“Bir politikacı işini kaybetmemek için her şeyi yapar. Hatta vatansever bile olur.”
- William Randolph Hearst
“Politika gerçekleri gizleyip yalan söylemek değil, gerçeklerin istediğiniz yanını göstermektir.”
- Winston Churchill
Siyaset kelimesinin kökeniyle yazıma başlamak istiyorum. Siyaset ve seyis kelimeleri ortak kökenden türemiş kelimelerdir. Filolojiye göre siyaset kelimesinin nihai anlamı, vahşi bir atı teskin etmek, terbiye etmek olarak tarif edilir. Siyaset yapan, yani at terbiye eden kişiye de seyis adı verilir. Kelimenin şimdiki anlamı ise "devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıyla ilgili özel görüş veya anlayış"tır. Bir başka deyişle "memleket idare etme sanatı"dır. Bu nedenlerden dolayı da, kökeni antik Grekçe’ye dayanan ve devlet yönetme sanatı anlamına gelen politika kelimesinin karşılığı olarak da sıkça kullanılır.
Siyaset bir sanattır. İki tanıma da baktığımızda bunu görüyoruz. Bunu öğrendikten sonra insanın aklına ister istemez, "ülkemizde veya dünyada, siyaseti bir sanat olarak yürüten kaç kişi vardır?" sorusu geliyor. Tek bir görüşe bağlı kalıp, karşı tarafa vurmaya çalışan belli bir kesim gibi yapmayacağım. Özellikle ülkemizde, siyaset denince aklımıza ilk gelen şeyler hep olumsuz kavramlar oluyor. İster belli bir partiden iktidar olsun, ister onun tam zıttı muhalefet olsun, hatta yok denecek kadar az oy alan partiler olsun, maalesef dünyada bu işi sanat olarak götüren bir oluşum veya kişi yok denecek kadar az kaldı.
Dünyanın en tehlikeli mesleklerinden biridir siyaset. ‘Hak’ ve ‘adalet’ üzerine kurulu ve verdiğimiz kararların sonucu sadece bizi değil, birçok kişinin hayatını derinden etkileyecek şeyler olduğu için, çok daha dikkatli icra edilmesi gereken bir meslektir. Peygamber Efendimizin “On kişi üzerinde bile olsa, yöneticilik yapmış olan her insan kıyamet gününde (Allah’ın huzuruna) elleri boynuna bağlı olarak gelir. Sonra da ya adaleti sayesinde kurtulur veya haksızlık etmiş olduğu için mahvolur.” hadis-i şerifinde dediği gibi bu durumun, siyaset konusunun ne kadar ciddi, sulandırılamayacak ve ihmale gelmeyecek önemde olduğunu çok net bize gösteriyor. Fakat öyle mi?
"Nasipse Adayız", Ercan Kesal’in 2015 yılında İletişim Yayınları’ndan çıkan, genelde üçüncü, bu yayınevinden çıkan ikinci kitabı. Daha önce "Evvel Zaman" ve "Peri Gazozu" kitaplarını yayımlayan yazar, "Nasipse Adayız"dan sonra da "Cin Aynası"nı yazmıştır. Fakat diğer üç kitap birbiriyle benzer özellikler gösterirken (anlatı), bu kitap bir romandır. Toplam 194 sayfadan oluşan kitap, bir ön bölüm (Baş karakter Kemal Güner’in rüyası) ve kırk üç bölümden oluşmaktadır. Kısa kısa olan bu bölümler romanın akışına göre uyum göstermektedir. Nasipse Adayız'ın otobiyografik bir kitap olup olmadığını bilmiyorum, ancak başkarakter Kemal Güner’in ve Ercan Kesal’in mesleklerinin doktor olması bana, bu kitaptaki olayların tam olmasa bile benzerlerinin yaşanmış olabileceğini hissettirdi. Kitap, baş karakter Kemal Güner’in ağzından anlatılmış ve birinci tekil kişi diliyle oluşturulmuş. Kemal Güner’in ilçede bulunan bir radyo programına katılması sonrasında, resmen olmasa bile pratikte, ilçenin belediye başkan adayı gösterilmek istenmesi ve bu süreçte yaşananları konu ediniyor. Kesal, sade bir üslup ve her zamanki gibi akıcı diliyle bize bu süreci sonuna kadar başarılı bir şekilde aktarıyor. Yazar, yer yer açıklayıcı ve öyküleyici anlatımla birlikte, betimleyici anlatım da kullanmış ve tadına doyulmayan, fakat aynı zamanda da ciddi meselelere değinen bir roman ortaya çıkmış. Kitabın kısa bir bölümünde, eskiye nazaran daha fazla kullanılmaya başlanan bir bilinç akışı tekniği de görüyoruz. Aslında, bu tekniği kitabın birkaç yerinde de görsek yadırgamazdım. Bu tekniğin en çok rüyalara uygun olduğunu düşünüyorum. Yazar da zaten, bunu bir rüyasını anlatırken göstermiş. Kitapta başka rüyalar da anlatıldığı için daha fazla da kullanılabilirdi. Sırıtmazdı.
Kitabın kapağında yer alan fotoğraf ve kitabın ismi içerikle birebir uyumlu. Kesal, özellikle kitabının ismini çok iyi seçmiş. Zaten yazarın diğer kitaplarına da baktığımızda isim konusunda çok başarılı olduğunu görüyorum. İsmin, ve arka kapağın başarılı olmasının, kitabın başarısını artıran özellikler olarak görenlerdenim. Bu yüzden bu özelliklere ekstra dikkat ediyorum. Arka kapaktaki pasajı ve kısa açıklamayı, yayınevi güzel yerlerden seçmiş. Ercan Kesal’i tanımayan biri de merak edebilir bu kitabı. Kitabın başlarında sonunu tahmin edebiliyoruz, fakat amaç bu kitabı bir sona bağlamak değil bu süreci anlatmak olduğu için bu duruma takılmamak lazım. Hatta yazar, kitabın ismiyle bunu belli etmek istemiş diye düşünüyorum. Kesal; mizah, ironi ve bazen de olsa argoyu yerinde kullanmış, ara ara yerel deyişlere yer vermiş sadece İstanbul Türkçesi kullanmamıştır. Bu durum kitabın inandırıcılığını artırmış, ‘naylon’ bir havadan uzaklaştırmıştır.
Kesal’ın gözlem gücü, her zaman yüksek olmuştur ve bunu kitaplarına yansıtmıştır. Yaşadığı olaylarla ilgili; ilginç, komik veya trajik olayları iyi bir şekilde satırlarına yansıtıyor. Bu kitapta da bunları bol bol görüyoruz. Dul erkeklerin düğünlerdeki durumlarıyla ilgili yaptığı “Menü fena değil, ama ortam sıkıcı. Çabucak yeyip, tatlıyı beklemeden kaçayım en iyisi. Benim masa da bir tuhaf. Oturanların hiçbirini tanımıyorum. Boşanmış erkeklerin böyle bir sorunu vardır. Davetlerde bir türlü sizi nereye koyacaklarını bilemezler. Dul erkek olarak potansiyel çapkın statüsüne geçtiğiniz için evli çiftlerle efendi efendi oturamazsınız. Kıskanç kocalar kıllanır. Evlenip boşanmış bir erkek olarak sabıkalı addedildiğiniz için de bekarlar hoşlanmazlar. Masada zombi gibi bakarsınız ergenlerin sulu zırtlak muhabbetlerine. Bu yüzden dul erkekler askere bakaya giden adamlara benzerler. Hiç tahmin etmedikleri yerlerde, tuhaf adamlarla, tuhaf masalarda oturmaya mahkumdurlar” tespit, yazarın toplumu ne kadar iyi gözlemlediğinin küçük bir örneğidir.
Ercan Kesal’ın siyasi fikrini ve hayata bakış açısını, kitaplarını okuyan okurlar mutlaka fark etmiştir. Yazar da zaten bunu saklama gereği duymaz. Fakat yazarın bakış açısından okura sunduğu şeyler her zaman, sadece o bakış açısına göre değildir. Bazı konular vardır. Herkes aynı düşünmelidir. Hak, adalet, liyakat gibi konularda ‘bana göre, sana göre’ olmamalıdır. Hakikat tektir. Ercan Kesal, politikanın adaletsizliğini ve çoğu zaman liyakate önem verilmeyişini satırlarına başarılı bir şekilde yansıtmıştır: “Bunlar iyi hoş da, politika ekip işidir doktor. Bizim de bir ekibimiz var. Ekipte envai çeşit adam olur. Çoğunun da başka işi yoktur. Adam ömrünü bu işlere harcamış. Seni terk etmemiş. Cahil, işsiz, salak ama senin yanında. Bu insanlara ahde vefa göstermek zorundasın. Sen, hastanede birisi işine yaramazsa ne yaparsın, atarsın işten. Bizde öyle değil. İşe yaramıyorsa daha fazla sahip çıkman lazım. Hatta çok becerikli olursa tehlikelidir. Uzaklaştırman gerekebilir. Sana tuhaf gelir şimdi bu anlattıklarım. Ama ilerde göreceksin. Diyelim Belediyeyi aldık. Başkan oldun. Önüne ‘buyur, imzala,’ diye dosya koyacaklar. İmarı var, ihalesi var. Bi şey alınacak, bir iş var, birine verilecek, falan filan. Kime vereceksin mesela? Herhalde kendi arkadaşlarımıza, değil mi?”
Toplumca en çok konuşmaktan hoşlandığımız ve en çok ‘anla(ma)dığımız’ iki şeyden biri futbol, diğeri de siyasettir. Belki de hayatta en çetrefilli konulardan biri olan siyaset hakkında herkesin söyleyecek tonla sözü olması, bizim aslında bu işi nasıl yanlış yaptığımızı da gösteriyor. Kesal da, siyasetle hiç işi olmamasına rağmen kendini bir anda bu ortamın arasına bulan başkarakter üzerinden, insan hallerinin değişimini, siyasetin bir girdap gibi insanı içine çekişini ve siyasetin insana kattığı plastik heyecanı çok başarılı resmetmiş. Kemal Güner’in üzerinden, insan psikolojisini, bir makamda oturmak için insanın kişiliğinden nasıl ödün verdiğini, hatta kişiliğini bırakıp da bambaşka durumlara büründüğünü detaylı bir şekilde yansıtmış. Kitabın sonlarındaki Kemal Güner’in ruh hali, bize heyecanla başlayan maceranın ne hallere gelebileceğini gösteriyor aslında: “Eve vardığımda vakit gece yarısıydı. Kapıyı yavaşça açıp içeri girdim. Holde bir süre bekledim, hiç ışıkları açmadan. Hep burada, holde kalsam, ölünceye kadar, hiçbir yere kıpırdamadan… İçeri salona geçtim, ayakkabılarımı salonun ortasında çıkartarak. İşte kırk küsur sene sonra geldiğin yer; İstanbul’un fizanında, adına uydukent denilen uydurma bir kentinde, civciv büyütülen ışıklı çekmeceler gibi, bilmem kaç metrekare bir konutun içinde, duvardan duvara hazır halı, beyaz eşya ve panjurlarıyla içine girdiğin ve bir üçlü koltuk, bir ikili koltuk, televizyon ve bir ikiz yatakla sürdürmeye çalıştığın, boyundan büyük hayallerin altında kalmış bir hayat. İşte elinde kalan.”
Siyasete girdiği zamandan itibaren bambaşka bir insan haline dönen başkarakterin ağzından aslında kendi fikirlerini yansıtıyor yazar. Utanma duygusuyla yaptığı tespit, benim en sevdiğim bölümlerden biri oldu bu kitapta. Bu pasajı sadece siyaset alanına değil de hayatın her anına, en çok da birebir insan ilişkilerine göre yorumladım ve sonunda Ercan Kesal’in yaptığı tespitin çok başarılı olduğu kanısına vardım: “Utanma duygumu hızla kaybetmiştim galiba. Bu böyle aniden olan bir şey miydi yahu? Ne bileyim, önceden bir belirti vermez mi? Kişiyi uyaran. ‘Bak, böyle bir durumun var senin; dikkat et, haline tavrına.’ Ya da, ‘şansını zorlama’ falan gibi. O da olmadı birtakım hafif bulgular da mı göstermez? Biraz kaşıntı, belki biraz bulantı; tam kusma olmasa da yani. Ya da temelde zaten böyle bir patolojim hep vardı da benim mi haberim yoktu? Aileden gelen bir şey olabilir mi? Irsi mi? Gerçi dedemde, babamda, anne tarafımda hiç rastlamadım bugüne kadar ama. Sonradan çıkabiliyor demek ki! … Gerçi bunun farkında olmak neye yarayacak ki? Sonuçta utanmaz bir herif oluyorsun işte. İşin kötüsü ilerde bunun arlanmazlık safhası da olacaktır. Oraya ne zaman geçecektim acaba?”
Bir tane de eleştirimi belirtip yazıyı sonlandırmak istiyorum: Kitapta bütün bu siyasi koşuşturmacanın, hayat sorgulamasının altında, arka planda bir de aşk geçiyor. Başkarakterin eski karısıyla tekrar buluşup, bir süre sonra tekrar birlikte olmaya varacak bir aşk. Bu konu kitapta asıl konunun gerisinde olsa da, üzerine biraz daha yazılabilirdi. İkilinin buluşmaları, konuşmaları okura, bu konu özelinde eksik bir şeyler kalmış duygusu veriyor. Çabucak sonuca erdirilmek istenmiş gibi bu aşk hikayesi. Ancak bu aşkın üzerine biraz daha eğilseydi yazar, bu konunun verdiği tamamlanmamışlık hissi olmayacaktı.
Sonuç olarak Ercan Kesal, roman alanında da anlatı alanında da yetkin eserler vermiştir. Bu eserlerin gerçek hayatta karşılıklarının olması ve eserlerinde dili kullanma başarısı da, okur nezdinde her zaman değer göreceğinin habercisi.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
15 Mart 2017 Çarşamba
Kulübe, tercih edilmiş yalnızlıktır
Çoğu Alman burjuvası arada sırada taşrada inzivaya çekilmeyi gerçekleştirmiştir. Ancak kulübelerin felsefî ve şiirsel düşünmenin yeri olmalarına dair “geleneğin” izi Uzak Doğu'da da üç bin yıl öncesine kadar sürülebilir. Yaşamının ilerleyen dönemlerinde Heidegger, Japon haiku şairi Matsuo Basho'nun eserinden haberdar olmuştur. Heidegger'in haberdar olduğu başka kulübeler de düşünülebilir. Hölderlin'in Tübingen kulesi, Goethe'nin Weimar'daki Gartenhaus'u, Nietzche'nin Avusturya Alpleri'ndeki Sils Maira'daki evi, Henry David Thoreau'nun Walden Pond'daki barakası gibi. Ludwig Wittgenstein'a ait Norveç'te Skjølden'de inşa edilmiş kulübe ve Carl Gustav Jung'ın Zürih Nehri kıyılarındaki inziva mekânları da sayılabilir.
Heidegger kendisini mümkün olduğunca şehirden uzak tutup, çalışmalarını kulübede, sessiz ortamda ve az sayıda kişinin kendisini ziyaret etmesine izin vererek sürdürmenin yollarını aramıştır. Kulübe ve kulübenin koşulları, Heidegger'in orada bulunmasının imkânlarını taşır ve onu hipnotize edecek gerekçeleri sağlar. Kulübe ve koşulları, diğer meseleleri dünyevî ve sıradan kılarken, kendine mahsus meşruluklarla “aşağıdaki” yaşamda gerçekleşenlerden muafiyet sunar. Kulübe zamanla herkesçe bilinen Heidegger mitolojisinin bir bölümüne dönüşmüştür. Kulübesinde inzivaya çekilmiş, 1951 yılında üniversitede ders vermesi yasaklandığında inziva kalıcı hale gelmiştir. Sadece birkaç kişiye ziyaret etme izni vermektedir. Bu ziyaretçilerin çoğu güvendiği dostları, o dönemin öne çıkmış isimleri, akademik alanda kendi itibarlarını kazanmış en yakın öğrencileridir: Hans-Georg Gadamer, Karl Löwith, Edmund Husserl, Karl Jaspers, Herbert Marcuse, Paul Celan, Heinrich Wiegand Petzet.
Heidegger'in onay verdiği etkileyici biyografisini kaleme alan Petzet, “Heidegger ormanda bir yürüyüşe çıkmak için hep sabırsız olurdu. Genellikle hava alacakaranlık olana kadar süren bu yürüyüşler sıklıkla uzağa, dağda ormanın diğer ucuna kadar giderdi. Bu yürüyüşlerde sıklıkla kendi dönemimizin şairane güçlerinden de bahsederdik… Rilke… Gottfried Benn… Joseph Conrad” diye yazmıştır.
Petzet, Todtnauberg'i Heidegger'in “uzaktaki taşrası” olarak, Heidegger'i dış dünyadan neredeyse koruyan bir yer olarak algılamıştır. Kommerell ise, Todtnauberg'deki Heidegger'i akademik yaşamın sınırlamalarından ve ailesinden uzakta tek başına mutlu bir yazar olarak görmüştür. Kommerell, Heidegger'i, Nietzche'nin şehri lanetleyen ve dağlarda kahramanvari bir yalnızlık arayan Zerdüşt'ünü, Presokratiklerin taşralarından ortaya çıkan felsefesiyle aynı eksene getiren biri sayar.
Paul Celan-Yahudi Dichter [şair], Alman Denker [düşünür]'e Todtnauberg'deki dağda inzivaya çekilmesine eşlik etmiş, başında tahtadan yıldız şeklinde oyulmuş bir küp olan su kaynağından su içmiş ve ziyaretçi defterini “kalpten gelen bir sözün umuduyla” ifadesiyle imzalamıştır. Celan daha sonra “Todtnauberg” başlıklı bir şiir yazmıştır. Celan, Heidegger'i hem fiziksel hem de düşünsel olarak kır manzarasına kök salmış olarak düşünmüştür. Celan için Heidegger'in dağ yaşamından oluşturduğu felsefî otorite evrensel olduğu kadar özellikle Alman'dır da. Filozofu gözlemleyenler için kulübe ve kulübenin ait olduğu kır manzarası kendine has bir taşralılığı tarif etmektedir. Yeri ve rutin olanı, aklı ve bedeni, düşünmeyi ve yazmayı bir araya getiren bir taşralılık.
Filozof 1928'den 1971'e kadar kendisi ve ailesi için Freiburg-im-Breisgau'nun sınırında bulunan Zähringen'de inşa edilmiş bir evde yaşamıştır. Bundan sonra, ölümüne kadar beş yıl boyunca 1928'de taşındığı bu evin bahçesinde inşa edilmiş ufak bir emeklilik evinde [retirement house] kalmıştır.
Ev ile kulübe [Todtnauberg] aynı tarzda yaklaşık altı ayda inşa edilmiştir. Duvarlar, dışarıdan tahta kiremitler ile döşenmiş üç katlı bir yapıdır. Giriş katı ve birinci kat altı odalıdır. Elfride Heidegger evin; eşinin bir vatandaş ve bir akademisyen olarak toplumdaki rolü için uygun bir izlenim oluşturması konusuna önem vermiştir. Ev, geleneksel aile yaşantısına göre düzenlenmiştir. New York'ta felsefe profesörü olan Reiner Schürman, Freiburg'u 1969'da ziyaret etmiş ve bu evi Heidegger'in düşünsel duruşunun bir tür haşmeti olarak ve filozofun düşüncesini saran kişisel mitolojinin parçası olarak görmüştür.
Şehrin sınırları içindeki eski binalar, önleri işlemeleri olan uzun ve kalın bloklar halinde yığma duvarlardan yapılırdı. Yığma duvarlardan inşa edilen evlerde daha iyi yalıtım sağlayan yeni inşa teknikleri kullanılıyordu. Elektrik, sıhhi tesisat, sıcak-soğuk su, daha büyük pencere camı teknikleri kullanılıyordu. Ev, etkili biçimde Kara Orman'a bürünmüş bir banliyö evi olmakla beraber bu modern geleneğe daha yakındı. Ev; taşraya yönelik isteklerle banliyö arasındaki gerilime; şehre, ulaşım araçlarına, yakın olmanın modern konforunu içeren bir aile evi inşa etme isteğine işaret eder. Modern konfor, Freiburg'daki evin inşa edilmesinde göz önünde bulundurulan temel öğelerden biridir. Heidegger'in ev hakkında yazmamış olması; dağlardaki münzevi varoluşa ilişkin heves, dağdaki felsefi tınlamaya ilişkin görüşü ile karşıtlık içindeki ev ve aile yaşamına ilişkin yaşadığı duygusal iklime işaret eder.
Heidegger yapıyı ve çevresini mevcudiyete dair aktif soruların bir parçası olarak ortaya döker. Kulübe ve içindeki araç-gereçler, insanın ikamet etmesine imkân veren boş kaplardır. İnzivaya çekildiği anlarda dünyayı ölçmektedir. Neredeyse manastır yaşamına özgü bir mevcudiyet rutini aracılığıyla yaşamın kutsal anlamı olduğuna ve bu rutin içinde yaşamın şekillendiğine inandı. Heidegger için ev; daha konforlu, halka açık, insan ilişkilerinde daha yakınlıklar sağlayarak asla kulübe kadar güçlü olamazdı. Ev varlığa dair soruları vurgulamak konusunda özsel değildi. Ev banliyö ataerkilliğini ve ailesinin düzenini ifade ediyordu. Kulübe tercih edilmiş yalnızlıktır. Şehir ve taşra yaşamını paralel olarak sürdürdü. Banliyö ile bazı açılardan uyuşmaya çalıştı; kulübesine elektrik bağlatarak onu banliyöleştirmeye çalışmasında bu görülebilir.
Heidegger'in kulübe ve evi hakkında taşracılık ve kozmopolitlik terimleri kullanılabilir. Kozmopolitler taşrayı tiksindirici görerek dışlar; taşracılar ise, kozmopolitleri aldatılmış sayarlar. Heidegger'de taşracılığın ve kozmopolitliğin her zaman bir arada olması, birbirine aracılık yapması ve ortak gerilimleri ile mevcut olması önemlidir.
Lütfi Bergen
twitter.com/BergenLutfi
* Bu yazı daha evvel, üç seri hâlinde Yenisöz Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
Heidegger kendisini mümkün olduğunca şehirden uzak tutup, çalışmalarını kulübede, sessiz ortamda ve az sayıda kişinin kendisini ziyaret etmesine izin vererek sürdürmenin yollarını aramıştır. Kulübe ve kulübenin koşulları, Heidegger'in orada bulunmasının imkânlarını taşır ve onu hipnotize edecek gerekçeleri sağlar. Kulübe ve koşulları, diğer meseleleri dünyevî ve sıradan kılarken, kendine mahsus meşruluklarla “aşağıdaki” yaşamda gerçekleşenlerden muafiyet sunar. Kulübe zamanla herkesçe bilinen Heidegger mitolojisinin bir bölümüne dönüşmüştür. Kulübesinde inzivaya çekilmiş, 1951 yılında üniversitede ders vermesi yasaklandığında inziva kalıcı hale gelmiştir. Sadece birkaç kişiye ziyaret etme izni vermektedir. Bu ziyaretçilerin çoğu güvendiği dostları, o dönemin öne çıkmış isimleri, akademik alanda kendi itibarlarını kazanmış en yakın öğrencileridir: Hans-Georg Gadamer, Karl Löwith, Edmund Husserl, Karl Jaspers, Herbert Marcuse, Paul Celan, Heinrich Wiegand Petzet.
Heidegger'in onay verdiği etkileyici biyografisini kaleme alan Petzet, “Heidegger ormanda bir yürüyüşe çıkmak için hep sabırsız olurdu. Genellikle hava alacakaranlık olana kadar süren bu yürüyüşler sıklıkla uzağa, dağda ormanın diğer ucuna kadar giderdi. Bu yürüyüşlerde sıklıkla kendi dönemimizin şairane güçlerinden de bahsederdik… Rilke… Gottfried Benn… Joseph Conrad” diye yazmıştır.
Petzet, Todtnauberg'i Heidegger'in “uzaktaki taşrası” olarak, Heidegger'i dış dünyadan neredeyse koruyan bir yer olarak algılamıştır. Kommerell ise, Todtnauberg'deki Heidegger'i akademik yaşamın sınırlamalarından ve ailesinden uzakta tek başına mutlu bir yazar olarak görmüştür. Kommerell, Heidegger'i, Nietzche'nin şehri lanetleyen ve dağlarda kahramanvari bir yalnızlık arayan Zerdüşt'ünü, Presokratiklerin taşralarından ortaya çıkan felsefesiyle aynı eksene getiren biri sayar.
Paul Celan-Yahudi Dichter [şair], Alman Denker [düşünür]'e Todtnauberg'deki dağda inzivaya çekilmesine eşlik etmiş, başında tahtadan yıldız şeklinde oyulmuş bir küp olan su kaynağından su içmiş ve ziyaretçi defterini “kalpten gelen bir sözün umuduyla” ifadesiyle imzalamıştır. Celan daha sonra “Todtnauberg” başlıklı bir şiir yazmıştır. Celan, Heidegger'i hem fiziksel hem de düşünsel olarak kır manzarasına kök salmış olarak düşünmüştür. Celan için Heidegger'in dağ yaşamından oluşturduğu felsefî otorite evrensel olduğu kadar özellikle Alman'dır da. Filozofu gözlemleyenler için kulübe ve kulübenin ait olduğu kır manzarası kendine has bir taşralılığı tarif etmektedir. Yeri ve rutin olanı, aklı ve bedeni, düşünmeyi ve yazmayı bir araya getiren bir taşralılık.
Filozof 1928'den 1971'e kadar kendisi ve ailesi için Freiburg-im-Breisgau'nun sınırında bulunan Zähringen'de inşa edilmiş bir evde yaşamıştır. Bundan sonra, ölümüne kadar beş yıl boyunca 1928'de taşındığı bu evin bahçesinde inşa edilmiş ufak bir emeklilik evinde [retirement house] kalmıştır.
Ev ile kulübe [Todtnauberg] aynı tarzda yaklaşık altı ayda inşa edilmiştir. Duvarlar, dışarıdan tahta kiremitler ile döşenmiş üç katlı bir yapıdır. Giriş katı ve birinci kat altı odalıdır. Elfride Heidegger evin; eşinin bir vatandaş ve bir akademisyen olarak toplumdaki rolü için uygun bir izlenim oluşturması konusuna önem vermiştir. Ev, geleneksel aile yaşantısına göre düzenlenmiştir. New York'ta felsefe profesörü olan Reiner Schürman, Freiburg'u 1969'da ziyaret etmiş ve bu evi Heidegger'in düşünsel duruşunun bir tür haşmeti olarak ve filozofun düşüncesini saran kişisel mitolojinin parçası olarak görmüştür.
Şehrin sınırları içindeki eski binalar, önleri işlemeleri olan uzun ve kalın bloklar halinde yığma duvarlardan yapılırdı. Yığma duvarlardan inşa edilen evlerde daha iyi yalıtım sağlayan yeni inşa teknikleri kullanılıyordu. Elektrik, sıhhi tesisat, sıcak-soğuk su, daha büyük pencere camı teknikleri kullanılıyordu. Ev, etkili biçimde Kara Orman'a bürünmüş bir banliyö evi olmakla beraber bu modern geleneğe daha yakındı. Ev; taşraya yönelik isteklerle banliyö arasındaki gerilime; şehre, ulaşım araçlarına, yakın olmanın modern konforunu içeren bir aile evi inşa etme isteğine işaret eder. Modern konfor, Freiburg'daki evin inşa edilmesinde göz önünde bulundurulan temel öğelerden biridir. Heidegger'in ev hakkında yazmamış olması; dağlardaki münzevi varoluşa ilişkin heves, dağdaki felsefi tınlamaya ilişkin görüşü ile karşıtlık içindeki ev ve aile yaşamına ilişkin yaşadığı duygusal iklime işaret eder.
Heidegger yapıyı ve çevresini mevcudiyete dair aktif soruların bir parçası olarak ortaya döker. Kulübe ve içindeki araç-gereçler, insanın ikamet etmesine imkân veren boş kaplardır. İnzivaya çekildiği anlarda dünyayı ölçmektedir. Neredeyse manastır yaşamına özgü bir mevcudiyet rutini aracılığıyla yaşamın kutsal anlamı olduğuna ve bu rutin içinde yaşamın şekillendiğine inandı. Heidegger için ev; daha konforlu, halka açık, insan ilişkilerinde daha yakınlıklar sağlayarak asla kulübe kadar güçlü olamazdı. Ev varlığa dair soruları vurgulamak konusunda özsel değildi. Ev banliyö ataerkilliğini ve ailesinin düzenini ifade ediyordu. Kulübe tercih edilmiş yalnızlıktır. Şehir ve taşra yaşamını paralel olarak sürdürdü. Banliyö ile bazı açılardan uyuşmaya çalıştı; kulübesine elektrik bağlatarak onu banliyöleştirmeye çalışmasında bu görülebilir.
Heidegger'in kulübe ve evi hakkında taşracılık ve kozmopolitlik terimleri kullanılabilir. Kozmopolitler taşrayı tiksindirici görerek dışlar; taşracılar ise, kozmopolitleri aldatılmış sayarlar. Heidegger'de taşracılığın ve kozmopolitliğin her zaman bir arada olması, birbirine aracılık yapması ve ortak gerilimleri ile mevcut olması önemlidir.
Lütfi Bergen
twitter.com/BergenLutfi
* Bu yazı daha evvel, üç seri hâlinde Yenisöz Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
13 Mart 2017 Pazartesi
Bir eylem ve tavır olarak yürümek
"Hakiki yaşam, büyük bir yolculuktur."
- Henry David Thoreau
Yürümeyi, içinde birçok güzel anlamları barındıran, eylemden ziyade bir tavırlar bütünü olarak görüyorum. Yürüme üzerine düşünmeyi, okumayı değerli buluyorum. Bu minvalde evvela Henry David Thoreau'dan "Sivil İtaatsizlik - Yürümek", sonra da David Le Breton'dan "Yürümeye Övgü" adlı kitapları önerebilirim. Henüz okumadığım fakat bir kıyıda hazır bekleyen Thomas Bernhard'a ait "Yürümek - Evet" ile Oruç Aruoba'nın "Yürüme" kitapları da yine zikredilebilir.
Yürümek, ayakların dışında ve belki de en önce gözlerin devrede olduğu, insanı düşünmeye yönlendiren (yol/yolcu), düşünürken saflaşmayı, berraklaşmayı ve pratikleşmeyi de öğreten (yoldaş) bir tercih meselesi. Çünkü yürümenin birçok farklı sebebi, dolayısıyla da sonucu var. Markete gitmek için yürümek, kalori yakmak için yürümek, rahatlamak için yürümek gibi. Frédéric Gros her birinden bahsetse de şüphesiz en önem verdiği şey, yürümenin felsefeyle, düşünceyle, edebiyatla olan ilgisi. Kolektif Kitap etiketiyle ve Albina Ulutaşlı çevirisiyle neşredilen Yürümenin Felsefesi adlı kitabında bir davet ya da öneri yok. Fakat uyarılarla süslü, insanın zihninde çok farklı bir yürüyüş dünyası oluşturan metinler mevcut. "Yürümek spor değildir" diyerek başlıyor söze Gros. Yaşamı ağırdan almanın kişiye getireceği yeniliklerin, güzelliklerin sonu yoktur. Bunu da ancak yürüme sağlar. Dolayısıyla yürüme aslında bir eylem ve bir tavırdır. Modern dünyanın hız ve haz ikliminden uzak tutan bir savunma sistemidir. Endişeleri, sıkıntıları, problemleri bir nebze hafifleten, unutturan ciddi bir eylemdir: "Bir kez ayakları üstünde dikildi mi, olduğu yerde kalamaz insan."
Gros, her şeyin en yoğun, acil, stresli yaşandığı bir dünyada yürümenin ertelemeyi gündeme getirdiğini, kısıtlamalardan uzaklaştırdığını ve ruh ile beden arasındaki iletişimi/anlayışı kuvvetlendirdiğini söyler. Ona göre yürüyen insan için özgürlük; bir lokma ekmek, bir yudum su ve uçsuz bucaksız kırlardır. Yaşamın acımasız taraflarını kesintiye uğratır yürüyen insan. Manevi bir tekamül seyreder. Okuyalım: "Yürümek bizi alıp yaşamın düşey eksenine koyar; arzularımız ve dürtülerimiz ayaklarımızın hemen altındaki sele kapılıp gider. Demek istediğim, yürüyerek benliğinizle buluşmaya gitmezsiniz. Burada mevzu, kendinizi yeniden bulmak, otantik bir ben veya kayıp bir kimliğe yeniden kavuşmak için eski bağlardan kurtulmak değildir. Yürüyerek, kimlik fikrinin kendisinden, biri olma, bir isim ve hikâyeye sahip olma isteğinden kaçarsınız... Yürürken biri olmama özgürlüğünü yakalarız, çünkü yürüyen bedenin tarihi yoktur, o sadece hareket hâlindeki kadim yaşamdır."
Yürümenin Felsefesi sayfalarında, büyük sanatçılardan yazar için önemli olanlarının yürüyüş hikâyelerini de öğrenme fırsatı bulacak okuyucu. Neden yürüdüklerini, yürürken neleri tercih ettiklerini, yürüyüşün hayatlarına ne gibi farklılıkları ve faydaları getirdiğini görebilecek. Nietzsche'nin nasıl iyi bir yürüyüşçü olduğunu, Rimbaud'nun kaçma arzusunda yürüyüşün yerini, Rousseau'nun yürüyüşü nasıl bir gündüz düşü hâline soktuğunu, büyük yürüyüşçü Thoreau'da yabanın yerini, Nerval'in yürüyüşün melankolik ve aylak taraflarını, Kant'ın günlük yürüyüşlerindeki tavizsiz disiplinini, Gandi'nin yürürken bir yanıyla mistik diğer yanıyla siyasetçi olarak kalabilen tavrını bölüm bölüm öğrenebilecek. Bu bölümlerin aralarında Gros'un küçük ve özel denemeleri mevcut. Özgürlükler, dışarısı, yavaşlık, yalnızlıklar, sessizlikler, sonsuzluklar, enerji, hac yolculuğu, yenilenme ve mevcudiyet, kinik yaklaşım, iyi olma hâlleri, gezintiler, parklar ve bahçeler, kentli düşgezgini, yerçekimi, özdekiler, yineleme gibi konuları içeriyor bu denemeler.
Yavaşlık, yürüyüş esnasında çok önemli bir mesele Gros'a göre: "Yürümenin sırlarından biridir bu: Manzaraya, onu her adımda biraz daha tanıdık kılan yavaşlıkla yaklaşmak. Tıpkı dostluğu derinleştiren düzenli görüşmeler gibi... Yürürken hiçbir şey hareket etmez, sadece tepeler belli belirsiz yakınlaşır ve manzara değişir. Trende veya arabadayken bir dağın bize geldiğini görürüz. Göz atiktir, kıvraktır; her şeyi anladığını, kavradığını sanır. Yürürken hiçbir şey gerçekten yerinden oynamaz, daha ziyade mevcudiyet bedene yerleşir yavaşça. Yürürken aslında yakınlaştığımız yoktur, sadece şeyler bedene daha fazla nüfuz eder. Bizi çevreleyen manzara tatlar, renkler, kokularla dolu bir kasedir, beden de onun içinde demlenir."
Robert Louis Stevenson, yürüyüşten hakkıyla keyif alabilmek için mutlaka yalnız olmak gerektiğini söyler. Grup hâlinde olan bir yürüyüş piknikten farksızdır ve lafta yürüyüş denir ona göre. Yürürken özgürlük elzem olduğundan mutlaka yalnız yürümeli, insan istediği zaman durabilmeli, istediği yoldan gidebilmelidir. Yürümenin bir başka sırrı da şudur: Yürüyüşçü, ritmini bizzat kendi belirleyebilmelidir. Nietzsche, Thoreau ve Rousseau yalnız yürüyenlerden. Bu fikirlerinde ise hiç de yalnız değiller. Sebebini Gros'tan okuyalım: "Yürürken hiçbir zaman yalnız değilizdir çünkü yürüdüğümüzde çok geçmeden iki kişi oluruz, özellikle de uzun süre yürüdükten sonra. Demek istediğim, tek başımıza da olsak, bedenimizle ruhumuz arasında bir diyalog vardır her zaman. Eğer yürüyüş düzgün ve sürekliyse kendimi teşvik eder, metheder, kutlarım: Aferin beni taşıyan bacaklarıma... bir atın boynunu sıvazlar gibi kendi uyluklarımı sıvazlarım. Uzun süredir güç harcadığında, zorlandığı anlarda, bedene destek olmak için oradayım ben: Hadi, devam et, tabii ki yapabilirsin. Yürürken çok geçmeden iki kişi olurum. Bedenim ve ben: bir çift, eski bir hikâye. Ruh gerçekten de bedenin tanığıdır, faal ve tetikte bir tanık. Bedenin ritmini izlemesi, sarf ettiği güce eşlik etmesi gerekir... Ruh, bedenin gururudur."
İnsanın bilimsel kitapları bir tarafa bırakıp kendi ruhunu keşfetmeye yönelik şeylerle uğraşmasını gerektiğini söyler Rousseau. Böylece insan kendine tapmaz, kendini sever. Kendini sevmeyi bilmek bugün en önemli psikolojik tedavi gereklerinden biridir. Devamında özgüven, kimlik ve anlam gibi daha derin konular gelir. Dolayısıyla yürümek, kişiyi kendiyle olduğu kadar dışarıyla da barışık, tebessüm sahibi, merhametli bir hâle getirir, terbiye eder, olgunlaştırır. Reşat Nuri Güntekin'in dilimize kazandırdığı İtiraflar I'de Rousseau şöyle diyor: "Ben keyfimce yürümeyi, canım istediğinde de durmayı severim. Bana seyyar bir yaşam gerek. Güzel bir havada, güzel bir ülkede telaşa gelmeden yol yürümek ve yürüyüşün sonunda da hoş bir manzarayla karşılaşmak, onca yaşam tarzı arasında zevkime en uygun olanı."
Sonsuz, umarsız ve insanın hem içine hem dışına ayrı güzelliklerde hitap eden yürüyüş; güncelin ve gündemin yorgunluğuna karşı en doğal savunma stratejisidir. Gros, yürümeye başlandığından itibaren haberlerin, çalkantıların, skandalların yürüyüşçü için bittiğini ve hatta umurunda olmadığını söyler ve şu güzel tespiti yapar: "Bizi çoğunlukla esir alan bu kısa ömürlü haberlerden, ebediyetin huzurunda durarak kurtuluruz."
Henry David Thoreau, bütün yapıtlarında sabaha inanmak istermiş. İnancını doğuran şey sabah vakitleri imiş. Burada akla İsmet Özel'in "Evet, İsyan" şiirindeki "insanların bütün sabahlarını merak ederim" dizesi geliyor hemen. Thoreau'ya göre sağlık, kendini sabahlara duyulan sevgide belli eder. "Bir ilkbahar sabahı affedilir insanlığın günahları" der. Gros burada "Doğa bizi sarsa sarsa uyandırır insanlık kabusundan" yorumunu yapıyor. Hangimiz, özellikle de büyük şehirlerde yaşayanlarımız aslında gayet 'doğal' olan bir yeşilliğe bakarken kendimizden geçmiyoruz? Tavukların asfaltta, martıların gökdelen tepelerinde gezindiği zamanlarda bir ırmağın akışı, güneşin denize düşen aksi bizde hayranlık uyandırıyor. Bunları görmek için de oradan oraya gitmemiz gerekiyor artık. Bu gidişlerimizin sebebi görebilecek bir yer bulabilmek, açıyı yakalamak, daha yakın olmak. Eskiden de sanatçılar oradan oraya gidermiş ancak bunun sebebi her zaman daha güzel, daha farklı bir manzaranın yaşanabilir, tadılabilir olmasıymış. Mesela Arthur Rimbaud, 5 Mayıs 1884 tarihinde Aden'den yazdığı bir mektupta şöyle diyor: "Bu mektuba bir yanıt adresi ekleyemiyorum, zira bir sonraki durakta kendimi hangi yollardan, nereye, niçin ve nasıl sürüklenmiş bulacağımı ben de bilmiyorum."
Gros'un lezzetli kitabına dair bu yazımı, Kızılderililerin yedi alt kabilesinden biri olan Lakota yerlilerinin şeflerinden Luther Standing Bear'dan bir paragrafla bitirmek istiyorum: "Toprak yatıştırır, kuvvetlendirir, arındırır ve iyileştirirdi. Bu yüzden yaşlı Kızılderililer kendilerini yaşamın kaynaklarından ayrılmayıp toprağa bağlılıklarını sürdürdüler. Toprağa oturmak veya uzanmak daha derin düşünmelerini, daha canlı hissetmelerini sağlardı. Böylece yaşamın en büyük gizemlerini daha iyi anlayabiliyor ve kendilerini yaşayan bütün güçlere yakın yakın hissediyorlardı."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Henry David Thoreau
Yürümeyi, içinde birçok güzel anlamları barındıran, eylemden ziyade bir tavırlar bütünü olarak görüyorum. Yürüme üzerine düşünmeyi, okumayı değerli buluyorum. Bu minvalde evvela Henry David Thoreau'dan "Sivil İtaatsizlik - Yürümek", sonra da David Le Breton'dan "Yürümeye Övgü" adlı kitapları önerebilirim. Henüz okumadığım fakat bir kıyıda hazır bekleyen Thomas Bernhard'a ait "Yürümek - Evet" ile Oruç Aruoba'nın "Yürüme" kitapları da yine zikredilebilir.
Yürümek, ayakların dışında ve belki de en önce gözlerin devrede olduğu, insanı düşünmeye yönlendiren (yol/yolcu), düşünürken saflaşmayı, berraklaşmayı ve pratikleşmeyi de öğreten (yoldaş) bir tercih meselesi. Çünkü yürümenin birçok farklı sebebi, dolayısıyla da sonucu var. Markete gitmek için yürümek, kalori yakmak için yürümek, rahatlamak için yürümek gibi. Frédéric Gros her birinden bahsetse de şüphesiz en önem verdiği şey, yürümenin felsefeyle, düşünceyle, edebiyatla olan ilgisi. Kolektif Kitap etiketiyle ve Albina Ulutaşlı çevirisiyle neşredilen Yürümenin Felsefesi adlı kitabında bir davet ya da öneri yok. Fakat uyarılarla süslü, insanın zihninde çok farklı bir yürüyüş dünyası oluşturan metinler mevcut. "Yürümek spor değildir" diyerek başlıyor söze Gros. Yaşamı ağırdan almanın kişiye getireceği yeniliklerin, güzelliklerin sonu yoktur. Bunu da ancak yürüme sağlar. Dolayısıyla yürüme aslında bir eylem ve bir tavırdır. Modern dünyanın hız ve haz ikliminden uzak tutan bir savunma sistemidir. Endişeleri, sıkıntıları, problemleri bir nebze hafifleten, unutturan ciddi bir eylemdir: "Bir kez ayakları üstünde dikildi mi, olduğu yerde kalamaz insan."
Gros, her şeyin en yoğun, acil, stresli yaşandığı bir dünyada yürümenin ertelemeyi gündeme getirdiğini, kısıtlamalardan uzaklaştırdığını ve ruh ile beden arasındaki iletişimi/anlayışı kuvvetlendirdiğini söyler. Ona göre yürüyen insan için özgürlük; bir lokma ekmek, bir yudum su ve uçsuz bucaksız kırlardır. Yaşamın acımasız taraflarını kesintiye uğratır yürüyen insan. Manevi bir tekamül seyreder. Okuyalım: "Yürümek bizi alıp yaşamın düşey eksenine koyar; arzularımız ve dürtülerimiz ayaklarımızın hemen altındaki sele kapılıp gider. Demek istediğim, yürüyerek benliğinizle buluşmaya gitmezsiniz. Burada mevzu, kendinizi yeniden bulmak, otantik bir ben veya kayıp bir kimliğe yeniden kavuşmak için eski bağlardan kurtulmak değildir. Yürüyerek, kimlik fikrinin kendisinden, biri olma, bir isim ve hikâyeye sahip olma isteğinden kaçarsınız... Yürürken biri olmama özgürlüğünü yakalarız, çünkü yürüyen bedenin tarihi yoktur, o sadece hareket hâlindeki kadim yaşamdır."
Yürümenin Felsefesi sayfalarında, büyük sanatçılardan yazar için önemli olanlarının yürüyüş hikâyelerini de öğrenme fırsatı bulacak okuyucu. Neden yürüdüklerini, yürürken neleri tercih ettiklerini, yürüyüşün hayatlarına ne gibi farklılıkları ve faydaları getirdiğini görebilecek. Nietzsche'nin nasıl iyi bir yürüyüşçü olduğunu, Rimbaud'nun kaçma arzusunda yürüyüşün yerini, Rousseau'nun yürüyüşü nasıl bir gündüz düşü hâline soktuğunu, büyük yürüyüşçü Thoreau'da yabanın yerini, Nerval'in yürüyüşün melankolik ve aylak taraflarını, Kant'ın günlük yürüyüşlerindeki tavizsiz disiplinini, Gandi'nin yürürken bir yanıyla mistik diğer yanıyla siyasetçi olarak kalabilen tavrını bölüm bölüm öğrenebilecek. Bu bölümlerin aralarında Gros'un küçük ve özel denemeleri mevcut. Özgürlükler, dışarısı, yavaşlık, yalnızlıklar, sessizlikler, sonsuzluklar, enerji, hac yolculuğu, yenilenme ve mevcudiyet, kinik yaklaşım, iyi olma hâlleri, gezintiler, parklar ve bahçeler, kentli düşgezgini, yerçekimi, özdekiler, yineleme gibi konuları içeriyor bu denemeler.
Yavaşlık, yürüyüş esnasında çok önemli bir mesele Gros'a göre: "Yürümenin sırlarından biridir bu: Manzaraya, onu her adımda biraz daha tanıdık kılan yavaşlıkla yaklaşmak. Tıpkı dostluğu derinleştiren düzenli görüşmeler gibi... Yürürken hiçbir şey hareket etmez, sadece tepeler belli belirsiz yakınlaşır ve manzara değişir. Trende veya arabadayken bir dağın bize geldiğini görürüz. Göz atiktir, kıvraktır; her şeyi anladığını, kavradığını sanır. Yürürken hiçbir şey gerçekten yerinden oynamaz, daha ziyade mevcudiyet bedene yerleşir yavaşça. Yürürken aslında yakınlaştığımız yoktur, sadece şeyler bedene daha fazla nüfuz eder. Bizi çevreleyen manzara tatlar, renkler, kokularla dolu bir kasedir, beden de onun içinde demlenir."
Robert Louis Stevenson, yürüyüşten hakkıyla keyif alabilmek için mutlaka yalnız olmak gerektiğini söyler. Grup hâlinde olan bir yürüyüş piknikten farksızdır ve lafta yürüyüş denir ona göre. Yürürken özgürlük elzem olduğundan mutlaka yalnız yürümeli, insan istediği zaman durabilmeli, istediği yoldan gidebilmelidir. Yürümenin bir başka sırrı da şudur: Yürüyüşçü, ritmini bizzat kendi belirleyebilmelidir. Nietzsche, Thoreau ve Rousseau yalnız yürüyenlerden. Bu fikirlerinde ise hiç de yalnız değiller. Sebebini Gros'tan okuyalım: "Yürürken hiçbir zaman yalnız değilizdir çünkü yürüdüğümüzde çok geçmeden iki kişi oluruz, özellikle de uzun süre yürüdükten sonra. Demek istediğim, tek başımıza da olsak, bedenimizle ruhumuz arasında bir diyalog vardır her zaman. Eğer yürüyüş düzgün ve sürekliyse kendimi teşvik eder, metheder, kutlarım: Aferin beni taşıyan bacaklarıma... bir atın boynunu sıvazlar gibi kendi uyluklarımı sıvazlarım. Uzun süredir güç harcadığında, zorlandığı anlarda, bedene destek olmak için oradayım ben: Hadi, devam et, tabii ki yapabilirsin. Yürürken çok geçmeden iki kişi olurum. Bedenim ve ben: bir çift, eski bir hikâye. Ruh gerçekten de bedenin tanığıdır, faal ve tetikte bir tanık. Bedenin ritmini izlemesi, sarf ettiği güce eşlik etmesi gerekir... Ruh, bedenin gururudur."
İnsanın bilimsel kitapları bir tarafa bırakıp kendi ruhunu keşfetmeye yönelik şeylerle uğraşmasını gerektiğini söyler Rousseau. Böylece insan kendine tapmaz, kendini sever. Kendini sevmeyi bilmek bugün en önemli psikolojik tedavi gereklerinden biridir. Devamında özgüven, kimlik ve anlam gibi daha derin konular gelir. Dolayısıyla yürümek, kişiyi kendiyle olduğu kadar dışarıyla da barışık, tebessüm sahibi, merhametli bir hâle getirir, terbiye eder, olgunlaştırır. Reşat Nuri Güntekin'in dilimize kazandırdığı İtiraflar I'de Rousseau şöyle diyor: "Ben keyfimce yürümeyi, canım istediğinde de durmayı severim. Bana seyyar bir yaşam gerek. Güzel bir havada, güzel bir ülkede telaşa gelmeden yol yürümek ve yürüyüşün sonunda da hoş bir manzarayla karşılaşmak, onca yaşam tarzı arasında zevkime en uygun olanı."
Sonsuz, umarsız ve insanın hem içine hem dışına ayrı güzelliklerde hitap eden yürüyüş; güncelin ve gündemin yorgunluğuna karşı en doğal savunma stratejisidir. Gros, yürümeye başlandığından itibaren haberlerin, çalkantıların, skandalların yürüyüşçü için bittiğini ve hatta umurunda olmadığını söyler ve şu güzel tespiti yapar: "Bizi çoğunlukla esir alan bu kısa ömürlü haberlerden, ebediyetin huzurunda durarak kurtuluruz."
Henry David Thoreau, bütün yapıtlarında sabaha inanmak istermiş. İnancını doğuran şey sabah vakitleri imiş. Burada akla İsmet Özel'in "Evet, İsyan" şiirindeki "insanların bütün sabahlarını merak ederim" dizesi geliyor hemen. Thoreau'ya göre sağlık, kendini sabahlara duyulan sevgide belli eder. "Bir ilkbahar sabahı affedilir insanlığın günahları" der. Gros burada "Doğa bizi sarsa sarsa uyandırır insanlık kabusundan" yorumunu yapıyor. Hangimiz, özellikle de büyük şehirlerde yaşayanlarımız aslında gayet 'doğal' olan bir yeşilliğe bakarken kendimizden geçmiyoruz? Tavukların asfaltta, martıların gökdelen tepelerinde gezindiği zamanlarda bir ırmağın akışı, güneşin denize düşen aksi bizde hayranlık uyandırıyor. Bunları görmek için de oradan oraya gitmemiz gerekiyor artık. Bu gidişlerimizin sebebi görebilecek bir yer bulabilmek, açıyı yakalamak, daha yakın olmak. Eskiden de sanatçılar oradan oraya gidermiş ancak bunun sebebi her zaman daha güzel, daha farklı bir manzaranın yaşanabilir, tadılabilir olmasıymış. Mesela Arthur Rimbaud, 5 Mayıs 1884 tarihinde Aden'den yazdığı bir mektupta şöyle diyor: "Bu mektuba bir yanıt adresi ekleyemiyorum, zira bir sonraki durakta kendimi hangi yollardan, nereye, niçin ve nasıl sürüklenmiş bulacağımı ben de bilmiyorum."
Gros'un lezzetli kitabına dair bu yazımı, Kızılderililerin yedi alt kabilesinden biri olan Lakota yerlilerinin şeflerinden Luther Standing Bear'dan bir paragrafla bitirmek istiyorum: "Toprak yatıştırır, kuvvetlendirir, arındırır ve iyileştirirdi. Bu yüzden yaşlı Kızılderililer kendilerini yaşamın kaynaklarından ayrılmayıp toprağa bağlılıklarını sürdürdüler. Toprağa oturmak veya uzanmak daha derin düşünmelerini, daha canlı hissetmelerini sağlardı. Böylece yaşamın en büyük gizemlerini daha iyi anlayabiliyor ve kendilerini yaşayan bütün güçlere yakın yakın hissediyorlardı."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Duymaya alışık olduğumuz kelimelerin alışık olmadığımız anlamları
Günlük ortalama 200 kelime ile konuştuğumuz gerçeği anlatmak istediklerimizden geri kaldığımız anlamına gelmiyor. Hatta bir kelimeyi yüzlerce farklı anlama gelecek şekilde kullanma kabiliyetimiz kelime sayısının düştükçe düşmesinin gerçek sebebi. Bir kelime sonsuz farklı anlam taşıyabilir. Hatta kelimenin anlamı yoktur kelimenin bağlamı vardır gibi bir cümle kurarsak pek yanlış sayılmaz. 2017’nin ilk haftalarında bu hipotezi doğrulayan bir gelişme oldu. İzdiham Dergisi şairlerinden Onur Bayrak kelimelerin alternatif anlamlarından oluşan bir kitap çıkardı. Lügatlere Güncelleme - Alternatif Anlamlar Sözlüğü. Daha önce sayı dizisi şeklinde İzdiham Dergisi’nde yayınladığı kelimeleri bir kitapta topladı. Her gün duymaya alışık olduğumuz kelimelerin alışık olmadığımız anlamları çıkıyor karşımıza. Acımasız, sarsıcı ve şiirsel.
İzdiham Dergisi’ndeki Lügatlere Güncelleme bölümüyle ilk karşılaştığımda eşekten düşmüşe dönmüştüm. Bir kelimenin ateş edebildiğini görmüştüm çünkü. "Kelimeler, kelimeler albayım bazı anlamlara gelmiyor" diyen Oğuz Atay’a "Bakın o anlamlara da geliyor" diyebilmeyi istemiştim.
Lügatlere Güncelleme, alışılmış lügatlerin, ansiklopedilerin sıkıcı anlamlarından sıyrılmış, TDK’ye politikalarını yeniden inceletecek kıvamda bir kitap. “İyi hoş da nerde-nasıl kullanılır bu kelime?” diye soranların imdadına enfes şiirler yetişiyor. Üstelik, İlköğretim Türkçe müfredatının biraz dışına çıkarak içinden kelimenin geçtiği metinler değil kelimeyi gerçekten anlatacak şiirler tamamlamış anlamı. Sözcüğün terimsel kullanımından ziyade hissettirdikleri üzerine bir kitap Lügatlere Güncelleme. Bazı kelimeler fazla acımasız bazıları vicdansız kimisi karamsar olsa da yurt dışından olduğu gibi ithal edilen projelere ciddi oranda fark atıyor. İçerik olarak özgün bir işe imza atmanın farkı okunuyor kitap boyunca.
54 kelime, 54 şiir ve 54 sayfadan oluşan bu ergonomik eser tam da çantaya atıp yola çıkılmalık olmuş. Şair Onur Bayrak’ın Şairi Öldürdüler adlı şiir kitabından sonra yine İzdiham Yayınları'ndan çıkan kitap, baş uçlarında ya da hiç değilse kitaplıklarda yer edinmesi gereken hisli bir sözlük.
Kitaptan bir sözcük:
Dün: Bir zamanlar huzurlu olmuş bir kalbin içinde sızlayan içinde sızladığı bir tür hapishane.
Seda Nur Bilici
twitter.com/SnBilici
İzdiham Dergisi’ndeki Lügatlere Güncelleme bölümüyle ilk karşılaştığımda eşekten düşmüşe dönmüştüm. Bir kelimenin ateş edebildiğini görmüştüm çünkü. "Kelimeler, kelimeler albayım bazı anlamlara gelmiyor" diyen Oğuz Atay’a "Bakın o anlamlara da geliyor" diyebilmeyi istemiştim.
Lügatlere Güncelleme, alışılmış lügatlerin, ansiklopedilerin sıkıcı anlamlarından sıyrılmış, TDK’ye politikalarını yeniden inceletecek kıvamda bir kitap. “İyi hoş da nerde-nasıl kullanılır bu kelime?” diye soranların imdadına enfes şiirler yetişiyor. Üstelik, İlköğretim Türkçe müfredatının biraz dışına çıkarak içinden kelimenin geçtiği metinler değil kelimeyi gerçekten anlatacak şiirler tamamlamış anlamı. Sözcüğün terimsel kullanımından ziyade hissettirdikleri üzerine bir kitap Lügatlere Güncelleme. Bazı kelimeler fazla acımasız bazıları vicdansız kimisi karamsar olsa da yurt dışından olduğu gibi ithal edilen projelere ciddi oranda fark atıyor. İçerik olarak özgün bir işe imza atmanın farkı okunuyor kitap boyunca.
54 kelime, 54 şiir ve 54 sayfadan oluşan bu ergonomik eser tam da çantaya atıp yola çıkılmalık olmuş. Şair Onur Bayrak’ın Şairi Öldürdüler adlı şiir kitabından sonra yine İzdiham Yayınları'ndan çıkan kitap, baş uçlarında ya da hiç değilse kitaplıklarda yer edinmesi gereken hisli bir sözlük.
Kitaptan bir sözcük:
Dün: Bir zamanlar huzurlu olmuş bir kalbin içinde sızlayan içinde sızladığı bir tür hapishane.
Seda Nur Bilici
twitter.com/SnBilici
9 Mart 2017 Perşembe
Vatan sevgisi karanlığı aydınlatır
"Kötülük ne kadar artarsa güzeli yaratma nedeni de bir o kadar artacak. Şüphesiz daha güç olacak, ama daha da gerekli."
- Andrey Tarkovski
Hollanda'da yirmi yıldır çalışan bir Türk işçi, yirmi yıl boyunca kolundaki saati Türkiye saatine ayarlamış. Memleket hasreti, işçiye karanlıkta yol göstermiş, vakti saf ve hakiki sevgiyle kuşatmış. Almanya'ya ilk giden Türk işçiler ise yıllık izinlerinde tren istasyonlarına giderlermiş. Ucu nasılsa memlekete gider, havasını getirir diye. Kara tren gitmiş, memleketin aydınlığı görünür olmuş raylarda. Yaşamda hiçbir anlam bulamadığını düşünen genç bir kız, bol miktarda alkolle kendini uyuşturup avucundaki tüm hapları içerek canına kıymak istemiş. Son dakikalarında, TV kanalları arasında gezinirken iki gönül insanının umuda dair konuşmalarına denk gelmiş. Yalnızca umudun konuşulduğu o program, karanlıkta ölmek üzere olan bir cana yepyeni bir canlılık vermiş.
Nemrûd'un ateşinin İbrahim'e cilâ olduğunu bilenler, kahrı da lütfu da hoş görenler, bu da geçer be yâ hu diyenler için karanlıkta görmek zul değil, mesuliyettir. Kalbiyle aklı arasındaki terazinin dengesini şaşırmamış her kul, uluhiyet ve rububiyet nedir bilir, göğsünün kapılarını hakikate açar, kendini aşar. Sırtına dağların yüklendiği insan elbette kendini aşar, aşmalıdır. Tekamül çok boyutludur ama bir'e doğrudur. Tevhid tüm sıfatları siler ve yerine tek bir şey ekler: Mutlak güzellik. Karanlıkta görmek için güzel bakmak, güzel yaşamak, güzel söylemek lâzım. Şimdi kulağımızı Hafız Burhan'dan yahut Hafız Ahmet Bey'den dinlenebilecek nefis bir hüseynî gazele yanaştıralım: "Evvelce Hüdâyı tanımış olmasa kalbim / vallahi güzel sen benim Allah'ım olurdun / tevhidi kabul etmemiş olsaydım ta ezelden ebede / bir kör hakikatle ben kâfir olurdum."
Terör, darbe, nefret dili, şiddet ve ötekileştirme içinde yaşamak hepimizi hırpaladı. Ruh sağlığımız bozuldu. Dinç durabilmek için, mukavemet için, sönmemek ve dağılmamak için şifalı sözlere, çözümlere ihtiyacımız var. Kemal Sayar'ın "Darbe ve Terör Zamanında Ruhsal Direnç" alt başlığıyla, Kapı Yayınları tarafından neşredilen "Karanlıkta Görmek" kitabı bir el uzatıyor. Romantik ve hayalperest değil, sahici ve kuvvetli. "Şehitlerimize rahmet ve şükranla" diyerek, bir türkünün sesiyle açılıyor kitap: "Sayılmayız parmak ile / tükenmeyiz kırmak ile / taşramızdan sormak ile / kimse bilmez ahvalimiz."
Kemal hoca kitabını dört bölüme ayırmış: 1. Darbe Girişimi: 15 Temmuz, 2. Terör: "Kötülüğün Sıradanlığı", 3. Terör: "Radikaller", 4. Travmadan Sonra: İyileşmeye Dair. Hocanın sıkı okuyucuları fark edeceklerdir ki daha evvelki kitaplarında ve köşe yazılarında yer alan konuyla alakalı metinlerin düzenli bir sıralamasıyla oluşuyor Karanlıkta Görmek. Üzerinde yeniden ciddiyetle düşünülmesi gereken meseleler birbir sıralanıyor böylece: Cesaret, varlık, vicdan, insanın değeri, hakikat, ruha sahip olma, hınç ve affediş, terörün zihinsel arkaplanı, şiddet psikolojisi, uyaran ve tepki, kalb-i selim, kötülerin tutkuları, iyilerin basiretleri, sevmek, cana kıymak, yas, dinî şiddet efsanesi, unutmak, hatırlamak, ruh yaraları, vatanı imanla sevmek, memleket meselesi bilinci, öfke ahlâkı, vedalaşmak, iyi günlere inanmak, yurdu sevmek, yarınların güzel olacağına inanmak ve daima harekette olmak, sınırları aşacak bir kalbe sahip olmak.
Ezan okunuyor. O esnada F-16 alçak uçuş yapıyor. Önce bir sessizlik, peşinden titreyen bir sesle ezan sürüyor. Bunu asla unutmayacağız... Böyle yazmıştım 15 Temmuz'u 16 Temmuz'a bağlayan gece, 04:50'de. Kemal Sayar o günü hatırlatarak "bastırılmış olan geri döner" diyor ve o gün, toprağımızı vatan kılan şeyin vatanı imanla sevmek olduğunu belirtiyor. En önemlisi de unutulmaması gerekenleri hatırlatıyor, uyarıyor: "Şehitlerimize şükran borçluyuz, yiğit güvenlik güçlerimize, tankların üzerine çıkan, önüne yatan, canı pahasına sokağa akan yiğit insanlarımıza şükran borçluyuz. Türkiye büyük ve derin bir duadır, bunu bir kez daha idrak ettik, vatan da onun kocaman kalbidir. "Memleket ezanı duyduğumuz yer yerdir," demiştim bir söyleşide, Türkiye'nin ruhu ezanda yaşar. Hain şebeke bizi de kendisi gibi vatansızlaştırmak istedi ama ezan direndi, sala direndi, vicdan direndi, insan direndi. Vatanı işaretlerinden tanıdığımız her şey direndi. Bu direnişten hepimizin öğrenecekleri var."
Kitabın içeriği oldukça geniş. Modern dünya rahipleri, kökü kadime dayanmayan manevî oluşumlar, öldürmeye odaklı 'eleman' yetiştiren kurumsallaşmış örgütler, dünyayı kurtaracağına inanan bir lider ve ona koşulsuz inanmış müritleri, emirle yaşamaya alışmış kitle, sloganların yönettiği kent insanı ve daha nicesiyle birlikte Kemal Sayar'ın o bildiğimiz, tıp diliyle değil gönül diliyle 'çalışan' kalemi, sayfaları peşi sıra getiriyor ve metinler kolayca okunuyor. Denemelerin her biri çözüm üretiyor.
"Kendi içimizde hain aramaktan vazgeçelim artık" diyor Sayar: "Acılı ailelerin, şehit yakınlarının sitemlerini, feveranlarını bütünlüğümüze yönelik bir tehdit olarak algılamaktan vazgeçelim. Ateş düştüğü yeri yakar. Vatanı için evladını toprağa veren bir annenin, bir ağabeyin feryadını kendi sinesine basamayacak bir devlet müşfik bir devlet olamaz. Devlet o feryatları da içine alarak büyür. Toplumsal bir yas dönemindeyiz ama yastan iyileşmenin en önemli yolu hayata tutunmaktır."
Radikalleşme davranışları etkiliyor, değiştiriyor. Her türlü fanatiklik her türlü iyiyi alabora ediyor. Ağızdan çıkan söz, yapılan eylem çirkinleşiyor. "Başlangıçta atılan adımın cılız olması hiç önemli değildir: İyi yapılan bir şey ebediyen yapılmıştır, kalıcıdır." der Henry David Thoreau. Onun bu cümlesine Hannah Arendt'in Sivil İtaatsizlik kitabından ulaşmıştım. Bir başka mühim kitabı Kötülüğün Sıradanlığı'nda Arendt, "İyinin düşmanı kötü değil, düşünce yokluğudur" der. İçinde yaşadığımız, icbar edilen zihniyetin mottosu: kafa konforu. Bu konfora ulaşmak için önünüze konan her şeyi beğenmeniz gerekiyor. Kafa konforuna ulaşmış biri için iyi/kötü ayrımı çok basit. Aynı sloganları attığı, aynı şeyleri sevdiği herkes iyi. Kalanlar kötü. Öte yandan kafa konforu kişiyi ansızın müdür, köşe yazarı yahut konsept danışmanı yapabiliyor. Geriye, sevilmek için 'kitlenin istediğini vermek' kalıyor. Kafa konforu insanına göre eleştirmek, düşünmek kötü niyetlilerin işi. Onlar memnuniyetsiz, mutsuz, huzursuz ve kötü niyetli insanlar. Kafa konforu insanına göre hiçbir ayrıcalığa tenezzül etmeyen insan ukala ve enayi. Oysa bilmez ki şerefli bir yaşamda konforun yeri yoktur.
Kişinin karanlıkta görebilmesi için evvela düşünme ve eleştirme bilincine sahip olması gerekiyor. Cihan Aktaş bir yazısında "Eleştiri niye değerli biliyor musunuz?" diye sormuş ve "Münafık eleştirmez. Aynı sizin istediğiniz gibi konuşur. Hep onaylar." diye cevaplamıştı. Münafığın aydınlıkla işi olmaz. Bu yüzden kendine doğru bir süzgeci olmadığı gibi meseleleri hassas bir teraziden yahut filtreden geçirecek hem yetkinliği yoktur hem de tembeldir. Bu yüzden de daima karanlıkta kalır. Oysa hakikate giden yol, karanlıktan aydınlığa doğrudur. Atasoy Müftüoğlu şöyle der: "Her türden iktidara hakikati söyleyebilecek olanlar, hiç bir ayrıcalık peşinde koşmayanlardır."
Bir ayrıcalık peşindeysek o da hayvanlarla aramızdaki mesafeyi açmak üzerine olmalıdır. İnsan olmak, bunu gerektirir. "Bize düşen görev, hayatın ve insanın çöpleştirilmesine karşı durmak ve toprağı, insanı, inancı kirleten her ne varsa onunla savaşmaktır. İnsan bir çöp değildir" diyor kitabında Kemal Sayar. Anlamsızlık içinde yaşamak, anlamdan uzak yaşamak bizi çöpleştirirken geleceği de şimdiden kirletiyor: "Birkaç on yıldan beri terapiye başvuran insanlarda bir değişim gözleniyor Batı ülkelerinde. İyi giyimli, başarılı, sosyal hayatları iyi kişiler fobiler veya takıntıları için gelmiyorlar terapiste, bu yeni türün sorunu "hiçbir şey hissedememeleri". Bir hissetme yoksunluğu, boşluk ve kronik sıkıntı. Toplumun yeni bireyinin vebası bu. Bir uyuşma ve mutsuzluk hali... Ün ve servet pek çok kişi için hayatın amacı haline gelirken reklamcılık her türlü arzuyu doyurmanın faydasına bizi ikna etti. Sanki yarın diye bir ülke yokmuş gibi her türlü arzuyu hemen şimdi "özgürleştirme" adı altında doyurma düşüncesi, bu iklimin belirgin özelliği. Sınır yok. Geçmiş yok. Kimse yüzyıl sonrası için meşe ağaçları dikmiyor artık."
Hayatımızdan birer birer çıkan değerlerin arkasında rol çalanlar var. Tevazudan bahsedip en yüksek, daha yüksek binaları dikenler, yaratılanı Yaratan'dan ötürü sevdiğini söylerken hayvanları telef edenler, hafızasında çocuk gülücükleri saklayan yemyeşil parkları ve bahçeleri imara açanlar, üç medeniyeti potasında eritmiş kadim İstanbul'u Amerika'nın bir eyaletine çevirenler, dindar bir nesil yetiştirmeyi görevi olmaksızın iş belleyip felsefeyi düşman ilan edenler, ihmalkârlık sonucu ortaya çıkan faciaları kadere yükleyenler, yüce devlet geçmişinden bahsederken devletin millete hizmet aracı olduğunu unutanlar hep rol çaldılar. Bir medeniyet tasavvuru ve hikmet telakkisi ortaya koyamadan gaflet türküsüyle delalete sürüklenip durdular. Karanlıkta göremediler çünkü ortada bir karanlık olduğunu reddettiler: "Tevazu, kanaat, diğerkâmlık, merhamet, itidal, teenni... Bunlar çok eskiden gördüğümüz bir rüyanın arada bir ruhumuzu yoklayan gulyabanileri. Kadere rıza gösterme sakın, sev kendini, parlat kendini, göster kendini, kendine yet, kendini rahatlat... Adaletsizlik karşısında "evet, isyan!" diye sakın yumruklarını sıkayım deme... Survivor ne güne duruyor, oraya bak, orada ol, orayı yaşa. Bu sığ kültür hepimizi bakıma muhtaç çocuklara çeviriyor."
Kitaptan yaptığım bu son alıntıyı, Halil Cibran'ın Asi Ruhlar kitabından başka bir alıntıyla tamamlamak ve yazıma son vermek isterim: "İnsanın en keskin duygularından biridir isyan. Kimi aşk için, kimi hak için, kimi özgürlük için, kimi de adalet için başkaldırır. Yaşamla sorunu olmayan insanın yapacağı iş değildir isyan etmek."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Andrey Tarkovski
Hollanda'da yirmi yıldır çalışan bir Türk işçi, yirmi yıl boyunca kolundaki saati Türkiye saatine ayarlamış. Memleket hasreti, işçiye karanlıkta yol göstermiş, vakti saf ve hakiki sevgiyle kuşatmış. Almanya'ya ilk giden Türk işçiler ise yıllık izinlerinde tren istasyonlarına giderlermiş. Ucu nasılsa memlekete gider, havasını getirir diye. Kara tren gitmiş, memleketin aydınlığı görünür olmuş raylarda. Yaşamda hiçbir anlam bulamadığını düşünen genç bir kız, bol miktarda alkolle kendini uyuşturup avucundaki tüm hapları içerek canına kıymak istemiş. Son dakikalarında, TV kanalları arasında gezinirken iki gönül insanının umuda dair konuşmalarına denk gelmiş. Yalnızca umudun konuşulduğu o program, karanlıkta ölmek üzere olan bir cana yepyeni bir canlılık vermiş.
Nemrûd'un ateşinin İbrahim'e cilâ olduğunu bilenler, kahrı da lütfu da hoş görenler, bu da geçer be yâ hu diyenler için karanlıkta görmek zul değil, mesuliyettir. Kalbiyle aklı arasındaki terazinin dengesini şaşırmamış her kul, uluhiyet ve rububiyet nedir bilir, göğsünün kapılarını hakikate açar, kendini aşar. Sırtına dağların yüklendiği insan elbette kendini aşar, aşmalıdır. Tekamül çok boyutludur ama bir'e doğrudur. Tevhid tüm sıfatları siler ve yerine tek bir şey ekler: Mutlak güzellik. Karanlıkta görmek için güzel bakmak, güzel yaşamak, güzel söylemek lâzım. Şimdi kulağımızı Hafız Burhan'dan yahut Hafız Ahmet Bey'den dinlenebilecek nefis bir hüseynî gazele yanaştıralım: "Evvelce Hüdâyı tanımış olmasa kalbim / vallahi güzel sen benim Allah'ım olurdun / tevhidi kabul etmemiş olsaydım ta ezelden ebede / bir kör hakikatle ben kâfir olurdum."
Terör, darbe, nefret dili, şiddet ve ötekileştirme içinde yaşamak hepimizi hırpaladı. Ruh sağlığımız bozuldu. Dinç durabilmek için, mukavemet için, sönmemek ve dağılmamak için şifalı sözlere, çözümlere ihtiyacımız var. Kemal Sayar'ın "Darbe ve Terör Zamanında Ruhsal Direnç" alt başlığıyla, Kapı Yayınları tarafından neşredilen "Karanlıkta Görmek" kitabı bir el uzatıyor. Romantik ve hayalperest değil, sahici ve kuvvetli. "Şehitlerimize rahmet ve şükranla" diyerek, bir türkünün sesiyle açılıyor kitap: "Sayılmayız parmak ile / tükenmeyiz kırmak ile / taşramızdan sormak ile / kimse bilmez ahvalimiz."
Kemal hoca kitabını dört bölüme ayırmış: 1. Darbe Girişimi: 15 Temmuz, 2. Terör: "Kötülüğün Sıradanlığı", 3. Terör: "Radikaller", 4. Travmadan Sonra: İyileşmeye Dair. Hocanın sıkı okuyucuları fark edeceklerdir ki daha evvelki kitaplarında ve köşe yazılarında yer alan konuyla alakalı metinlerin düzenli bir sıralamasıyla oluşuyor Karanlıkta Görmek. Üzerinde yeniden ciddiyetle düşünülmesi gereken meseleler birbir sıralanıyor böylece: Cesaret, varlık, vicdan, insanın değeri, hakikat, ruha sahip olma, hınç ve affediş, terörün zihinsel arkaplanı, şiddet psikolojisi, uyaran ve tepki, kalb-i selim, kötülerin tutkuları, iyilerin basiretleri, sevmek, cana kıymak, yas, dinî şiddet efsanesi, unutmak, hatırlamak, ruh yaraları, vatanı imanla sevmek, memleket meselesi bilinci, öfke ahlâkı, vedalaşmak, iyi günlere inanmak, yurdu sevmek, yarınların güzel olacağına inanmak ve daima harekette olmak, sınırları aşacak bir kalbe sahip olmak.
Ezan okunuyor. O esnada F-16 alçak uçuş yapıyor. Önce bir sessizlik, peşinden titreyen bir sesle ezan sürüyor. Bunu asla unutmayacağız... Böyle yazmıştım 15 Temmuz'u 16 Temmuz'a bağlayan gece, 04:50'de. Kemal Sayar o günü hatırlatarak "bastırılmış olan geri döner" diyor ve o gün, toprağımızı vatan kılan şeyin vatanı imanla sevmek olduğunu belirtiyor. En önemlisi de unutulmaması gerekenleri hatırlatıyor, uyarıyor: "Şehitlerimize şükran borçluyuz, yiğit güvenlik güçlerimize, tankların üzerine çıkan, önüne yatan, canı pahasına sokağa akan yiğit insanlarımıza şükran borçluyuz. Türkiye büyük ve derin bir duadır, bunu bir kez daha idrak ettik, vatan da onun kocaman kalbidir. "Memleket ezanı duyduğumuz yer yerdir," demiştim bir söyleşide, Türkiye'nin ruhu ezanda yaşar. Hain şebeke bizi de kendisi gibi vatansızlaştırmak istedi ama ezan direndi, sala direndi, vicdan direndi, insan direndi. Vatanı işaretlerinden tanıdığımız her şey direndi. Bu direnişten hepimizin öğrenecekleri var."
Kitabın içeriği oldukça geniş. Modern dünya rahipleri, kökü kadime dayanmayan manevî oluşumlar, öldürmeye odaklı 'eleman' yetiştiren kurumsallaşmış örgütler, dünyayı kurtaracağına inanan bir lider ve ona koşulsuz inanmış müritleri, emirle yaşamaya alışmış kitle, sloganların yönettiği kent insanı ve daha nicesiyle birlikte Kemal Sayar'ın o bildiğimiz, tıp diliyle değil gönül diliyle 'çalışan' kalemi, sayfaları peşi sıra getiriyor ve metinler kolayca okunuyor. Denemelerin her biri çözüm üretiyor.
"Kendi içimizde hain aramaktan vazgeçelim artık" diyor Sayar: "Acılı ailelerin, şehit yakınlarının sitemlerini, feveranlarını bütünlüğümüze yönelik bir tehdit olarak algılamaktan vazgeçelim. Ateş düştüğü yeri yakar. Vatanı için evladını toprağa veren bir annenin, bir ağabeyin feryadını kendi sinesine basamayacak bir devlet müşfik bir devlet olamaz. Devlet o feryatları da içine alarak büyür. Toplumsal bir yas dönemindeyiz ama yastan iyileşmenin en önemli yolu hayata tutunmaktır."
Radikalleşme davranışları etkiliyor, değiştiriyor. Her türlü fanatiklik her türlü iyiyi alabora ediyor. Ağızdan çıkan söz, yapılan eylem çirkinleşiyor. "Başlangıçta atılan adımın cılız olması hiç önemli değildir: İyi yapılan bir şey ebediyen yapılmıştır, kalıcıdır." der Henry David Thoreau. Onun bu cümlesine Hannah Arendt'in Sivil İtaatsizlik kitabından ulaşmıştım. Bir başka mühim kitabı Kötülüğün Sıradanlığı'nda Arendt, "İyinin düşmanı kötü değil, düşünce yokluğudur" der. İçinde yaşadığımız, icbar edilen zihniyetin mottosu: kafa konforu. Bu konfora ulaşmak için önünüze konan her şeyi beğenmeniz gerekiyor. Kafa konforuna ulaşmış biri için iyi/kötü ayrımı çok basit. Aynı sloganları attığı, aynı şeyleri sevdiği herkes iyi. Kalanlar kötü. Öte yandan kafa konforu kişiyi ansızın müdür, köşe yazarı yahut konsept danışmanı yapabiliyor. Geriye, sevilmek için 'kitlenin istediğini vermek' kalıyor. Kafa konforu insanına göre eleştirmek, düşünmek kötü niyetlilerin işi. Onlar memnuniyetsiz, mutsuz, huzursuz ve kötü niyetli insanlar. Kafa konforu insanına göre hiçbir ayrıcalığa tenezzül etmeyen insan ukala ve enayi. Oysa bilmez ki şerefli bir yaşamda konforun yeri yoktur.
Kişinin karanlıkta görebilmesi için evvela düşünme ve eleştirme bilincine sahip olması gerekiyor. Cihan Aktaş bir yazısında "Eleştiri niye değerli biliyor musunuz?" diye sormuş ve "Münafık eleştirmez. Aynı sizin istediğiniz gibi konuşur. Hep onaylar." diye cevaplamıştı. Münafığın aydınlıkla işi olmaz. Bu yüzden kendine doğru bir süzgeci olmadığı gibi meseleleri hassas bir teraziden yahut filtreden geçirecek hem yetkinliği yoktur hem de tembeldir. Bu yüzden de daima karanlıkta kalır. Oysa hakikate giden yol, karanlıktan aydınlığa doğrudur. Atasoy Müftüoğlu şöyle der: "Her türden iktidara hakikati söyleyebilecek olanlar, hiç bir ayrıcalık peşinde koşmayanlardır."
Bir ayrıcalık peşindeysek o da hayvanlarla aramızdaki mesafeyi açmak üzerine olmalıdır. İnsan olmak, bunu gerektirir. "Bize düşen görev, hayatın ve insanın çöpleştirilmesine karşı durmak ve toprağı, insanı, inancı kirleten her ne varsa onunla savaşmaktır. İnsan bir çöp değildir" diyor kitabında Kemal Sayar. Anlamsızlık içinde yaşamak, anlamdan uzak yaşamak bizi çöpleştirirken geleceği de şimdiden kirletiyor: "Birkaç on yıldan beri terapiye başvuran insanlarda bir değişim gözleniyor Batı ülkelerinde. İyi giyimli, başarılı, sosyal hayatları iyi kişiler fobiler veya takıntıları için gelmiyorlar terapiste, bu yeni türün sorunu "hiçbir şey hissedememeleri". Bir hissetme yoksunluğu, boşluk ve kronik sıkıntı. Toplumun yeni bireyinin vebası bu. Bir uyuşma ve mutsuzluk hali... Ün ve servet pek çok kişi için hayatın amacı haline gelirken reklamcılık her türlü arzuyu doyurmanın faydasına bizi ikna etti. Sanki yarın diye bir ülke yokmuş gibi her türlü arzuyu hemen şimdi "özgürleştirme" adı altında doyurma düşüncesi, bu iklimin belirgin özelliği. Sınır yok. Geçmiş yok. Kimse yüzyıl sonrası için meşe ağaçları dikmiyor artık."
Hayatımızdan birer birer çıkan değerlerin arkasında rol çalanlar var. Tevazudan bahsedip en yüksek, daha yüksek binaları dikenler, yaratılanı Yaratan'dan ötürü sevdiğini söylerken hayvanları telef edenler, hafızasında çocuk gülücükleri saklayan yemyeşil parkları ve bahçeleri imara açanlar, üç medeniyeti potasında eritmiş kadim İstanbul'u Amerika'nın bir eyaletine çevirenler, dindar bir nesil yetiştirmeyi görevi olmaksızın iş belleyip felsefeyi düşman ilan edenler, ihmalkârlık sonucu ortaya çıkan faciaları kadere yükleyenler, yüce devlet geçmişinden bahsederken devletin millete hizmet aracı olduğunu unutanlar hep rol çaldılar. Bir medeniyet tasavvuru ve hikmet telakkisi ortaya koyamadan gaflet türküsüyle delalete sürüklenip durdular. Karanlıkta göremediler çünkü ortada bir karanlık olduğunu reddettiler: "Tevazu, kanaat, diğerkâmlık, merhamet, itidal, teenni... Bunlar çok eskiden gördüğümüz bir rüyanın arada bir ruhumuzu yoklayan gulyabanileri. Kadere rıza gösterme sakın, sev kendini, parlat kendini, göster kendini, kendine yet, kendini rahatlat... Adaletsizlik karşısında "evet, isyan!" diye sakın yumruklarını sıkayım deme... Survivor ne güne duruyor, oraya bak, orada ol, orayı yaşa. Bu sığ kültür hepimizi bakıma muhtaç çocuklara çeviriyor."
Kitaptan yaptığım bu son alıntıyı, Halil Cibran'ın Asi Ruhlar kitabından başka bir alıntıyla tamamlamak ve yazıma son vermek isterim: "İnsanın en keskin duygularından biridir isyan. Kimi aşk için, kimi hak için, kimi özgürlük için, kimi de adalet için başkaldırır. Yaşamla sorunu olmayan insanın yapacağı iş değildir isyan etmek."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
3 Mart 2017 Cuma
Tebessümü kahkahadan ayıran hikâyeler
"Çamlığın başında tüter bir tütün
Acı çekmiyenin yüreği bütün."
- Yozgat Türküsü (Bkz: Bayram Bilge Tokel)
Eskiden Yozgat denince aklıma pek bir şey gelmezdi. Belki de Yozgat bu yüzden ilginçti, hafızamda kapladığı yer itibarıyla. "Yozgat bizim neyimiz olur?" dense ben futbolcu isimleri sayardım en fazla. Yaw Preko derdim, Kwame Ayew, Mustafa Kocabey falan. Artık bu kadar değil, iki isim daha geliyor aklıma, ikisi de yazar: Mustafa Çiftci ve Ethem Baran. İkisinin de ortak özellikleri var ve bunlardan belki de en güzeli kitaplarına koydukları isimler. Mustafa Çiftci'den Bozkırda Altmışaltı ve Ethem Baran'dan Evlerimiz Poyraza Bakar hemen zikredilebilir. Taşranın gölgesinde saklı kalmış, iyi ki de saklanmış insanlığın tüm çizgileri var bu kitaplarda. Hikâye deyip geçmeyenler için satır aralarına sızmış nice öğretiler var. Tereyağ gibi eriyip sindikçe tat veren bir iklim var.
1977 doğumlu Mustafa Çiftci, ilk ve ortaöğrenimini Yozgat'ta tamamlamış. Bir çocuğun hafızasında derinliği fazla olan yıllar. Özellikle neşesinde ve izlenimlerinde kalıcılık esası yoğun. Bozkırda Altmışaltı'da bunu yazarın kaleminden güzel biçimde görmüştük, okumuştuk. Küçük bir şehrin içinde koca koca yürekler. Türkiye Yazarlar Birliği tarafından "2014 Yılının En İyi Hikâye Kitabı" seçilmişti bu kitap ve okuyucuda iyimser, şefkatli bir tat bırakmıştı. Ardından "Adem'in Kekliği ve Chopin" geldi ki aslında Çiftci'nin ilk hikâye kitabı buydu. Bozkırda Altmışaltı'ya nazaran biraz daha kısa, daha temkinli hikâyeler okumuştuk. Belki ilk heyecanın tesiriyle daha esnek bir dil ve mizahla harmanlanmış üslubun yoğunluğu barizdi metinlerde. Derken okuyucu bekledi, bekledi ve bekledi; Şubat 2017'de Ah Mercimeğim geldi. 107 sayfadan ve 6 hikâyeden oluşuyor, diğerleri gibi İletişim Yayınları neşretti. Yazar, kitabını "kardeşim, yoldaşım, arkadaşım" diyerek Hüseyin Çiftci'ye ithaf etti.
Kitaba adını veren ilk hikâye Ah Mercimeğim. Yazarın "cevizin dibinde konuşarak, gülüşerek sanki bir merhem karıştırırlardı, yaralarına sürerlerdi" dediği zamanlar. On beş yaşındayken kendinden yaşça büyük Aslı'ya âşık olan ve aşkına tutunmak için birçok şeyi göze alan, bekleyen, bekledikçe âşık olan saf bir yüreğin hikâyesi. Aslı'yla evlenmenin hayalini kurarken gelin arabasının Mersedes olmasını, nikâha Özal'ın gelmesini dileyen bir yürek. Anasının ve ablalarının inadına "Yahu velev ki bu kız hastaydı, velev ki benden büyüktür, velev ki siz bana kıyamazsınız, bir bakışım yere düşsün istemezsiniz... Peki benim sevdim demem size boş laf mı gelir? Sevmek bu kadar ucuz mu? Bu laflarınızı da yutun. Beni deli etmeyin..." cümleleriyle göğüs gererken, aşkının saflığını da hikâyenin bir başka yerinde şöyle anlatır: "...o sırada Aslı geldi. Bana baktı. Ama öyle ezerek değil, ipek kumaş seçer gibi, tül perdeye dokunur gibi baktı."
İkinci hikâye: Baba Neredesin? Dokuz yaşına gelmesine rağmen babasının yanında çalıştığı için okula yazdırılmayan, yalan dünyayı o yaşta büyük bir olgunlukla çözümleyen bir çocuğun hikâyesi. İnşaatta, meyve-sebze işinde, kalıpçılıkta ve hatta kardeşiyle çekirdekçi tezgâhında çalışıyor. Tek bir hedefi var, o da okula yazılmak. Fakat bunun için annesiyle babasının nikâhlanması gerekiyor. Devlet imam nikâhını yetersiz buluyor, baba bunu yanlış anlayıp deliriyor. Film gibi. Oldukça trajikomik. "Anamla babamın nikâhını ben kıydırdım" cümlesiyle başlayan bu hikâye, memleketin tüm yaşanmış hikâyelerini sayfalarında topluyor sanki. Keşke daha uzun sürse imiş dedirtiyor.
Bacanaklar, üçüncü hikâye. İki deli dolu çocuk var karşımızda. Birbirlerine bacanak diyorlar. En büyük hayallerinden biri, terzi edinip kendilerine takım elbise diktirmek. Hikâyenin kahramanının eline, dedesinin Hicaz'dan getirdiği bir kumaş geçiyor ve hikâye başlıyor. Çok eğlenceli gibi gözükse de içinde nice yokluklar, eziyetler, fedakârlıklar, çileler barındıran bir hikâye. Okuyalım: "Zakir sair zamanda iştahlı bir kardaşımdı. Çok yerdi. Ama bizim evde çok çekinirdi. "Doydum," der kenara çekilmek isterdi. Ben o zaman mahsustan küserdim. "Bizim soframıza gelince mi karnın doyar hemen bacanak?" derdim. Zakir o zaman kılıcı çeker yumulurdu tekrar sofraya. O yedik.e ben sevinirdim. Anam sevinirdi. Bir keresinde o böyle iştahla yerken anamın gözlerini sildiğini gördüm. Anama sordum, "Niye ağladın?" dedim. Anam kızdı, "Her lafın içindesin, bazı şeyi de bilme oğlum!" dedi. Ben de üstelemedim. Ama herhalde, "Benim oğlum da böyle iştahlı yese diye diye düşündüğü için ağlar anam," dedim kendi kendime."
Bahar Eyyamında Bülbül Sesinde -ki merhum Neşet baba ne güzel söyler- isminden de anlaşıldığı gibi içinde müziği barındıran bir hikâye. Sazına aşık Cabir Usta, türlü yaramazlıklarıyla kendinden soğuttuğu hanımı ve oğlunun geleceği ile dertlenir. Dertlendikçe vurur sazının tellerine. Her bir nağmesinde aşk da vardır hüzün de. Nice sıkıntıları aşarken nağmelerin feryadından yardım alır. Bazen yalnızlık vurur sırtına, o yine de yıkılmadan ayakta kalmaya çalışır.
Buraya kadar. Çünkü güzide kitaplar hakkında fazla detay vermek usulden değildir. Tat kaçırmanın da manası yok. Bir okur olarak dileğim, bundan sonra bir romandır Mustafa Çiftci'den. Şöyle uzun uzun, yine Yozgat'tan. Peki hiç eleştiri, tenkit yok mu yazara? Beyaz yakalıların, plazaların, asfaltın, motor seslerinin ve egzoz dumanlarının bunaltmadığı, çocuk seslerinin mumla aranmadığı yerden olunca hikâyeler, tenkit de olmuyor. Sadece kısalığından belki yakınabilirim. Bu da ancak tadına doyamama durumundan hiç şüphesiz. Edebiyatımız ancak Çiftci gibi isimlerin bolluğuyla bir seviye tutturabilir. Biçim ve üslup, dilimizin esnekliğiyle ancak böyle değerlenebilir. Kelimeler direnç, kalpler huzur bulabilir. Samimi, sade, uyutmayan fakat dinlendiren bir ninni gibi olan hikâyelerle.
Yozgat'ın nesi meşhur hiç bilmiyorum, tıpkı Yozgat'a dair neredeyse hiçbir şey bilmediğim gibi. Ama şöyle bir sıralama hoş olmaz mı? Bursa'nın iskenderi, Çorum'un leblebisi, Çanakkale'nin domatesi, Yozgat'ın Mustafa Çiftci'si...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Acı çekmiyenin yüreği bütün."
- Yozgat Türküsü (Bkz: Bayram Bilge Tokel)
Eskiden Yozgat denince aklıma pek bir şey gelmezdi. Belki de Yozgat bu yüzden ilginçti, hafızamda kapladığı yer itibarıyla. "Yozgat bizim neyimiz olur?" dense ben futbolcu isimleri sayardım en fazla. Yaw Preko derdim, Kwame Ayew, Mustafa Kocabey falan. Artık bu kadar değil, iki isim daha geliyor aklıma, ikisi de yazar: Mustafa Çiftci ve Ethem Baran. İkisinin de ortak özellikleri var ve bunlardan belki de en güzeli kitaplarına koydukları isimler. Mustafa Çiftci'den Bozkırda Altmışaltı ve Ethem Baran'dan Evlerimiz Poyraza Bakar hemen zikredilebilir. Taşranın gölgesinde saklı kalmış, iyi ki de saklanmış insanlığın tüm çizgileri var bu kitaplarda. Hikâye deyip geçmeyenler için satır aralarına sızmış nice öğretiler var. Tereyağ gibi eriyip sindikçe tat veren bir iklim var.
1977 doğumlu Mustafa Çiftci, ilk ve ortaöğrenimini Yozgat'ta tamamlamış. Bir çocuğun hafızasında derinliği fazla olan yıllar. Özellikle neşesinde ve izlenimlerinde kalıcılık esası yoğun. Bozkırda Altmışaltı'da bunu yazarın kaleminden güzel biçimde görmüştük, okumuştuk. Küçük bir şehrin içinde koca koca yürekler. Türkiye Yazarlar Birliği tarafından "2014 Yılının En İyi Hikâye Kitabı" seçilmişti bu kitap ve okuyucuda iyimser, şefkatli bir tat bırakmıştı. Ardından "Adem'in Kekliği ve Chopin" geldi ki aslında Çiftci'nin ilk hikâye kitabı buydu. Bozkırda Altmışaltı'ya nazaran biraz daha kısa, daha temkinli hikâyeler okumuştuk. Belki ilk heyecanın tesiriyle daha esnek bir dil ve mizahla harmanlanmış üslubun yoğunluğu barizdi metinlerde. Derken okuyucu bekledi, bekledi ve bekledi; Şubat 2017'de Ah Mercimeğim geldi. 107 sayfadan ve 6 hikâyeden oluşuyor, diğerleri gibi İletişim Yayınları neşretti. Yazar, kitabını "kardeşim, yoldaşım, arkadaşım" diyerek Hüseyin Çiftci'ye ithaf etti.
Kitaba adını veren ilk hikâye Ah Mercimeğim. Yazarın "cevizin dibinde konuşarak, gülüşerek sanki bir merhem karıştırırlardı, yaralarına sürerlerdi" dediği zamanlar. On beş yaşındayken kendinden yaşça büyük Aslı'ya âşık olan ve aşkına tutunmak için birçok şeyi göze alan, bekleyen, bekledikçe âşık olan saf bir yüreğin hikâyesi. Aslı'yla evlenmenin hayalini kurarken gelin arabasının Mersedes olmasını, nikâha Özal'ın gelmesini dileyen bir yürek. Anasının ve ablalarının inadına "Yahu velev ki bu kız hastaydı, velev ki benden büyüktür, velev ki siz bana kıyamazsınız, bir bakışım yere düşsün istemezsiniz... Peki benim sevdim demem size boş laf mı gelir? Sevmek bu kadar ucuz mu? Bu laflarınızı da yutun. Beni deli etmeyin..." cümleleriyle göğüs gererken, aşkının saflığını da hikâyenin bir başka yerinde şöyle anlatır: "...o sırada Aslı geldi. Bana baktı. Ama öyle ezerek değil, ipek kumaş seçer gibi, tül perdeye dokunur gibi baktı."
İkinci hikâye: Baba Neredesin? Dokuz yaşına gelmesine rağmen babasının yanında çalıştığı için okula yazdırılmayan, yalan dünyayı o yaşta büyük bir olgunlukla çözümleyen bir çocuğun hikâyesi. İnşaatta, meyve-sebze işinde, kalıpçılıkta ve hatta kardeşiyle çekirdekçi tezgâhında çalışıyor. Tek bir hedefi var, o da okula yazılmak. Fakat bunun için annesiyle babasının nikâhlanması gerekiyor. Devlet imam nikâhını yetersiz buluyor, baba bunu yanlış anlayıp deliriyor. Film gibi. Oldukça trajikomik. "Anamla babamın nikâhını ben kıydırdım" cümlesiyle başlayan bu hikâye, memleketin tüm yaşanmış hikâyelerini sayfalarında topluyor sanki. Keşke daha uzun sürse imiş dedirtiyor.
Bacanaklar, üçüncü hikâye. İki deli dolu çocuk var karşımızda. Birbirlerine bacanak diyorlar. En büyük hayallerinden biri, terzi edinip kendilerine takım elbise diktirmek. Hikâyenin kahramanının eline, dedesinin Hicaz'dan getirdiği bir kumaş geçiyor ve hikâye başlıyor. Çok eğlenceli gibi gözükse de içinde nice yokluklar, eziyetler, fedakârlıklar, çileler barındıran bir hikâye. Okuyalım: "Zakir sair zamanda iştahlı bir kardaşımdı. Çok yerdi. Ama bizim evde çok çekinirdi. "Doydum," der kenara çekilmek isterdi. Ben o zaman mahsustan küserdim. "Bizim soframıza gelince mi karnın doyar hemen bacanak?" derdim. Zakir o zaman kılıcı çeker yumulurdu tekrar sofraya. O yedik.e ben sevinirdim. Anam sevinirdi. Bir keresinde o böyle iştahla yerken anamın gözlerini sildiğini gördüm. Anama sordum, "Niye ağladın?" dedim. Anam kızdı, "Her lafın içindesin, bazı şeyi de bilme oğlum!" dedi. Ben de üstelemedim. Ama herhalde, "Benim oğlum da böyle iştahlı yese diye diye düşündüğü için ağlar anam," dedim kendi kendime."
Bahar Eyyamında Bülbül Sesinde -ki merhum Neşet baba ne güzel söyler- isminden de anlaşıldığı gibi içinde müziği barındıran bir hikâye. Sazına aşık Cabir Usta, türlü yaramazlıklarıyla kendinden soğuttuğu hanımı ve oğlunun geleceği ile dertlenir. Dertlendikçe vurur sazının tellerine. Her bir nağmesinde aşk da vardır hüzün de. Nice sıkıntıları aşarken nağmelerin feryadından yardım alır. Bazen yalnızlık vurur sırtına, o yine de yıkılmadan ayakta kalmaya çalışır.
Buraya kadar. Çünkü güzide kitaplar hakkında fazla detay vermek usulden değildir. Tat kaçırmanın da manası yok. Bir okur olarak dileğim, bundan sonra bir romandır Mustafa Çiftci'den. Şöyle uzun uzun, yine Yozgat'tan. Peki hiç eleştiri, tenkit yok mu yazara? Beyaz yakalıların, plazaların, asfaltın, motor seslerinin ve egzoz dumanlarının bunaltmadığı, çocuk seslerinin mumla aranmadığı yerden olunca hikâyeler, tenkit de olmuyor. Sadece kısalığından belki yakınabilirim. Bu da ancak tadına doyamama durumundan hiç şüphesiz. Edebiyatımız ancak Çiftci gibi isimlerin bolluğuyla bir seviye tutturabilir. Biçim ve üslup, dilimizin esnekliğiyle ancak böyle değerlenebilir. Kelimeler direnç, kalpler huzur bulabilir. Samimi, sade, uyutmayan fakat dinlendiren bir ninni gibi olan hikâyelerle.
Yozgat'ın nesi meşhur hiç bilmiyorum, tıpkı Yozgat'a dair neredeyse hiçbir şey bilmediğim gibi. Ama şöyle bir sıralama hoş olmaz mı? Bursa'nın iskenderi, Çorum'un leblebisi, Çanakkale'nin domatesi, Yozgat'ın Mustafa Çiftci'si...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
2 Mart 2017 Perşembe
Kendini bir kez bulan bir daha kaybetmez
- Lewis Dunnington
Burjuva bir bireyin, hayatında yaşadığı ruhsal dönüşümü konu alan bu eseri değerlendirmeden önce, burjuvazi hakkında temel birkaç bilgi vermek istiyorum:
Burjuva; köylü, işçi ya da soylu sınıfına dahil olmayıp, sosyal statüsünü ve gücünü, eğitiminden, işveren konumundan ve zenginliğinden alan kentli kişiye denir. Bu insanların oluşturduğu sınıfa da burjuvazi denir. Bu kavram, Karl Marks ve Friedrich Engels tarafından yazılan "Komünist Manifesto"da, kapitalist orta sınıf anlamında kullanılmıştır. Marksist terminolojide ise, kapitalist sistemde üretim araçlarına sahip olup, emekçilerin değerine el koyan sınıf olarak kullanılır.
Günümüz dünyasında varoluşsal problemlerle boğuşan, uğraşan ya da bu problemler hayatında hiç yokmuş gibi davranan bireyler oldukça çoğaldı. Sahip olunan nesnelerin çokluğuyla beraber değişen ihtiyaçlar, daha doğrusu ihtiyaçmış gibi lanse edilen birçok şey hayatımıza girdi. Üstelik artan nüfus, değişen demografik yapı, suç oranlarının artması ve elbette ki yanlış ‘kentleşme’ sonucunda, apartmana hapis bir nesil yetişiyor. Etrafında olan bitenden haberdar olmayan, kendi küçük dünyalarında nefes almaya çalışan, genelde maddi durumu iyi olan, bir şeyi elde etmek için (bilgi, sevgi, maddi bir şey vs.) çabalamakla uğraşmamış, her şey önüne hazır gelmiş bu bireylerin, yaşıyor olduklarını duyumsadıkları ne kadar gerçek bir teori olabilir? Özellikle maddi olarak üst tabakadaki kişilerin çocuklarının; gittikleri okullarda, son derece sterilize olarak, bir şeyin yokluğunu çekmeden, dış dünyayı bilmeden yetişmesi neticesinde, ruh hallerinin normal olacağını düşünmek çok mu iyimser bir varsayım?
"Olağanüstü Bir Gece", böyle bir bireyin, ailesinden kalan parayla ömür boyu çalışmadan yaşayabilecek bir baron olan, bir burjuva olan Friedrich Michael von R’nin hikayesi. Stefan Zweig’ın muhteşem eseri. Kitap, başkarakter R.’nin ağzından anlatılıyor. Kendi hayatında dönüm noktası olan bir geceden, o gecedeki altı saatten bahsediyor. Daha öncesinde hayatını nadir eserler toplayarak koleksiyonculuk yapmaya, gezmeye, eğlenmeye adayan R., 7 Haziran 1913’te başından geçen ‘o’ geceden sonra hayatını tamamen değiştiriyor. Öyle bir değişiklik ki, siyahla beyaz gibi: “İngilizlere özgü kusursuz dikilmiş bir takım elbisenin toplum içinde hiçbir biçimde göze batmayışı gibi benim varoluş biçimimde de dikkat çekici hiçbir şey yoktu ve en çok hoşuma giden yanı da buydu. Sanırım hoş bir insan olarak algılanıyordum; sevilen, birlikte vakit geçirmekten hoşlanılan biriydim ve beni tanıyanların çoğu mutlu bir insan olduğumu söylerlerdi.”
Kendini böyle tanımlıyor R. Fakat bir gün, sevdiğini sandığı kız arkadaşının onu terk etmesi sonucunda hiçbir şey hissetmemesi, suya atılan ilk çakıl tanesi oluyor. Daha sonra sevdiği bir arkadaşının ölümü üzerine yine hissiz kalması, otuz altı yaşına kadar steril bir hayat süren R.’yi son derece rahatsız ediyor ve R. yaşamadığını hissetmeye başlıyor. O zamanlar kendini “O dönemde bazı yarı farkındalık anlarında bilincine tam varmadan içimde özlemini çektiğim şey arzulardan ziyade, arzulama arzusuydu; daha güçlü, daha bağımsız, daha tutkulu, daha doyumsuz istek duyma, daha yoğun yaşama, belki de acı çekme ihtiyacıydı. Fazlasıyla aklı başında bir yöntemle varoluşumdan bütün çelişkileri uzaklaştırmıştım ve bu çelişki yokluğu canlılığımı söndürüyordu. İsteklerimin giderek daha da azaldığını ve zayıfladığını, duygularıma bir tür donukluğun yerleştiğini görüyordum; belki de en iyisi şöyle ifade edecek olursam, bir tür ruhsal iktidarsızlık ve yaşamada tutkuyla yer alabilme yetersizliği hissettiğimi söyleyebilirim.” şeklinde gördüğünü söylüyor.
Bunları fark ettikten sonra R., elinde olmadan bir hırsızlık işliyor. Fakat bu hırsızlığı işledikten sonra geri dönüş için çabalarken, hırsızlığın verdiği suç duygusu ve yaşadığını hissetme duygusu öyle kabarıyor ki, hayatı boyunca suçlu bir bireymiş gibi yaşamaya devam ediyor. Aldığı haz duygusu, işlediği suçun tamamen önüne geçiyor. R. bunları yaşarken yazar, karakterde, süperego ve id çatışmasını, çok başarılı bir şekilde okura yansıtmış. Karakterdeki süperego-id çatışmasını kazanan id oluyor ve bu kitap sonuna kadar böyle devam ediyor:
“Ve fayton düşler içindeki bedenimi üst tabakanın toplumsal dünyasının içinden ağır ağır geçirirken ben basamak basamak, insana dair olanın içindeki derinliklerine indim; bu sessiz yolculukta tarifsiz bir yalnızlık içindeydim, üstüme sadece aniden aydınlanan bilincimin parlak meşalesinin ışığı düşüyordu.”
“Ah, canlılığım her zaman vardı elbette, sadece yaşamaya cesaret edememiştim, kendimi boğazlamış ve kendimden gizlemiştim; fakat şimdi bütün o baskı altındaki güç patlamıştı, yaşam denen o zenginlik, o tarifsiz kudret bana galip gelmişti.”
Stefan Zweig’ın eserlerine baktığımızda, harika bir gözlem gücüyle beraber, dilin mükemmel bir şekilde kullanıldığını görüyoruz. Yazar, basit-kısa bir şekilde anlatılacak bir kavramı veya olguyu; daha fazla kelime kullanarak, ancak okuru sıkmadan, akıcı bir şekilde süslüyor ve doyumsuz bir ifade gücü yakalıyor. İnsan psikolojisinin karanlık köşelerini, hikayelerinde başarılı bir şekilde resmediyor. Bir Zweig kitabı elime aldığım zaman, iyi bir kitap okuyacağımdan emin olarak oturuyorum masanın başına. Keşke intihar etmeseydi de daha çok sayıda eser ortaya koysaydı, fakat belki de R.’deki dönüşüm, Zweig’da yerini intihara bıraktı.
Olağanüstü Bir Gece, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan yayımlanan 69 sayfalık incecik bir hikaye kitabı. Fakat kendi deneyimlerime göre söylersem, ince kitapların birçoğunda olduğu gibi bu da, oldukça vurucu. Vuruyor ve etkisini bir anda hissettiriyor insan beyninde. Zweig’ın eserlerinin çoğu böyle aslında. Mutsuzluklar, karamsarlıklar, suçlar, intiharlar her zaman insan beyninin kıyılarına vuruyor.
Yazar, başkarakter R.’nin, ruhsal dönüşümünü tamamladıktan sonra evine dönerken hissettiklerini “Gecenin içinde Prater’in çıkışına doğru tek başıma yürüdüm. Bastırılmış her şey içimden kopup gitmişti, daha önce hiç tanımadığım bir doygunlukla kendi dışıma taştığımı, sonsuz evrene karıştığımı duydum. Her şeyi sanki sadece benim için varmış gibi algılıyor, her şeyle yeniden coşkuyla bütünleştiğimi hissediyordum. Etrafımı saran karanlık ağaçlar bana fısıldıyordu ve ben onları seviyordum. Yıldızlar yukarda parıldıyor ve ben onların aydınlık selamlarını soluyordum. Bir yerlerde söylenen şarkıları işitiyor ve benim için söylendiklerini düşünüyordum. Yüreğimdeki kabuğu kırdıktan sonra bir anda her şey benim olmuştu, kendimi bırakmamın, kendimi armağan etmemin sevinci içimde kabarıyordu. Birilerini sevindirmenin ve bundan sevinç duymanın ne kadar kolay olduğunu hissediyordum: İnsanın kendini açması yeterliydi, insandan insana canlı bir akış başlıyordu hemen, yükseklerden derinlere iniyor, derinlerden tekrar sonsuzluğa yükseliyordu.” şeklinde satırlara yansıtmış.
Yaşadığımız zaman, kendimizi hissetmeyi bırakıp, sadece sistemin izin verdiği hayatı yaşamaya çalıştığımız bir zaman. Kendimizi hissetmiyoruz. R.’nin bir suç işleyerek hayatı hissetmeye başlaması bize yadırgatıcı gelebilir; fakat bu sadece bir metafor. Birçok şeylerden sonra canlılığımızı duyumsayabiliriz. Zaten R. de suç işledikten sonraki yaptıklarında insanlara yardım ettiğindeki hazzı da keşfediyor ve bunun üzerine yoğunlaşıyor. Belki de kitap biraz daha uzun olsaydı, çevresine sürekli yardım ederek kendi varoluşunu hisseden, ruhsal doyumunu tamamlayan bir R. görecektik. Kendini anladıktan ve hissizliğin getirdiği hastalıklı duygudan kurtulduktan sonraki hayat, R. açısından daha canlı geçiyor. Önemli olanın bir kere kurtulmak olduğunu söylemiş yazar. Araba kullanmak gibi belki de, bir kez kullanmayı öğrendikten sonra ömür boyu unutmuyorsunuz. Kendinizi bir kez bulunca bir daha kaybetmiyorsunuz: “Bir kez kendini bulmuş olan kişinin bu yeryüzünde yitirecek bir şeyi yoktur artık. Ve bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan bütün insanları anlar.”
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)