Teknolojik buluşlar hayatımızı kolaylaştırır. Peki ya kişileri aptallaştırır mı? “İnternet elbette kayda değer bir şey” diyor anarşist ve aktivist yazar Graeber, belki de her şey göründüğü gibi değildir.
“50 yıl geçti, en iyi bilim insanlarımızın bize sunmayı başarabildikleri en iyi şey bu mu? Bizse gerçekten düşünebilen bilgisayarlar bekliyorduk!”
Üniversitelerde bile “belgeler denizi” olmaktan ileri gitmeyen bilgisayarın ve internetin ortaya çıkış amacıyla, ulaştıkları sonuç arasındaki uçurumun büyüyor oluşunun altını çiziyor. Yazarın bu konudaki düşüncesi şöyle:”Bu noktada ben, hepimizin Silikon Vadisi’nin ve internetin doğuş efsaneleriyle büyülenerek gerçekte olup bitenleri göremez hale geldiğimizi düşünüyorum”. Kuralların Ütopyası’nda yazar, bu orijinal tezlerine açıklık getirmiş. Şirket bürokratlarının ittifakları ve finans dünyasına dair çarpıcı tespitleri var David Graeber’in: “Demek ki finansal teknoloji bir şaka olmaktan çıkıp toplumsal gerçekliğimizin belkemiği olabilecek kadar gerçeklik haline gelmiş.”
R. Solnit’in de dediği gibi, “özgün bir siyaset düşünürü” ile karşı karşıyayız. Kapitalizmin bürokrasiyle olan köklü ilişkisini kitabında irdeleyen David Graeber, incelikli tahlilleriyle okurun gözünü açmayı hedefliyor. “Hiç unutmayın, her şey eninde sonunda değerle ilgilidir. Birilerinin en büyük değerimiz akılcılıktır dediğini ne zaman duysanız, bilin ki en büyük değerlerinin ne olduğunu itiraf etmek istemedikleri için öyle söylüyorlar.”
Hata oranı sıfır olan makinelerin hayatımızdaki rolü irdelenmiş kitapta. “ATM’ler neden hata yapmaz hiç düşündük mü?” diye soruyor yazar. Ayrıca Graeber, pratikteki bürokrasinin, insan hayatındaki gerçek sosyal varoluş imgesine ters düştüğünün, insanı istatistiksel veriler, kurallar, formlar olarak etiketlediğinin dolayısıyla basitleştirdiğinin altını çiziyor.
“Tarihsel açıdan piyasalar ya hükümet faaliyetlerinin, özellikle askerî faaliyetlerin yan etkisidir ya da direkt olarak hükümet politikaları eliyle yaratılmıştır.”
Devamında “para”nın askerlerin ihtiyaçlarını karşılamak için icat edildiğini öğreniyoruz. Vizyon, kalite, inovasyon, liderlik, küresel adalet hareketi, bireysel faşizm, teknoloji, aptallık, hesap verilebilirlik süreçlerine dair yeni tezler öne sürüyor yazar.
Graeber “Yorumlayıcı emek” ifadesini ise şu cümlelerle açıklıyor: “İnsan ilişkilerinin çoğu -özellikle uzun dönemli arkadaşlıklar veya uzun dönemli düşmanlıklar gibi- fevkalade karmaşıktır, tarih ve anlamla doludur. Bunları devam ettirmek, sürekli ve genellikle ustalık gerektiren hayal gücü çalışması yapmayı, hiç durmadan dünyayı başkalarının gözünden görmek için uğraşmayı gerektirir.”
Yaratıcılık, insiyatif, girişimcilik dilinin altında gizlenen bir dilden söz ediyor Graeber. Ona göre, bürokrat ruhun yansıması bu anlamsız dili oluşturuyor. Günümüz siyasi yaşamına özgün bir katkıda bulunacağına inanan yazar, okurunu bürokratik uygulamaların alışkanlık ve yeni anlayışlarla toplumu çepeçevre nasıl kuşattığını sorgulamaya davet ediyor. Antropolog, düşünür ve aktivist David Graeber, bu kuşatmanın şiddet içerdiğine de işaret ediyor.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
7 Aralık 2016 Çarşamba
İncelikli kurguyla ve masalsı dille harflerin sırrı
Her şey kahramanımızın Fitzwilliam Müzesi’ndeki o sergiye gidişiyle başlar. “Mehmed Siyah Kalem”... Afişte gördüğü isim, o an hiçbir şey ifade etmese de Elif’in hayatını dönüştürecek bir isim olacaktır. Elif, sanat tarihi doktorasını yapmaktadır, ancak tezini yazarken tıkanmıştır. Cambridge’deki serüvenine Topkapı Sarayı Müzesi’nde üç aylığına devam edebilmek için tez danışmanı Prof. Bailey’i zor bela ikna eder. Bu süreçte hocasının ona tez danışmanı olarak önerdiği hukuk tarihçisi Lam Murat Hoca ile çalışacaktır. Kitapta, birbirine paralel kurgulu hayatlar anlatılıyor. Anlatılan, o en yüce duygunun dönüştürdüğü hayatlar aslında; kimi zaman doktora öğrencisi Elif’in ağzından, kimi zaman vezir kızı Esma’nın dilinden: “Ben Esma. Tebriz’in soylu ailelerinden birinin kızı ve Fazlullah Esterabâdî’nin karısıyım. Fazlullah hem kocam, hem de şeyhimdir.”. Hurufîlerin başıdır Fazlullah. Tarihte öyle bilinir. Daha sonra anlatıcı olarak Nasrullah girer devreye. Fazlullah’ın hem öğrencisi hem dostudur. Çeyrek asır boyunca... Fazlullah’ı kendine şeyh olarak bilmesi rüya yoluyla gerçekleşmiştir. Esma ile Fazlullah'ın evlendiriliş öyküsünü dinleriz ondan.
Elif’in Lam Murat ile tanışmasıyla birlikte olaylar biraz farklı biçimde seyretmeye başlar. Lam Hoca genç, bekâr ve karizmatik bir adamdır. Elif ondan etkilenmiştir. Ayrıca tahmin ettiğinden çok daha farklı, zeki, birikimli ve sıcak bir adamla karşılaşmıştır Elif. Lam, “Mehmed Siyah Kalem” ile ilgili tez aşamasında ona yardımcı olmak için elinden geleni yapmaktadır.
“Lamelif” kısmında Derviş Baba, Esma’ya bu harfin sırlarını şöyle anlatır: “Lamelif’i anlamak için hem Elif’in Lâm’ını, hem de Lâm’ın Elif’ini iyi bilmek gerekir. Lâmelif’te Elif ve Lam iki sevgili gibi kucaklaşır, ayakları birbirine dolanır. Bir araya geldiklerinde ikisi de birbirine doğru meyil eder. Bu meylin kaynağı aşk ve arzudur. Ancak Lâm bu babda Elif’te’ daha güçlüdür ve Elif’ten daha aşıktır. Minyatürlerin sahibi Mehmed Siyah Kalem’in yaşadığı çağın ve coğrafyanın bilinmezliğini çözmek o kadar da kolay olmayacaktır. Resimlerdeki belirgin bitki örtüsü bozkırdır. Yani Tebriz ve Herat gibi büyük şehirlerden herhangi biridir. Belki de İpek Yolu veya benzeri bir yöredir. Elif, resimlerin 14. yüzyılın ikinci yarısı ile 15. yüzyılın başlarında Tebriz, Herat veya Semerkant’ta yapılmış olabileceğini tahmin etmektedir. Lam, ona Timur zamanında kurulan saray akademisinden bahseder. Öyle öyle ilerler çalışmaları, ancak yavaştır ve somut delillere dayanmamaktadır.
Olaylar, Kalenderî derviş Nakkaş Mehmed’in Fazlullah’ın yanında tekkeye gelişiyle hızla gelişir. Mehmed sıtmaya yakalanmıştır. Doktor gelene kadar Esma onunla ilgilenir. “Aşk faslı”nda anlatılan, Hesna ile Esma’nın pencereden Nakkaş’ı görmeleriyle başlayan hikâyedir. Esma şöyle der: “Aşk tuzağı geldi, beni sarıp sarmaladı. Önce tenden geçti, sonra cana erişti. Aşk ile aşina oldum. Dert ile derman, birlik ile ayrılık hepsi bir oldu. Öyle ki göğsümde sabır ve şuur bırakmadı, can ülkemi baştan başa sarmaladı. Sevgiliden gelen cefa taşlarıyla kırıldı gönül kuşum. Sorarsanız, işte budur bütün suçum.” (Nedense buralarda Mesnevi okuyormuşum hissine kapıldım!). Roman, iki kadının odağında ilerliyor. Doktora öğrencisi Elif ve Fazlullah’ın eşi Esma. İkisi de, Nakkaş Mehmed’in ışığından gözleri kamaşan ve kendini ateşe vuran birer kelebek gibi onun odunda/n yanıyor.
Geçmişin anlatıldığı kısımları okurken Elif’in bulmaya çalıştığı ‘sırrı’ çözmeye çalışıyoruz. Kendimize ayna kıldığımız isimlerin aslında varlık kadar yokluk ile anlaşılacağını ve bu sırrın da ebedilik arzusuyla bağlantılı olduğunu öğreniyoruz. “Gözümü yumsam karşımda görürüm yârin yüzünü,/ Duyduğum her söz kulaklarımda yârin sözüdür./ Can-u ten gözüyle gördüm yârimi,/ Benim kalbim artık ilham yeridir.” diyen Esma’nın sözlerinde buluruz sanatın ‘ilham kaynağı’nı... “Merhamet faslı”nda söylendiği gibi, “Allah insanı kendi sureti üzerine yarattığına göre, insanın yüzündeki güzellik aslında ilahi güzelliktir. Bir insana aşık olan, ilahi güzelliğe aşık olmuş demektir. Unutma mecazi aşk, içinde ilahi aşkı da barındırır.” Yavaş yavaş sona gelinir. Elif, Lam’ın yardımıyla birçok sırrı çözmüş, çalışmasını tamamlamıştır.
“Yoğun” bir roman Kitab-ı Siyah Kalem. Öyle bir çırpıda özetlenebilir mi bilmem, ama kısaca şu söylenebilir: Gulyabanilerden demonlara, daha birçok konuyla ilgili bilgiler barındırıyor. “Hiçlik faslı”nda duraklıyor, şiirdeki gülün dikenlerini kalbinize batırıyor, bazı cümlelerin altını daha bir çiziyorsunuz. Lam’la birlikte, Timur hakkında “Bir insanın hem ruhunda bu kadar şiddeti barındırıp hem de şiiri, edebiyatı, resmi bu kadar sevmesi şaşırtıcı değil mi?” diyorsunuz. İncelikli bir kurguyla, geçmiş ve gelecek arasındaki gidiş-gelişlerle; bir ‘ürkeklik kuşu’ sembolüyle, kimileyin masalsı bir dille; harflerin sırrına ermeye çalışarak, "her bulmaca çözümünü de kendi içinde barındırır."
“Sen, ilk ışığın kaynağı olan harfleri övgüyle an...” cümlesinde bir sır yok mu sizce de?
Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
Elif’in Lam Murat ile tanışmasıyla birlikte olaylar biraz farklı biçimde seyretmeye başlar. Lam Hoca genç, bekâr ve karizmatik bir adamdır. Elif ondan etkilenmiştir. Ayrıca tahmin ettiğinden çok daha farklı, zeki, birikimli ve sıcak bir adamla karşılaşmıştır Elif. Lam, “Mehmed Siyah Kalem” ile ilgili tez aşamasında ona yardımcı olmak için elinden geleni yapmaktadır.
“Lamelif” kısmında Derviş Baba, Esma’ya bu harfin sırlarını şöyle anlatır: “Lamelif’i anlamak için hem Elif’in Lâm’ını, hem de Lâm’ın Elif’ini iyi bilmek gerekir. Lâmelif’te Elif ve Lam iki sevgili gibi kucaklaşır, ayakları birbirine dolanır. Bir araya geldiklerinde ikisi de birbirine doğru meyil eder. Bu meylin kaynağı aşk ve arzudur. Ancak Lâm bu babda Elif’te’ daha güçlüdür ve Elif’ten daha aşıktır. Minyatürlerin sahibi Mehmed Siyah Kalem’in yaşadığı çağın ve coğrafyanın bilinmezliğini çözmek o kadar da kolay olmayacaktır. Resimlerdeki belirgin bitki örtüsü bozkırdır. Yani Tebriz ve Herat gibi büyük şehirlerden herhangi biridir. Belki de İpek Yolu veya benzeri bir yöredir. Elif, resimlerin 14. yüzyılın ikinci yarısı ile 15. yüzyılın başlarında Tebriz, Herat veya Semerkant’ta yapılmış olabileceğini tahmin etmektedir. Lam, ona Timur zamanında kurulan saray akademisinden bahseder. Öyle öyle ilerler çalışmaları, ancak yavaştır ve somut delillere dayanmamaktadır.
Olaylar, Kalenderî derviş Nakkaş Mehmed’in Fazlullah’ın yanında tekkeye gelişiyle hızla gelişir. Mehmed sıtmaya yakalanmıştır. Doktor gelene kadar Esma onunla ilgilenir. “Aşk faslı”nda anlatılan, Hesna ile Esma’nın pencereden Nakkaş’ı görmeleriyle başlayan hikâyedir. Esma şöyle der: “Aşk tuzağı geldi, beni sarıp sarmaladı. Önce tenden geçti, sonra cana erişti. Aşk ile aşina oldum. Dert ile derman, birlik ile ayrılık hepsi bir oldu. Öyle ki göğsümde sabır ve şuur bırakmadı, can ülkemi baştan başa sarmaladı. Sevgiliden gelen cefa taşlarıyla kırıldı gönül kuşum. Sorarsanız, işte budur bütün suçum.” (Nedense buralarda Mesnevi okuyormuşum hissine kapıldım!). Roman, iki kadının odağında ilerliyor. Doktora öğrencisi Elif ve Fazlullah’ın eşi Esma. İkisi de, Nakkaş Mehmed’in ışığından gözleri kamaşan ve kendini ateşe vuran birer kelebek gibi onun odunda/n yanıyor.
Geçmişin anlatıldığı kısımları okurken Elif’in bulmaya çalıştığı ‘sırrı’ çözmeye çalışıyoruz. Kendimize ayna kıldığımız isimlerin aslında varlık kadar yokluk ile anlaşılacağını ve bu sırrın da ebedilik arzusuyla bağlantılı olduğunu öğreniyoruz. “Gözümü yumsam karşımda görürüm yârin yüzünü,/ Duyduğum her söz kulaklarımda yârin sözüdür./ Can-u ten gözüyle gördüm yârimi,/ Benim kalbim artık ilham yeridir.” diyen Esma’nın sözlerinde buluruz sanatın ‘ilham kaynağı’nı... “Merhamet faslı”nda söylendiği gibi, “Allah insanı kendi sureti üzerine yarattığına göre, insanın yüzündeki güzellik aslında ilahi güzelliktir. Bir insana aşık olan, ilahi güzelliğe aşık olmuş demektir. Unutma mecazi aşk, içinde ilahi aşkı da barındırır.” Yavaş yavaş sona gelinir. Elif, Lam’ın yardımıyla birçok sırrı çözmüş, çalışmasını tamamlamıştır.
“Yoğun” bir roman Kitab-ı Siyah Kalem. Öyle bir çırpıda özetlenebilir mi bilmem, ama kısaca şu söylenebilir: Gulyabanilerden demonlara, daha birçok konuyla ilgili bilgiler barındırıyor. “Hiçlik faslı”nda duraklıyor, şiirdeki gülün dikenlerini kalbinize batırıyor, bazı cümlelerin altını daha bir çiziyorsunuz. Lam’la birlikte, Timur hakkında “Bir insanın hem ruhunda bu kadar şiddeti barındırıp hem de şiiri, edebiyatı, resmi bu kadar sevmesi şaşırtıcı değil mi?” diyorsunuz. İncelikli bir kurguyla, geçmiş ve gelecek arasındaki gidiş-gelişlerle; bir ‘ürkeklik kuşu’ sembolüyle, kimileyin masalsı bir dille; harflerin sırrına ermeye çalışarak, "her bulmaca çözümünü de kendi içinde barındırır."
“Sen, ilk ışığın kaynağı olan harfleri övgüyle an...” cümlesinde bir sır yok mu sizce de?
Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
5 Aralık 2016 Pazartesi
Yas, kin ve sevgi hep diri kalabilir mi?
"Kimse bana inanmayacağı için gördüklerimin yarısını bile anlatmadım."
- Marco Polo
"Bazı yaralar var ki, kapanmış olsalar bile, dokununca sızlarlar."
- Ivan Turgenev
İşlediği her temayı güçlü biçimde şiirlerine aksettirmiş bir şair Kemal Varol. Her şiiri bin kefaret gibidir. Şairin üç de romanı var; Jar, Haw ve Ucunda Ölüm Var. Jar; Kürtçe "zehir", Arapça ise "komşu, yakın" gibi anlamlara geliyor. Daha evvel Sel Yayıncılık'tan çıkmıştı, artık İletişim Yayınları neşrediyor. Hem bedeni hem de ruhu yaşlı iki adamın, İçli Halil ile Rahatsız Kamil'in kinlerini, sevgilerini, öfkelerini, anılarını anlatıyor. Peki nerede? Kemal Varol'un düş dünyasında meydana getirdiği Doğu'da bir kasabada, Arkanya'da.
1980 darbesi henüz geçmiş fakat sıkıyönetimin halkın üzerindeki darbeleri henüz geçmemiş. "Sıkıyönetim vardı memlekette. Beş kişinin aynı ayak izini yürümesi dahi suç kabul ediliyordu" diyor anlatıcı. Herkesin mutlaka bir acısı, öfkeye maruz kalmışlığı, şiddetle 'terbiye' görmüşlüğü var bu kasabada. İki yaşlı adamın ise öyle bir geçmişi var ki birbirleri üzerinde, her gün karşılıklı iki meyhanede masalarına kurulup birbirlerini izliyorlar. Aslında bu bir izleme değil, daha çok bakışların taarruz emriyle ateş edip etmeme arasında verilemeyen kararsızlık. Anlatılan geçmiş yalnız bu iki adamın değil, bir toplumun geçmişi. Tüm dertleri saçlarının aklarına bile düşmüş insanların geçmişi.
"İnsanın derdi kalbinden önce insanın saçlarına vururmuş. Yürüyüp gittiği köy yollarında bir gecede saçları beyazlayan nice dert sahibini dinlemiş İçli Halil. Erkekler için iş kolaymış. Uzar uzamaz saçlarını kesermiş erkekler. Kadınlarsa saçlarıyla beraber dertlerini de uzatırlarmış. Babaları o saçları çekip onları döverken de, anneleri sarı taraklarla onları tararken de, bir erkeğin kocaman elleri onları okşarken de nerede kırıldıklarını, hangi ellerde yıprandıklarını, hangi aşkla beyazladıklarını asla unutmazmış kadınların saçları."
Konuşmuyor bu iki öfkeli ve yaşlı adam. Sanki öfkeleriyle beraber dilleri de yaşlanmış, konuşmaya mecalleri kalmamış gibi. Kahvede, meyhanede ya da yolda onları görenler bu iki adamın hikâyesini merak ediyor. Fazla elektrik yediğinden Elektro lakabını almış Cemil, tüm meraklılara bazı hikâyeler anlatıyor bu adamların geçmişleriyle ilgili ama kimse inanmıyor. Diğer taraftan, Rahatsız Kamil’in oturduğu Kazablanka meyhanesinin sahibi Hayri Abi, İçli Halil’in yerleştiği Duble Meyhanesi’ni işleten kardeşi ile yıllardır küs. Okuyucu her an tetikte çünkü büyük bir dolmayı yutabilir. Hikâyeler karışabilir, belki de karışmayabilir. Aslında Elektro Cemil'in dediği gibi; belki de anlatılan en son hikâye gerçek olanıdır. Kim bilir?.. Zaten dertler bile eskiden dertmiş, hikâyeler eskiden hikâye, anılar, hatıralar, çekilen çileler hep eskiden gerçekmiş.
"Eskiden her yer bu kadar uzak değilmiş. Gitmek istediğin yer neresi olursa olsun çabucak gidermişsin. Gidilmek istenen mesafe saatlerle değil, günlerle tayin edildiği için kimsenin aklından zamanı ölçmek geçmez, bunun için telaş etmezmiş. O zamanlar kimse varacağı yer için dertlenmezmiş açıkçası. Yolda geçen zaman da varılan yere dahil edilir, o yol boyunca yaşananlar varılacak yerin, yapılacak işin, görülecek hesabın bir parçası sayılırmış. O yüzden de eskiler bizden çok daha geç varsalar da uzağa, bizim kadar söylenmezmiş."
Kitaptaki her yeni hikâye okuyucuyu hem lezzetli bir kurguya çekiyor hem de kafaları allak bullak ediyor. Hangisi gerçek, hangisi sahte? Yoksa hepsi birer öğüt mü? Belli olmuyor. Tüm hikâyeyi eteklerine dizmiş Makam Dağı ise romana ayrı bir hava katıyor. Bazen sert bir rüzgâr esiyor oralardan, bazen kopkoyu bir ezan yankılanıp geri dönüyor kasabaya. Rıfkı Amca ve Sami konuşuyor, biz de onları yalnızca kafamızı sallayarak onaylıyoruz.
"Bu bina tam bir sanat harikası, dedi Rıfkı Amca. Sami sırtını çevirip her tarafı dökülen gar binasına baktı. Bunca yıldır bu binadaydı ama harika bir tarafını görememişti. "Sahiden mi?" diye sordu. "Sahiden ya," dedi Rıfkı Amca, "kalmadı böyle garlar."
- Ben niye göremiyorum harikalığını peki?
- Göremezsin tabii!
- Neden?
- İnsan kendi hikayesini bilemez de ondan. O yüzden hep başkalarının hikayelerini anlatır."
Son cümlesine kadar kan kusup kızılcık şerbeti içtim, diyen bir roman Jar. Öyle gözyaşlarını içine akıtanların romanı falan değil, İsmet Özel'in "gözlerim nemli değil, gözlerim namlu" demesi gibi. Her yeni bakışta, eskimeyen bir şey ölüyor sanki.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Marco Polo
"Bazı yaralar var ki, kapanmış olsalar bile, dokununca sızlarlar."
- Ivan Turgenev
İşlediği her temayı güçlü biçimde şiirlerine aksettirmiş bir şair Kemal Varol. Her şiiri bin kefaret gibidir. Şairin üç de romanı var; Jar, Haw ve Ucunda Ölüm Var. Jar; Kürtçe "zehir", Arapça ise "komşu, yakın" gibi anlamlara geliyor. Daha evvel Sel Yayıncılık'tan çıkmıştı, artık İletişim Yayınları neşrediyor. Hem bedeni hem de ruhu yaşlı iki adamın, İçli Halil ile Rahatsız Kamil'in kinlerini, sevgilerini, öfkelerini, anılarını anlatıyor. Peki nerede? Kemal Varol'un düş dünyasında meydana getirdiği Doğu'da bir kasabada, Arkanya'da.
1980 darbesi henüz geçmiş fakat sıkıyönetimin halkın üzerindeki darbeleri henüz geçmemiş. "Sıkıyönetim vardı memlekette. Beş kişinin aynı ayak izini yürümesi dahi suç kabul ediliyordu" diyor anlatıcı. Herkesin mutlaka bir acısı, öfkeye maruz kalmışlığı, şiddetle 'terbiye' görmüşlüğü var bu kasabada. İki yaşlı adamın ise öyle bir geçmişi var ki birbirleri üzerinde, her gün karşılıklı iki meyhanede masalarına kurulup birbirlerini izliyorlar. Aslında bu bir izleme değil, daha çok bakışların taarruz emriyle ateş edip etmeme arasında verilemeyen kararsızlık. Anlatılan geçmiş yalnız bu iki adamın değil, bir toplumun geçmişi. Tüm dertleri saçlarının aklarına bile düşmüş insanların geçmişi.
"İnsanın derdi kalbinden önce insanın saçlarına vururmuş. Yürüyüp gittiği köy yollarında bir gecede saçları beyazlayan nice dert sahibini dinlemiş İçli Halil. Erkekler için iş kolaymış. Uzar uzamaz saçlarını kesermiş erkekler. Kadınlarsa saçlarıyla beraber dertlerini de uzatırlarmış. Babaları o saçları çekip onları döverken de, anneleri sarı taraklarla onları tararken de, bir erkeğin kocaman elleri onları okşarken de nerede kırıldıklarını, hangi ellerde yıprandıklarını, hangi aşkla beyazladıklarını asla unutmazmış kadınların saçları."
Konuşmuyor bu iki öfkeli ve yaşlı adam. Sanki öfkeleriyle beraber dilleri de yaşlanmış, konuşmaya mecalleri kalmamış gibi. Kahvede, meyhanede ya da yolda onları görenler bu iki adamın hikâyesini merak ediyor. Fazla elektrik yediğinden Elektro lakabını almış Cemil, tüm meraklılara bazı hikâyeler anlatıyor bu adamların geçmişleriyle ilgili ama kimse inanmıyor. Diğer taraftan, Rahatsız Kamil’in oturduğu Kazablanka meyhanesinin sahibi Hayri Abi, İçli Halil’in yerleştiği Duble Meyhanesi’ni işleten kardeşi ile yıllardır küs. Okuyucu her an tetikte çünkü büyük bir dolmayı yutabilir. Hikâyeler karışabilir, belki de karışmayabilir. Aslında Elektro Cemil'in dediği gibi; belki de anlatılan en son hikâye gerçek olanıdır. Kim bilir?.. Zaten dertler bile eskiden dertmiş, hikâyeler eskiden hikâye, anılar, hatıralar, çekilen çileler hep eskiden gerçekmiş.
"Eskiden her yer bu kadar uzak değilmiş. Gitmek istediğin yer neresi olursa olsun çabucak gidermişsin. Gidilmek istenen mesafe saatlerle değil, günlerle tayin edildiği için kimsenin aklından zamanı ölçmek geçmez, bunun için telaş etmezmiş. O zamanlar kimse varacağı yer için dertlenmezmiş açıkçası. Yolda geçen zaman da varılan yere dahil edilir, o yol boyunca yaşananlar varılacak yerin, yapılacak işin, görülecek hesabın bir parçası sayılırmış. O yüzden de eskiler bizden çok daha geç varsalar da uzağa, bizim kadar söylenmezmiş."
Kitaptaki her yeni hikâye okuyucuyu hem lezzetli bir kurguya çekiyor hem de kafaları allak bullak ediyor. Hangisi gerçek, hangisi sahte? Yoksa hepsi birer öğüt mü? Belli olmuyor. Tüm hikâyeyi eteklerine dizmiş Makam Dağı ise romana ayrı bir hava katıyor. Bazen sert bir rüzgâr esiyor oralardan, bazen kopkoyu bir ezan yankılanıp geri dönüyor kasabaya. Rıfkı Amca ve Sami konuşuyor, biz de onları yalnızca kafamızı sallayarak onaylıyoruz.
"Bu bina tam bir sanat harikası, dedi Rıfkı Amca. Sami sırtını çevirip her tarafı dökülen gar binasına baktı. Bunca yıldır bu binadaydı ama harika bir tarafını görememişti. "Sahiden mi?" diye sordu. "Sahiden ya," dedi Rıfkı Amca, "kalmadı böyle garlar."
- Ben niye göremiyorum harikalığını peki?
- Göremezsin tabii!
- Neden?
- İnsan kendi hikayesini bilemez de ondan. O yüzden hep başkalarının hikayelerini anlatır."
Son cümlesine kadar kan kusup kızılcık şerbeti içtim, diyen bir roman Jar. Öyle gözyaşlarını içine akıtanların romanı falan değil, İsmet Özel'in "gözlerim nemli değil, gözlerim namlu" demesi gibi. Her yeni bakışta, eskimeyen bir şey ölüyor sanki.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
2 Aralık 2016 Cuma
Sanatçı kimdir, sanat nedir?
“Her İnsan Bir Sanatçıdır” kitabı, Coomaraswamy'nin "Sanatçı özel tür bir insan değil, her insan bir sanatçıdır" sözüyle başlıyor. Bir seçki olarak da görebileceğimiz kitap, geleneksel medeniyetlerde üretilen sanatın anlaşılması adına yazılmış makalelerden oluşuyor. Kitaba yazdığı önsözde, Seyyid Hüseyn Nasr da, eserin bu yönüyle birlikte, insan olmanın gerçek doğasının anlaşılması ve insan olmanın ne demek olduğunun bilinmesi bakımından da büyük öneme sahip olduğunu söylüyor.
Hüseyn Nasr ve gelenekselci ekole göre insan olmak, dünyada ilahî sureti yansıtmaktır. İnsan, insan olmak marifetiyle yapar ve yaratır, kendi aslî tabiatına sadık kalmak suretiyle de geleneksel sanat üretir. Geleneksel sanat ise yeryüzünde İlahi Sanatçı'nın yani bir güzel ismi de Sâni olan Allah'ın hikmet ve cemalini yansıtır. Geleneksel sanatçı, tabiat olarak hakikatlere batınen açık bir varlıktır. Geleneksel ekole göre sanat, belli bir türe ait faaliyet değildir. Gelenekselciler, dünyada her şeyin kendisine ait bir sanatının olduğunu ve sanatın geleneksel kurallara göre yaşanan hayatın ta kendisi olduğunu savunur.
Seyyid Abdülkadir Geylânî Hazretleri de Fethu'r Rabbanî isimli vaazlarının toplandığı kitapta, kulluğun bir sanat olduğunu ifade eder. Bu ifade gelenekselci ekolün dayanaklarının daha çok İslam dininin tasavvufi yorumunda bulunduğunu gösteriyor. İki ifade de kelimeler farklı olsa da mana bakımından paralellik gösteriyor. Zira kulluk hayatın tüm alanlarını kapsar.
"İnsan yeryüzü hayatında manevi olan tabiatını ve her şeyin manevi tabiatını gerçekleştirme misyonu ile görevlendirilmiştir" diyor kitabı derleyen Brian Keeble. Ona göre bu misyon sadece uzmanlaşmış bir seçkinler grubunun malı olmayıp, tam manası ile insan olmanın alametidir. Sanat işçiliğin kurallılığı ve mükemmelliği anlamına gelir. Gerçek sanat Keeble'a ve gelenekselci ekole göre, insanların gerçekliğin kutsal tabiatı ile olan asli ve olmazsa olmaz münasebetlerini, uygun bir geçimin gereklilikleri vasıtasıyla gerçekleştirdikleri araçsal vesileler olarak ifade edilir.
Brian Keeble, bu şekilde ifade ettiği sanatın git gide bambaşka bir boyuta taşındığına işaret ederek, modern dünyada sanat olarak sunulanların, çoğunluk tarafından anlaşılmaması ve yaratıcısının istisnai (!) şahsiyetinin tanıtım ve reklamını yapmaktan öte bir amaca hizmet etmediğini ve bunun yanı sıra çoğu insanın herhangi bir sanata etkili bir iştirakten de dışlandığını vurgularken, böylesi bir ortamda sanatın tabii olarak tanımının da imkânsızlaştığını ifade ediyor.
Bu ifadeler Brian Keeble'ın kitap için yazdığı giriş bölümünde anlattıkları. Kitabın devamındaki makalelerde bu husus pek zikredilmiyor. Bendeniz zamanımızın sanat anlayışına doğrudan bir eleştiri olduğu için kitabın bu kısmını ele aldım. Keeble, geleneksel felsefede sanatın zihnin bir erdemi veya alışkanlığı olarak anlaşıldığı, fakat durumun Rönesans’la birlikte değişime uğrayarak, yerini seçme bir "şeyler kategorisine" işaret eden anlayışa bıraktığından yakınır. Yavaş yavaş zihinlerde yerleşen bu düşünceye göre, kendisine sanatçı denilen kişiler, istisnai bir mizaç ve yaratılışa sahip insanlar olarak lanse edilir.
Bu durumun Keeble'ın ifade etmediği ilerleyen sürecinde ise sanatçı olarak kabul edilen ve el üstünde tutulan kişi, kendisinin istisnai bir şahsiyet olduğunu çok sürmeden kabul eder ve kibrin doruklarına yaptığı köşke yerleşir. Bundan sonra kendisinin yekta bir kişi olduğunu kendi ağzından duymaya başlarız. Kimisi "dağdaki çobanla benim oyum bir mi?" diye sorarak, kimi de insanların kendisini anlamadığını, toplumun bir ahmaklar yığını olduğunu gerek açık açık söyleyerek, gerekse ima ederek istisnai şahsiyetlerini (!) takdis ederler.
Geçtiğimiz günlerde bu sitede yayınlanan Ali Saran'ın kaleme aldığı, "Bugünün Yıldız Algısına Neler Sebep Oldu?" isimli yazısı da sanatçı olarak kabul edilen kişinin hem istisnai, hem de imtiyazlı bir şahsiyete dönüşmesinin hikâyesini anlatıyordu. Orada, daha önce hanendeler ve sazendeler bir arada oturarak sanat icra ederken, sonraki zamanlarda hanende ayağa kaldırılarak bir kaç adım ileri çıkartıldığından bahsediliyordu. Bu bir kaç adım ileri çıkmak hanendenin sanatın daha üst düzeyini icra ettiğini mi gösterir? Sazendeler fotoğrafın arka fonu mu? Ya da resimden misal verirsek, hanende ressamın fırçasından çıkanken, sazendeler tuval mi? Eğer böyleyse "Hangisi üstündür?" sorusu baş gösterecektir.
Yakın zamanlarda çekilen bir filmde de şarkı söyleyen üç sincap konu ediliyordu. Bu sincapların menejeri içlerinden birini bir adım öne çıkarıyordu. Öne çıkarılanı, o güne kadar normal bir sincapken, daha sonra kendini bir yıldız olarak görmeye başlıyor ve diğer iki sincaba karşı kibirli tavırlar takınıyordu. Hiç şüphesiz bu sincabın tavrının bugünün sanatçıları olarak gösterilen insanların tavırlarıyla birebir aynı olduğunu müşahede edebiliriz.
Modern sanat, bir şeyin sanat olarak kabul edilebilmesi için, ortaya konan şeyin 'acayip' zaman zaman da 'absürt' bir şey olmasını tabir-i caizse şart koşuyor. Mesela Marcel Duchamp bir pisuvara "R. Mutt 1917" yazarak, onu bir sanat eseri olarak insanların önüne sürebiliyor. Yine modern zamanlarda Hattat Hasan Çelebi'ye cumhurbaşkanlığı tarafından kültür ödülü verildiğinde, kendisinin bir sanatçı, hattın ise sanat olup olmadığı tartışılmıştı. Bütün bunların arasında sanatın ne olduğu hiç bir zaman bilinemeyecek gibi duruyor. Bir şair için hiç bir zaman iyi şiir yazmak yetmiyor. Bunun yanı sıra iyi bir pazarlamacı da olması gerekiyor. Aksi halde kitabını bastıracak yayınevi bulamıyor. Artistlikle ve kibirle desteklenmeyen sanat ne yazık ki modern zamanda kabul görmüyor. Bütün bunlardan sonra kitaba dönersek, Rene Guenon'un "İnisiyasyon ve Zanaatlar" ismiyle kaleme aldığı yazı, sanatın bir süluk, bir ruhu terfi ettirme aracı olduğunu işlediği yazı, geleneksel sanatın insana bulunduğu halden daha yüce bir insanlığa taşınabilme imkânı bahşettiğini ifade ediyor. Günümüz sanatının yapıcıları bu inisiyeden maalesef mahrumdurlar. Zira ortaya koydukları ruhlarının karanlığını izhar ettikleri ürünler olarak karşımıza çıkıyorlar.
Roman okuyucularının büyük kısmının baş tacı ettikleri William Faulkner bütün modern sanatçılar adına bunu bir röportajında açık açık ifade ediyor: "Sanatçı, kötü ruhların yönlendirdiği bir yaratıktır. Neden onu seçtiklerini bilmez ve genellikle de bunu merak etmek için fazla meşguldür. Yapıtını ortaya çıkarabilmek için herkesi ya da her şeyi soyacak, onlardan ödünç alacak, dilenecek ya da çalacak kadar ahlaksızdır."
Kötü ruhların yönlendirmediği sanatçıların ve sanatın ne olduğu hakkında malumat edinebilmek, kimseyi soymadan ve çalmadan nasıl sanat yapılabileceği ve geleneksel sanatın ne olup, ne olmadığı bilgisini farklı isimlerden öğrenebileceğimiz bir eser olarak önerebiliriz "Her İnsan Bir Sanatçıdır" isimli derlemeyi.
Ahmed Sadreddin
twitter.com/ahmedsadreddin
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
Hüseyn Nasr ve gelenekselci ekole göre insan olmak, dünyada ilahî sureti yansıtmaktır. İnsan, insan olmak marifetiyle yapar ve yaratır, kendi aslî tabiatına sadık kalmak suretiyle de geleneksel sanat üretir. Geleneksel sanat ise yeryüzünde İlahi Sanatçı'nın yani bir güzel ismi de Sâni olan Allah'ın hikmet ve cemalini yansıtır. Geleneksel sanatçı, tabiat olarak hakikatlere batınen açık bir varlıktır. Geleneksel ekole göre sanat, belli bir türe ait faaliyet değildir. Gelenekselciler, dünyada her şeyin kendisine ait bir sanatının olduğunu ve sanatın geleneksel kurallara göre yaşanan hayatın ta kendisi olduğunu savunur.
Seyyid Abdülkadir Geylânî Hazretleri de Fethu'r Rabbanî isimli vaazlarının toplandığı kitapta, kulluğun bir sanat olduğunu ifade eder. Bu ifade gelenekselci ekolün dayanaklarının daha çok İslam dininin tasavvufi yorumunda bulunduğunu gösteriyor. İki ifade de kelimeler farklı olsa da mana bakımından paralellik gösteriyor. Zira kulluk hayatın tüm alanlarını kapsar.
"İnsan yeryüzü hayatında manevi olan tabiatını ve her şeyin manevi tabiatını gerçekleştirme misyonu ile görevlendirilmiştir" diyor kitabı derleyen Brian Keeble. Ona göre bu misyon sadece uzmanlaşmış bir seçkinler grubunun malı olmayıp, tam manası ile insan olmanın alametidir. Sanat işçiliğin kurallılığı ve mükemmelliği anlamına gelir. Gerçek sanat Keeble'a ve gelenekselci ekole göre, insanların gerçekliğin kutsal tabiatı ile olan asli ve olmazsa olmaz münasebetlerini, uygun bir geçimin gereklilikleri vasıtasıyla gerçekleştirdikleri araçsal vesileler olarak ifade edilir.
Brian Keeble, bu şekilde ifade ettiği sanatın git gide bambaşka bir boyuta taşındığına işaret ederek, modern dünyada sanat olarak sunulanların, çoğunluk tarafından anlaşılmaması ve yaratıcısının istisnai (!) şahsiyetinin tanıtım ve reklamını yapmaktan öte bir amaca hizmet etmediğini ve bunun yanı sıra çoğu insanın herhangi bir sanata etkili bir iştirakten de dışlandığını vurgularken, böylesi bir ortamda sanatın tabii olarak tanımının da imkânsızlaştığını ifade ediyor.
Bu ifadeler Brian Keeble'ın kitap için yazdığı giriş bölümünde anlattıkları. Kitabın devamındaki makalelerde bu husus pek zikredilmiyor. Bendeniz zamanımızın sanat anlayışına doğrudan bir eleştiri olduğu için kitabın bu kısmını ele aldım. Keeble, geleneksel felsefede sanatın zihnin bir erdemi veya alışkanlığı olarak anlaşıldığı, fakat durumun Rönesans’la birlikte değişime uğrayarak, yerini seçme bir "şeyler kategorisine" işaret eden anlayışa bıraktığından yakınır. Yavaş yavaş zihinlerde yerleşen bu düşünceye göre, kendisine sanatçı denilen kişiler, istisnai bir mizaç ve yaratılışa sahip insanlar olarak lanse edilir.
Bu durumun Keeble'ın ifade etmediği ilerleyen sürecinde ise sanatçı olarak kabul edilen ve el üstünde tutulan kişi, kendisinin istisnai bir şahsiyet olduğunu çok sürmeden kabul eder ve kibrin doruklarına yaptığı köşke yerleşir. Bundan sonra kendisinin yekta bir kişi olduğunu kendi ağzından duymaya başlarız. Kimisi "dağdaki çobanla benim oyum bir mi?" diye sorarak, kimi de insanların kendisini anlamadığını, toplumun bir ahmaklar yığını olduğunu gerek açık açık söyleyerek, gerekse ima ederek istisnai şahsiyetlerini (!) takdis ederler.
Geçtiğimiz günlerde bu sitede yayınlanan Ali Saran'ın kaleme aldığı, "Bugünün Yıldız Algısına Neler Sebep Oldu?" isimli yazısı da sanatçı olarak kabul edilen kişinin hem istisnai, hem de imtiyazlı bir şahsiyete dönüşmesinin hikâyesini anlatıyordu. Orada, daha önce hanendeler ve sazendeler bir arada oturarak sanat icra ederken, sonraki zamanlarda hanende ayağa kaldırılarak bir kaç adım ileri çıkartıldığından bahsediliyordu. Bu bir kaç adım ileri çıkmak hanendenin sanatın daha üst düzeyini icra ettiğini mi gösterir? Sazendeler fotoğrafın arka fonu mu? Ya da resimden misal verirsek, hanende ressamın fırçasından çıkanken, sazendeler tuval mi? Eğer böyleyse "Hangisi üstündür?" sorusu baş gösterecektir.
Yakın zamanlarda çekilen bir filmde de şarkı söyleyen üç sincap konu ediliyordu. Bu sincapların menejeri içlerinden birini bir adım öne çıkarıyordu. Öne çıkarılanı, o güne kadar normal bir sincapken, daha sonra kendini bir yıldız olarak görmeye başlıyor ve diğer iki sincaba karşı kibirli tavırlar takınıyordu. Hiç şüphesiz bu sincabın tavrının bugünün sanatçıları olarak gösterilen insanların tavırlarıyla birebir aynı olduğunu müşahede edebiliriz.
Modern sanat, bir şeyin sanat olarak kabul edilebilmesi için, ortaya konan şeyin 'acayip' zaman zaman da 'absürt' bir şey olmasını tabir-i caizse şart koşuyor. Mesela Marcel Duchamp bir pisuvara "R. Mutt 1917" yazarak, onu bir sanat eseri olarak insanların önüne sürebiliyor. Yine modern zamanlarda Hattat Hasan Çelebi'ye cumhurbaşkanlığı tarafından kültür ödülü verildiğinde, kendisinin bir sanatçı, hattın ise sanat olup olmadığı tartışılmıştı. Bütün bunların arasında sanatın ne olduğu hiç bir zaman bilinemeyecek gibi duruyor. Bir şair için hiç bir zaman iyi şiir yazmak yetmiyor. Bunun yanı sıra iyi bir pazarlamacı da olması gerekiyor. Aksi halde kitabını bastıracak yayınevi bulamıyor. Artistlikle ve kibirle desteklenmeyen sanat ne yazık ki modern zamanda kabul görmüyor. Bütün bunlardan sonra kitaba dönersek, Rene Guenon'un "İnisiyasyon ve Zanaatlar" ismiyle kaleme aldığı yazı, sanatın bir süluk, bir ruhu terfi ettirme aracı olduğunu işlediği yazı, geleneksel sanatın insana bulunduğu halden daha yüce bir insanlığa taşınabilme imkânı bahşettiğini ifade ediyor. Günümüz sanatının yapıcıları bu inisiyeden maalesef mahrumdurlar. Zira ortaya koydukları ruhlarının karanlığını izhar ettikleri ürünler olarak karşımıza çıkıyorlar.
Roman okuyucularının büyük kısmının baş tacı ettikleri William Faulkner bütün modern sanatçılar adına bunu bir röportajında açık açık ifade ediyor: "Sanatçı, kötü ruhların yönlendirdiği bir yaratıktır. Neden onu seçtiklerini bilmez ve genellikle de bunu merak etmek için fazla meşguldür. Yapıtını ortaya çıkarabilmek için herkesi ya da her şeyi soyacak, onlardan ödünç alacak, dilenecek ya da çalacak kadar ahlaksızdır."
Kötü ruhların yönlendirmediği sanatçıların ve sanatın ne olduğu hakkında malumat edinebilmek, kimseyi soymadan ve çalmadan nasıl sanat yapılabileceği ve geleneksel sanatın ne olup, ne olmadığı bilgisini farklı isimlerden öğrenebileceğimiz bir eser olarak önerebiliriz "Her İnsan Bir Sanatçıdır" isimli derlemeyi.
Ahmed Sadreddin
twitter.com/ahmedsadreddin
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
30 Kasım 2016 Çarşamba
Hukuk ve idare adamı olarak Osmanlı Devleti'nde kadı
Kadılık müessesesi yalnız Osmanlı Devleti tarihinin değil, esasen İslâm tarihi ve Roma tarihini de ilgilendiren bir konudur. Keza Osmanlı devlet yapısındaki bazı kurumlar, Roma devlet yapısından tezahür eder, bir takım küçük farklılıklarla devamı sağlanır. Kadılık da böyle bir kurumdur. Arapça kaf ve dad harflerinden oluşan (kada) yargılama kelimesinden türer ve yargıç anlamına gelir. Dünya üzerinde devlet ve insanlar arasındaki terazinin işleyişi için adalet ne kadar elzemse, yargıç da o kadar elzemdir.
Kadının görev alan(lar)ını İlber Ortaylı şöyle özetliyor: "Osmanlı’da kadı, bir mahkeme yargıcı olduğu kadar aynı zamanda bir noter, şehirdeki vakıfların müfettişi ve tabii ki belediye reisidir. Aynı zamanda, şehrin asayişini yürütmekle görevli zabitleri, subaşı, asesbaşı gibi görevlileri denetler, onların amiridir. Çarşı ve esnafın kontrolünü yapan muhtesip dediğimiz memurlar da ona bağlıdır. Burada çok ilginç bir görev birliği olmakla birlikte, bu durum diğer imparatorluklarda da aynı şekildedir. Eski Roma’da ve Bizans’ta şehri yöneten kişiye eparh denir. Bu eparha bağlı agoranomos yani pazar düzenini sağlayan adam da tıpkı bizim İslam devletlerindeki muhtesip gibidir. Osmanlı İmparatorluğu, son Roma İmparatorluğu olarak bütün Akdeniz’in hayatında çok geniş bir coğrafyada önemli ölçekte bir merkezî idare kurduğunu ön planda böyle bir memuriyetle gösterir."
Görüldüğü gibi çok ciddi bir kapsama alanı var kadıların. Bu onları ne kadar saygın bir statüye oturtsa da Osmanlı adalet düzeninde statü, yapılan işin niteliği yanında bir hiçtir. Kadı görevini doğru işler için kullanmaz ve layıkıyla yerine getiremezse, bir başka kadı onu görevinden alır ve yeniden kadılık yapması imkânsız hâle gelir. Teftiş, sorumluluk ve güven; şüphesiz Osmanlı adalet mekanizmasının belirli asırlar boyunca en kuvvetli üçlüsünü oluşturmuştur. Kadıların görev sürecine dair İlber hoca şunları belirtiyor: "Genç bir kadı Anadolu’da veya Rumeli’de seçtiği rütbeye göre küçük bir kazada görevine başlar. Bu ne demektir? Mahkemeye gelen harçlardan kendi maaşını alacaktır, yoksa orada oturup mahkemenin tüm gelirini kendisine alması söz konusu değildir. Zamanla terfi ederek dolaşır ve bir yerde iki seneden fazla kalamaz. Çünkü mahallî halkla yüz göz olacağı düşünülür. Bir yerde kale varsa ki umumiyetle vardır, kalenin içindeki kale erlerinin ve başlarındaki kale dizdarının görevini yapıp yapmadığını o bölgenin askerî komutanı olan sancakbeyi veya beylerbeyi değil kadı denetler. Bu çok önemli bir görevdir. Kadıları teftiş için başka kadılar görevlendirilir. Daha da önemlisi, kadılar bazı hallerde ahalinin önüne düşerek merkeze dilekçe verebilirler. Çünkü şeriata göre kadı merkezî devletin bir memuru olduğu kadar aynı zamanda idare edilen ahalinin, bilhassa Müslüman ahalinin temsilcisidir. Bu çok önemli bir noktadır ve mahkemede tek hakim esası caridir."
Kadıların mülkî görevlerinde ona yardımcı olanları şöyle sıralayabiliriz; subaşı, yasakçılar (asesler), kale dizdarları, muhtesib (ve dolayısıyla narh işlemi). Bunca yardımcı olan kuruma rağmen kadıların bizzat teftiş ettikleri meseleler de var. Yine kitaptan ve hocadan gidelim: "Osmanlı kadısının en önemli bir görevi de büyük şehirlere taşradan sevk edilen, koyun (et ihtiyacı için) tahıl ve hatta üzüm ve harp için gerekli stratejik maddelerin kaçakçılık konusu olması, yabancı tüccara devredilmemesidir. Bu nedenle merkezden sıkça gelen fermanlar istekleri ve pazar noktalarının denetimini kadıya emretmekteydi. Örnekler sayısızdır. Rumeli’nin sağ ve sol kolu (yani kuzey ve güney yolu ögesi) kadıları İstanbul’a koyun gönderilmesi hakkında bir divan-ı hümayun hükmü (BA, Mühimme 3, selh-i Muharrem 967/1 Kasım 1559, hüküm 479) veya İstanbul’dan Boğaz Hisarı’na varan bütün kadılara, “deryada küffâr-ı hâksâra tereke verilmemesi”, yani ecnebi gemilere tahıl devredilmemesi hususuna dikkat edilmesi hakkında hüküm (Rodoscuk Şer‘iyye Sicili, Nr. 1511, s. 83, evâil-i CA 958/Mayıs 1551 ortası)."
Elbette kadıların mülkî dışında malî görevleri de mevcut. Bu görevler arasında askerî ihtiyaçları karşılamak (yol, köprü, su), civar köylerden orduya mal sevkiyatı, şehrin altyapısı ve tesisleri, vakıf kontrolleri ve vakıf mütevellilerini azletme yetkisi, medreselerin kontrolü, müderrislerin tayini ve azli, kaynak temini, iaşe kıtlığı gibi durumların giderilmesi sayılabilir. Burada, en başta değindiğim gibi İslâm devletlerinden miras kalmış bir kadı görevini hocadan okuyalım: "Esasen vakıf, medrese gibi kurumlar üzerinde kadı’nın otoriter kontrolü daha eski devirlere kadar uzanmaktadır. Kadılar Memlûk Devleti’nde de vakıf gelirleri ve mali meseleler kadar, şehrin mektepleri ve mali idarelerinden sorumlu idiler."
Kronik Kitap, ülkemizde tarih alanında yepyeni, ciddi ve titiz bir yayınevi olarak merhaba dedi ve tarih okuyucularına 4 özel kitap sundu. Bu 4 kitaptan biri ise İlber Ortaylı'nın Kadılık müessesesi üzerine yaptığı çalışmaları barındıran "Hukuk ve İdare Adamı Olarak Osmanlı Devleti'nde Kadı" adlı kitap oldu. Kadılık kurumu üzerine hem bir başvuru kaynağı hem de rehber kitap olarak hazırlanmış eseri okumak hem bir hayli zevkli hem de o dönemin iktisadî yapısı ve sorumluluk bilinci üzerine düşünmek adına oldukça verimli.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kadının görev alan(lar)ını İlber Ortaylı şöyle özetliyor: "Osmanlı’da kadı, bir mahkeme yargıcı olduğu kadar aynı zamanda bir noter, şehirdeki vakıfların müfettişi ve tabii ki belediye reisidir. Aynı zamanda, şehrin asayişini yürütmekle görevli zabitleri, subaşı, asesbaşı gibi görevlileri denetler, onların amiridir. Çarşı ve esnafın kontrolünü yapan muhtesip dediğimiz memurlar da ona bağlıdır. Burada çok ilginç bir görev birliği olmakla birlikte, bu durum diğer imparatorluklarda da aynı şekildedir. Eski Roma’da ve Bizans’ta şehri yöneten kişiye eparh denir. Bu eparha bağlı agoranomos yani pazar düzenini sağlayan adam da tıpkı bizim İslam devletlerindeki muhtesip gibidir. Osmanlı İmparatorluğu, son Roma İmparatorluğu olarak bütün Akdeniz’in hayatında çok geniş bir coğrafyada önemli ölçekte bir merkezî idare kurduğunu ön planda böyle bir memuriyetle gösterir."
Görüldüğü gibi çok ciddi bir kapsama alanı var kadıların. Bu onları ne kadar saygın bir statüye oturtsa da Osmanlı adalet düzeninde statü, yapılan işin niteliği yanında bir hiçtir. Kadı görevini doğru işler için kullanmaz ve layıkıyla yerine getiremezse, bir başka kadı onu görevinden alır ve yeniden kadılık yapması imkânsız hâle gelir. Teftiş, sorumluluk ve güven; şüphesiz Osmanlı adalet mekanizmasının belirli asırlar boyunca en kuvvetli üçlüsünü oluşturmuştur. Kadıların görev sürecine dair İlber hoca şunları belirtiyor: "Genç bir kadı Anadolu’da veya Rumeli’de seçtiği rütbeye göre küçük bir kazada görevine başlar. Bu ne demektir? Mahkemeye gelen harçlardan kendi maaşını alacaktır, yoksa orada oturup mahkemenin tüm gelirini kendisine alması söz konusu değildir. Zamanla terfi ederek dolaşır ve bir yerde iki seneden fazla kalamaz. Çünkü mahallî halkla yüz göz olacağı düşünülür. Bir yerde kale varsa ki umumiyetle vardır, kalenin içindeki kale erlerinin ve başlarındaki kale dizdarının görevini yapıp yapmadığını o bölgenin askerî komutanı olan sancakbeyi veya beylerbeyi değil kadı denetler. Bu çok önemli bir görevdir. Kadıları teftiş için başka kadılar görevlendirilir. Daha da önemlisi, kadılar bazı hallerde ahalinin önüne düşerek merkeze dilekçe verebilirler. Çünkü şeriata göre kadı merkezî devletin bir memuru olduğu kadar aynı zamanda idare edilen ahalinin, bilhassa Müslüman ahalinin temsilcisidir. Bu çok önemli bir noktadır ve mahkemede tek hakim esası caridir."
Kadıların mülkî görevlerinde ona yardımcı olanları şöyle sıralayabiliriz; subaşı, yasakçılar (asesler), kale dizdarları, muhtesib (ve dolayısıyla narh işlemi). Bunca yardımcı olan kuruma rağmen kadıların bizzat teftiş ettikleri meseleler de var. Yine kitaptan ve hocadan gidelim: "Osmanlı kadısının en önemli bir görevi de büyük şehirlere taşradan sevk edilen, koyun (et ihtiyacı için) tahıl ve hatta üzüm ve harp için gerekli stratejik maddelerin kaçakçılık konusu olması, yabancı tüccara devredilmemesidir. Bu nedenle merkezden sıkça gelen fermanlar istekleri ve pazar noktalarının denetimini kadıya emretmekteydi. Örnekler sayısızdır. Rumeli’nin sağ ve sol kolu (yani kuzey ve güney yolu ögesi) kadıları İstanbul’a koyun gönderilmesi hakkında bir divan-ı hümayun hükmü (BA, Mühimme 3, selh-i Muharrem 967/1 Kasım 1559, hüküm 479) veya İstanbul’dan Boğaz Hisarı’na varan bütün kadılara, “deryada küffâr-ı hâksâra tereke verilmemesi”, yani ecnebi gemilere tahıl devredilmemesi hususuna dikkat edilmesi hakkında hüküm (Rodoscuk Şer‘iyye Sicili, Nr. 1511, s. 83, evâil-i CA 958/Mayıs 1551 ortası)."
Elbette kadıların mülkî dışında malî görevleri de mevcut. Bu görevler arasında askerî ihtiyaçları karşılamak (yol, köprü, su), civar köylerden orduya mal sevkiyatı, şehrin altyapısı ve tesisleri, vakıf kontrolleri ve vakıf mütevellilerini azletme yetkisi, medreselerin kontrolü, müderrislerin tayini ve azli, kaynak temini, iaşe kıtlığı gibi durumların giderilmesi sayılabilir. Burada, en başta değindiğim gibi İslâm devletlerinden miras kalmış bir kadı görevini hocadan okuyalım: "Esasen vakıf, medrese gibi kurumlar üzerinde kadı’nın otoriter kontrolü daha eski devirlere kadar uzanmaktadır. Kadılar Memlûk Devleti’nde de vakıf gelirleri ve mali meseleler kadar, şehrin mektepleri ve mali idarelerinden sorumlu idiler."
Kronik Kitap, ülkemizde tarih alanında yepyeni, ciddi ve titiz bir yayınevi olarak merhaba dedi ve tarih okuyucularına 4 özel kitap sundu. Bu 4 kitaptan biri ise İlber Ortaylı'nın Kadılık müessesesi üzerine yaptığı çalışmaları barındıran "Hukuk ve İdare Adamı Olarak Osmanlı Devleti'nde Kadı" adlı kitap oldu. Kadılık kurumu üzerine hem bir başvuru kaynağı hem de rehber kitap olarak hazırlanmış eseri okumak hem bir hayli zevkli hem de o dönemin iktisadî yapısı ve sorumluluk bilinci üzerine düşünmek adına oldukça verimli.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
24 Kasım 2016 Perşembe
Sana yaramıyorsa bırak başkasına yarasın
“İnsanı ısıran ve sokan kitaplar okumalıyız. Okuduğumuz kitap bir yumruk indirerek bizi uyandırmıyorsa ne işe yarar?”
- Franz Kafka
“Okuduğunuz bir yapıt sizi fikren yükseltir, içinizi doldurursa onun hakkında hüküm vermek için başka bir kural aramayınız; yapıt iyidir ve usta elinden çıkmıştır.”
- Jean de La Bruyère
Bir hayıflanmayla, sitemle başlamak istiyorum yazıya. Bize okul sıralarında İsmet Özel hiç öğretilmedi. Tanıtılmadı. Ne şiirinden, ne düz yazılarından bahsetti öğretmenlerimiz. Sayfalar dolusu, saatler dolusu başka yazarlar anlatılırken, İsmet Özel’den hep uzak durmuş hocalarımız. ‘Durmuş’ diyorum; çünkü ben İsmet Özel diye bir ismi üniversite yıllarında hasbelkader tanıdım. Uzak durmalarının sebebini ise bu kitabı okuyunca anladım. Üniversite yıllarında şiirleriyle tanıştığım Özel’in düzyazısıyla "Waldo Sen Neden Burada Değilsin" kitabında tanışmıştım fakat itiraf etmeliyim çok anlayamadım. Çünkü yazara çok yabancıydım. Daha sonra İsmet Özel’in katıldığım bir konferansı ve oradan aldığım bu kitap bana İsmet Özel’i hem tanıttı, hem sevdirdi, hem birçok şeyi düşündürttü, hem de yazara büyük saygı duymama neden oldu. Kitabın adı değildi beni ona çeken, çünkü yazarın bütün kitaplarının ismi -şiirlerinin isimleri gibi- oldukça ilgi çekici. Başka bir şeydi ama neydi bilmiyorum.
Burada amacım kitabı tanıtmak, giriş biraz uzun oldu. Fakat benim çok geç tanıdığım bu özel insanın kitaplarıyla bir kişiyi bile erken tanıştırmak benim için çok önemli. O yüzden yazdım yukarıdakileri. Şimdi kitaba geçelim.
Fotoğrafta görünen kitap TİYO’dan çıkmış, benim elimdeki Ekim 2013 baskılı. İsmet Özel’in daha önce farklı yayınevlerinden neşredilen "Taşları Yemek Yasak", "Bakanlar ve Görenler" ve "Surat Asmak Hakkımız" adlı eserlerinin tek kitapta toplanmış hali. Yazar bu üç kitabı birbiri içinde eritmiş, yeni ve uzun denebilecek bir önsözle yeniden yayına hazırlamış. İsmini, sonunda bulunan "Taşları Yemek Yasak" adlı hikayeden alıyor. Eserde büyük çoğunluğu üçer sayfa, toplam 93 tane deneme var. Konuların genel dağılımı Müslümanın dünyadaki yeri, düşünce yapısı, Müslüman olarak yaşayıp bu şekilde kalabilmek, Müslüman bir insanın medeniyet, teknoloji ve modernizme nasıl bakması gerektiği üzerine. Kapitalizme sağlam bir eleştiri de var bu yazılarda, 12 Eylül darbesine de. Kitabın sonlarındaki şu bölümün hem 12 Eylül darbesi hem de Türkiye'nin ahvali üzerine önemli olduğunu düşünüyorum:
"12 Eylül öncesinin bombalı, mitralyözlü dünyasıyla, bugünün gürültüsüz dünyası arasında hakka yönelme, hakkı arama bakımından ne derece fark bulunuyor? Eğer günlük yaşayışımıza sükuneti getirdiklerini iddia edenler bu sükunetle birlikte hakka karşı sağırlığı, insanların irili ufaklı yüzlerce puta bel bağlamaları şartını getirmişlerse, onların gerçekten sükunet getirmekle övünmeye yüzleri olur mu? İnsan ruhunu ateşe yaklaştıran dünya ahvali bombalı ve bombasız olmakla daha iyi veya daha kötü sayılamaz. İnsan satın alınıyorsa bunun dolar veya ruble karşılığı yapılmasının meselenin özünde bir şey değiştirmeyişi gibi bizleri Allah’tan uzaklaştıran ve puthanelere sevkeden rejimin gürültülü veya sakin olması da Müslüman bakımından meselenin özünde değişiklik doğurmadığı bilinmeli.
Her şeyin bir fiyatı vardır. Size huzur verdim diyenler bizden ne aldıklarını da söylesinler. Onların sahte huzurlarıyla avunmadığımızı, çanak yalamaktan hoşnut olmayacağımızı ve surat asmak hakkımız dediğimizi bilsinler."
Beynimi vuran şey bu kitapta yazan şeylerle bize öğretilenler arasında uçurum olduğu gerçeği. Hem kavramlar hem fikriyat düzeyinde. “Bir kitap, içinizdeki donmuş değerleri parçalayacak bir balta olmalıdır” demiş Kafka. Ben bu kitabı okuduğumda kendimden başlayarak dünyayı, ülkemi, bizi idare ettiklerini söyleyenleri iç dünyamda sorgulamaya başladım. Birçok şeyi sorgulamaya başladığım gibi. Bu kitaptan sonra yazarın birçok kitabını okudum. Hepsi hep en mühim meselelerden bahsediyordu, en doğru şekilde ve bize şimdiye kadar öğretilenlerin hep dışında. Hepsinin bende yeri ayrı ama ‘Taşları Yemek Yasak’ daha da ayrı. “Bazı kitapların tadına bakılmalıdır. Diğerleri yutulmalıdır. Ve çok azı da çiğnenip hazmedilmelidir” der Francis Bacon. Bu kitap çiğnenip hazmedilip hatmedilmelidir. Ayrıca İsmet Özel okuyup anlayamayan birçok kişi olduğunu biliyorum. –Bence- bu kitabın dili diğer kitaplarına göre daha yalın. Yazarın bir ifadesi vardı: “Sizi okumaya nereden başlayalım diye soranlara ‘olduğun yerden başla’ diyorum” şeklinde. Olduğu yeri bilmeyenlere benim naçizane tavsiyem Taşları Yemek Yasak’la başlamaları. Sonra zaten gerisi gelecektir diye düşünüyorum.
İnsanın bazen gönlüyle kanıtladığı şeyler vardır. Bir ölçme birimiyle ölçemezsiniz, bilimsel kanıtlayamazsınız, çoğunluk hatta bazen herkes sizin tersinize düşünür ama bilirsiniz ki sizin düşündüğünüz, inandığınız şey doğrudur. İşte, bu kitabı okuyunca İsmet Özel’de hissettiğim bu oldu. "İsmet Özel niçin bu kadar haklı?" diye sordum kendime. Hâlâ soruyorum.
Herkesin onu okuyup bir şeyler öğrenmesini istediğiniz yazarlar vardır. Sanki bir yakınınız gibidir o. Onun hakkında kötü bir söz, dayanaksız iddialar duyunca üzülürsünüz. İsmet Özel o kadar çok okunmalı ki –bence özellikle Taşları Yemek Yasak ve Üç Zor Mesele- bunları diyebilen, ağızlarından iftiralarını eksik etmeyen Türk düşmanları, karşısında daha da büyük bir topluluk bulabilmeli. İsmet Özel bir söyleşisinde “Beni takip eden bir kitlem var. Yeni bir kitabım çıktığında en az 5000 adet satıyor. Onlarla bir bağım var” minvalinde bir şey söylemişti. Bu topluluğun daha görünür olmasını kendimce çok istiyorum. Oğuz Atay’ın "Korkuyu Beklerken" adlı kitabının son hikayesinin son kısmında "Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?" dediği gibi; İsmet Özel burada, hep buradaydı sevgili okuyucu, sen neredesin acaba diyorum ben de.
Yazımı kitabın sonundaki kitaba adını veren ve hikayenin özü olan kısımla bitirmek istiyorum. İsmet Özel’le kalın…
“İnsanın taş yemeye ihtiyacı yok diyorsun. Öyleyse şunu düşün: İnsanın ihtiyacı olmadan fazlasını elinde tutması kendisi için taş gibidir. Bu yalnız mallar, servet, güç gibi nesnelerde geçerli değil. Merhamet, şefkat, tevazu gibi şeyler için de böyle. Bilgi için de böyle. Eğer herhangi bir şey insanların istifadesine açıksa ancak istifade edildiği kadar o ‘şey’ olur, o şeyden istifade edilmezse artık o taştır ve gerçekten onu istifadeye konu etmeksizin kullananlar taş yemiş olurlar. Sana yaramıyorsa bırak başkasına yarasın. Sana yaramadığı halde sende olan hem senin hem başkasının aleyhinedir. Taşları yeme, taşları yemek yasak.”
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
- Franz Kafka
“Okuduğunuz bir yapıt sizi fikren yükseltir, içinizi doldurursa onun hakkında hüküm vermek için başka bir kural aramayınız; yapıt iyidir ve usta elinden çıkmıştır.”
- Jean de La Bruyère
Bir hayıflanmayla, sitemle başlamak istiyorum yazıya. Bize okul sıralarında İsmet Özel hiç öğretilmedi. Tanıtılmadı. Ne şiirinden, ne düz yazılarından bahsetti öğretmenlerimiz. Sayfalar dolusu, saatler dolusu başka yazarlar anlatılırken, İsmet Özel’den hep uzak durmuş hocalarımız. ‘Durmuş’ diyorum; çünkü ben İsmet Özel diye bir ismi üniversite yıllarında hasbelkader tanıdım. Uzak durmalarının sebebini ise bu kitabı okuyunca anladım. Üniversite yıllarında şiirleriyle tanıştığım Özel’in düzyazısıyla "Waldo Sen Neden Burada Değilsin" kitabında tanışmıştım fakat itiraf etmeliyim çok anlayamadım. Çünkü yazara çok yabancıydım. Daha sonra İsmet Özel’in katıldığım bir konferansı ve oradan aldığım bu kitap bana İsmet Özel’i hem tanıttı, hem sevdirdi, hem birçok şeyi düşündürttü, hem de yazara büyük saygı duymama neden oldu. Kitabın adı değildi beni ona çeken, çünkü yazarın bütün kitaplarının ismi -şiirlerinin isimleri gibi- oldukça ilgi çekici. Başka bir şeydi ama neydi bilmiyorum.
Burada amacım kitabı tanıtmak, giriş biraz uzun oldu. Fakat benim çok geç tanıdığım bu özel insanın kitaplarıyla bir kişiyi bile erken tanıştırmak benim için çok önemli. O yüzden yazdım yukarıdakileri. Şimdi kitaba geçelim.
Fotoğrafta görünen kitap TİYO’dan çıkmış, benim elimdeki Ekim 2013 baskılı. İsmet Özel’in daha önce farklı yayınevlerinden neşredilen "Taşları Yemek Yasak", "Bakanlar ve Görenler" ve "Surat Asmak Hakkımız" adlı eserlerinin tek kitapta toplanmış hali. Yazar bu üç kitabı birbiri içinde eritmiş, yeni ve uzun denebilecek bir önsözle yeniden yayına hazırlamış. İsmini, sonunda bulunan "Taşları Yemek Yasak" adlı hikayeden alıyor. Eserde büyük çoğunluğu üçer sayfa, toplam 93 tane deneme var. Konuların genel dağılımı Müslümanın dünyadaki yeri, düşünce yapısı, Müslüman olarak yaşayıp bu şekilde kalabilmek, Müslüman bir insanın medeniyet, teknoloji ve modernizme nasıl bakması gerektiği üzerine. Kapitalizme sağlam bir eleştiri de var bu yazılarda, 12 Eylül darbesine de. Kitabın sonlarındaki şu bölümün hem 12 Eylül darbesi hem de Türkiye'nin ahvali üzerine önemli olduğunu düşünüyorum:
"12 Eylül öncesinin bombalı, mitralyözlü dünyasıyla, bugünün gürültüsüz dünyası arasında hakka yönelme, hakkı arama bakımından ne derece fark bulunuyor? Eğer günlük yaşayışımıza sükuneti getirdiklerini iddia edenler bu sükunetle birlikte hakka karşı sağırlığı, insanların irili ufaklı yüzlerce puta bel bağlamaları şartını getirmişlerse, onların gerçekten sükunet getirmekle övünmeye yüzleri olur mu? İnsan ruhunu ateşe yaklaştıran dünya ahvali bombalı ve bombasız olmakla daha iyi veya daha kötü sayılamaz. İnsan satın alınıyorsa bunun dolar veya ruble karşılığı yapılmasının meselenin özünde bir şey değiştirmeyişi gibi bizleri Allah’tan uzaklaştıran ve puthanelere sevkeden rejimin gürültülü veya sakin olması da Müslüman bakımından meselenin özünde değişiklik doğurmadığı bilinmeli.
Her şeyin bir fiyatı vardır. Size huzur verdim diyenler bizden ne aldıklarını da söylesinler. Onların sahte huzurlarıyla avunmadığımızı, çanak yalamaktan hoşnut olmayacağımızı ve surat asmak hakkımız dediğimizi bilsinler."
Beynimi vuran şey bu kitapta yazan şeylerle bize öğretilenler arasında uçurum olduğu gerçeği. Hem kavramlar hem fikriyat düzeyinde. “Bir kitap, içinizdeki donmuş değerleri parçalayacak bir balta olmalıdır” demiş Kafka. Ben bu kitabı okuduğumda kendimden başlayarak dünyayı, ülkemi, bizi idare ettiklerini söyleyenleri iç dünyamda sorgulamaya başladım. Birçok şeyi sorgulamaya başladığım gibi. Bu kitaptan sonra yazarın birçok kitabını okudum. Hepsi hep en mühim meselelerden bahsediyordu, en doğru şekilde ve bize şimdiye kadar öğretilenlerin hep dışında. Hepsinin bende yeri ayrı ama ‘Taşları Yemek Yasak’ daha da ayrı. “Bazı kitapların tadına bakılmalıdır. Diğerleri yutulmalıdır. Ve çok azı da çiğnenip hazmedilmelidir” der Francis Bacon. Bu kitap çiğnenip hazmedilip hatmedilmelidir. Ayrıca İsmet Özel okuyup anlayamayan birçok kişi olduğunu biliyorum. –Bence- bu kitabın dili diğer kitaplarına göre daha yalın. Yazarın bir ifadesi vardı: “Sizi okumaya nereden başlayalım diye soranlara ‘olduğun yerden başla’ diyorum” şeklinde. Olduğu yeri bilmeyenlere benim naçizane tavsiyem Taşları Yemek Yasak’la başlamaları. Sonra zaten gerisi gelecektir diye düşünüyorum.
İnsanın bazen gönlüyle kanıtladığı şeyler vardır. Bir ölçme birimiyle ölçemezsiniz, bilimsel kanıtlayamazsınız, çoğunluk hatta bazen herkes sizin tersinize düşünür ama bilirsiniz ki sizin düşündüğünüz, inandığınız şey doğrudur. İşte, bu kitabı okuyunca İsmet Özel’de hissettiğim bu oldu. "İsmet Özel niçin bu kadar haklı?" diye sordum kendime. Hâlâ soruyorum.
Herkesin onu okuyup bir şeyler öğrenmesini istediğiniz yazarlar vardır. Sanki bir yakınınız gibidir o. Onun hakkında kötü bir söz, dayanaksız iddialar duyunca üzülürsünüz. İsmet Özel o kadar çok okunmalı ki –bence özellikle Taşları Yemek Yasak ve Üç Zor Mesele- bunları diyebilen, ağızlarından iftiralarını eksik etmeyen Türk düşmanları, karşısında daha da büyük bir topluluk bulabilmeli. İsmet Özel bir söyleşisinde “Beni takip eden bir kitlem var. Yeni bir kitabım çıktığında en az 5000 adet satıyor. Onlarla bir bağım var” minvalinde bir şey söylemişti. Bu topluluğun daha görünür olmasını kendimce çok istiyorum. Oğuz Atay’ın "Korkuyu Beklerken" adlı kitabının son hikayesinin son kısmında "Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?" dediği gibi; İsmet Özel burada, hep buradaydı sevgili okuyucu, sen neredesin acaba diyorum ben de.
Yazımı kitabın sonundaki kitaba adını veren ve hikayenin özü olan kısımla bitirmek istiyorum. İsmet Özel’le kalın…
“İnsanın taş yemeye ihtiyacı yok diyorsun. Öyleyse şunu düşün: İnsanın ihtiyacı olmadan fazlasını elinde tutması kendisi için taş gibidir. Bu yalnız mallar, servet, güç gibi nesnelerde geçerli değil. Merhamet, şefkat, tevazu gibi şeyler için de böyle. Bilgi için de böyle. Eğer herhangi bir şey insanların istifadesine açıksa ancak istifade edildiği kadar o ‘şey’ olur, o şeyden istifade edilmezse artık o taştır ve gerçekten onu istifadeye konu etmeksizin kullananlar taş yemiş olurlar. Sana yaramıyorsa bırak başkasına yarasın. Sana yaramadığı halde sende olan hem senin hem başkasının aleyhinedir. Taşları yeme, taşları yemek yasak.”
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Sufilerin hâlleri söze sığmaz
Günümüzde faal olan yayınevlerinin birçoğu tasavvufla alakalı bir eser mutlaka neşretmiştir. Bir konuşma esnasında tasavvufî metinlerin bu kadar dolaşımda olmasının modern zamanla ilintili olduğunu ifade etmiştim. Türkiye’de kitap basan yayıncıların en tasavvufa mesafelisinin bile, İslam’ın manevi boyutu olan bu öğretinin dayandığı en önemli isimlerden biri olan Hasan-ı Basri’nin konuşmalarının derlendiği bir kitap neşretmesi, yayıncılar için tasavvufun bir vazgeçilmez olduğunu ortaya koyuyor.
Seviyesiz romanlar bir kenara, birçok yayınevi Hazreti İbn Arabî’nin Füsusu’l Hikem’ini, Hazreti Mevlânâ’nın Mesnevi’sini neşretti. Tasavvuf klasiklerinin yayınının bir modern zaman olgusu olduğunu kastetmiştim ben. Zira kitaplar matbaada basılmazdan evvel, bir okur kitaba anca kütüphanelerden ulaşabiliyor yahut istinsah ettiriyordu.
Kütüphaneye gitmek veya bir kitabı istinsah etmek isteği, o kitap hakkında meraktan ziyade hislere sahip insanların yapabileceği bir eylem. Günümüzde zor ulaşılan o eserlere kolay ulaşım, birazcık merak edenlerin dahi eseri edinmelerine imkân sağlıyor. Tasavvufî konuda bilgisi, görgüsü olan ya da olmayan herkesin edinebildiği kitaplarda, yalnızca ehlinin anlayabileceği bazı ifadeler, o konuda yeterli tahsili bulunmayan insanlar tarafından, en ucuzu fasıklık olarak nitelendirilebiliyor.
Bendenizin yukarıda temas etmeye çalıştığı hususu, yıllar önce, 2006 senesinde Dücane Cündioğlu’nun Yeni Şafak’ta kaleme aldığını, bugün Mahmud Erol Kılıç’ın Tasavvuf Düşüncesi isimli kitabını elime aldığımda gördüm. Dücane Cündioğlu, yazısında “tasavvufî eserler neşredilmemeli” diye bir teklif getiriyor. Mahmud Erol Kılıç da Kitap Postası dergisinin yaptığı soruşturmada bu konuya eğiliyor. O soruşturmaya verilen cevap, kasımda Sufi Kitap'tan çıkan bu kitaba da alınmış.
“Tasavvufî metinler neşredilmemeli” hükmünün rahatsız edici olduğunu söyleyen Kılıç, buna rağmen bu hükmün hakikat payları da içerdiğini ifade ediyor. Mahmud Erol Kılıç meseleye tasavvufî bir yorum getiriyor ve yazılı metinlerin, içlerinde ruhu taşıyan bedenler gibi olduklarını, tasavvufî eserleri kaleme alan ariflerin de kendilerine ihsan edilen manaların buralarda ifadesini bulduğunu vurguluyor.
Tasavvuf geleneği içerisinde yetişmiş ariflerin, kitap yazma hevesi ve modasıyla kaleme sarılmadıklarını, aksine kendilerine ‘yaz’ diye ilham yoluyla emrolunduğu için yazdıklarını vurgulayan Mahmud Erol Kılıç, hatta bazı ariflerin hiç yazma niyeti taşımadıkları halde, aldıkları emir gereği mecburen yazdıklarını ifade ediyor.
Mevzubahis eserlerin o yüksek tasavvufî manalara ilgi ve alaka uyandırmak adına bir takım araçlar olduğunu belirten Kılıç, İbn Arabî Hazretleri'nin şu sözüne dikkat çekiyor: “Bizim eserlerimizden her gün birkaç sayfa tetebbu edenlere biz seyr ü sülûk yaptırırız.”
Mahmud Erol Kılıç, sufi müelliflerin manalara işaret ettiklerini, dolaylı anlatım tekniği kullandıklarını ve bendenizin sandığı gibi bazı gizli kalması gereken hususları sayıp dökmediklerini, bütün söylenecek şeyleri söylemediklerini, zira hallerin kâle (söze) sığmayacağını ifade ediyor.
Kılıç, bu izahlardan sonra, Dücane Cündioğlu’nun hükmünde haklı bulduğu yönü de ele alıyor. Bu eserlerin, gerekli tahsili yapmayanlar tarafından anlaşılamama gibi problemlerle karşılaşabileceğini ifade eden Mahmud Erol Kılıç, bazı manaları anlamanın zihin faaliyetinden daha fazlasını gerektirdiğini vurguluyor.
Kimi sufilerin, “Bizim eserlerimize namahrem bakmasın” dediğini, tıpkı Kur’an-ı Kerim'in temizlenmeyen ve arınmayanlara mana kapılarını açmadığı gibi bu eserlerin de, aynı hususiyete sahip olduğunu bildiriyor.
Kutsal kitapların ve tasavvufî eserlerin ‘bir bilen’le okunması gereken eserler olduğunu, Peygamber olmadan kutsal kitaplar talim edilemediği gibi, bir veli olmadan da tasavvufî kitaplardan nasip almanın mümkün olmadığını belirten Kılıç, aynı şekilde bütün ders kitaplarının da bir hoca ile okunduğunu vurguluyor.
Tasavvufî eserlerin bir bilen nezaretinde okunması gerektiğini, aksi halde içlerinde barındırdıkları sembolizmin anahtarlarının kişiye verilmemesi durumunda yanlış yerlere kaymanın muhtemel olduğunu söyleyen Mahmud Erol Kılıç, tasavvufî metinlerin bazı kimselerin elinde farklı maksatlara malzeme olarak kullanılabileceğini ifade ediyor.
Kendisinin 4 yıl boyunca bir ariften Füsusu’l Hikem okuduğunu, bu 4 yılın sonunda kitabın kendisine açıldığını vurgulayan Kılıç, arif meclislerinin ve kâmil sohbetlerinin açılamamasının dengeyi kitapların neşri yönüne kaydırdığını ifade ediyor.
Sufi Kitap'ın, Mahmud Erol Kılıç’ın çeşitli ortamlardaki sohbet, televizyon konuşması, makale, sempozyum bildirisi ve takriz metinlerini bir araya getirerek hazırladığı Tasavvuf Düşüncesi isimli eser, Kılıç’ın muhtelif mecralarda dağınık halde bulunan fikir mahsullerini bir arada sunması açısından çok önemli bir çalışma. Muhabbetle tavsiye olunur.
Ahmed Sadreddin
twitter.com/ahmedsadreddin
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
Seviyesiz romanlar bir kenara, birçok yayınevi Hazreti İbn Arabî’nin Füsusu’l Hikem’ini, Hazreti Mevlânâ’nın Mesnevi’sini neşretti. Tasavvuf klasiklerinin yayınının bir modern zaman olgusu olduğunu kastetmiştim ben. Zira kitaplar matbaada basılmazdan evvel, bir okur kitaba anca kütüphanelerden ulaşabiliyor yahut istinsah ettiriyordu.
Kütüphaneye gitmek veya bir kitabı istinsah etmek isteği, o kitap hakkında meraktan ziyade hislere sahip insanların yapabileceği bir eylem. Günümüzde zor ulaşılan o eserlere kolay ulaşım, birazcık merak edenlerin dahi eseri edinmelerine imkân sağlıyor. Tasavvufî konuda bilgisi, görgüsü olan ya da olmayan herkesin edinebildiği kitaplarda, yalnızca ehlinin anlayabileceği bazı ifadeler, o konuda yeterli tahsili bulunmayan insanlar tarafından, en ucuzu fasıklık olarak nitelendirilebiliyor.
Bendenizin yukarıda temas etmeye çalıştığı hususu, yıllar önce, 2006 senesinde Dücane Cündioğlu’nun Yeni Şafak’ta kaleme aldığını, bugün Mahmud Erol Kılıç’ın Tasavvuf Düşüncesi isimli kitabını elime aldığımda gördüm. Dücane Cündioğlu, yazısında “tasavvufî eserler neşredilmemeli” diye bir teklif getiriyor. Mahmud Erol Kılıç da Kitap Postası dergisinin yaptığı soruşturmada bu konuya eğiliyor. O soruşturmaya verilen cevap, kasımda Sufi Kitap'tan çıkan bu kitaba da alınmış.
“Tasavvufî metinler neşredilmemeli” hükmünün rahatsız edici olduğunu söyleyen Kılıç, buna rağmen bu hükmün hakikat payları da içerdiğini ifade ediyor. Mahmud Erol Kılıç meseleye tasavvufî bir yorum getiriyor ve yazılı metinlerin, içlerinde ruhu taşıyan bedenler gibi olduklarını, tasavvufî eserleri kaleme alan ariflerin de kendilerine ihsan edilen manaların buralarda ifadesini bulduğunu vurguluyor.
Tasavvuf geleneği içerisinde yetişmiş ariflerin, kitap yazma hevesi ve modasıyla kaleme sarılmadıklarını, aksine kendilerine ‘yaz’ diye ilham yoluyla emrolunduğu için yazdıklarını vurgulayan Mahmud Erol Kılıç, hatta bazı ariflerin hiç yazma niyeti taşımadıkları halde, aldıkları emir gereği mecburen yazdıklarını ifade ediyor.
Mevzubahis eserlerin o yüksek tasavvufî manalara ilgi ve alaka uyandırmak adına bir takım araçlar olduğunu belirten Kılıç, İbn Arabî Hazretleri'nin şu sözüne dikkat çekiyor: “Bizim eserlerimizden her gün birkaç sayfa tetebbu edenlere biz seyr ü sülûk yaptırırız.”
Mahmud Erol Kılıç, sufi müelliflerin manalara işaret ettiklerini, dolaylı anlatım tekniği kullandıklarını ve bendenizin sandığı gibi bazı gizli kalması gereken hususları sayıp dökmediklerini, bütün söylenecek şeyleri söylemediklerini, zira hallerin kâle (söze) sığmayacağını ifade ediyor.
Kılıç, bu izahlardan sonra, Dücane Cündioğlu’nun hükmünde haklı bulduğu yönü de ele alıyor. Bu eserlerin, gerekli tahsili yapmayanlar tarafından anlaşılamama gibi problemlerle karşılaşabileceğini ifade eden Mahmud Erol Kılıç, bazı manaları anlamanın zihin faaliyetinden daha fazlasını gerektirdiğini vurguluyor.
Kimi sufilerin, “Bizim eserlerimize namahrem bakmasın” dediğini, tıpkı Kur’an-ı Kerim'in temizlenmeyen ve arınmayanlara mana kapılarını açmadığı gibi bu eserlerin de, aynı hususiyete sahip olduğunu bildiriyor.
Kutsal kitapların ve tasavvufî eserlerin ‘bir bilen’le okunması gereken eserler olduğunu, Peygamber olmadan kutsal kitaplar talim edilemediği gibi, bir veli olmadan da tasavvufî kitaplardan nasip almanın mümkün olmadığını belirten Kılıç, aynı şekilde bütün ders kitaplarının da bir hoca ile okunduğunu vurguluyor.
Tasavvufî eserlerin bir bilen nezaretinde okunması gerektiğini, aksi halde içlerinde barındırdıkları sembolizmin anahtarlarının kişiye verilmemesi durumunda yanlış yerlere kaymanın muhtemel olduğunu söyleyen Mahmud Erol Kılıç, tasavvufî metinlerin bazı kimselerin elinde farklı maksatlara malzeme olarak kullanılabileceğini ifade ediyor.
Kendisinin 4 yıl boyunca bir ariften Füsusu’l Hikem okuduğunu, bu 4 yılın sonunda kitabın kendisine açıldığını vurgulayan Kılıç, arif meclislerinin ve kâmil sohbetlerinin açılamamasının dengeyi kitapların neşri yönüne kaydırdığını ifade ediyor.
Sufi Kitap'ın, Mahmud Erol Kılıç’ın çeşitli ortamlardaki sohbet, televizyon konuşması, makale, sempozyum bildirisi ve takriz metinlerini bir araya getirerek hazırladığı Tasavvuf Düşüncesi isimli eser, Kılıç’ın muhtelif mecralarda dağınık halde bulunan fikir mahsullerini bir arada sunması açısından çok önemli bir çalışma. Muhabbetle tavsiye olunur.
Ahmed Sadreddin
twitter.com/ahmedsadreddin
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)