Gerçekten öyle mi?" diye sormak, bu sorunun cevabını bilmeden konuşmamaktır. Bu sorunun cevabını öğrendikten sonra da, cevap hâkim kanaate ters de olsa, susmamaktır. Biraz daha gelişmiş entelektüel namusu, düşüncelerinizi kucağınıza bırakılan iddialarla sınırlamayıp, "Bunlar mı konuşmalı, peki şu ötekiler niye konuşulmuyor?" diye sorgulamaktır."
Artık zenginleştik, hatta ciddi bir İslamî burjuvazi de söz konusu. Teravihe ciple gidiyoruz, kurbanımızı dokuz taksitle kesiyoruz. Bir de utanmadan bunlara şükrediyoruz. İrfanı kaybeden insanımız krediyle aldığı evinin eşiğinden besmeleyle geçmekten de imtina etmiyor. Çözülme bu mudur? Cevabını hocadan okuyalım: "Cipler bugün, eğer arazide kullanmıyorsanız, israf ve gösteriştir. Başınız açıksa da öyledir, kapalıysa da öyledir. Altın takmayacağım diye gümüş alyans takıp sonra şehirde cipe binmenin izahı yoktur. Zaten İstanbullu, Antepli, Kayserili, Ankaralı veya oraların köylüsü, bunu yapmaz; ar eder, edep eder. Ama onların İstanbul'a göçmüş torunları yapabilirler. Çözülme budur."
Netice-i kelam bir de bunların yanında sürekli Anadolu irfanına dönüşten bahseden akademisyenlerimiz, şairlerimiz var. Bu nostaljik arkadaşlara da birkaç sual etmek bana düşmez demiyorum ve soruyorum: Neyle döneceksin kardeşim? Fast-food lokantalarınla mı? 35 yıl borcunu ödeyeceğin evinle mi? Itrî'yi tekfir eden hocanla mı döneceksin Anadolu irfanına? Allah'ın evinde hutbeye çıkıp siyasî metin okuyan blue jean'li imamınla mı? İrfanı hangi Anadolu'da bulup da döneceksin? Krediyle anası ağlamış çiftçinin, madende ölümlerden dönmüş işçinin kan kustuğu Anadolu'da mı? Geç güzel kardeşim. Anadolu irfanı bitti. O çeşmeden artık su akmaz. Döneceksen Türk irfanına dön. Asırlardır vuruyorlar, ölmüyor, ayakta.
Bu yazının son cümlesi ne olmalı diye düşünürken, kitabın son cümlesi imdadıma yetişti: Nefretinize mukayyet olunuz.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
İşte İskender Öksüz hoca da böyle mühim bir şahsiyet. Zaman zaman gazetelerin görüş sayfalarında meselelere tamamen Türkiye menfaatleri doğrultusunda ve geniş bakış açısıyla yazılar kaleme alıyor. Bu yazıların en güzel tarafları kolay okunabilir olması. Hoca bir profesör, lakin akademik dilin ağırlığından sıklıkla uzak fakat oldukça derinlikli bir şekilde yazıyor. Ağustos 2016'da Panama Yayıncılık tarafından neşredilen Türk'üm Özür Dilerim de bu tip yazılarından oluşuyor. 260 küsur sayfalık kitap, beş bölümden oluşuyor: 1) Millet: Bizim gözümüzle biz. 2) Türk'üm özür dilerim: Onların gözüyle biz. 3) Fikir savaşları - GONGO'lar: Onların gözüyle dünya. 4) Tek yol! Sapıtma rotası. 5) Kültür... ve çeşitleri.
Kitabının girişinde İskender Öksüz çok net bir biçimde yazdıklarının tarafsız olmadığını şu şekilde söylüyor: "Ben bir Türk milliyetçisiyim ve bu kimliğimle daima Türkiye'nin lehine olanları bulup çıkarmak, aleyhine olanları da teşhir etmek gayretinde oldum. İsterseniz son cümledeki "Türkiye" yerine "Türklük" de diyebilirsiniz ama birincinin yararına olan zaten ikincinin de yararınadır ve bunun tersi de doğrudur."
Adından da anlaşılacağı gibi, hocanın sık sık ironik dil kullandığı bir kitap Türk'üm Özür Dilerim. Mesela "Türkleri Türkiye'den kovmanın faydaları" başlıklı yazı, mizahın nasıl zekice ve hakikice kullanılacağına çok kuvvetli bir örnek. Hoca "Türkleri bu topraklardan sürüvermenin yolları"ndan bahsederken 'kazanılacakları' da şöyle anlatıyor: "Böylelikle o kadar problem birden çözülür ki... Kıbrıs diye bir mesele kalmaz; dünya da biz de rahat ederiz. Avrupa Birliği'ne girmek de bir hamlede hallolur. Hatta bakarsınız Avrupa Birliği bize girer. Ermenistan sınırı açıldıydı, kapandıydı da biter. Karabağ umurumuzda olmaz. Sahi belki "ben Türk'üm" diyenleri Azerbaycan'a yollarız. Oradakiler kendilerine Türk diyor ya. Biz de birkaç yıl sonra topuna birden "Azeri" deriz. Bu fantezi tabii. (İnşallah öyledir.) Fakat o kadar fantezi olmayan bir yol daha var. Eğer Türkiye'de yaşayanların aslında otuz kırk etnik gruptan ibaret olduğuna, bir milletten bahsedilemeyeceğine, etnik grupların üstünde, millet değil, olsa olsa "vatandaşlık", yani bir pasaport bürokrasisi bulunduğuna insanları ikna etmek. Böylelikle millet gider, kavga biter. Türkiye ulus devlet değil, bir etnik mozaik olur. Dubai Havaalanı'nın transit salonu gibi bir şey.". Son olarak bu yazının son derece saçmalık kokan ve büyük bir tehlike içeren epigrafını da belirtmemiz gerekiyor: "Farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizden kovulldu. Bu aslında faşizan bir yaklaşımın neticesiydi." (Recep Tayyip Erdoğan, AKP Düzce İl Kongresi, 23 Mayıs 2009)
Seneler geçti ve "her türlü milliyetçiliği ayaklar altına alan" AKP iktidarı Türk adını tarihin tozlu raflarına gömmek için soda şişelerinden bakanlık tabelalarına kadar, hatta köy isimlerine kadar birçok 'revizyona' girişti. Çünkü adı çözüm olan fakat çözülüşten farkı olmayan süreç bunları gerektiriyordu. Seneler geçti ve Türkiye demek yerine Anadolu, Türk demek yerine Türkiyeli gibi rezaletin daniskası öneriler de yapıldı. Filistinlileri katletmekten bir an için vazgeçmeyen İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres, TBMM'de konuşma yaptı ve alkışlandı. Tarihe geçen günler yaşandı. Seneler geçti ve millet olmanın faydaları ve kıymeti üzerine hiçbir ciddiyetli çalışma yapılmadı. Hatta "internet çağında ne milleti kardeşim" diyen insanoğulları türedi. Bu konuyla ilgili İskender Öksüz'ün son derece önemli, bilimin farklı alanlarından örneklerle kuvvetlendirilmiş önemli yazıları da yine kitapta yer alıyor. Millet kavramanın yok olma yolunda gittiğini, zaten bu kavrama pek de ihtiyacın olmadığını 'kanıtlamaya çalışan' batılı yazarlara "Siz önden buyurun" diyor İskender Öksüz ve şöyle devam ediyor:
"Şimdi onların tek raylı tarihi, milletlerin ve millet devletlerinin yok olacağını göstermektedir. Daha önce diyalektik maddecilik de bunu gösteriyordu. O sizlere ömür oldu ama milletin yok olacağında ısrarları sağ ve sağlıklıdır. Heyecanlandıklarında şu "itibarlı işim tek raylı tarih" akıl yürütüşleri şöyledir:
Tamam! Edison ampulü buldu. Siz daha milliyetçilik yapın bakalım!
İnsanoğlu aya çıktı siz hâlâ millet devleti diyorsunuz!
Ohooo, İnternet ortalığı sardı, siz daha millet diye ısrar edin...
Henüz rastlamadım, fakat muhakkak şöyle bir karşı konulmaz akıl yürütme daha vardır: Kuantum çağında ne milleti kardeşim!
Nedense milletten ve millet devletinden ilk vazgeçmesi gereken de bizizdir. Ne diyelim? Rahmetli üstat Ahmet Kabaklı'nın sıkça söylediği gibi: Allah selamet versin."
Eline geçen her fırsatta Necip Fazıl şiirleri okuyup Mehmet Âkif edebiyatı yaparken İstanbul'un kadim siluetini paramparça eden muhafazakârlar yahut hocanın deyimiyle siyasî ümmetçiler, eğitimi, daha doğrusu müfredatı da parçalarken İskender Öksüz kısa mesaj nesline de uyarılar yapıyor. Paragraf sorusu görünce topukları üstünde kaçan nesli doğru anlamanın ve onlara doğru anlatmanın formüllerini de veriyor. Kanaatimce şu soruyu da hem eğitimcilere hem öğrencilere ve hem de -belki de- müzik üzerinden önüne gelen herkesi tekfir eden sözde âlimlere soruyor: "Itrî'yi, Yahya Kemal'i, mübarek Rumeli'nin kaybını, Milli Mücadele'yi nasıl çoktan seçmeli hâle getirebilirsiniz? Siz getirdiğinizi sanıyorsunuz, değil mi?"
Güzel ülkemiz, kötü entelektüelleriyle de meşhur. İşin garibi o entelektüeller de sürekli Cemil Meriç'in "aydın tarafsız olmaz, tarafsızlık namussuzluktur" sözünü paylaşıp duruyor. Gerçi çoğunun tarafı belli. Belediye kültürcülüğü, festival rantçılığı neredeyse o taraf. İskender hocanın 'entelektüel namusu' üzerine yorumları çok önemli: "Entelektüel namusu, popüler bazı lafların tekellüm ve tekrarı değildir. Entelektüel namusu, ülkeniz aleyhinde konuşmak da değildir. Entelektüel namusu, kucağınıza bırakılan iddiaların her biri için, kökten, "Gerçekten öyle mi?" diye sormak, bu sorunun cevabını bilmeden konuşmamaktır. Bu sorunun cevabını öğrendikten sonra da, cevap hâkim kanaate ters de olsa, susmamaktır. Biraz daha gelişmiş entelektüel namusu, düşüncelerinizi kucağınıza bırakılan iddialarla sınırlamayıp, "Bunlar mı konuşmalı, peki şu ötekiler niye konuşulmuyor?" diye sorgulamaktır."
Artık zenginleştik, hatta ciddi bir İslamî burjuvazi de söz konusu. Teravihe ciple gidiyoruz, kurbanımızı dokuz taksitle kesiyoruz. Bir de utanmadan bunlara şükrediyoruz. İrfanı kaybeden insanımız krediyle aldığı evinin eşiğinden besmeleyle geçmekten de imtina etmiyor. Çözülme bu mudur? Cevabını hocadan okuyalım: "Cipler bugün, eğer arazide kullanmıyorsanız, israf ve gösteriştir. Başınız açıksa da öyledir, kapalıysa da öyledir. Altın takmayacağım diye gümüş alyans takıp sonra şehirde cipe binmenin izahı yoktur. Zaten İstanbullu, Antepli, Kayserili, Ankaralı veya oraların köylüsü, bunu yapmaz; ar eder, edep eder. Ama onların İstanbul'a göçmüş torunları yapabilirler. Çözülme budur."
Netice-i kelam bir de bunların yanında sürekli Anadolu irfanına dönüşten bahseden akademisyenlerimiz, şairlerimiz var. Bu nostaljik arkadaşlara da birkaç sual etmek bana düşmez demiyorum ve soruyorum: Neyle döneceksin kardeşim? Fast-food lokantalarınla mı? 35 yıl borcunu ödeyeceğin evinle mi? Itrî'yi tekfir eden hocanla mı döneceksin Anadolu irfanına? Allah'ın evinde hutbeye çıkıp siyasî metin okuyan blue jean'li imamınla mı? İrfanı hangi Anadolu'da bulup da döneceksin? Krediyle anası ağlamış çiftçinin, madende ölümlerden dönmüş işçinin kan kustuğu Anadolu'da mı? Geç güzel kardeşim. Anadolu irfanı bitti. O çeşmeden artık su akmaz. Döneceksen Türk irfanına dön. Asırlardır vuruyorlar, ölmüyor, ayakta.
Bu yazının son cümlesi ne olmalı diye düşünürken, kitabın son cümlesi imdadıma yetişti: Nefretinize mukayyet olunuz.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)