2 Mart 2017 Perşembe

Kendini bir kez bulan bir daha kaybetmez

"Hayatın bizim için ne anlam ifade ettiği, hayatın karşımıza neler çıkarttığı ile değil, bizim, hayatın karşısına çıktığımız tavırla belirlenir; başımıza gelenlerden çok, bizim olanlara verdiğimiz tepkiler ile gelişir."
- Lewis Dunnington

Burjuva bir bireyin, hayatında yaşadığı ruhsal dönüşümü konu alan bu eseri değerlendirmeden önce, burjuvazi hakkında temel birkaç bilgi vermek istiyorum:

Burjuva; köylü, işçi ya da soylu sınıfına dahil olmayıp, sosyal statüsünü ve gücünü, eğitiminden, işveren konumundan ve zenginliğinden alan kentli kişiye denir. Bu insanların oluşturduğu sınıfa da burjuvazi denir. Bu kavram, Karl Marks ve Friedrich Engels tarafından yazılan "Komünist Manifesto"da, kapitalist orta sınıf anlamında kullanılmıştır. Marksist terminolojide ise, kapitalist sistemde üretim araçlarına sahip olup, emekçilerin değerine el koyan sınıf olarak kullanılır.

Günümüz dünyasında varoluşsal problemlerle boğuşan, uğraşan ya da bu problemler hayatında hiç yokmuş gibi davranan bireyler oldukça çoğaldı. Sahip olunan nesnelerin çokluğuyla beraber değişen ihtiyaçlar, daha doğrusu ihtiyaçmış gibi lanse edilen birçok şey hayatımıza girdi. Üstelik artan nüfus, değişen demografik yapı, suç oranlarının artması ve elbette ki yanlış ‘kentleşme’ sonucunda, apartmana hapis bir nesil yetişiyor. Etrafında olan bitenden haberdar olmayan, kendi küçük dünyalarında nefes almaya çalışan, genelde maddi durumu iyi olan, bir şeyi elde etmek için (bilgi, sevgi, maddi bir şey vs.) çabalamakla uğraşmamış, her şey önüne hazır gelmiş bu bireylerin, yaşıyor olduklarını duyumsadıkları ne kadar gerçek bir teori olabilir? Özellikle maddi olarak üst tabakadaki kişilerin çocuklarının; gittikleri okullarda, son derece sterilize olarak, bir şeyin yokluğunu çekmeden, dış dünyayı bilmeden yetişmesi neticesinde, ruh hallerinin normal olacağını düşünmek çok mu iyimser bir varsayım?

"Olağanüstü Bir Gece", böyle bir bireyin, ailesinden kalan parayla ömür boyu çalışmadan yaşayabilecek bir baron olan, bir burjuva olan Friedrich Michael von R’nin hikayesi. Stefan Zweig’ın muhteşem eseri. Kitap, başkarakter R.’nin ağzından anlatılıyor. Kendi hayatında dönüm noktası olan bir geceden, o gecedeki altı saatten bahsediyor. Daha öncesinde hayatını nadir eserler toplayarak koleksiyonculuk yapmaya, gezmeye, eğlenmeye adayan R., 7 Haziran 1913’te başından geçen ‘o’ geceden sonra hayatını tamamen değiştiriyor. Öyle bir değişiklik ki, siyahla beyaz gibi: “İngilizlere özgü kusursuz dikilmiş bir takım elbisenin toplum içinde hiçbir biçimde göze batmayışı gibi benim varoluş biçimimde de dikkat çekici hiçbir şey yoktu ve en çok hoşuma giden yanı da buydu. Sanırım hoş bir insan olarak algılanıyordum; sevilen, birlikte vakit geçirmekten hoşlanılan biriydim ve beni tanıyanların çoğu mutlu bir insan olduğumu söylerlerdi.

Kendini böyle tanımlıyor R. Fakat bir gün, sevdiğini sandığı kız arkadaşının onu terk etmesi sonucunda hiçbir şey hissetmemesi, suya atılan ilk çakıl tanesi oluyor. Daha sonra sevdiği bir arkadaşının ölümü üzerine yine hissiz kalması, otuz altı yaşına kadar steril bir hayat süren R.’yi son derece rahatsız ediyor ve R. yaşamadığını hissetmeye başlıyor. O zamanlar kendini “O dönemde bazı yarı farkındalık anlarında bilincine tam varmadan içimde özlemini çektiğim şey arzulardan ziyade, arzulama arzusuydu; daha güçlü, daha bağımsız, daha tutkulu, daha doyumsuz istek duyma, daha yoğun yaşama, belki de acı çekme ihtiyacıydı. Fazlasıyla aklı başında bir yöntemle varoluşumdan bütün çelişkileri uzaklaştırmıştım ve bu çelişki yokluğu canlılığımı söndürüyordu. İsteklerimin giderek daha da azaldığını ve zayıfladığını, duygularıma bir tür donukluğun yerleştiğini görüyordum; belki de en iyisi şöyle ifade edecek olursam, bir tür ruhsal iktidarsızlık ve yaşamada tutkuyla yer alabilme yetersizliği hissettiğimi söyleyebilirim.” şeklinde gördüğünü söylüyor.

Bunları fark ettikten sonra R., elinde olmadan bir hırsızlık işliyor. Fakat bu hırsızlığı işledikten sonra geri dönüş için çabalarken, hırsızlığın verdiği suç duygusu ve yaşadığını hissetme duygusu öyle kabarıyor ki, hayatı boyunca suçlu bir bireymiş gibi yaşamaya devam ediyor. Aldığı haz duygusu, işlediği suçun tamamen önüne geçiyor. R. bunları yaşarken yazar, karakterde, süperego ve id çatışmasını, çok başarılı bir şekilde okura yansıtmış. Karakterdeki süperego-id çatışmasını kazanan id oluyor ve bu kitap sonuna kadar böyle devam ediyor:

Ve fayton düşler içindeki bedenimi üst tabakanın toplumsal dünyasının içinden ağır ağır geçirirken ben basamak basamak, insana dair olanın içindeki derinliklerine indim; bu sessiz yolculukta tarifsiz bir yalnızlık içindeydim, üstüme sadece aniden aydınlanan bilincimin parlak meşalesinin ışığı düşüyordu.

Ah, canlılığım her zaman vardı elbette, sadece yaşamaya cesaret edememiştim, kendimi boğazlamış ve kendimden gizlemiştim; fakat şimdi bütün o baskı altındaki güç patlamıştı, yaşam denen o zenginlik, o tarifsiz kudret bana galip gelmişti.

Stefan Zweig’ın eserlerine baktığımızda, harika bir gözlem gücüyle beraber, dilin mükemmel bir şekilde kullanıldığını görüyoruz. Yazar, basit-kısa bir şekilde anlatılacak bir kavramı veya olguyu; daha fazla kelime kullanarak, ancak okuru sıkmadan, akıcı bir şekilde süslüyor ve doyumsuz bir ifade gücü yakalıyor. İnsan psikolojisinin karanlık köşelerini, hikayelerinde başarılı bir şekilde resmediyor. Bir Zweig kitabı elime aldığım zaman, iyi bir kitap okuyacağımdan emin olarak oturuyorum masanın başına. Keşke intihar etmeseydi de daha çok sayıda eser ortaya koysaydı, fakat belki de R.’deki dönüşüm, Zweig’da yerini intihara bıraktı.

Olağanüstü Bir Gece, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan yayımlanan 69 sayfalık incecik bir hikaye kitabı. Fakat kendi deneyimlerime göre söylersem, ince kitapların birçoğunda olduğu gibi bu da, oldukça vurucu. Vuruyor ve etkisini bir anda hissettiriyor insan beyninde. Zweig’ın eserlerinin çoğu böyle aslında. Mutsuzluklar, karamsarlıklar, suçlar, intiharlar her zaman insan beyninin kıyılarına vuruyor.

Yazar, başkarakter R.’nin, ruhsal dönüşümünü tamamladıktan sonra evine dönerken hissettiklerini “Gecenin içinde Prater’in çıkışına doğru tek başıma yürüdüm. Bastırılmış her şey içimden kopup gitmişti, daha önce hiç tanımadığım bir doygunlukla kendi dışıma taştığımı, sonsuz evrene karıştığımı duydum. Her şeyi sanki sadece benim için varmış gibi algılıyor, her şeyle yeniden coşkuyla bütünleştiğimi hissediyordum. Etrafımı saran karanlık ağaçlar bana fısıldıyordu ve ben onları seviyordum. Yıldızlar yukarda parıldıyor ve ben onların aydınlık selamlarını soluyordum. Bir yerlerde söylenen şarkıları işitiyor ve benim için söylendiklerini düşünüyordum. Yüreğimdeki kabuğu kırdıktan sonra bir anda her şey benim olmuştu, kendimi bırakmamın, kendimi armağan etmemin sevinci içimde kabarıyordu. Birilerini sevindirmenin ve bundan sevinç duymanın ne kadar kolay olduğunu hissediyordum: İnsanın kendini açması yeterliydi, insandan insana canlı bir akış başlıyordu hemen, yükseklerden derinlere iniyor, derinlerden tekrar sonsuzluğa yükseliyordu.” şeklinde satırlara yansıtmış.

Yaşadığımız zaman, kendimizi hissetmeyi bırakıp, sadece sistemin izin verdiği hayatı yaşamaya çalıştığımız bir zaman. Kendimizi hissetmiyoruz. R.’nin bir suç işleyerek hayatı hissetmeye başlaması bize yadırgatıcı gelebilir; fakat bu sadece bir metafor. Birçok şeylerden sonra canlılığımızı duyumsayabiliriz. Zaten R. de suç işledikten sonraki yaptıklarında insanlara yardım ettiğindeki hazzı da keşfediyor ve bunun üzerine yoğunlaşıyor. Belki de kitap biraz daha uzun olsaydı, çevresine sürekli yardım ederek kendi varoluşunu hisseden, ruhsal doyumunu tamamlayan bir R. görecektik. Kendini anladıktan ve hissizliğin getirdiği hastalıklı duygudan kurtulduktan sonraki hayat, R. açısından daha canlı geçiyor. Önemli olanın bir kere kurtulmak olduğunu söylemiş yazar. Araba kullanmak gibi belki de, bir kez kullanmayı öğrendikten sonra ömür boyu unutmuyorsunuz. Kendinizi bir kez bulunca bir daha kaybetmiyorsunuz: “Bir kez kendini bulmuş olan kişinin bu yeryüzünde yitirecek bir şeyi yoktur artık. Ve bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan bütün insanları anlar.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

1 Mart 2017 Çarşamba

Türk aydını oradan nasıl görünüyor?

Erbabı bilir, roman yazmak hiç de öyle kolay, azımsanacak bir şey değildir. Roman yazmanın kurallarına, inceliklerine dair çok kitap tozu yutmuşsunuzdur belki. “Bir Roman Yazamadım Gün Akşam Oldu” diye hayıflananlara iki çift lafı var Karton’un. Yazının başlığından da anlaşılacağı üzere roman yazamama üzerine kalem oynatılmış. Roman yazamamaya dair ne biliyorsunuz? Sonra “Türk Okurlar Birliği”nin olmayaşına dair nasıl fikir yürütebileceğinizi bilemeyebilirsiniz maazallah. İşte belki de sırf bu yüzden okumalısınız bu eseri.

Türk aydınına yeni bir bakış sunan Pierré Karton, “kitapsız” denmesin diye -her manaya çekebilirsiniz bu kelimeyi- kitap çıkardığını itiraf ediyor. Sonuçta onbeş yıllık emeği sözkonusu Karton’un (nam-diğer Suavi Kemal Yazgıç). Kitabın ilk sayfalarını karıştırdığımızda iki kişiye birden ithaf edilmiş olduğunu görüyoruz. Bu ayrıntı da dikkatimizden kaçmadı hani okur olarak.

Yüksek dozda ironi içerir diye okuru uyararak, “Bir Ecnebinin Gözüyle Türkler” i irdelediğini hatırlatalım yazarın. Hatta tatlı tatlı iğnelemiş. Pierré Karton, çizemediğinden, yazmak zorunda kaldığını itiraf etmiş bir de. İyi bir çizer olsaymış bu kitap olmazmış. O halde kıymetini bilelim bizde. “Kime Kız Verilmez!” ya da “Bir Kız İsteme Hikayesi” ilginizi çekeceğini düşündüğüm, “Memlekette Kız Vardı da Biz mi Evlenmedik?” yazıları da bekarların dikkatle okuyacağı cinsten. Gülme garantili satırları atlamayın lütfen. ÖSS’siz ve sınavsız hayatların da geçmişte var olduğuna dair bulgulara sahip olduğunu iddia eden Pierré Karton, “Çöpleri Kim Atacak?” diye ölümcül bir sorunun cevabını aramaktadır diğer yandan. “Her Türk gencinin başına bu facialar gelebilir. Türk olmak kolay değil. Türk genci olmak ise hiç kolay değildir nitekim.” diyerek yeni bir gerçekliğe yelken açan yazarımız, “Ne Hatalar Yaptım Zaten Yoktular…” yazısıyla konuya yeni bir yaklaşımda bulunmuştur.

Tembelliğe övgü olduğu kadar “Büyüyünce Ne Olacağım?” kaygısı bile masaya yatırılmış Pierré tarafından. “İngilizce Yol Tarifi”nde ise dilimize eklemlenmiş yabancı kelimelere karşı Karton’un tavrı çok açık: “Ben bütün bu sıkıntılara çözüm olması için şehrin her köşesine yerleştirilecek dijital tabelalar üzerinden “altyazı” yapılmasını talep ediyorum.” diyerek haklı tepkisini dile getirmiş, yabancı kelimelere karşı savaş sinyallerini vermiş. Hele ki zaman makinasına dair yazdığı gerçeklikleri okuduğunuzda gülme kaslarınız yerini asık ve gergin bir hale bırakacaktır. Hem hayalperest hem beş parasız nasıl yaşanır? Size ipuçları sunan bir kitap bu:

Zaman makinemi park ettiğim yerin iki sokak ötesinde bir köpeğin miyavladığını duydum. Şaşırdığım gören köpekbana bakıp gülümsedi ve “Ne var yabancı dil bilen köpek hiç görmedin mi?” dedi. Karşıma çıkan ilk pastaneye girdim ve kendime bir bardak çay ısmarladım. Nasıl ödeyeceğimi bilemeden.

Mizaha yeni bir bakış açısı getiren, Cafcaf’tan, Yeryüzü Kitaplığı çerçevesinde çıkmış olan “Türk Aydını, Bir Ecnebinin Gözüyle Türkler” gülümseten bir kitap. İlk bakışta adına bakıp sıkıcı bir deneme kitabı sanabilirsiniz. Hepsi mümkün bu hayatta. Fakat mümkün olmayana da göz kırpmak gerek. Yazarın da dediği gibi: “Evet, elin ağzı torba olmadığı için büzülmez ama o torbaya da o kadar malzeme doldurmak meseledir.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz

28 Şubat 2017 Salı

Cemaatler insanların güvenlik arayışını karşılıyor mu?

İnsan, tıpkı diğer memeliler gibi, ihtiyaçları karşılanmadığı ya da eksik karşılandığı durumlarda yaşama devam etme becerisini yitirir. Teknoloji, sosyal medya, binlerce yıllık kültürel birikim, bunlardan hiçbiri gereksinimlerini karşılayamayan bir insanın işine yaramaz. Dolayısıyla insan, hayatta kalma mücadelesinde küçük gruplar, topluluklar oluşturur. “Birbirini kollayan insanlar”ın bir araya gelmesi ve bu durumun sağladığı avantajların aşikâr olmasıyla birlikte cemaatler de ortaya çıkmaya başlar. Geçen ay sosyolog-filozof Zygmunt Bauman’ın Cemaatler isimli kitabı Say Yayınları tarafından yayımlandı. Kitabın alt başlığı olan Güvenli Olmayan Bir Dünyada Güvenlik Arayışı, Bauman’ın konuya yaklaşımındaki temel kavramı işaret ediyor: ihtiyaç. Cemaatler’de öne sürülen argümanlar ve insanların cemaatle birlikte var olma süreçleri ile hümanist psikolojinin kurucu ismi Maslow’un ihtiyaçlar piramidi arasındaki ilişkiyi işaret etmekte fayda var; ona göre insanın kendini gerçekleştirmesi için, ilk dört adımdaki ihtiyaçlarını gerekli şekilde gidermesi gerekir. Maslow, insanın 5 temel ihtiyacını şu şekilde sıralar:

1. Fizyolojik İhtiyaçlar, 2. Güvenlik İhtiyaçları, 3. Sevgi - Ait Olma İhtiyacı, 4. Değer -Statü İhtiyaçları, 5. Kendini Gerçekleştirme.

Fizyolojik ihtiyaçlar, dünyada var olan canlıların en temel ihtiyacıdır, ilk sırada türe özgü değil varolmaya özgü ihtiyaçlar yer alır. Güvenlik ihtiyacı, Bauman’ın Cemaatler’de işaret ettikleriyle birebir ilişki içerisindedir. İnsanlar, hiçbir zaman tam olarak elde edemeyecekleri güvenceye ulaşamayacakları için bir cemaatin parçası olmak isterler.

Bauman, “Giriş ya da Zor Bulunan Cemaate Merhaba” bölümünde cemaat kelimesinin anlamına işaret ederek tartışmayı başlatıyor; cemaatin insanların zihinlerindeki anlamını, cemaatin güvenlik sağlamaktan da öte yüklendiği anlamları, yani aslında cemaatin insanlar için bir tür mağara olduğunu aktarıyor: güvenli, sıcak ve endişesiz bir yuva.

Bauman, disiplinlerarası bir açılış yaparak zihinlerde yer eden cemaat algısının mitolojik yankılarını sıralıyor. “Tantalos’un Istırabı”, masumiyetini kaybeden ve dizginleri ele alma konusunda ısrar eden çeşitli figürlerin cezalandırılmasından söz ediyor. Tantalos’un da Adem’in ve Havva’nın da belirlenen sınırların dışına çıkmaları nedeniyle suçlu bulunmasının anlamını yorumluyor: “Cemaatin dayalı olduğu anlayış, bütün anlaşmalardan ve anlaşmazlıklardan önce gelir. Bu tür bir anlayış, bitiş çizgisi değil, hep birlikteliğin başlama noktasıdır.”. Yani cemaat mensupları için bireysel seçimler ve cemaatin bütünlüğüne hâkim olan anlayıştan uzaklaşma, cezalandırma ve dışlanmayı, dolayısıyla güvenliğin yitirildiği belirsiz bir geleceği işaret ediyor. Güvenlik ihtiyacını cemaate ait olarak karşılayan bireyin özgürlük ihtiyacı silikleşiyor, devre dışı bırakılıyor.

Cemaatlerin birçoğu dışarıya kapalıdır. Cemaate dahil olmayan herkes öteki’dir, yabancıdır, tehlike arz eder. Bu yaklaşım, kötülük problemiyle ve insanın doğasındaki kötülüğe inançla alakalı değildir. Cemaatin sürekliliği, homojenliğe ve sorgulamadan uzak bir yaşam-zihin biçimine bağlıdır. Başka dünyaları, düşünceleri, eylemleri görmeyen cemaat mensuplarının zihinlerinde bu aynılığı yıkacak bir düşünce oluşması söz konusu değildir. Anlam dünyasındaki sarsıntı, dışarıdan olandan bulaşacak “başkalık”tır.

Bauman’a göre günümüz toplumunda insanlar güvenlik duygusunu da cemaatlerini de yitirdi. Özgürlüğün, esnekliğin ve seçeneklerin bolluğuna kapılan modern insan, cemaatin sağladığı güvenlikten doğan huzur ve mutluluğu günümüzde yakalayamıyor ancak bunun kişisel problemler olduğu varsayımıyla hayatını sürdürüyor. Peki sosyal medya, güvenlik ihtiyacımızın giderek arttığı dünyamızda yeni bir cemaatleşme olarak okunabilir mi? Bauman’a göre bu sorunun cevabı kesin bir şekilde hayır. Sosyal medya bize yeni bir cemaat sunmuyor, kendimizi bir kısırdöngünün tam içerisine yerleştirmemizin yolunu açıyor: “Esas diyalog sizinle aynı şeylere inanan insanlarla konuşmak değil. Sosyal medya bize diyalog kurmayı öğretmiyor, çünkü anlaşmazlıktan kaçınmak kolay. Ancak insanların çoğu sosyal medyayı bir araya gelmek veya ufuklarını genişletmek için değil, tam tersine, kendilerine kendi seslerinin yankıları olan sesleri duyacakları, kendi yüzlerinin yansıması olan yüzleri görecekleri bir konfor alanı yaratmak için kullanıyor.

Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal

27 Şubat 2017 Pazartesi

Acımasız zamanı sabırla yenenlerin hikâyeleri

"Sabreyle gönül sabırsız olma
Cümleyi gönlüne yâr eden vardır
Darda kaldım diye umutsuz olma
Yoğ iken dünyayı var eden vardır."

- Neşet Ertaş, Sabreyle Gönül (2001)

Daha önce Unuttuğum Bütün Akşamlar, Dönüşsüz Yolculuklar KitabıEmanet Gölgeler Defteri gibi eserlerini hafızama almama rağmen bir türlü okuyamamıştım Ethem Baran'ı. Kısmet, Mart 2016'da neşredilen Evlerimiz Poyraza Bakar kitabınaymış. Sanırım hem ev hem de poyraz olunca kendimi tutamadım, öyle hatırlıyorum. Kitap isimlerini güzel seçen kimi yazarları ayrı seviyorum. Kemal Varol böyle, Hüseyin Akın böyle. İkisi de şair...

123 sayfalık kitapta 12 hikâye bulunuyor. Hikâyelerin isimleri eski yaşantılardan ve hatta filmlerden izler taşıyor. Birkaç örnek: Foto Şeyda, Bozulmayan Yazı, Murat Almak, Kaçak Vapur... Kitabın yalnız evlere değil, evi oluşturan ailelere de sadık bir yakınlığı var. Nitekim yazar, "Okuduklarından bir harfi bana verebilir misin diyen babama, okuyup yazamadıklarının hepsini susarak yeniden yaratan anneme ve sahip olduğum her harfte hakları olan kardeşlerime" ithafıyla evvela kendi ailesinin gönlünü yapıyor. Ardından okuyucunun gönlündeki hikâye açlığını dindirecek birbirinden güzel anlatımlarla, her hikâyede farklı tekniklerle ve üsluplarla adeta küçük bir edebiyat dersi veriyor. Bu dersten payıma şunu çıkardım: Ev üzerine, aile üzerine yazarken Ethem Baran'ın bu kitabı dönüp dönüp okunmalı. Fark ettim ki son zamanlarda Yozgatlı yazarlar bunu diğerlerine nazaran daha esaslı yapıyor, Mustafa Çiftci gibi (Bkz: Bozkırda Altmışaltı).  

Yalan değil, kitabın giriş epigrafında Fernando Pessoa'ya ait Huzursuzluğun Kitabı ve Cemil Meriç'in Bu Ülke'sinden alıntıları görünce melankoliye boğulacağım korkusuna kapılmadım değil. Ancak hikâyelerde dolu dolu bir iyimserlik de yok. Bazen çaresizlik, bazen umudun peşinde kayıp giden hayatlar, bazen yoldaşlık, bazen de yalnızlık var. Merhaba da var, elveda da. Her ailede, mahallede olduğu gibi.

Evlerimiz Poyraza Bakar'ın kimi sayfalarında türkülerimiz de bağdaş kurup gönül dertlerimize merhem sürmeye gayret ediyor. Neşet Ertaş'a ithaf edilen Söylerim Sözüm Almıyor hikâyesi okuyanın gözlerini sulandırıyor. Bunu yaparken bazen neşelendiriyor. Hep tadında gidiyor paragraflar. Söz ettiğim hikâyeden iki alıntı: 

"Birinin ruhunun içinde neler olup bittiğini öğrenmek için onun rüyalarına bakmak gerekir. O, rüyalarını gözlerinde taşıyordu; ruhu gözlerinden okunuyordu."

"Bir insanı gördüğünüz yer, onun, gideceğim deyip de geldiği yer değil midir? Durduğu yerde duran insan gitmeyi düşünüyorsa zaten orada değildir, onu göremezsiniz."

Kurgusuna, karakter dağılımına, üslubuna ve akışına hayran kaldığım hikâye, yani kitabın en sarsıcı hikâyesi bana kalırsa Bozulmayan Yazı. Keza hikâye epigrafında tercih edilen Eşrefoğlu Rumi'nin "Ol taş olmuş gönüllere vuram aşkın külüngünü" dizesi, anlayana ve anlamak isteyene metnin devamında nice 'sır'ların olduğunu beyan ediyor gibi. Çok güzel dörtlükler var bu hikâyede. Kâh Âşık Nuri'ye ait "Bürüm bürüm büktürüyon alnını / havalara kaldırıyon burnunu / şekerle mi doyurdun karınını / ah dinsiz imansız ölesi seni", kâh hepimizin az çok bildiği "Mağrur olma mala mülke / deme var mı ben gibi / bir muhâlif rüzgâr eser / savurur harman gibi", kâh nefis bir hikâyesi olan, ilk dizesi Yavuz Sultan Selim'e ikinci dizesi Vehbî'ye ait "Bütün dünyâ benim olsa, gâmım gitmez nedendir bu / ezelden gâm turabıyla yoğurulmuş bedendir bu"...

Kadim hikâye anlatma usulünden muhabbet ehli zâtların bu topraklarda bıraktığı izlere kadar, tarihin tozlu sayfaları arasına kayıp gitmiş fakat hatıralardan çıkması mümkün olmayan dinamiklere dokunuyor yazar. Bunlar öyle dinamikler ki aslında ülkemizin kurucu dinamikleri de denebilir. Nedir onlar? Gönül, muhabbet, sevgi, hürmet, cesaret, sadakat, merhamet... Bozulmayan Yazı'dan devam etmek isterim: 

"Eskiden zengin evlerinde mumlar yanardı, yoksul evlerinde de isli lambalar vardı. Böyle elektrik, televizyon, telefon, böyle debdebe yoktu efendi. Eski gidişat yok gayrı. Şimdi ilerledik, fen ilerledi. Bu oturduğun yerde, nerede ne var, ne oluyor görüyorsun, konuşulanı duyuyorsun. Elinde bir telefon, herkesle oturup konuşuyorsun. Dur bakalım daha neler çıkacak! Fen ilerledikçe ilerliyor. İşte, peygamber efendimize, asrısaadette, sahabelerden biri sormuş: Ya Resulallah, kavga nasıl olur, kavga ne ile olur? Şöyle buyurmuş: Kavga kılıç ile, kalkan ile, taş ile, değnek ile olmaz. Kavga, vaktin silahı ile olur, vaktin durumu ile olur."

Ethem Baran, özellikle genç kuşaklara çok güzel bir 'yaşantılar kitabı' hediye etmiş oluyor Evlerimiz Poyraza Bakar'la. Nasıl yaşanırmış, neler söylenirmiş, saygı sevgi neymiş, dünya telaşından ne anlaşılırmış... İnsan düşünüyor mesela, şimdiki dertlerimiz ne kadar dert? Gerçekten dünya derdi mi yoksa kendimizi oyaladığımız koca bir yalandan dert mi?.. Ansızın gelen misafirine kolonya dökmeyi unuttuğu için boynunu büken insanlar varmış eskiden. Eski evlerle birlikte göçüvermiş bu ve buna benzer birçok incelik...

Yağız Gönüler

23 Şubat 2017 Perşembe

Kaderine razı olmuş Yozgatlıların hikâyeleri

Sanırım hikâyenin bir 'okunma zamanı' var. Tam o zaman geldiğinde, insan kitaplığının önünde ne okusam diye bakınırken tütüveriyor dumanı hikâye kitaplarının üzerinden. Elbet biri çıkageliyor okuyucunun ellerine. Hikâye ve öykü tıpkı şiir gibi, farklı bir dünyanın, farklı bir âlemin rüzgârı. Tadı ve kokusu başka, anlamı ve derdi başka. Okunuşu ve lezzeti bambaşka. Bu sebeple her ikisi de okunduğu zamanda, yani 'okunma zamanı'nda yalnızca kendisiyle ilgilenilmesini, üzerine titrenmesini istiyor gibi. Yani bir şiir ya da öykü kitabını okurken başka şeyler de okumak, sanki derine doğru bir dalış yapacakken tüpün bitme tehlikesini sezmek gibi bir tedirginlik oluşturuyor. Dolayısıyla vazgeçilebiliyor. Elbette bunlar kişisel düşünceler, herkesin zevk dünyası farklı. Algılama ve yönelme biçimleri değişik. İnsan dediğinin en güzel tarafı da bu biricik olma hâli zaten.

Mustafa Çiftçi, hikâyelerini hayatın içinden, ama daha çok görünmeyen tarafının en insanî bahçesinden yazan bir kalem. Biyografisinde yazdığına bakılırsa ilk ve orta öğrenimini Yozgat'ta tamamlamış. İşte Bozkırda Altmışaltı da hepsi birer Yozgat hikâyesi olan, nadide bir hikâye kitabı. Mayıs 2014'te ilk baskısını yapmıştı, Şubat 2017'de 4. baskısına ulaştı. Bir hikâye kitabı için ne güzel bir ilgi, ne sade ve doğal. İletişim Yayınları'ndan çıkan kitabın kapağında Türk insanını en güzel anlatan -belki de yakalayan- fotoğrafların ustası Ara Güler'in bir çalışması yer alıyor. Akıp giden 160 sayfa, yazarın "içimden geldiği gibi sevgimi gösteremediğim Annem'e" ithafıyla başlıyor. Yedi adet hikâye var: "Handan Yeşili", "Kara Kedi", "Ensesi Sararmış Adamlar", "Ankara'daki Evlatlar", "Bir İğne Bin Kuyu", "Elif, Tina, Tolga" ve Piç Sevi" hikâyelerin isimleri. Hepsi samimi ve içten, ama en güzeli de için içindekini keşfe sürükler nitelikte. İnsanın sadakatine, samimiyetine, saflığına, sevgisine, saygısına, sözüne.

Hikâye kitapları hakkında yazarken, karakterleri birer birer anlatmak, neler olduğundan bahsetmek pek sevdiğim bir şey değil. Neredeyse okuyucuya bir şey kalmayacak kitap yazıları yazmaktan imtina ederim. Çünkü okuyucu o karakterin adıyla bile ilk defa kitapta tanışmalı. Çok sonra, tıpkı Oğuz Atay'ın, Tanpınar'ın, Sabahattin Ali'nin karakterlerindeki gibi bir bilinirlik, okuyucunun ilgisiyle orantılı olarak artacaktır şüphesiz. Tıpkı hikâyelerin temel konuları, dikkat çekmek istedikleri problemler ve biçimi, tekniği gibi.

Bir yuva teması var Çiftci'nin hikâyelerinde. Yuva kurmanın güzelliği, hayalleri, zorlukları, mahremiyeti, çileleri ve nicesi. Yozgat'ın kendine has kelimeleri, deyimleri ve tepkileriyle kurulu, hep okuyanı çocukluğuna, o yıldız gibi parlayan mahalle günlerine döndürecek temposuyla; hem bir gün içinde okunabilecek hem de günlere yayarak tadına daha fazla varılabilecek bir zarifliği var Bozkırda Altmışaltı'nın.

"Ben sabah kalkınca gözlerim çapaklı, karnım yarı aç yarı tok dükkâna düşmeye ne zaman başladım hatırlamam. Okul, dükkândan fırsat kalırsa gidilen yerdi benim için. Okul sıralarında dalar giderdim bazen. Babamın lafları vardı hep aklımda. "Okuyacaksak oku ben yok demem. Gözünün önüne bak. Bana güvenme." Benim lise bitip de üniversiteye niyet edince dedi ki bu üniversitenin açığı varmış, orayı oku. Benim kimim var. Burayı bırakma. Aha sana kurulu bir düzen. Anladım ki Sansar Sami bize usul usul liseyi okutmuş. Okuturken de planı yapmış. "Şu düzen bırakılır da gidilir mi? Okuyanları görüyon işte boyunlarında kravat, varıyo geliyo bir kuru maaş. Gine de sen bilin..." Sen bilin demek, sıkıyorsa bırak da git demektir. Git de gör gününü, Sansar Sami adamı kurutur vallaha... Ben okusaydım avukat olacaktım dedim bir gün. Ağzının dolusunca güldü babam. "Vay yavrum aklın bu kadar işte. Avukatlık iş mi la? Milletin yemediği bok kalmayacak, sen paraynan onu temizleyeceksin he mi? Bunun için okunur mu la?"

Bozkırda Altmışaltı'yı okurken Yozgat şivesini enine boyuna keşfetmek mümkün. Oradaki insanımızın hayata bakışındaki değerler, kırmızı çizgileri, ahlâk anlayışları, yaşam savaşı verirken besledikleri umutları, hayal kırıklıkları, korkuları, aşkları, tutkuları, yalnızlıkları, muhtaçlıkları çok latif bir biçimde Çiftci'nin kaleminden akıyor. Mesela Niyazi Usta'nın hayatına dair bir paragraf:

"Hakikaten de ilçeye kim gelse bazen birkaç tane takım elbise diktirmeden ayrılmazdı. Niyazi Usta iğne ucuyla araya araya ev de buldu. Eş de buldu. Düzen de kurdu. Bazen gece yarısına kadar çalışırdı. O zamanlar elindeki iğneye bakar, "Kim der ki senin o bicimcik ucun her kapıyı açacak," derdi. Sonra aklına kendi ustası Alâeddin Usta gelirdi. Hemen ensesi acırdı. "Yahu ben usta oluncaya kadar enseme yediğim tokadı hâşâ huzurdan eşeğe vursalar hayvan o saat telef olur be. Ama işte o ensemize vura vura bizi ekmek sahibi etti." Sonra rahmet okurdu ustasına. İşte o rahmet okuduğu gecelerden birinde aklına ustasının kızı Memnune geldi. "Tül perde gibi kız." Sonra içinde bir ışık yanıp söndü. Elindeki işi bıraktı. Sahi, bizim deli oğlana Memnune'yi alsak kim ne der?"

Esnâf hikâyeleri nihayetinde iyimser bir şekilde bitse de ve hatta kitabın arka kapağında "iyimser hikâyeler" dense de öyle her şeyin güllük gülistanlık olduğu tablolar yok Mustafa Çiftci'nin metinlerinde. Yalnızca şunu söyleyebilirim; karamsar ve umutsuz hikâyelerdense yaşamın her anında, ne olacağını bilinmez tüm zamanlarında bizi bekleyen nice hadiselerin olduğu ve bunların iyi neticelenmesinin şifresinin de aslında insanda bulunduğu okunabiliyor. Arka Kapak'taki bir röportajda yazara nedir bu esnafları merkeze alış sebebi diye sorulmuş. Yazarın yanıtı şöyle: "Ödenemeyen BAĞ-KUR borçları, toptancıya verilmiş senetler, kötü çıraklar, hain kalfalar, borcunu vermeyen müşteriler, kurnaz köylüler, yalancı memurlardan oluşan dünyalarında çocuklarını düşünürler. Çocukları için iki seçenek vardır. Ya bu dükkân denen delik ya da aha Ankara oku kurtar kendini. Bazen çocuklar iki seçeneği de seçmez kendince bir yol tutturur. Biri Almanya’daki dayı kızıyla evlenir gider. Diğeri Antalya’da kuaför olur, askerde uzman çavuş olarak kalır, ne de olsa her yerde ama her yerde Yozgatlı vardır. Gittiğin yerde tutarsın bir ucundan…"

Röportajda, kitabın isminde geçen altmışaltının Yozgat plakası olması dışında iskambil oyununu çağrıştırması da var. Çünkü yazar, hikâyelerinde "ille de şu anlaşılsın" gibi bir kaygı gütmediği için kitabın adında da bunu uygulamak istemiş. Bir de kitapta ancak görebilene mahsus bir kadın vurgusu var. Derinde, arkada ve tüm kutsallığıyla. Tam da böyle, ana yüreğinin eşsiz iklimiyle bezenmiş bir paragrafla yazımı bitirmek isterim:

"Zeliha her gece ettiği duayı çocuklarının üzerine üfler de öyle yatarmış. Erkan gittikten sonra "Bursa ne tarafta Müslüm?" diye sormuş. "Şo tarafta," diyen Müslüm'ün tarif ettiği tarafa, Erkan'a doğru üfleyerek yatmış yerine."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

17 Şubat 2017 Cuma

Yaralarımıza cesurca neşter vuran satırlar

Müslümanların, İslami varoluş ilkeleri temelinde bir hayatın içinde olmadıkları, olamadıkları bir vakıa. Varolmak yalnızca biyolojik bir varoluş olarak değerlendirilemez, maddi varlığa indirgenemez. Bugün dünya üzerinde milyarlarca müslümanın varlığı söz konusu ama bu sadece sayısal bir durumu gösteriyor. Bu varlığın söz konusu olmasına rağmen kültür, medeniyet, yaşayış bağlamında baskın bir İslami paradigmadan söz etmek imkânsız. Nicelik, niteliğin maalesef üstünü örtmüş durumda. Müslümanlar bir yığın haline dönmüş, şehirlerimiz virane…

İslam’ın dirilten, direnen, insanı her dem uyanık tutan, insana âdem olma sorumluluğu yükleyen çağrısı akis bulmuyor dünyamızda. Hakikatin yittiği, gerçeğin boz bulanık bir Batı postmodernliğinde başını taştan taşa vurduğu bir dönemdeyiz. Bütün muhalif seslerin birbirine benzediği, hiçbir şeyin diğer bir şeyden seçilemediği, insanoğlunun neoliberal, kapitalist bir faşizmle sarmalandığı, bütün büyük anlam dünyalarının yağmalandığı, yerel oluşumların yok edildiği bir dönem… Muhammedî ruhun geri çekildiği, çıkarın, menfaatin, adam kayırmacılığın tavan yaptığı, gemisini yürüten herkesin kaptan olduğu bir allak bullak anlayış. Bireyi öne çıkarttığı iddiasıyla bencil, oportünist, nihilist, narsist bir insan hakları söylemi. Bir tahakküm aracı haline getirilen demokrasi…. Kolonyalist bir mantıkla susturulan, dilsizliğe, kimliksizliğe, tarihsizliğe mahkûm edilen Batı dışı toplumlar… Evet, böylesine talihsiz zamanlarda yaşıyoruz. Teslimiyetçi, muhafazakâr, konformist, mezhepçi, sağcı bir dilin egemenliğinde…

Atasoy Müftüoğlu, tam da bu vasatta Varoluşsal Kaygılar adını verdiği kitabında yeni bir sesin, yeni bir soluğun kaçınılmazlığını vurguluyor. Müslümanların yeniden İslam'a dönmesinin gerekliliğini… İslam adına üretilen hurafelerden, cemaat taassuplarından, nostaljik gelenekselcilikten, emperyal sistemin çıkarlarının bir parçası olan siyasi ve ekonomik yapılanmalardan, bencil anlayışlardan, pısırıklıktan, mitolojik hikâyelere tapınmaktan vazgeçmemizin hayati önemini hatırlatıyor. Kitabın her satırı yüzümüze tokat gibi çarpıyor. Serkeşleşen, berduşlaşan, uyuyan bilincimizi sarsıyor. Yeniden kendimize gelmemiz için bizleri uyarıyor. Artık her şeyin bittiğine, iktidarı ele geçirdiğimize, güçlendiğimize inanmaya başladığımız bir dönemde bizlere acı gerçekleri hatırlatıyor bir kez daha. Dönen dolapların aslının astarının ne olduğu cesurca gündeme getiriliyor. Batı düşüncesi karşısında yenilgisini ilan eden ve batının sapkın anlayışlarına biat eden kültürel ve entelektüel dünyamıza ve çarpıklıklarına dikkat çekiliyor.

Müslümanların çağımıza egemen olan sanal var oluşlardan sıyrılıp gerçek var oluşa dönmesi ve insanlığı da bu var oluşa davet etmesi elzem. Herkes 'online' var oluşlar peşinde. Kendinden ve hayattan kaçma… Gerçekle yüzleşmek, hakikate bağlanmak zor geliyor günümüzün tüketici insanlığına. Sorumluluk, inanmışlık ve adanmışlık da… Atasoy Müftüoğlu, zamanın akışının aksine hakikat, sorumluluk, adanmışlık diyor. İslam’ın evrensel ilkelerinden söz açıyor. İnanmaktan… Bir bilinç devriminden… Yüzyıllardır daldığımız uykudan uyanmak… Velhasıl Bir Müslüman varoluşu gerçekleştirmemiz gerektiğini söylüyor. Müslümanların, seküler insanlar gibi mal mülk peşinde koşmamaları, maddi ihtirasları ilkelerin önüne koymamaları, cemaatlerini putlaştırmamalarını, fikri derinliklerini yitirmemelerini salık veriyor.

Modern insana özgü olan konformizmin kollarında hiçbir risk almadan yaşamak, kendini var olanın koynuna atarak rahatına bakmak, her şeye katılıyormuş gibi yapmak ama hiçbir şeyin içinde olmamak gibi ahlaki durumlar Müslümanları da etkisi altına almış görünüyor. Herkes kulluğunu sırça köşklerde yaşamak peşinde. Rahat koltuklar, ağız sulandıran makamlar, alengirli ticari ilişkiler, İslam'la alakası olmayan saçma menkıbeler, teknolojiye bağlanmalar… Bütün bu söylediklerimiz İslam'dan ve onun öğretilerinden daha çok ilgimizi çekiyor. Bizim anlam dünyamız da artık sayılardan ve çokluğun egemenliğinden ibaret. Ruhsuz, bilinçsiz kalabalıklar övünç kaynağımız haline gelmiş bulunuyor. Müftüoğlu’nun dediği gibi aslında hiçbir yere gitmeyen yollarda yürüyoruz. Tükeniyoruz…

Varoluşsal Kaygılar, maharetli bir cerrah gibi dini ve toplumsal yaralarımıza cesurca neşter vuran satırlardan müteşekkil. Müslüman toplumun yaralarından cerahat fışkırıyor. Ruhsuz, modern putperestliğe söyleyecek lafı olmayan, bencil, ilkel, derinlikten yoksun, şeyhini, hocasını kutsallaştıran, hezeyanlarını din belleyen, gösteriş ve imaj çağının gönüllü kulu olan bir toplum. Varoluşsal kaygılarımızın yerini ne yazık ki cebimizi ve midemizi doldurma kaygısı almış. Artık büyük düşünmek değil, önemli olan günü kurtarmak… Çıkar ve menfaat ilişkileri içinde maçı kazanmak… Önemli olan oyunu oynamak değil kazanmak. Her ne pahasına olursa olsun kazanmak. Şerefli bir yenilgiyi alçakça bir kazanmaya tercih etmek. Atasoy Bey, bir Müslüman vicdan olarak böylesi ortamlara ve anlayışlara karşı duruyor. Yalnız bırakılmayı, dışlanmayı göze alarak…

Müftüoğlu meseleleri değerlendirirken mistik hayalleri, nevrotik bekleyişleri, duygusal sağanakları bir kenara bırakıyor. Gerçeği gizleyen bu tür ruh durumlarıyla işi yok. İşte bu yüzden söyledikleri bazen çok sert gelebilir. Karamsarlıkla eleştirilebilir. Hele ki eleştiri kültüründen çok uzak olan dini cemaat ve anlayışlarla çepeçevre sarmalandığımız günümüzde. O, kendine tevhidi referans noktası olarak alıyor. Müslümanlar olarak hepimizde bir alışkanlık haline gelen naif iyimserliğin boğucu hayal kırıklıklarına yol açtığını da söylemeden geçmiyor. Kitapta kişilerin, kurumların eleştirilmesinden ziyade bir mantalitenin, bir paradigmanın, daha doğrusu son zamanlara egemen olan ve modern zamanlara karşı söyleyecek bir şeyleri olmayan hatta modern zamanlara eklemlenen dini düşüncenin eleştirisi… Bu düşünüş içinde yer alan ve değişmek için hiçbir gayret göstermeyen, modern sapmalara karşı insanlığı uyarmayan cemaatlerin, tarikatların, yapıların eleştirisi… Kültürel yabancılığa karşı sesini çıkarmayan, derinliğini kaybeden, nitelikten ziyade niceliğe yaslanan, ahlakiliği göz ardı eden, bir ilim irfan ocağı olmanın dışında ticari işletme, holding gibi çalışan cemaat ve yapıların eleştirisi… Nitekim burada söz edilen yapıların gayriahlaki uygulamalarına bizzat şahit olmaktayız.

Varoluşsal Kaygılar, klişe ve sığ bilgilerden, çatışmacı ve oportünist siyasal gündemlerden uzak durmamızı tavsiye ediyor. Kitle iletişimin kafalarımıza doldurduğu malumatlardan, gündelik dedikodulardan sıyrılarak gerçek gündemimize, varoluşsal kaygılarımıza dönmeyi…

Atasoy Müftüoğlu’nun mevcut çalışmasını okurken küresel dünyada Müslümanlar olarak yeni varoluşsal ufuklara ihtiyacımız olduğunu bir kez daha idrak ediyoruz. Yeni derken yeni dünya düzeniyle bir bağlantısı olmayan ufuklar. Yeni dünya düzeninde, yeni medya düzeninde egemenlik kâr ve çıkar mücadelesinin kullanımında. Biz insani, ahlaki, toplumsal bir sorumluluktan ve düzenden bahsediyoruz. Her türlü ideolojik, seküler, neoliberal, kapitalist vahşetin ötesinde… Müslümanlar olarak medeniyetimizin değerlerini, anlamlarını, bilgeliklerini, hikmeti, insanlığı, merhameti, erdemi, adaleti yeniden güncelleştirmemiz şart. Bugünün neoliberal, bireyci, emperyalist, ırkçı, ahlaksız, faşist, pornografik, sapkın anlayışına karşı insanlık diyoruz.

Günümüzde güçlülerin, müstekbirlerin, sömürgecilerin, medya tiranlarının, sermaye sahiplerinin sesi yükseliyor. Müslümanlar olarak hepimiz dinliyoruz, susuyoruz. Coğrafyamıza yapılan saldırıları, tecavüzleri, yıkımları sadece izliyoruz. Mezhep, meşrep kavgaları… Cemaat tokuşturma… Senin şeyhin benim şeyhimi döver havaları… Bürokrasi köşelerinde koltuk kapma kavgası… Evet, bizim uğraşılarımız, meşguliyetlerimiz de bunlar. Müftüoğlu’nun vurguladığı gibi bu tip basitliklerden kurtulup kendimizi ümmet çapında yeniden inşa etmeliyiz. Hayatımızı söylemsel anlamda karşı olduğumuz kapitalizm, fanatizm gibi ideolojilere kurban etmeden İslami ilkeler etrafında kurmalıyız. Atasoy Müftüoğlu’na kulak vermeliyiz!...

Muaz Ergü
twitter.com/muazergu
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.

16 Şubat 2017 Perşembe

Hafıza kaybı, yeni bir yaşam başlatabilir mi?

İnsan, hayatı boyunca birçok şey yaşar, birçok eşyaya, mal, mülke sahip olur. Hatta bu mülkiyetler çoğu zaman bir güven hissi oluşturur, gelecek kaygısını azaltır. İnsanın en geniş ve ömrü boyunca kendisiyle kalan mülkiyeti ise anılarıdır: Çocukluk, ilk gençlik yıllarındaki telaşlar, üniversite anıları…

Hafıza, kişiye kimlik kazandıran bir toplamdan oluşur. Arkadaş sohbetlerinde, günlüklerde, kitaplarda anlattığımız ve bize ait olan bu yaşanmışlıklar, bir gün, yakalandığımız bir hastalıkla hazinemizden bir bir kaybolabilir. Arno Geiger, Yaşlı Kralın Sürgünü isimli romanında, babasının Alzheimer hastalığına yakalanmasından sonraki dönemde yaşadıklarına, geçmişi ve hastalıkla birlikte yaşamaya başladığı günleri çerçevesinde tanıklık ediyor ve bu tanıklığını okurla paylaşıyor.

Roman, ‘yaşlı kral’ın Alzheimer hastalığının başladığı dönemde bunun hiçbir şekilde anlaşılmadığına vurgu yaparak açılıyor. Gün geçtikçe kendi kabuğuna çekilen yaşlı adama, ailesi ve çevresi tarafından ‘emeklilik sonrası çevreye olan ilgisini yitirmek’ teşhisi konuluyor, birkaç yıl içerisinde hayatlarına dahil olacak yaralayıcı hastalıktan henüz kimsenin haberi yok. Yataktan çıkmak, giyinmek, yemek saatinin geldiğini anlamak gibi birçok insan için otomatikleşmiş eylemler bile yaşlı kral için yardım alması gereken süreçlere dönüşüyor. Ailesi ama en çok da kendisi bu hastalığın etkileri karşısında nasıl bir yol izlemesi gerektiğini bilemez halde. Alzheimer, kılavuz kabul etmiyor çünkü hastalık her hasta ve her durumda farklı çözüm önerileri bekleyecek kadar acımasız ve oyunbaz. Yazar, durumu şöyle açıklıyor: ­"Demans hastaları diğerleri gibi değildir, genelleme yapmak zordur. Hastalığa yakalananlar doğası gereği anlaşılmazlar. Her biri kendi yetileri, duygularıyla ve hastalığın herkese göre değişen ilerlemesiyle kendi başına bir olaydır."

Yaşlı adam anılarını, hobilerini, deneyimlerini, yani yaşam içerisinde geliştirdiği tüm alışkanlıklarını kaybettiği bu dönemde en çok da güven duygusunu kaybediyor. İnsanlar ve mekân onun için büyük bir bilinmezlik; bulunduğu yer öylesine yabancı geliyor ki sürekli olarak çevresindekilerden onu ‘evine’ götürmelerini istiyor. Onu terk eden ve geriye büyük boşluklar bırakan hafızası, gün geçtikçe hayata tutunduğu ipleri bir bir elinden alıyor. Neyse ki yanında ailesi var. Hastalığı sonucu koca inatçı bir çocuğa dönüşen yaşlı kralın dirençleri zaman zaman ailede gergin anların yaşanmasına neden olsa da roman boyunca aile olmak ve hayata birlikte devam etmek duygusu, okura samimi bir şekilde yansıtılıyor. Okur, hayatta karşılaşacağımız tatsız sürprizlerle baş ederken sevgiyle, incelikle hareket etmenin akışına kapılıyor. Aynı zamanda, ‘Bu neden benim başıma geldi?’ sorusunun bir cevabının olmayışıyla da yüzleşiyor.

Geiger’in otobiyografik öğeler taşıyan romanı Yaşlı Kralın Sürgünü’ndeki zorunlu kabulleniş, yazarın sıcak ve duygusal anlatımıyla birleşiyor çünkü yazar, bu hastalık aracılığıyla babasını daha yakından tanıma ve anlama şansına erişiyor. Yıllardır yan yana olan ve bir hayatı paylaşan iki insan, yaşlı kralın anılarının silinmesinin peşinden bambaşka anılar ve bir tür kader ortaklığının inşasına başlıyor: "Muhakkak ki Alzheimer hastalığının babama kattığı bir şey yoktu ama çocukları ve torunlarına öğreteceği birkaç şey vardı. Ebeveynlerin görevi de çocuklarına bir şeyler öğretmek değil miydi?"

Yaşlı Kralın Sürgünü, ebeveyninin bakımını üstlenen bir çocuğun gözünden yaşananları aktarıyor. Yazarın anlatımındaki samimiyet, romana yansıyor ve okur için empati kuracağı bir yolculuğun kapısı aralanıyor. Okuru bol olsun.

Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal